28 Şubat 2014 Cuma

Kriptolu Telefon!


“Çok enteresan devletin kriptolu telefonlarını bile oradan dinliyorlar”.

Başbakan’ın grup toplantısındaki konuşmasından bir cümledir yukarıdaki. Kriptolu telefonlar, üzerlerindeki özel bir şifreleme yazılımı ile karşılıklı olarak uçtan uca şifreli görüşmeyi mümkün kılan özel telefonlarmış. Devlet idarecilerine, devletin işlerini görüşmek üzere tahsis edilmiştir. Bu telefonlar, güvenliğe yönelik konuşmalar, devlet yatırımları ilgili konuşmalar, iki devlet adamının devlet işlerine dair konuşmaları yapılması için tahsis edilmiş ve giderleri de devlet tarafından (bütçesinden, hazinesinden) karşılanır. Devletin korunma refleksi, gizliliğe özen göstermeyi gerektiğinden gizliliği üst derecedeki görüşmelerin bu telefonlarla yapılmasını gerektirmektedir.

Çok sevdikleri ve anlatmaktan büyük zevk aldıkları Hz. Ömer’in hikâyesi vardır. Ama sadece anlatırlar, anlattıkları gibi olmayı denemezler. Hikâye şudur herkesin bildiği: “Hz. Ömer bir gece çalışırken bir Sahabi gelir selam verir. Hz. Ömer işine devam eder, bir süre sonra kakar yanan mumu söndürür, cebinden çıkardığı mumu yakar ve selamı alır, konuşmaya başlarlar, soru üzerine Hz. Ömer, önceki yanan mumun devlete ait olduğunu, özel işlerinde kendi mumunu yaktığını söyler, sonra o sahabe dua eder..” hikâye budur ve anlatırlar, anlatırlar. Hatta meydanlarda Hz. Ömer’den nakledilen “Fırat kıyısında bir deve helak olsa, Allah(C.C.) bunu Ömer’den sorar diye korkarım” sözünü söylemekten büyük zevk alırlar, ama Ömer gibi olduklarını gören olmamıştır, sadece anlatırlar, anlatırlar.

Devlet başkanları, Başbakanlar ve Bakanların telefonlarının düşman devletler (diğer devletler) tarafından dinlenmek istenmesi doğal bir durumdur. Çünkü savunma sistemleri, yatırım kararları, bir başka devletle ilgili o devletin neler düşündüğü gibi konular karşı devletler tarafından daima merak konusu olmuştur. Özellikle dış politik kararların alınması aşamasında diğer devletin neler düşündüğünün bilinmesi karar almada kolaylık sağlayacaktır. İşte kriptolu telefonlar bunun içindir. Devlet adamlarının neler konuştukları casuslar tarafından anlaşılmasın diye karşı tedbir olarak geliştirilmiştir.

Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in cep telefonu görüşmelerinin de dinlenildiği medya gündemine düşmüştü. Tabi ki, Almanlar da Başbakanlarının dinlenilmemesi için gerekli tedbirleri almışlardır. Peki dinlenen telefon konuşmaları hangileridir? Soru can alıcıdır. Şansölye Merkel’in dinlenen telefon konuşmaları, kendisine ait sıradan bir cep telefonu ile kocası arasındaki konuşmalardır. Yani Merkel, eşi ile yaptığı konuşmaları, kendisine (şahsına) ait bir cep telefonu ile yapmaktadır ve dinlenen telefonda odur. Tam da bizimkilerin sadece anlattığı ve fakat Alman Başbakan’ının uyguladığı Hz. Ömer adaleti.

Bizimkiler ise, devlete ait kriptolu telefon ile evlatlarıyla konuşuyor ve giderlerini de devlet ödüyor.

Avrupa seyahatinden dönüşünde Mehmet Akif’e sorarlar Avrupa’yı nasıl buldun diye, cevabı can yakıcıdır: “İşleri bizim dinimiz gibi, dinleri bizim işlerimiz gibi”.



27 Şubat 2014 Perşembe

Şu Baş Belası TIRlar!


Bu kadar mı iş bilmez olunur, bu kadar mı ben yaparım, ben yaptım oldu gibi ancak bir cahilin, tecrübe edineceği cinsten yapılır işler?

Anlatılan nedir? TIRlar, her ne ise yükü, yüklenmiş ve MİT memurları kontrolünde bir yerlere(!) gidiyor. Tabi ki gidecek, elbette devletimiz istihbarat elemanlarıyla, istediği yükü istediği yere (memlekete) götürebilir. Kim ne diyebilir?

Peki, yapılan nedir? Yolda bir yerlerde, devletin diğer görevlileri TIRları durduruyorlar. Bir değil, iki değil, sanırım 11. TIR. Hep aynı akıbete uğradı. Böyle mi yapılır? Sıradan bir seyahate çıkacağımızda, varacağımız yer sahibine haber veriyoruz, bir yerlerde mola yaptığımızda, filan yerdeyiz, çay içiyoruz, bir-kaç saat sonra ulaşırız inşallah gibi bilgileri veriyoruz. Niye yapıyoruz bunu? Usul budur çünkü.

Devlet niye yapmıyor? Niye planlarını diğer kurumlarla paylaşmıyor, taşıdığı yükün dökümünü yapıp ilgili şehrin Valisine niye bildirmiyor? Vali niçin gerekli emniyet tedbirlerini almıyor, kamyonların varacağı yere selametle varmasını niçin sağlamıyor? Kaldı ki, kuruluş kanunda “MİT mensuplarına hizmetlerini yerine getirilmesi sırasında bakanlıklar ile diğer kamu kurum ve kuruluşları gereken her türlü yardım ve kolaylığı göstermekle yükümlüdürler” hükmü yer almışken! Niye bu kargaşa?

Devlet yapısı, tartışmalı gruplar arasında pay edilmiş sanki, birbirlerine güven bitmiş, birbirlerinin işlerine taş koymak için yarışıyorlar, birbirlerine çamur atmak için çaba harcıyorlar. Dolayısıyla işler adam gibi yapılamıyor.

Hüseyin Çelik, “Tırların içinde ne olduğu kimseyi ilgilendirmez” demiş. Devlet adamlığından ne kadar uzak söyleyiş!

Tamam da, bunun için devletin adam gibi çalışması gerekmez mi? MİT, MİTliğini yaparken, Vali, Valiliğini, Savcı, Savcılığını yapacak. Makinenin bir dişlisinde görülen arıza, tümüyle fabrikanın stop etmesine neden oluyor.

Sanırım kanun maddelerinin yorumlanması anlaşılmasında kişiden kişiye farklılıklar ve uygulamalar var. MİT kendisine verilen görevleri yaparken “Başbakana karşı sorumlu olup, Başbakanın dışında herhangi bir kişi veya makama karşı sorumlu tutulamaz.” Maddesinin yorumunda farklı sonuçlara ulaşılmaktadır. Hiç kimse tabi ki emir veremez, verememeli. Ancak, “Koordinasyon” ne olacak? Koca ülkede, Rastgele doldurulan kamyonlar, elini kolunu sallayarak geçip gidecek midir? Yoksa evveliyatında ilgili mercilere gerekli bilgiler verilerek, kamyonun selameti sağlanacak mıdır?

İş ve işlemler ‘kayıt dışı’ yapılıyor adeta. Devletin bir kurumu, diğer kurumlarından bilgi, yapılan iş, nasıl yapılacağı hususlarını kaçırıyor. Habersizce yapılan kayıt dışı işlemler ise, belki de rutin kontrollerde aşikâr olup çıkıyor. Böyle midir devletin işleri, hayır olamaz. Devletin yaptığı işlere muhalefet elbette olacaktır. Yasal muhalefet, bilgilendirirse problem çıkmaz, nitekim TIRların durdurulması ve aranmasıyla ilgili olarak muhalefet partilerinden ses çıkmadı (niye çıkmadıysa?). vatandaşın zaten haberi olmaz bu kabil işlerden. Geriye devletin kurumları kalıyor. Mesela, ABD’nin istihbarat teşkilatının benzeri bir kamyonu bir yerlere götürdüğünü varsayalım. Böyle mi olacaktır? Hiç duymadık. Daha önce Türkiye’de de olmadı mı, kamyon götürme gibi işler? Oldu, kimsenin haberi olmadan, tereyağından kıl çeker gibi halledildi.

Şimdi, niye bu gürültü? Bir taraf devlet sırrı diyor, diğer taraf arama yapıyor!

İllegal bir taşıma mı söz konusudur?

İnsani yardım taşınıyorsa, bunun saklanması gereksiz. Silah taşınıyorsa ki, bu halde de devletin ilgili makamlarının bir kararı olmalıdır, bu karar üzerine Valiler yollarda gerekli tedbirleri alır ve rahatça geçer gider TIRlar. Buda yoksa o zaman tehlikeli durumlar söz konusudur ki, adalet elbette el atacaktır. Nitekim milli istihbarat teşkilatının işi silah taşımak olamaz. Taşınması gerekiyorsa, örgütü kurar ve taşıtır o kadar. Kendisi belki eskortluk yapar gizlice ama asla, kamyonun içinde, bir yerlerde bulunamaz. AKP Genel Başkan Yardımcısı Çelik’in, Savcı’ya hitaben “Seni ne ilgilendirir” şeklindeki sorusuna da bir mana vermek zordur. Savcıyı ilgilendirmeyecek de kimi ilgilendirecek diye sorarlar adama?

Savcı’dan saklanacak kadar bir sır taşınıyorsa ve menzili Suriye’ye doğruysa, bu TIRların içinde silahların olduğu kanısı uyanıyor. Türkmenlere gitmediğine göre (ki, Türkmen lideri hiçbir yardım almadıklarını açıklamıştı), Suriye devleti ile de düşmanlık içinde bulunulduğuna göre silahların, Suriye ordusuna karşı savaşan, Özgür Suriye ordusu adı verilen gruplara dağıtılmak üzere gittiği sonucuna varıyoruz.

Sonuç: devlet kurumları saat gibi çalışması lazımdır. Her kurum diğeri ile düşmanlık içinde olmamalı, aynı amaca ulaşmak için, aynı hedefe varmak için, benzer enstrümanları kullanmalıdır. Amaç birliği yoksa, ülkü birliği yoksa devleti çalıştırmak da mümkün olmaz.


Devlet içinde, kayıt dışı, mafyavari örgütlenmeler kabul edilemez.

26 Şubat 2014 Çarşamba

Gündemden Çıkış Yolları


İçine düşüp debeleneceğiniz uyduruk gündem maddeleri her gün tazelenir. Alır sizi içine çeker ve uğraşacağınız konu, çalışacağınız tema, vurgulayacağınız ana fikir hep o gündem içredir. Sıkıntı verir, ızdırap yükler, dayatılan gündemin zorunlu konuşmaları, fikir cimnastikleri dışına çıkamazsın, daima önüne konulan sevmediğin ve zorunluluk olmazsa asla yemeyeceğin yemekleri zorla, tıka-basa yemek gibi, iğrenerek, mideyi doldurmak gibi, sonunda çıkartmak vardır, kusarak. Onun gibi. Debelendikçe el-âlemin gündeminde bir gün gelir pişmanlıklar içinde çıkartırsın. Kimsenin varıyla, yoğuyla, sahipliğiyle, fukaralığıyla ilgilenmemek de olmuyor işte (gıybet!). Mecburen içinde bulunduğun toplumun gündemi seni de ilgilendiriyor, yoksa ‘ne kadar ilgisizsin’ gibi eleştiriler de alırsın. Tenkitlere kulak tıkadığın vakit, binerler de binerler sırtına, medya istediği gibi alır eline, dostlarının bile yardımıyla dalarsın, artık esirisindir gündemin.

‘Korku ve iğrenme’ veya ‘merak ve kavga etme isteği’ sebepleri ile gündemin kucağına bırakır kendini insan. Aslında bir nevi koruyucu, kuşatıcı kalkan arayışıdır kendince, hatta ailesi ve yakınlarını da koruma içgüdüsü. Bilebilirse, cevaplayabilirse üstünler sınıfına terfi ettirir kendini. Bilememek maazallah hayatın sonu, statünün bitişi. Tek başlarınayken hiç olduklarını düşünen insanlar, kalabalıklar içinde kaybolduklarında, kimlik vehimleri ön plana çıkarak varlıklarını sürdürürler, gündem takibi de benzer sonuçlara çıkartır. Kalabalık gündem içinde, kendini unutarak, sorunların çözücüsü, dertlerin bitiricisi olarak tasvir eder kendini, yalancı da olsa kurtarır ve uzaklaştırır kendine ait sorunsallardan bir nevi. Kalabalıklar içinde kaybolmak iştiyakındaki insanın, ruhsal bir sıkıntı içinde bulunduğunu da tespit etmeliyiz, depresyon gibi…

Belki de asıl sorulması gereken şudur; kendisine ait olmayan gündemler peşinde koşturanların sayısına bakınca, toplumun kahir ekseriyetinin depresif bir hastalık tuzağına mı çekildiğini ve toplumun kendisini bu tuzağın içine bilerek ve isteyerek mi bıraktığı? Soru yanlış değilse, cevabını sosyal-psikologlardan beklemeliyiz, belki de bu cevap verilmiştir, ben bilmiyorum.

“Bilgi ile derdimiz”i değerlendirdiği makalesinde, Ahmet İnam, hayati bir soru sarar; “Bilgiyi tekelinde tutup, bundan sömürü düzeyine varacak denli çıkar sağlayan güçlerin çarklarını çevirdiği düzen, nasıl yaşanası bir dünya için düzeltilebilir ya da ortadan kaldırılıp, yeni bir düzen oluşturulabilir?” (4 Temmuz 2010, akşam). Bu cümleden, gündem oluşturanın, asıl bilgiyi elinde tuttuğunu anlayalım. Elindeki bilgiyi istediği gibi evirip, çevirip, menfaatine nasıl uygun geliyorsa, geldiği kadarını azar azar, parça buçuk açıklayarak gündemi taze tutmasını anlamalıyız. Hoca, şöyle devam eder: “tutunma yaşamında, tutunan tutunuyor, tutunamayanlar telef olup gidiyor. Yaşama olan saygımız, tutunma yaşamında, tutunma bilgisine egemen olan bu güçlere teslim olmayı olağan görmeye mi götürmeli bizi? Tutunma bilgimizde sorunlar var. Üzerimize bilgiler yığılıyor, o bilgileri ayıklayıp süzme gücünden yoksunuz. Yığma bilgiden süzme bilgiye geçemiyoruz.”

Tartıştığımız güncellerin, gündemlerin hiç birisi bizi ilgilendirmiyor aslında. Gündemi oluşturan, küresel güçler (bilgiyi elinde tutanlar) lehine hangi olaylar vukua getirilecek ve hangi gündemler konuşturulacaksa biz kendimizi o konular üzerinde bulunduruyoruz. Hoca’nın tespit ettiği gibi, ‘süzemiyoruz’, faydalıyı ayıramıyoruz. Eşeğe ne yüklersen tamamını taşıdığı gibi, taşıdıklarının içinde kendine zararlı olacakları ayıklayamadığı gibi. Özellikle, siyasi iradenin gündemde tutmaya çalıştığı konular, kendisinin varlık nedenlerindendir. Kendisini ayakta tutmasının dayanağı. Öyleyse bize ne oluyor da, onun istediği yönde koşturup duruyoruz? Devletin örgütlenmesi içinde, muhalefet ne iş yapacaktır? Bırakalım onlar istedikleri rahatlıkta çalışsınlar. Söz bize düştüğünde, bir iki satır meramımızı anlatır geçeriz. Fayda buradadır bence. Kafa karışıklığına sebebiyet verilmemelidir.

Elbette, ülke gündemine dair fikirler geliştirilecek ve yayılacaktır. Ancak, bilgiyi dayatanların istediği kıvamda değil. Gününü, zamanını güncelin gündemi ile dolduranların, sanat ve kültür pınarlarından kendilerine yolun tıkandığını fark etmeleri de zor olacaktır. Bu itibarla, gündemin çirkinliğinden kurtularak, sıyrılarak; kitap okuma, edebiyat, sinema, tiyatro.. etkinlikleri ile hayatın zenginleştirilmesi, gündem içinde bocalayan siyasi kişiliklere de kurtarıcı olacaktır.

Çözüm; derin tefekkür, sanat ve kültürel gelişimdedir. Kısır atışmalarda değil.


25 Şubat 2014 Salı

Dış Politika’da Politikasızlık


Diplomasi çok özel lisan,

Diplomat çok özel insan,

Demektir.

“Stratejik Derilik” üstadı, “Sıfırcı” Hoca Bakan, Türk Diplomatları merkezinde toplayarak bir haftalık beyin yıkama faaliyetine tabii tuttu.

Beyin yıkayıcılar:

-Yapılan yolsuzluk soruşturması değil, Türkiye’ye darbedir.

-İstenmeyen AKP değil, Türkiye’nin gelişmesidir.

-Biz içeriyi zaptediyoruz, siz dışarıyı zaptedin.

-Tayyip en büyük liderdir.

-Kürtlerin lideri de Apo’dur.

….

Gibi, dış politikayı ilgilendirmeyen mesajlar ve de diplomatı bilgilendirmeyen cümlelerin tamamı söylendi.

Sanırım, dinleyici diplomatların tamamı, baston yutmuş gibi birbirlerine “bunlar ne diyorlar yaa” gibi sorular sormuşlardır.

İçlerinden hiç birisi konuşmacılara itiraz etmemişler, sorular sormamışlar.

Şöyle de bir ihtimal var. Takibimizde olmadığı için bilmiyoruz.

Demek ki, diplomasi tekniği ile yetişmiş, muhteşem Türk diplomatlarının tamamını elçiliklerden uzaklaştırmışlar, yerlerine ise imam veya benzeri kişileri getirmiş olabilirler. Böyleyse eğer ve hala bu işi (BOP amacına ulaşmamışlarsa) bitirememişlerse yuf olsun onlara.

Monşer aşağılamasını niye yaptıkları da şimdi daha iyi anlaşılıyor.

Ne demiştik yazının başında:

Diplomasi çok özel lisan,

Diplomat çok özel insan,

Demektir.

Öyleyse, yapmalarını istediğiniz işler ve verdiğiniz mesajlar, hiç birisi tarafından dünyanın hiçbir yerinde tekrarlanmayacaktır.

Bilesiniz.

Verdiğiniz talimat, Türkiye’nin bitişinin dış dünyada dekleresidir.

Türk diplomatı bu oyuna gelmeyecektir.

***

NOT: ateşli grip yatağa düşürdü, yattık, terledik, bakım yapıldı şifa bulduk. Telefon ve e-posta ile geçmiş olsun dileklerini ileten dostlara teşekkürler ederim.



24 Şubat 2014 Pazartesi

Örgüüütt Vaarrrr!


Öyle bir örgüttür ki bahsedilen;

11 yıldır ne istemişsek kuzu kuzu yaptırdık, sayelerinde askeri vesayetten kurtulduk, milli güçleri tasfiye ettik, sayelerinde Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da ayrı bir devlet kurmanın eşiğine bile geldik,

11 yıldır, onların evlerine öğrenci aksın diye devlet yurtları yapmadık, onların yurtlarını doldurduk, talebeleri ellerimizle onlara teslim ettik,

11 yıldır, devletin Televizyonunu Samanyolu kadrolarıyla doldurduk, TRT’den adeta Samanyolu Haberlerini verdirdik,

11 yıldır, devlet idaresine atayacağımız memurları onların kadroları içinden seçtik, onlar onay vermedikçe ne yeni atama yaptık, ne terfi ne tayin,

11 yıldır, devletin üst kademelerini onların kadrolarıyla doldurduk, her ne kadar iş bilmiyorlarsa da ne de olsa İmam Hatipli idiler, ne de olsa alınları secde görüyordu,

11 yıldır ne istedilerse verdik, doyuramadık.

11 yıl oldu onlar bizi inceler ve sonuçları dosyalarken, bizlerde onları inceleriz, dosyalarız, ancak örgütlü, ÖRGÜT (paralel) olduklarını yeni anlayabildik.

Meğer, paralelmişler, meğer örgütmüşler, meğer haşhaşilermiş…

Anladığımızda iş işten geçmişti, bizimdir diye sandığımız, inandığımız adamlarımız hep hırsız çıkmıştı. Paralel devlet yapılanması açıklamıştı bir kere. Biz de paralel devleti yıkmak için ne lazımsa onu yapıyoruz. Bankalarından paraları çekiyoruz, okullarını kapatıyoruz, memurlarını işten atıyoruz… filan, filan….

Siz anlayabildiniz mi, burada örgüt kimdir, lideri kimdir?

***

Ben de şunu anlayamadım:

“Yolsuzluk ve rüşvet operasyonu” sebebiyle, gözaltına alınanlar, tutuklananlar ve hatta avukatları bile hep sakallı sakallı kişiler (memuriyeti olanlar hariç, zaten bir kişi).

Bu nasıl oluyor? İçlerinden birisi bile tıraş olmaz mı? Yoksa bu durum da ‘örgüt’ün varlığının bir delili olmasın?

Yazıklar olsun ki, soyguncu sakallı olunca, daha bir gönüllü teslim oluyoruz.

Yuf olsun bu mantık (kabul) sahibi bizlere.


21 Şubat 2014 Cuma

Yakup Akbulut


Can arkadaşım, Bursa Klasik Türk Musikisi Korosu Viyola sanatçısı Yakup Akbulut'un, beyin kanaması nedeniyle kaldırıldığı hastanede, Beyin ölümünün gerçekleştiği haberini aldık.

Hayat idame cihazına bağlı olduğunu da bildirdiler.

Son anlarında dualara ihtiyaç, sevenlerinin yakarışına ihtiyaç duymakta.

Yolun açık olsun, Hz.Muhammed yoldaşın olsun kardeşim...

Demlediğin çayları helal et...

Çaldığın hüzzam tınıları, hüznümüz olsun,

yerin dostun yanı, yanın kıble olsun.


Allahaısmarladık.

Sitem



Ne garip!....


Okuyucusu olmayan bir blog yazarı...


Üç cümlelik yazıları hayata geçirmek üzere...


Hayırlısı olsun.

20 Şubat 2014 Perşembe

Büyüklük Hastalığı


Yüksek oy oranının sağladığı güven ve yenilmezlik duygusu, tırnağın ete doğru büyümesi sonucunu doğurmuştur. Büyümenin verdiği ince ince acılar zevk olarak algılanmıştır. Büyüme devam ettikçe ve bir noktadan itibaren gerçek acılar hissedilmeye başlamıştır ki, zevk direncinin aşılması durumunda yapılacak tek şey ameliyatla o tırnağın kesilip atılmasıdır. Başlangıçta buna da cesaret zordur. Ne de olsa eski dostları düşman olarak ortaya sürmek hiçte kolay olmayacaktır. Hâlbuki eski yoldaşın verdiği azap dayanılmaz boyutlara ulaşmıştır. Ve tırnak, bir gün parmağı yırtar ve çıkar ortaya dayanılması zor acılarla.

Şimdi suçluyu alelade bir şekilde ortaya dökme vaktidir. Ne kadar çok bağırırsa, ne kadar çok etrafını tahkim edebilirse acıların bıraktığı kir görünmeyecek ve ahali masumiyetini, mağduriyetini, dürüstlüğünü düşünecektir. Geçmişi, unutturabildiğin kadar başarılısın. Parmağa verilen zararı en aza indirgeyebildiğin kadar baştasın.

“Dünyayı değiştirmekle uğraşacaklarına önce kendilerini değiştirmeleri” gerekse de, bir türlü kavrayamazlar bunu. Çünkü kendilerinin asla hata yapmayacaklarına, asla yalan söylemeyeceklerine, asla yanlışlarının olamayacağına filan inanırlar. Paragraf başındaki cümle, hemen her yerde karşılaşılabilen bir cümledir. Okumayan kalmamıştır. Boşuna söylenmiş bir laf gibi duruyor. Sözlerin kimseye bir etkisi yoksa, niçin sarf edilir? Oysa her sözün, her kelamın bir sahibi vardır, bir gün çıkar gelir sahibi ve alır söyleneni. Ne var ki, dünyayı değiştirmeye soyunanların da, ayna karşısına geçip kendilerini sigaya çekmeleri, geçmişleri ile durumlarını ve gelecek için ne yapmaları gerektiği hakkında fikir terazisinden geçirmeleri de lazımdır. Ki, doğal değişime kendilerini ne kadar uydurduklarını her gün izleyebilsinler. Yoksa, değişimden bahsetmek, değiştiğini söylemek, değişmeyenleri hedefe oturtmak beyhude çabalardır, yalandan ibarettir. Bir de şöyle bir garabetten söz edebiliriz. Örneğimizdeki kişi(ler) kendini dış dünyaya kapatmıştır. Dışarıdaki gelişmelerden bihaber yaşar. Fakat bunu bilmez. Bildiğini sanır. Dünyayı izlediğini, izleyenlerin aktardığını filan düşünür. Bilmez ki, izleyenler dedikleri de kendilerini sıkı sıkıya kapatmışlardır dış dünyaya. Yaşadıkları, kendilerinin kurdukları bir küçük dünyadır. Bütün olanlar, kendi dünyalarında cereyan etmektedir. Tırnağın, parmak kaslarına yaptığı tazyikin zevk olarak beyinlerine düşmesi gibi…

Elde kala kala, kandırılmaya hazır ve kendilerini tam olarak konuşmacının kucağına bırakmış geniş halk yığınları kalmıştır. Öteden beri, konuşmacının üslubuna hayran bu kesim, kutsiyet atfettiği uzun tiradları duymaktan aldığı hazzın uçuruculuğuyla kanatlanmıştır adeta. Hiçbir itirazın yükselmediği kitlenin duymak istediği, sorunlarına çözüm aradığı konular yerine, onları yeniden kandıracak konuları ustaca gündeme getirip ve uzun süre gündemde taşıyarak dinleyicinin akıllarını istediği gibi eğip büker, ahlaki bir davranışa gerek görmeden, kendi bildiğince. Konuşmaları arasına sıkıştırılan bir ayet, birkaç hadis, ululardan bir kelam koca kitleyi kendine bağlamak için yeterlidir. Ne de olsa anlattıkları hep kendi doğrularıdır. Her ne kadar kendi doğrularını dillendirirse de, objektiflikten uzak, işine geldiği gibi bilgiyi eğip bükerek.

Gidişat, ayağın kesilmesi sonucuna varabilir. Hâlâ, gelen acıların zevk olduğunu düşünerek, kendi sonunu getirebilir.

Sonuç, büyük büyük hastanelerin kurulacağı ve içini derin ruhsal krizler yaşayan hastaların dolduracağı büyük bir ülke tasviridir anlatılan. Korkarım ki, tedavi edecek doktorların bile bulunmasının zor olacağı günler yaşanır.. Çünkü büyüklük hastalığı, en tepeden başlayarak, üçgenin tabanında yer alanlara sirayet eder. Aradakiler ise, ne yapacağını bilemeden, bir yukarıya, bir aşağıya koşuşturmaktan yorgun düşerler ki, ikinci felaketin habercisidir bu durum.

Başa dönüp, yeniden başlamak, yıkılanları tamir edip, geçmişe sünger çekmek yapılacak en akıllı işlerdendir.


19 Şubat 2014 Çarşamba

Kısa Mesajlarla Meram Anlatımı



Bugün yasadışı olarak kamuoyuna duyurulan işlerin tamamı, bizatihi kendileri tarafından yıllardır yapılan, izni verilmiş, görmezlikten gelinmiş, kayırılmış, bizdendir denilmiş… İşlerdendir.

Bu itibarla,

Bugün suç olarak duyurdukları suçları yıllardır kendileri işlemiş vaziyettedirler.

“Bunlar düşünemezler” dediğinde bir arkadaşım, karşı çıkmıştım. Nasıl olur, bu anlattıklarınızı bir insan nasıl düşünmez? Demiştim. Ben yanılmışım.

Gerçekten düşünemiyorlar. Şimdi suç duyurusu yaptıkları her konu, aslında kendilerinin işledikleri suçları anlatıyor. Bir anlamda kendilerini ele veriyorlar.

Altın madenlerinin işletilmesi, telefon ve ortam dinlemeleri için alınan araçlar, ekipman, devlet kadrolarına atanan ehliyetsiz kişiler… tamamı, ama tamamı suç.

Savcılara iş düştü, bize de takibi.

Hayırlısı olsun.

***

Aslında 2013, Bebek Katili’nin af yılı olması için söz verilmişti. Bunu, Kardeşinin, görüşmeden sonraki ifşaatıyla öğrenmiştik. Beceremediler.

Şimdi,

Hükümete karşı darbe olduğu söylenen, rüşvet ve yolsuzluk soruşturmalarının başlaması, yürütülmesi, bilgi kaçırılması, TIR’ların arattırılmaması, polisin görevlendirilmemesi, Savcılarla kavgaya tutuşulması…

Derken, haber patladı:

2014 yılı “af yılı” olacakmış. Yandaş kalemin yazısından hareketle yapılan haberde anlatıyor Taraf.

Artık iyice anlaşıldı. AKP hükümetine bir şeyi yaptırmak istediğiniz zaman, ya tehdit edeceksiniz, ya sokakları hareketlendireceksiniz, ya uzaklardan birisi sopa gösterecek, ya kendilerine karşı bir hareket yapacaksınız.

Bir de kasılarak, külhani tavırlarla yürürler, konuşurlar ya…

***

Hatay’da bir TIR durduruluyor. Aranmak isteniyor. İçinden çıkanlar biz MİT elemanıyız diyorlar, arayamazsınız. Savcı el koyuyor. Jandarma’ya arama talimatı veriyor. Bu arada ilin Vali’si araya giriyor ve yazılı emir vererek, arama yaptırmadan TIR’ı serbest bırakıyor. TIR yoluna devam ederek, Suriye sınırını geçiyor.

Çiçeği burnunda İç işleri Bakanı, herkes işini yapsın diyor, TIR’daki yardım malzemeleri Türkmenlere gidiyor, ne demek istediği pek anlaşılamıyor. Savcı, canını zor kurtardığından bahsediyor. Jandarma derin sessizliğe bürünüyor. Polis’in esamesi okunmuyor. Suriye Türkmenleri Birliği başkanı ‘bize yardım gelmedi’ diyor…

17 Aralık soruşturması hızının ne olduğunu kimse kestiremiyor.

Arınç, TIR ile 17 Aralık soruşturmasını birbirine karıştırmayın, Başbakan, TIR 17 aralık darbesinin devamıdır diyor…

Yoruluyorum.

Ve derin bir uykuya varıyorum.

***

11 yıldır “Sakarya’yı ayağa” kaldıramayanlara yeni bir hedef verilmeli.

Bence, Kızılırmak boynu bükük duruyor. Kızılırmak’ın ne manaya geldiğini, Veysel Baba’nın niye Kızılırmak ağıtı yaktığını, niye Anadolu’nun hemen tamamını dolandığını ve istemese de denize ulaştığını…

Birileri anlatmalı büyüklerimize.

Artık, Kızılırmak’ın, Sakarya’ya galebe çalma vaktidir.

***

‘Kumpas’ın ne işe yaradığını bilirim.

İş yapılabilmesi için birisinin tutması lazım, ayarını yapması lazım, ölçümden sonra da okuması lazım. Okumakla da kalmaz, okuduğunuz veriyi değerlendirmesi lazım.

Soru:

‘Milli orduya kumpas kuruldu’ğunda, kumpasın sapı kimin elindeydi?

Geri gelen bilgiler, kime bildirildi, kim değerlendirdi?

Değerlendirme sonucunda, yapılması gerekenlere kim karar verdi?

Bir çalışma yapıyorum da, bu soruların cevaplandırılmasına ihtiyaç doğdu. Belki, bir yardımcı bulurum umuduyla…

***

Dış işleri Bakanı Davutolu’nun,

AKP’nin Van adayını tanıtımını yaptığı yeri biliyor musunuz?

Ulu Camii’yi miting alanına çevirerek tanıtım yapmıştır.

Hala aklınız başınıza gelmedi mi beyler?

Daha ne kadar rezil olacaksınız.

Bırakın artık, manevi alanları, kelimeleri kullanmayı.

Bu sefer batarsınız ve kimse de çıkaramaz.

***

Mekâna bir kapıdan girilir. İlmin girişi de kapıdan olmaktadır. Yüksek matematik tahsiline başlayabilmek için, ilköğretimden itibaren öğrenilmesi gerekenleri bir düşününüz! 

Öyle buyurmuştu Hz. Muhammed (sav) “Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır”. Yani, kim ki, şehre girmek ister kapıya gelsin, o kapı Ali’dir. (Ali kapısıdır)

***

Dün akşam eve dönüş yolunda radyo dinliyoruz. Bir-kaç yandaş toplanmışlar, akıl veriyorlar, yorumluyorlar, işlerine gelmeyeni dövüyorlar, fırçalıyorlar, birbirleriyle şakalaşıyorlar.. İşte klasik radyo tartışma (bunlarınki tartışma değil, birbirlerinin görüşlerini onayladıkları program) programı.

Büyük konu, son haftanın tartışması ve gündemimizi dolduran yolsuzluklar ve soruşturmaları.

Söz HSYK’ya geldi.

Üçü birden eleştirdi HSYK’yı. (olabilir)

Birisi şunları söyledi:

“2010 Eylül referandumunda şekillenen HSYK’nın bu duruma gelmesinin sebebi CHP’dir.”

???

Tabi, tabi biz salağız ya!

Ne diyelim? Yetmez ama evet diyenlerin kulakları çınlasın.

***

Son aylarda özellikle Kerkük, Telafer, Musul’da yaşayan ve oraları yüzyıllardır kendi vatanları olan TÜRKLER’e bir kıyım hareketi, yok etme saldırısı yapılmaktadır. Dış işlerimiz tarafından, Başbakan tarafından bir kınama, bir karşı atak, bir şey, bir söz duydunuz mu?

Verilen haberde şöyle deniliyor: “Dışişleri Bakanlığı, Libya’da 13 askerin öldüğü, 3 askerin yaralandığı intihar saldırısını kınadı.”

Bunun manası nedir?

Türk isen ölüm hakkın, Arap’san niye nasıl öldürürsün.

Dinin yarısı insaf derlerdi…

Nitekim bir-kaç gün evvel sosyal medya sayfasında şunları yazmışım:

İki gün evvel Kerkük’te meydana gelen vahim olaylar biliniyor.

El-Kaide ve Kürt gruplarının faili olduğu olayların sonunda kaç kişinin hayatını kaybettiği, kaç binanın yıkıldığı, ne kadar yaralının olduğu hakkında kesin (resmi) bilgi henüz yok.

Kerkük, Türklerden temizleniyor, özeti budur.

Dış İşlerimiz ve Bakanı, Esad’a aslan kesilen Başbakan’ımız neler yaptı, neler söyledi, kimlerle temas kurdu, hangi açık hava veya kapalı alan toplantısında gırtlağını patlatarak tehditlerde bulundu.

Takip edemediğim için soruyorum.

Bilgisi olan arkadaşların bilgilerini paylaşmalarını rica ediyorum. Ulaştıkları kaynakları ve adreslerini de yazarlarsa …

***

İlginç bir tespit olarak görebilirsiniz:

CHP’yi eleştirmek isteyenler, oklarını doğrudan göndermek yerine, Ankara’dan Belediye Başkan adayı olarak (henüz açıklanmadı) düşünülen Mansur Yavaş üzerinden eleştiri yapmaktadırlar.

Burada konu Sn. Yavaş değildir.

Yavaş’ı öne çıkartarak, İstanbul’dan aday gösterilmek istenen Mustafa Sarıgül’ün, cemaatçiliği, gündeme oturan hırsızlığı, başka mahfillere çalıştığı hususlarının gizlenmesi çalışmalarıdır.

Mansur Yavaş’la herhangi bir bağımızın olmadığını bildirerek, konu hakkında yorum, analiz, fikir dolandırması yapmak isteyen arkadaşlarımın bu konuya özellikle dikkat etmelerini öneririm.

Hataya düşmektense…

***

Yaratılmak istenen, ‘Devlet Devlete Karşı’ algısı, insanımızı derinden yaralıyor. Oysa yapılan, devlete rağmen, devletçiğin hoyrat beceriksizliğidir. Resmi şöyle de tasvir edebiliriz. Ayaklar baş olunca…



17 Şubat 2014 Pazartesi

Köleler Mutludur!..

Hakikate koşturan nesiller yetiştirmekle görevlidir devletler ve milletler. Şöyle de ifade edilebilir. Hakikatin anlaşılabilmesi, yaşanabilmesi için lazım olan ortamı hazırlamakla görevlidir.

Durağan, ilim gelişmeleri olmayan, teknoloji üretemeyen milletler köleleşmeye razıdırlar. Köleleşen toplumlarda asla ilerlemeler olmaz, olamaz. Karnını doyurmak için kendisine verilecek ekmeklerin gelmesini bekler, ekmeği başkalarından beklerler. Üretmek akıllarına gelmez. Başkalarının ekmek vermesi ise, onlara (ekmeği verenlere) ne kazandırdığına bağlıdır. Mesela on kazandıracak ve karşılığında bir – iki alacak. Bunun için, efendilerini razı etmeye çalışacaktır var gücüyle. Köleler, mutludur. Çünkü istenildiği kadar doymasa da ölmeyecek kadar bir şeyler indirmiştir midesine ve hayatın manası da, dünyaya gelişin anlamı da budur onlar için. Yeni şeyler öğrenmek, ilmen gelişmek gibi bir dertleri yoktur. Yeni ufukların keşfi bulunmaz hayatlarında. Erkenden kalkacak, verilen emirleri yerine getirecek, akşam olacak, verilecek ekmeği yiyecek, kendine ayrılmış hanesinde çiftleşme eylemine girişecek ve böylece devam edip gidecek.

Niye bütün bunlar? Niye sorularını sormamak için efendileri tarafından bütün tedbirler alınmıştır. Yalnız kaldıklarında (ki, asla yalnız olamazlar) düşünme eylemine uğramamaları için, ilave işler yapmaları öngörülmüştür. Mesela, televizyon seyretmek bunlardan birisidir. Renkli diziler, gürültülü müzikler, zengin kızın fakir nişanlısıyla yaptıklarının anlatıldığı filimler, acımasızca öldürülen insanların gösterildiği sahneler, sıradan bir kölenin asla ulaşamayacağı pahalı arabalar, atlar, yatlarla süslü hayallerin kurulması, kendisini o süslü hayat içinde güçlü olarak telakki etmesi sağlanır ki, yarınki işinde aksamalar olmasın. Mutluluğu artsın. Köleler mutludur hâsılı.

Ve mutlu bir insandan bir fikir doğmasını beklemek beyhudedir. Filozoflar, fikir sahipleri, devrimciler, ülkücüler, yüksek ruhlu komutanlar, erenler, veliler tamamı, ama tamamı mutsuz, rahatsız olan insanlardır. Arayışları vardır, bulmak için yola koyulmuşlardır, yol çakıllıdır, yarlarla çevrilidir, dağlar aşılacaktır, dereler geçilecektir, denizlere ulaşılacaktır. Üstelik yapayalnızlardır. Bırakın destekçilerini, etrafları köstekçilerle doludur.

Kölenin mutluluğu onu borçlandırarak artar. Kolayca ulaşabileceği tüketim maddelerinin, kolayca sahip olunabilmesi için kefil, ipotek gibi teminatlar bile talep edilmeden, kendi statüsünün yükseltildiğini anlatarak onun gururunun okşanılması ve yalnızca kendisinin imzası ile borçlandırılması kâfidir. Arzuladığı emtiaya sahip olduktan sonra, borçlarını ödemek için geceli gündüzlü çalışacağından, ondan bir tehlike gelmeyeceğini de garanti edebiliriz. Çünkü borcunu ödedikçe yeniden ve yeniden mal alarak borçlanacağından; Artık, tek derdi, bir türlü sonu gelmeyen borçlarını ödemektir. Ayrıca, borç içinde yüzen ve adeta köle hayatı yaşayan kişilerin isyan duygularına erişebilmesi mümkün olmayacaktır. Böylece, isyan bilmeyen, düşünmeyen, herhangi bir talebi olmayan, ne verilirse kabul eden mutlu bir toplum Yaratıldıktan sonra, efendilerin mutluluk katsayıları küpünün karesi şeklinde milyarlarca kez daha artacaktır.

Şu soruyu cevaplamalıyız: Niçin, devleti yönetenler geniş halk kesimlerinin yukarıda anlatıldığı biçimde mutlu! İnsanlar (köleler) olmasını istemektedirler?

Sorunun cevabını biraz uzunca bir alıntıyla vereceğiz: (Prof. Dr. İlhami Güler’in Türk Muhafazakârlarının Amerika Muhibliğinin Kültürel -  Ahlâki Soykütüğü) başlığı ile yazdığı makalesinden bir paragraf alıntılayacağız: “Benzer bir ahlaksızlığı Sabri Ülgener, Osmanlı’nın çöküş döneminde iktisat ahlâk(sızlığ)ı olarak tesbit eder: ‘İnkâr edilemez ki, konak ve malikâne hayatında yüksek payeli devlet memurlarının elinde biriken servet, sabırlı ve devamlı bir tasarruf sonunda üretilmiş, yoktan var edilmiş değil; bilakis mevcut bir servet yığınının başkası sırtından alınması, yani sadece el değiştirmesi suretiyle meydana çıkmıştır. Mal ve servet ile içtimaî paye ve mevki öyle görünüyor ki, yan yana yürüyen, biri diğerini tamamlayan iki faktör vaziyetindedir. Refah seviyesi, emek ve istihsal ölçüsü ile değil, belki muhtelif sınıf ve zümrelerin üst üste tabakalandıkları içtimaî ehramın (piramit) kaide (taban) veya zirvesine yakın bir noktada yer almak suretiyle tayin edilir. Muazzam servet yığınlarının uzun zaman tüccar ve müteşebbisten ziyade, siyasi nüfuz ve iktidar sahiplerinin elinde toplanmış olması, bunun en açık delilidir. Kudret (ve de devlet İ.G) tabirinin lugatça (sözlükte) hem zenginlik, hem de zor ve kuvvet manasına geldiğini hatırlayalım… özetle, servet, her şeyden evvel politik bir kategori olduğuna göre, gelir dağılımında gündelik maişette (geçim) haddini aşan bir pay sahibi olabilmenin en emin ve kestirme yolu, üst kademelerinden birine çıkmak; yahut, daha kolayı oradakilere intisap etmektir” Çöküş döneminde darb-ı mesel haline gelmiş şu söz gerçeği desteklemektedir: ‘Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’de terfi-i temayüz ilim ve emek ile olmaz; ya olacak maden-i has (para, altın), ya olacak kuvvetli iltimas, ya da olacak dalik ile temas (damatlık).”

Basit ihtiyaçların bastırılması yöntemiyle tatmin edilerek köleleştirilen ahali (çoğunluk) yukarılardakilerin mal birikiminin nasıl yapıldığını bilmeyecekler ve anlayamayacaklardır. Bütünüyle, alın teriyle kazanılan, üretilen birikimler olduğunu sanacaklardır, çünkü düşünemeyen çoğunluk tam da istenilen türden insan tipidir. Tarih boyunca böyle olduğu gibi zamanımızda da farklı değildir. Yazı muhteviatını oluşturan mutluluk, Hasan Sabbah’ın müritlerine yaşattığı mutluluktan farklı değildir.


Bütün mesele, dünya tuzağından kurtulmak, hakikat ufuklarında dalgalanmaktır. Bu yolda yapılması ilk gereken ise, beyinlerin, ellerin, kolların bağlandığı milyonlarca prangalardan kurtulmaktır. 

15 Şubat 2014 Cumartesi

Derin Krizin Kaynakları


Önce şu tespiti yapmalıyız; devleti yönetenler, devlet olmasa da olur diyenlerdir. Ya da, yönettikleri devletin isminde, İslam Devleti yazılı olmaması nedeniyle, kendilerine ait olmayan, yıkılsa olur dedikleri bir devlettir.

Böyle olunca, devlet idaresinin başına, dairelerin yönetimine nasıl olsa olur, yeter ki, bizden olsun mantığıyla yeteneksiz, ehliyetsiz kişilerin doldurulduğu bir devlet yönetimini izliyoruz. Yetkilendirilen kişilerin özlük dosyalarının incelenip, eğitimi, öğretimi, aldığı kurslar, yaptığı işlerin değerlendirilmesi yerine, işe alımlarda veya tayin ve terfilerde baktıkları üç yer vardır. 1. Karısının başına, 2. Lise diplomasına, 3. Kadınsa başörtüsünün nasıl bağlandığına, erkekse bıyığının nasıl kesildiğine. Ölçü bunlar olunca, işte durum ortada.

Devlet; anayasa, yasalar, yönetmelikler, kurallar, teammüller dairesi içinde yönetilen ve özellikle milletimiz tarafından kutsallık atfedilen ulvi bir yapıdır. Her ne iş yapılacaksa, her ne karar alınacaksa, her nasıl bir kanun çıkarılacaksa iş bu yasalar ve kurallara bağlı kalınması ve yapılacakların onlara uygun olması esastır. Yapılacak işi kanunlara uygun yapmak yerine, kanunları yapılacak işe uydurma örneklerini sık görmekteyiz. Kamu İhale Kanunu’nda yapılan onlarca değişikliğin, niye yapıldığı ve neye yaradığını incelediğimiz zaman ne demek istediğimiz tam olarak anlaşılacaktır.

Gel gör ki, idari kademelerde çalışanlarda bu mantığı görmek zordur. Kendilerine nasıl emir verilmişse, ne yapmaları talimatlanmışsa hiç düşünmeden ve itiraz geliştirmeden baş üstüne diyerek, verilen talimatı yerine getirmeye çalışıyorlar. Oysa kanunsuz emir yerine getirilemez. Yerine getiren, emri veren gibi cezalandırılır. İşte bu kişiler bu basit kuralı dahi bilmiyorlar, hatta, kanun da neymiş, ben emir veriyorum diyenlerine bile rastlanılmıştır. Ki, Sayın Başbakan’ın ‘milli irade’ lafını sık tekrar etmesi, seçilenin kendisi olması hasebiyle, vereceği her emrin yerine getirileceğini vurgulamaktan başka bir mana ifade etmemektedir. Nitekim Savcılara ‘siz atandınız, biz seçildik’ sözü de aynı manadandır.

Devletin uygulayageldiği sistem, güvenilir insanlara emanete dayanır. Bu itibarla, sistemin açıkları çokta ince elenip sık dokunarak kapatılmamıştır. Sırası geldikçe, zamanı geldikçe delikler kimi zaman yerli, kimi zaman da ithal yamalarla kapatılmaya çalışılmıştır. Kanun değişikliği yapılması gerektiğinde, TBMM’sinde uzun tartışmalar, uzun araştırmalar yapılır ve geniş tabanlı uzlaşmalarla, tam da demokrasinin istediği şekilde Meclise indirilir ve oylanırdı. Artık bu tutumdan vaz geçilmiş gibi bir hal var. Hükümetin meclise gönderdiği yasa metinleri, çoğunluklarına dayanarak hiçte muhalefetin sözlerine kulak verilmeden apar - topar çıkartılmaktadır. Hatta gece yarılarına kadar uzayan ve milletvekillerinin yorgunluk zamanlarına denk getirilen ve konusu çok farklı kanun maddeleri arasına sıkıştırılan adeta korsan taleplerle, önemli kanunlarda değişiklikler yapılmıştır. Bu tür uygulamalar devletimizin teamüllerine aykırılık arz etmektedir ve bütün bunlar krizin kaynaklarıdır.

Devletin yaptırdığı maliyeti Milyar Dolarlarla ifade edilen büyük işler, önemli firmaların yurtdışı ortaklık temin etmeleri ve projelerinin de kendileri tarafından hazırlanıp, idareye dayatılması sonucu yaptırıldığı haberlerini basından izlemiştik. Böyle olunca, rakip firmalar kendilerine bir teklif imkânının bile verilmediğini düşünerek belki de muhalefet yapma kanallarını başka başka alanlara kaydırarak, haklılıklarını anlatma yolları arayacaklardır. Kaldı ki, yapılmakta olan yolsuzluk soruşturmalarının temelinde müteahhitlik hizmetlerinin de bulunduğu anlaşılmaktadır.

Liberal ekonomik sistemin, tipik bir neo-liberal sisteme evrilmesidir önümüzdeki örnek. Burada esas olan, devlet büyüklüğündeki dev şirketlerin talepleri ve öne sürdükleri şantaj malzemesi olarak, içeriden devşirilen adamlarıdır. Küreselleşme heveslisi Türkiye Cumhuriyeti yöneticilerinin anlamak istemedikleri husus budur. Bir kere kaptırdılar mı yakalarını, bir daha kurtarmak mümkün değildir. Yeter ki, onlara bir işinizi yaptırmayasınız. Siyasi ikbal uğruna, onların kolları altına sığınarak iktidara geldiğin vakit, onların taleplerini de yerine getirmek zorundasınızdır. İşte size krizin bir başka kaynağı.

Alev Özkazanç’ın, 2005 yılında hazırladığı ve Ankara Üniversitesi’nin ‘tartışma metinleri’ adıyla yayınladığı incelemede şunlar yazılıdır: “Devlet ile toplum arasındaki sınır çizgisi her iki alanın da içsel çözülüşüne neden olacak şekilde muğlaklaşmıştı. Devletin içsel kurumsal birliğinin çözülmesi, devletin, ‘balkanlaşması’, tekil güçlerle girilen organik ilişkiler nedeniyle meşruiyetinin zedelenmesine yol açtı. Devlet eylemi ve müdahalesinin biçimleri devlet-ekonomi ilişkileri bağlamında birikim krizine, devlet-toplum ilişkileri bağlamında ise hegomanya krizine neden olmuştur. 80 sonrasında ortaya çıkan devlet yapısında, siyasi iktidar meşruiyet ihtiyacını iki zıt stratejiyle gidermeye çalışmıştır. İlkin siyasi iktidar, belirli toplumsal güçlere doğrudan organik ilişki içinde informel mekanizmalar ve şebeke siyasetleri yoluyla mikro ölçekte pragmatik bir destek sağlamaya çalışır. Öte yandan makro ölçekte, muhtemel çatlakları doldurmak amacıyla bütüncül söylemlere yönelerek organik bir birlik kurmaya ve ideolojik-politik destek aramaya yönelir. Her iki stratejinin ortak yanı ve birleşik etkisi, kamusal alanın tahrip edilmesi ve ortak hak ve özgürlüklere dayalı bir siyasal toplum fikrinin zedelenmesi olmuştur. Devletin balkanlaşmasının öteki yüzü ise toplumun çeteleşmesi ve cemaatleşmesi/tarikatlaşmasıdır. Sivil toplumun siyasi ve hukuki varoluş zemini tahrip edilmiştir.”

Hoca’nın muhteşem tespit ve anlatımına eklenecek bir husus yoktur ve 9 yıl evvelinden gerekli tespitleri yapılıp önerilerde bulunulmuştur.

Böylece, devlet tahrip edilmiştir. Kuvvetler ayrılığı temelinde örgütlenmiş olan demokratik sistemi temel alan devletimizin, erkler arasındaki bağımsızlığı da tartışılmaktadır. Meclis Başkanı ağzından bu bağımsızlığın ve tarafsızlığın kalmadığı ifade edilmiştir.

Ve bütün bu durum. Yazımızın girişinde bahsettiğimiz, ehliyetsiz, niteliksiz kişiler eliyle yaratılmıştır. Bu kişileri de bugün şikâyet makamında oturan Hükümetin Sayın idarecileri işbaşına getirmiştir.

Buyurun birlikte okuyalım:

“Kendim ettim, kendim buldum…”



14 Şubat 2014 Cuma

Milli Olduğu İçin, Cuntalar Harekete geçmiş!


İnanılmaz gelişmeler oluyor. Yolsuzluk soruşturmaları akabinde hükümet çevrelerinin aklına millilik geldi. Yandaş ağızlar (kalemler) topluca, Tayyip Erdoğan’ın milli duruş sergilediği ve taviz vermediği gerekçesiyle, Cumhuriyet tarihinde görülmemiş gayrı milli cunta (veya cuntalar) tarafından kurulan darbe tuzaklarıyla devrilmek istendiğini anlatıyorlar. Son operasyonun adı her ne kadar ‘yolsuzluk ve rüşvet operasyonu’ konulmuşsa da, amacın bu olmadığı ve esas olarak Erdoğan hükümetinin devrilmesine yönelik, dış güçlerin desteklediği ve hatta CHP’nin de içinde bulunduğu bir cunta tarafından operasyonun yürütüldüğü anlatılmaktadır. Tabii bizler cahil ve aklı çalışmaz, okuma bilmez, söylenilenden de bir şey anlamaz kişiler olduğumuz için yedik anlatılanları.

Çok enteresan! Erdoğan’ın milli duruş sergilemesi ve milli terimlerden medet umar hale gelmesi inanılır gibi değil. Sırf Erdoğan değil tabii, yandaşlar koro halinde.

Çok değil az bir zaman geçti, hafızamızda taze duruyor: Türk’ü dağdan taştan silmek, T.C.’yi kaldırmak, Bayrak taşıyanlara cezalar vermek, Atatürk’ü hatırlatan afişlere yasak getirmek bu yüzden futbol takımına ceza vermek, milliyetçiliği ayaklar altına almak, andımızı kaldırmak bir anda hatırladıklarımız. Ne oldu da şimdi millilik hatırlandı? Niye?

Yabancı güçler, ajanlar ne diye operasyon yaparlar başka ülkelere?

İnandırıcılık sağlanması için, yabancı kuvvetleri de işin içine koymak lazımdır. Düşman cuntalar, milli olana hücum eder de ondan. Cuntalar, kendi devletlerinin menfaatlerini korumayan, kendilerinin çıkarlarına hizmet etmeyen ekonomik yatırımlar, dış politika kararları, iç politikadaki savrulmalar nedeniyle o ülke idarecilerinin dikkatini çekmek üzere, bir takım planlar ve politika oyunlarına girebilirler. Giriyorlar da. Bir Bakan’ın ağzından dinlemiştik, mesela; “Hatay’da, Gaziantep’te pek çok ülkenin ajanının kol gezdiğini, otellerine yerleştiğini, özellikle Suriye meselesinde oyuncu olmak üzere çalıştıklarını filan..”, o günlerde bizde çeşitli yazılarımızla sormuştuk; Madem biliyorsunuz, neden sınır dışı etmiyorsunuz? Diye. Bu ajanlar şimdilerde neredeler, ne işle meşguller acaba? Suriye işinden vaz geçip, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini devirmekle mi meşguller? Kim bilir?

İşte dış destekli cuntalara dikkat çekerek, düşmanın kuvvetini ve sağlamlığını da sık sık tekrarlayarak, toplumsal şiddetin istenildiği zaman hortlatılabileceği bir sosyal psikolojik bir durum yaratma tekniğidir yapılanlar. “%50’yi zor tutuyorum” hitabeti önemli bir örnek olarak duruyor önümüzde. Gezi olaylarından beridir, her iktidar aleyhindeki toplumsal hareketlenme anında, iktidar da kendi taraftarlarını meydanlara toplayıp, saatlerce canlı yayınlarla millet beyninin istedikleri yönde eğitilmesi çalışmalarını da yaptılar. Meydanlara toplama sebebi ise, adeta ‘meydan okuma’ gibiydi. Buyurun buradayız! Der gibi.

Ayrıca, bin yıldır birlikte yaşamış, birlikte devletlerini geliştirmiş milletin parçalarından Kürtleri, daima ve daima ayrıştırarak, onların kimlikleri ve etnik yapıları üzerinden günlük siyasetin malzemesi yapılması da, demokrasinin ancak biçimsel olarak yazılı metinler olarak Anayasa ve yasa maddeleri arasında zikredilmesinden başkaca, insanlarının beyinlerine işletilememesinden de kaynaklandığını tespit etmemiz gerekmektedir. Böylece, Türk-Kürt çatışmasının perdesinin de aralanması gayretlerinin, kendi uyguladıkları politikalarının anlamsız ve yıkıcılığı özendirdiğini de belirtmemiz lazımdır. Ki, ‘milli irade’ ve dayanılacak demokratik aracın sadece ‘sandık’ olduğu beyanı bile, tek iradenin seçilmiş liderde olduğunu vurgulamaktan başka işe yaramayacağını öğretmektedir.

Bir yandan İş güvencesi azaltılırken, işsizliğin artması, reel faizlerin eksilerde dolaşması, çalışanların kahir ekseriyetinin bir aylık kazancıyla ortalama dört kişilik ailelerinin gıda, giyim, ısınma, eğitim giderlerini karşılayamamaları, hayatlarının zar-zor idame ettirmeye çalıştıkları durumda, üstüne üstlük devlet idarecilerinin içinden adı yolsuzluklara karışanların da çıkması, toplumsal travmayı daha da artıracak ve içinde bulunulan durumdan kurtulmanın yolları, yine toplumsal bir akılla bulunmaya çalışılacaktır.

Eğer burada, dış güç aranacaksa, yıllardır uygulanmakta olan politikaların gözden geçirilmesinde fayda umulur. Durmaksızın yabancı kaynaklardan borçlanma, iç tüketimi özendirme, insanları ödeyemeyecekleri derecede borçlu durumuna düşürme politikaları artık iflas etme eşiğindedir. Öyleyse, küresel sisteme eklemlenme çabaları içinde bulunan siyasi iktidarın, etrafındaki dalkavuk kümesinin övgülerine aldırmadan 11 yıllık politikalarını gözden geçirmeleri ve nerede hata yaptıklarını tespit ederek mutlaka hatalarından dönmeleri aciliyet arz etmektedir.

Görüldüğü gibi, ne uygulanan iç-dış politikalar millidir, ne de bu politikaları uygulayanlar. Siyasi amaçlarının gerçekleştirilmesi için buldukları büyük bir yalandan ibarettir millilik.

Kaldı ki, hükümetin milli politikalar uygulaması en çok bizi sevindirir.


Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...