11 Aralık 2018 Salı

AKP İstanbul adayını niçin açıklamıyor?



Dillere düşürülen, Binali Yıldırım derseniz olmaz. Bu kadar sürüncemede bırakılmaz. Başka bir şey var, başka bir şey var…

Ama ne?

Geçenlerde Coca-Cola’nın CEO’su emekli olmuştu durup dururken!....

Niye bugünlere denk geldi diye düşündük!

Niye?

Hillary Clinton, ABD Başkanı seçilebilseymiş, ABD’ye başkan yardımcısı olacakmış! O günün derin ABD devleti böyle düşünmüş. Davos toplantılarının gediklisi Kent, madem ABD’ye başkan yardımcısı olamadı, ötelerden beri gözünün olduğu, Türkiye (Ortadoğu dahil) başkan yardımcılığı neden olmasın diye de düşünmeden edemedik!

O günlerde yandaş basının -meşrubat fabrikası- diye tanıttığı coca-cola şirketinin açılışını da CB’nin yaptığını hatırlarsak, ve de en önemlisi ve siyasette kullanılabilecek ve gerçekten tesir edecek olan;  bir-kaç ay evvel İstanbul’da “Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nde 50 yıldan beri ailesine ait olan toprak altı eserlerin sergisini”de açmış olmasını da dikkate alırsak!...

Evet,

Evet, buldum;

Neden olmasın;

İstanbul belediye başkanı adayı olarak, dünyanın bir numarası Muhtar Kent diyorum.

Neden olmasın;

Ancak, yalnızca belediye başkanlığı kâfi gelmez. Derhal CB yardımcılığı; (Ortadoğu dahil sorumluluk) verilerek ve coca-cola’da aylık kazandığı 5 Milyon lirayı da garanti ederek…

Evet, AKP’nin İstanbul adayı Muhtar Kent’tir.


Islık



Islık çalarım, önüme bakar yürürüm.

Korku salar bedenimi.

Islıklarım korkutur, gecenin korkusunu.

Unuturum.

Şimdilik ama,

Korkutanları, korkularının boğacağı zamana kadar.

En iyisi,

Yükseklere,

Dağlara çıkıp,

Geniş zaviyeden seyre dalmak.

Korkulardan azade bir zamana kadar.


30 Kasım 2018 Cuma

Yeniden, ‘Müzakere Süreci’, Yeniden Federasyon!



Öncelikle, yeniden tartışmanın ve ‘Türk’ü değersizleştirmenin bir aracı olarak, “Andımız” konusunu koca koca ağızlardan, sayısız televizyon ekranları ve gazete köşelerinden, hoyratça tartıştırdılar. Muhafazakâr, fıkıh hocası bildiğimiz bir kişi bile katıldı bu saldırılara…

Sonra, AKP milletvekili başkanlığında bir heyet Almanya’ya gönderildi, sözde Almanya’nın eyalet sistemini incelemişler..

Hemen peşinden, önceki açılım safhasında ‘akiller heyetinde’ bulunan bir grup, yine Oslo’da!, müzakere görüşmeleri yapmak üzere toplandılar, pek matah bir şeymiş, evvelce denenmemiş gibi boy boy fotoğraflarını da yayınlayarak, bilgilendirdiler!

AKP Genel Başkan Vekili Numan kurtulmuş da Kasım ayı başında yaptığı açıklamada “her ilin anayasası diyebileceğimiz hazırlıkları yapıyoruz” demişti.

Bunlar tesadüfen oluşan hadiseler değil. Planlanmış, programlanmış, tarih sırasına konulmuş ve sırası geldikçe yavaş yavaş, ‘hazmettire hazmettire!’ uygulamaya geçiliyor ve hoyratça açıklamalar yapılarak, gerçekten milletin hazmı sağlanıyor.

“İstanbul’u nasıl kurtarırız?” başlığı ile bir yazı kaleme alan Kemal Öztürk’ün şu satırlarını okuyalım:

“Şehrin ve başkanın statüsü değişmeli, bu kadar büyük, bu kadar kalabalık ve bu kadar önemli bir şehrin statüsü farklı olmalı zorunda. Tabi bakanın da. Eminim diğer büyük şehir belediye başkanları da buna hak verecektir. İstanbul’la diğer belediyeleri aynı kanunla ve sistemle yönetmek imkansız.

Başta Washington, Paris ve Londra olmak üzere, dünyada bunun bir çok örneği var. neden biz de olmasın? Bu özel düzenlemeyi, özerk yapı, bölüme tartışmasına çekmek isteyenler olabilir.”

Bu satırlar, PKK yanlısı ya da HDP’li bir ağızdan filan çıkmış değil, doğrudan AKP yandaşı bir yazarın satırlarıdır. Özel statü lafı, HDP’nin öteden beri söyledikleri değil mi? Ee onlara neden saldırıyorsunuz? Aynı şeyleri söylemek aynı hedefe yürümek değilse ya nedir?

Böylece, hazırlıklar tamamlanmış olmalı ki, artık köşe yazarları bile bu fikri savunmaya başladılar.

Peki, bir süredir AKP ile ortaklık yapmaya başlayan MHP nerede? Ne yapıyor? Ne düşünüyor?

Biz şahsen MHP’den bu çalışmalara, sert muhalefet yapmasını, TBMM’de ise denetim faaliyetlerini eksiksiz yapmasını bekleriz. Bugüne kadar sessiz kalmalarına da bir anlam veremiyoruz.

Federatif yönetim yapısının alt çalışmaları yapılırken, belki yeniden bir ‘müzakere süreci’ başlatılması için nabızlar yoklanırken, MHP’deki sessizliğe anlam veremiyoruz!..

2 Kasım 2018 Cuma

Geçmişten Günümüze…



Uzun yıllardır göremediğim, arkadaşlarımızı bir telefon iletişim ve haberleşme ağı vasıtasıyla bir araya getirdiler. İyi bir hizmetti. Sağ olsunlar. Eski resimler, yeni resimlerle yayınlanınca, artık yaşlandığımızın da farkına vardık. Eskimişiz kendimize yaşlılar içinde yer aramakta fayda var!

Yıllar, ne de çabuk geçmiş.

Tipler değişmiş, yüzlere yorgunluğun çizgileri yerleşmiş.

O yıllar ne güzeldi!

Bir bakışla ya da bir kelimeyle kimin ne demek istediği anlaşılır, ne gerekirse yapılmaya çalışılırdı. Çünkü yapılabilecekler o kadar sınırlıydı ki! Okula gidilir, bir sınıfta toplanılır, ısınmayan sınıflarda, paltolara sarılarak, birbirine yakın durarak, günü bitirmeye çalışılır, fırsat bulunduğunda ders dinlemeye gidilir, akşam olur, şehre dönülür. Bu kadarla sınırlıydı yapılabilecekler.

Kavganın, gürültünün olmadığı nadir aralarda, Cemil Meriç’ten bir paragraf okunur, anlaşılmaya çalışılırdı. Bazen bir dörtlük mırıldanırdı edebiyatçılar, bazen bir türkü tutturdu Erzurumlu, Kahramanmaraşlı bir dost…

Ne güzel günlermiş…

Fırsat bulundu ya, haberleşme grubunda birbirine benzemeyen milyonlarca ileti gönderiliyor. Tek ortak noktaları, fikirlerin aşırma olduğu. Kendilerine ait olmayan fikirleri sahiplenmişler, yazıp duruyorlar. Karşı çıkanlar ise şanssız kişiler. Diğerleri çabucak taraftar buluyor ve birlikte saldırıyorlar. Diğeri de başka bir yerlerden aşırdığı fikir kırıntılarını, kendisine aitmiş gibi saldırı aracı olarak kullanıyor. Ne garip! Bu insanlar birlikte savaşlara girmişlerdi. Ölüm burunlarının ucundaydı.

Ne olmuş, neler olmuştu da, böylesi düşmanlık gösterilerine çarçabuk yelken açmışlardı?

Kırk – Elli yıl bir insan için uzun bir süre olabilir. Lakin dünya ömründe bu sürenin bir-kaç saniyelik bir oyalamasından gayri ne vardır? Geçen bu uzun gibi görünen sürede, büyüdüler, yaşlandılar, mal, mevki, maddi güç sahibi oldular. İşte, söylenilen fikir çalıntılarının, kendisi sahibi miymiş gibi ortaya sürülmesi ve dostlarına dayatılması bu güçten alınan destekle olmaktadır. Kimin ne kadar mal varlığı varsa, o kadar haklı olduğunu ve bildiğini karşıya dayatmak istiyor. Ne garip! Yazık! Ki, yazık!.

Dün ölüme gittiği arkadaşının halini, göz ardı ederek ve onu unutarak, çalıntı fikirleri dayatmaya kalkmak, ne cür’ettir? Kendine ait bir fikrin varsa, korkma söyle ve sus. Karşının fikirlerini de okuyarak, üzerinde etraflıca düşünerek, yeni fikirler edin ve yeniden fikrini söyle. Sana ezberletilmiş, (kimden olursa olsun, kitaplardan, hacılardan, hocalardan, aile bireylerinden, arkadaşlarından…) lakırdıları üstelik yakın arkadaşına dayatarak, onların omuzlarına basarak ne yapmak istersin, nerelere yükselmek niyetindesin?

İlginçtir, tartışılan ve karşı çıkılan hep (din)i sanılan fikirler üzerinde olmaktadır. Kimi, bir tarikata dahil olmuş, kimi kendini dini kitaplara vermiş, kimi işi ve aşıyla meşgul olup onların edindiği yalan-yanlış fikirlerden azade bir hayat sürmüş. Görünen o ki, arkadaşlarımızın tamamı mutlu bir ömrü idrak etmişler. Dindarlar, içlerinde aşırı gidenler ve düşmanlık çemberini, Atatürk, Cumhuriyet, laiklik gibi değerlere kadar uzatabiliyorlar. Ve bunların tamamı, günün yönetilme tarzına da uygun olarak, kendilerini yukarılara pazarlamak isteğinden başka bir şey olamaz.

Anlattığım grupta, Atatürk düşmanlığının ne işi vardır? Bırakın bu sakat düşünceleri, zaten bu fikirleri savunan milyonların mevcut olduğunu biliyoruz. Bırakın onlara bu alanı. Değerler, değerler sistemi içinde yerli yerinde görevlerini yapmışlar, işlerini başarı ile bitirmişler ve gelecek için gençleri görev başına dikmişlerdir. Gençleri!

23 Nisan önemlidir!. 19 Mayıs önemlidir!. 29 Ekim önemlidir!.

Meclisin açılış günü çocuklara bayram olarak hediye edilmiştir, neden? Çocukluk safiyeti ile kimsenin, hiçbir grubun malvarlığına, kimliğine, tarafına, siyasi düşüncesine bakılmadan kanunlar çıkarılsın diye..

19 Mayıs gençlere hasredilmiştir, neden?

“Rabbimi genç bir delikanlı sûretinde gördüm!”... Hadisi şerifinin sırrına ermek gerek. Genç, daima gençtir ve akıllı, düşünce üreten, kültürlü, iş-güç sahibi, varlıklı, hikmet peşinde koşan, boş zaman kavramı olmayan, her anı fikretmekle geçen, elinde bir taş binanın neresine koyabilirim diye düşünen, feraset sahibi, yardımsever, yakınları, arkadaşları ve toplumun diğerleri gibi olarak, onlar gibi yaşamayı tercih eden her kimse genç odur!

Ve siz olsaydınız, emaneti kime bırakırdınız?

Ve Cumhuriyet; “Fazilettir” kelamı neyi anlatmakta? Niçin karşı duruyorsunuz?

Bir olmak, beraber olmak nedir, nasıl sağlanır?

Sözde bir idealin peşinden gittiğini sananlar nasıl bir olabilirler?

Bir olmak nedir bilir misin?

Bir kazan çorbadan, kaşıklarıyla alarak yiyen Onlarca kişinin duyumsadığı aynı lezzettir bir olmak…


31 Ekim 2018 Çarşamba

Adalet Nasıl Çözecek?



Ümit Özdağ, birisi hakkında dava açmış, haberini görünce şunları mırıldandım;

Değmez di, değmedi. Adı geçen T….. hastadır, hastalıklıdır. Ümitsiz vak’adır. Adaletin yapabileceği bir şey yoktur. Diyelim, hapis cezası verdi. Ne olacak? İyi mi olacak? Olamaz. Olmaazz…
Sonra bunlardan birisi adı geçen olabilir, ya diğerleri? Diğerleri ne olacak? Milyon vagonlu, milyon trenlere bindirseniz, göndermekle bitiremezsiniz. Bitiremezsiniz…

En iyisi, 

Bunları okumamak, duymamak.

Yok. Farz etmek. Bunlar bu dilden anlar.

Sonra bunları, taa çocuklarında bu hale getirdiler. Bunlar da gönüllüydüler tabii. 

Sokak aralarında, merdiven altlarında, kara sakallı, izbandut gibi cahil kişilerin ellerine eğitilsin diye terk edildiler.
Suç, bunların mı? Evet, bunların suçu var, var da, analarının, babalarının, toplumun, hacıların, hocaların, gazetelerin, televizyonların, radyoların, şairlerin, felsefecilerin, tarihçilerin, öğretmenlerin, bakkal Mehmet amcanın, filozofların (ülkemizde yok ya!)… suçu yok mu?. 
Dava edilecekse, sıralananların tamamı dava edilmelidir.

Bunlar hasta. 

Hayatındaki, FETÖ’cülük, İslamcılık, bir ara türkcülük, sonra AKP’cilik… gibi kıvırmalarını göz önüne alırsak;

Yerleri, mahkeme kapıları değil. Psikiyatr klinikleri olmalıdır.


27 Temmuz 2018 Cuma

Mutlu Zamanlar Az mıdır?



“İnsan hayatında mutlu zamanlar azdır.” Cümlesiyle başlamış, Sevgiler eriyip dostluklar tükenince” başlıklı yazısına Mustafa Öztürk Hoca.

İnsan, kendi elleriyle kurduğu dünyasında mutlu bir şekilde yaşamaktadır oysa. Bu tanım hemen bütün insanlar için doğrudur. Huzursuzluk, mutsuzluk olarak beliren kıpırdanmalar, dünyasından bir şeylerin kopması ihtimalinden kaynaklanır. Çünkü elleriyle kurduğu binasının, yavaş yavaş çürümeye meyletmesi, o binanın (dünyasının) bir gün gelip de yıkılacağını düşünmesi huzursuzluğunun kaynağı olmaktadır. Mutludur, kendi dünyasında bütün insanlar ve kendi dünyasında cennet hayatı yaşamaktadırlar. Cennet dedikleri, gölgelik, serin suların coştuğu, meyvelerle donatılmış bir dünya, elini uzattığı her şeye hayalinde (vehminde) sahip olunarak ve karşılanan tüm ihtiyaçlar, mutludur insanlar dünyasında.

Mutluluğu bozulanlar yok mu?

Var.

Cennet dünyasından kovulup, dünyaya ayak basanlar! 


24 Temmuz 2018 Salı

Bir Kışkırtma Hareketi Üzerine



‘Canlı bomba’ların, kendiliğinden bu işe soyunduğunu hiç düşünmemiştim. Kabul etmek zor ama söylenenler dehşete düşürüyor. Bomba parçalarını topluyor, yapımını öğreniyor, psikolojisini hazırlıyor, beline sarıyor, kumandasını eline alıyor, patlatacağı yeri buluyor ve sırasını yakalayınca da gümmm…

Bu olamaz.

Her hareket bir öğreticiye muhtaç. Her biri ayrı dalın bilinmesini gerektirir.

Ferdi protesto gösterileri de aynıdır. Sen kalk memleketin uzak köşelerinden bir tarafından gel. Başkent’in en hareketli alanlarından birisinde protestonu yap. Bu da olamaz. Bir kişinin yapabileceği eylem değil bu. Tıpkı canlı bombanın yalnız olamayacağı gibi.

Kalabalıklar içerisinden o kişi bulunup çevreye dahil edilecek, eğitilecek. Konuşacağı laflar ezberletilecek. Eylemin yapılacağı yer tespit edilecek. Oraya kadar götürülecek. Ve işlem tamamlanacak.

Beyin yıkama faaliyetleri, beynini yıkatmaya hazır hale getirmiş kişiler üzerinde fazla çaba sarf etmeden kolaylıkla yapılır. Ortam hazırdır çünkü. Her verileni almaya, alınanı da içselleştirmeye hazırdır. İş göremeyen beyin türüdür bu. Düşünmeye ihtiyaç duymaz, etrafından gelen telkinlere kulak kabartır ve beyni ve bütün varlığını o telkinlerin isteği üzere oluşturur. Kolay gibi görünen yol olsa da, herkesin başaramayacağı bir olgudur bu durum. Her şeyden evvel, özgürlüğünden tavizler vermesi gerek. Her telkin sonunda, yeniden efendisine ram olması da kaçınılmazdır. Çünkü yeni bir şey öğrenmiştir kendince. “Bazı insanların duygularını düzenlemede güçlük yaşadıkları” bir gerçekliktir. Bu tiplere “anti-sosyal kişilik bozukluğu” tanısı konulur. Ve asıl önemlisi, duygusal istikrarsızlık yaşayan inşaların “belirli beyin bölgelerindeki hacimde azalmalar olduğu” ortaya konuluyor. İşte üzerinde çalışma yapıp, istediğiniz biçimde kullanabileceğiniz bir canlı. İster canlı bomba yap, ister kalabalıklar içine provokasyon yaptır.

Hâsılı, hiçbir kışkırtıcı yalnız değildir. Hatta iddialı bir şekilde söyleyebiliriz ki, büyük bir provokasyon ekibi tarafından hazırlanmıştır.


14 Temmuz 2018 Cumartesi

‘Nablus’… Ve Ortadoğu’dan bir Sayfa



Sosyal medya sayfasında anlamsız zamanlarda Atatürk eleştirisi (daha doğrusu saldırısı) yapan bir dostumuzun, “Nablus hezimetinden sonra padişaha telgraf çeken Mustafa Kemal’in”, cephede kendisi olmasına rağmen, aldığı yenilgiyi taa İstanbul’da bulunan Enver Paşa’ya mal etmesi hususunda yeniden bir eleştiri geliştirmiştir. Konuyu biraz inceleyince hiçte öyle olmadığını anlamak yetti. Kimse eleştirilemez değildir, yaptığı iyi ve faydalı işleri övdüğümüz gibi, lüzumsuz ve hatalı işlerini de elbette eleştirebiliriz. Bunun bir sakıncası yoktur, bilhassa beyinlerin çalışması için yeni bir yol açılması anlamını taşır bizim için.

I. Dünya savaşının öncesinde en çetin zamanlarıdır, eleştiri konusu olan. Osmanlı, Balkan savaşları yenilgisi almış, bir sürü toprak kaybına uğramıştır. Kafkaslarda Ruslar emperyal emellerini sürdürmekte, İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar Ortadoğu’nun petrol yatakları üzerinde hak talep etmektedirler. Buralar bütünüyle Osmanlı topraklarıdır.

Ordu iyice zayıflamıştır. Silah ve iaşe temini imkânsız haldedir. Özellikle İngilizler Ortadoğu’da Araplar üzerinde psikolojik çalışmalar yapmakta ve neredeyse tamamı üzerinde, kendi devletlerinin kurulması, para ve silah bakımından destekleyecekleri hususunda Arap aşiretlerine istihbarı çalışmalarını sürdürmektedirler.

İstanbul Hükümeti Almanlardan yardım ister. Gelen heyet, “Balkan savaşlarındaki yenilgi, savaşlar sırasında Türkiye’de görevli olan Alman subaylarının da başarısız oldukları düşüncesini kuvvetlendirdiği için Almanlar yeni bir askeri yardım istendiğinde bütün Osmanlı Genelkurmayını düzenleyecek, subayları eğitecek, kimseden emir almayacak bir konumun generallerine sağlanmasını istemişlerdir.” (X) Sadrazam, Alman subaylarının Türk askerlerini tanıdığı gerekçesi ile Almanya7dan bir general istemiş ve bu göreve Tümgeneral Liman von Sanders beş yıllığına, “Türk Ordusunda Reform Komisyonu’nun başkanlığını yapmak üzere karargâhı İstanbul’da, birlikleri İstanbul ve civarında bulunan 1. Kolordu komutanlığına ve Yüksek Askeri Şura Üyeliği’ne atanmıştır.” (x) Dikkat, ordunun tüm işlerinde ve atamalarında yetkili! Bu noktada söylemeliyiz ki, Almanlar kaşına-gözüne vuruldukları Osmanlıya yardım için değil, görünenin aksine, Ruslara ve İngilizlere karşı Osmanlı Ordusunu kullanmak istediklerinden, Osmanlı ile ittifak haline girmişlerdir. Bazı hatıratlarda, Alman subayları, ‘Türk askerlerinin, cesurluğu, sağlığı, temizliği ve ne görev verilirse yaptığı, lakin okuma yazma bilmeyen askerlerin ve yabancı dil bilmeyen subayların bu askeri sevk kabiliyetinin de bulunmadığını yazmışlardır.”

“Türkiye’deki Alman askeri heyetinin faaliyetleri, Mondoros Mütarekesi’nin imzalandığı tarih itibariyle mukaveleleri feshedilerek bitirilmiştir. Türk Ordusunda kurmay başkanlık görevinden, ordular grubu ve ordu komutanlığına kadar çeşitli derecelerde aktif ve Alman siyasi askeri ve ekonomik çıkarlarını en üst düzeyde gerçekleştirmek üzere faaliyet gösteren heyetin alınan sonuçtan da o oranda sorumlu olduğu son kurmay başkanı General von Seeckt’in ifadesiyle sabit olmalıdır; ‘ Genel Kurmay Başkanı olarak çöküşte suç ortağının bir Mehmet ya da Mustafa olmasını, ama General von Seeckt olmamasını ne kadar isterdim. Fakat bunlar bizim askeri bencilliğimizin bedelidir.’”

Bu arada Ruslar, Kars’ı almışlardır. Kafkas savaşları ve nihayet Sarıkamış bozgunları peş peşe gelmiştir. Enver Paşa’yı “Kafkasya’yı alarak Orta Asya Türk dünyası ile doğrudan temasa geçmek ve hatta Hindistan’a kadar ilerlemek gibi stratejik ancak devletin imkanlarına nispetle hayalci düşüncelerle boğazlar ve Trakya’da tutulması gereken kuvvetlerin bir kısmı bu cepheye kaydırılmıştır.”  (X) Bu planın gerçekleşmesinde ise Alman subayları ve Liman Paşa etkili olmuştur.

Mısır İngilizlerin eline geçmiştir. Mısır’ı geri almak planı almanların yaptığı bir plandır. Almanların amacı “İngiltere’yi Orta Doğu’da Osmanlı ile uğraştırarak etkisini azaltmaktır!”. (X)

150 Bin kişilik ordusuna karşılık, Şubat 1915’de Cemal paşa komutasında 35 Bin kişilik bir ordu sevk edilmiş, yanlarında bütün savaş malzemeleriyle Bir haftada çölü geçmişlerse de, Kanal’a vardıkları gün saldırılmış ve yazık ki, Kanal’ı ancak 600 asker geçebilmiştir. Sonra da şehit edilmişlerdir. Açlık ve sefalet içinde güçsüz kalan askerin savaş kabiliyeti yitirilmiştir. Temmuz 1916’da yeniden kanal üzerine gidilmişse de, katılan askerlerin ¼’ü yitirilmiştir.

“Bu başarısızlıklardan sonra da Osmanlı Genelkurmayı İngilizlere mukavemet edemeyeceğini anladığı Sina yarımadasını boşaltmakta ağır davranmış, İngilizler Aralık 1916’da El Ariş’e girmiş, iki gün sonra 35 Km uzaklıktaki Maktaba’ya düzenledikleri bir baskınla da bölgede bırakılan Osmanlı askerlerinden 1600 kadarını esir etmişlerdi. Aynı şekilde Refah’da da bir Osmanlı birliği İngilizler karşısında 2000 kayıp ermişti.” (X)

Bağdat İngilizlerin eline düşünce, bilhassa Enver Paşa rahatsızlık yaşamış ve tarihi, stratejik ve manevi önemi dolayısıyla Bağdat7ın geri alınması için harekete geçmiştir. “Enver Paşa’nın Alman genel karargahından bir ordular grubu kurmaylığının ve yardımcı birliğin gönderilmesi isteğine bölge üzerindeki projeleri dolayısıyla Almanların da olumlu yaklaşması Yıldırım Ordular Grubu’nun kurulması ve General von Falkenhayn’ın gelmesiyle sonuçlanmıştır. Tamamen Almanlardan oluşan karargâhı ile Yıldırım Ordular Grubu bütünüyle Alman menfaatlerenin; Filistin e Suriye’de bir Alman nüfuz ve himaye sisteminin oluşturulması, için kurulmuştu. Gerçekten de karargâhtaki alman subayları Irak, Suriye ve Filistin bölgesindeki Arap kabileleri arasında bilhassa para kuvvetiyle Alman nüfuzunu yaymakta son derece başarılı olmaktaydılar.” (X)

“Almanların söz konusu faaliyetlerini Genel kurmaya bildirerek kontrol altına alınması için uyaran Yedinci ordu kumandanı Mirliva Mustafa kemal paşa, 20 ve 24 Eylül 1917’de gönderdiği raporlarda; Yöre halkının hükumetten ne derece uzaklaştığını, türk ordusunun gerek sayı gerekse askeri durumunun savaşın başına nispetle oldukça zayıfladığını, İngilizlerin Sina ve hicaz’da son derece kuvvetli bir şekilde son darbeyi vurmak için beklediği bir sırada Bağdat’ın geri alınmasının maddeten dahi mümkün olmadığını anlatarak Osmanlı Genelkurmayı’nı uyarmıştır. Bununla birlikte herşeyin bitmiş sayılmayacağını, bundan sonra mutlaka savunma savaşları yaparak, iç idareyi gerek asayiş, gerekse ticari ve iktisadi durumu düzeltmeye gayret edip suiistimali asgariye indirerek sağlam bir zemin hazırlamak gerektiğini izah etmiştir. Ordular grubu komutanlığı ve kurmaylığının tamamen Almanların eline bırakılmasını kabul etmeyen Mustafa Kemal, isyanını ‘Hayat ve memat mesailinde olsun ita-yı karar hakkından mahrum bulunduğumuzu zannetmiyorum’ sözleriyle dile getirmekteydi. Paşa, dahili ve siyasi komutanın mutlaka bir Osmanlı paşasında olup Falkenhayn ve Alman subayların onun emrinde çalışması gerektiğinde ısrarlıydı. Nihayetinde orduların savaş durumu alması hususunda da alman generalin tercihlerine sebeplerini ortaya koyarak karşı çıkan Mustafa Kemal paşa, eğer uyarıları dikkate alınmaz ise sorumlu olmamak için istifa edeceğini bildirmiştir. Beklediği neticeyi alamadığı için istifa eden Mustafa Kemal Paşa’nın yerine Mirliva Fevzi Paşa tayin edilmiştir.” (X)

İngilizlerin saldırıları devam etmiş, Birüssebi, Gazze ve Kudüs’ü almışlar ve ordunun Tellüşşeria’da cephesinin yarılması üzerine Osmanlılar geri çekilmeye başlamışlardır. “Bu başarısızlıklar üzerine Şubat 1918’de Falkenhayn geri alınmış ve yerine Liman von Sanders getirilmiştir.” (X)

Askerler silah ve cephaneleriyle ordudan firar etmişler, Arap aşiretlerinin bölgede yetişen ürünleri İngilizlere satması açlık tehlikesini artırmıştır.

“İngilizler bölgeye, her bakımdan daha az yıpranmış, her türlü ihtiyaçları karşılanan, birlikleri yığmaya devam ederek türk kuvvetlerinin üç katı bir üstünlüğe erişmişlerdi. Nihalet 16-17 Eylül’de Yıldırım orduları komutasını şaşırtarak kuvvetlerini farklı istikametlerde dağıtmasını sağlayacak, Şeria’nın doğusundaki Arapların desteğinde, demiryolu merkezlerine İngiliz saldırıları ile son adım atıldı. Hemen arkasından 17 Eylül gecesi, Nablus’taki 7. Ordu karargahına bir saldırı başlatan İngilizler, 19 Eylül’de 8. Ordu karargahına hava kuvvetlerinin desteğinde yapılan ve iki gün içinde öremli bir kısmını devre dışı bırakan hücumlarla Osmanlı ordularının  geri çekilme imkanlarını da ortadan kaldırmaya yönelmişti.

Bu saldırılar sırasında ordunun haberleşme hatları tamamıyla tahrip edildiği için Nasırıye’deki Yıldırım orduları karargâhı ile bağlı ordular komutanlıkları arasındaki iletişim tamamen kesilmiş, Nasırıyi’ye kadar giren İngiliz süvarilerinin elinden Grup komutanı Liman von Sanders bile güçlükle kurtulmuş, ancak binlerce asker şehit, bir o kadarı da esir olmuştu. 7. Ordu kumandanı Mustafa Kemal paşa ordusunu mümkün mertebe geri çekerek İngiliz saldırılarından korumaya çalışırken, İngilizler o zamana kadar saldırmadıkları 4. Orduyu takibe başlamışlardır. Araplar demiryolları, başta olmak üzere bütün iletişim vasıtalarını tahribe yönelik saldırılara devam ederken, cephe komutanı Liman paşa sonuna kadar direnme düşüncesi ile ordunun bir bütün halinde geri çekilerek kendini toplaması ve yeniden düzenlenmesini mümkün kılacak kararı vermemekte direniyordu. Kendi kuvvetlerini kurtaran Mustafa kemal paşa ise mevcut kuvvetlerin bir bütün halinde çekilip tek cephe teşkil edilmesinin yanısıra arapların başındaki Şerif Faysal ile siyasi ve askeri konularda anlaşarak düşman cephesini bölme teklifini Harbiye nazırı Enver Paşa’ya bildirmişti

Liman Paşa Şam’ın müdafaa edilmesini istemiş ve Mustafa Kemal7in birliklerini burada bırakarak, dağılmış askerleri toplayarak bir birlik oluşturması ile görevlendirmişti. Ancak istiklal beklentisi olan Arapların elindeki Şam İngilizlerin eline geçmişti. Rayak’ta Liman paşa ile görüşen Mustafa Kemal, onu, elde kalan birliklerin düşmanla temastan kaçınarak daha kuzeye çekilmesi gerektiğine savaşa devam etmenin son kuvvet kalıntılarının da kaybedilmesi olduğuna ikna eder. Burada Liman Paşa’nın cevabı çok manidardır; (karar budur, fakat ben nihayet bir ecnebiyim. Bu kararı veremem, ancak memleketin sahipleri verebilir.) bundan sonra komuta inisiyatifini ele alan Mustafa Kemal Paşa, Halep’te topladığı kuvvetleriyle İngilizlerle çarpışır, onları daha kuzeyde Katma’da 26 Ekim’de püskürterek Antakya’yı emniyet altına almıştır. 30 Ekim’deki Mütarekenin şartları gereği Liman Paşa’nın ayrılması ile de 31 Ekim’de Yıldırım ordular grup kumandanlığına atanmıştır.” (X)

Alıntılarımız hayli uzadı, lakin eleştiri yapanların insaflarını harekete geçirmek ve doğruyu bulabilmelerine yardım edebilmek amacımızdı. Mustafa Kemal paşa, Şikâyet değil, ordu komutanı olarak yazdığı raporlarda ne kadar isabetli teklifler gönderdiğini görebiliyoruz.

İnadına görmek istemeyenlere de sözümüz olamaz.

Tarihi gerçekler, mutlak bir gün su yüzüne çıkar.


(X) Alıntılar; Prof. Dr. Cezmi Eraslan, I. Dünya savaşı ve Türkiye, (S.339-360)
Türkler: Cilt 13

10 Temmuz 2018 Salı

Medeniyet Bakışı


Batı Medeniyeti, İslam Medeniyeti, Hint Medeniyeti, Çin Medeniyeti, onun medeniyeti, bunun medeniyeti.. Gibi deyim ve kavramlar ancak, Medeniyet kavramının alt şubeleri olarak incelenebilir. Medeniyet tektir. Dünya Medeniyeti. Dünya Medeniyetinden nasiplendiği oranda da kişi medenîdir. ‘Medeniyet’i, paylaşılacak mal, tadılacak lezzet, edinilecek hizmetler gibi manalarıyla anlamak, anlatmak istediğimiz konuya uzaklaştıracaktır. Teknolojik gelişmeyi elbette medeniyetten ayırmak mümkün değildir. Ancak, medeniyetin yalnızca maddi yönüne bakmak, insanı ihmal etmek, manevi yükselmeyi göz ardı etmek, tam da medeniyetsizlik olarak adlandırmaktayız. Öz olarak, sana yetecek olanı kadarı medeniyetin bir parçası, kazancın fazlası ise vergi, sadaka, zekât, tasarruf ve yatırım gibi harcamalarla diğerlerinin de olduğu sürece kadim medeniyet anlayışına varılacaktır.

Medenilik evrenselliktir. Evrensel olmayan hiçbir hüküm-kural-madde medeniyet kavramını ihata edemez. Bu sebeple, içe kapanarak, eskide kalmış bilinmesinde fayda olan, lakin kurtarıcı gözüyle bakılan fikirleri (bilgiler) medeniyet inşasında kullanmayı vazife bilmek, ilerlemeye tamamıyla köstek olacaktır.

Tarih bizi, geçmişten ders almaya sevk ederse, yolumuzu aydınlatır. Tarihi tekerrür ettirmek için yapılacak mesai nafile yorgunluktan başka ne getirecektir?

Dünyanın ilk gününden itibaren yükselen medeniyet kulesine ilave ettiğin taş kadar medeniyete katkın ve medeniyetin her nimetinden yararlanmaya hakkın vardır. Ana sütü kadar helaldir medeniyetin ürettiği. Onun medeniyeti, bunun medeniyeti diyerek medeni bilgi, teknoloji ve yükselmeyi sağlayıcı sistemleri kullanmamak ancak geri bırakır.

Medeniyete katkı nasıl olur?

Tabii ki, ilim ve san’at ve zanaatla ilgilenmek, kişinin akli yeteneklerinin gelişmesini sağlar, yetenekleri gelişen insansa çalışmalarıyla, buluşlarıyla medeniyete katkı sağlar. Hazıra alışkın ve hazırdan yiyenlerin hali ise, dedesinden kalan mirası çocuğuna bile kalmadan bitirenin halidir. Yazık ki, son cümle bizi ve 2 Milyarlık İslam dünyasını anlatıyor.

6 Temmuz 2018 Cuma

‘Fitne’



Siyasetçiler, televizyon tartışmacıları, gazete köşesine kurulanlar, araştırmacılar, sosyal medya yorumcuları… Son günlerde konuşmalarının, yazılarının bir yerine “fitne” kavramını sıkıştırıyorlar. Bilerek mi yaparlar, anlamadan mı pek bir mana verilemiyor. Ziyadesiyle işlerine gelmeyen bir karar, bir yorum, bir eleştiri karşısında müracaat edilecek tek kavram var: “FİTNE”.

“Fitne kelimesi sözlükte ‘altın ve gümüş gibi değerli madenleri saflığını anlamak için ateşte eritmek’ manasına gelen fetn (fütûn) kökünden türemiştir.” (İslam Ansiklopedisi, Mustafa Çağrıcı). Fitne kazanı deyimi, buradan türemiş olsa gerek.

Fitnecinin başarılı olması, ortaya saldığı fitin yayılması için lazım olan ortamın uygun olması gerekir. Kayanın üzerine ayrık tohumlarını bıraksan, imkânı yok ki, yayılsın. Lakin toprak, nem ve güneşin bulunduğu ortama bırakmaya gör, kısa sürede etraf ayrık otundan geçilmez olur.

‘Fit, kelimesi sözlüklerde şöyle tanımlanır: “Birini başkasına karşı kışkırtmak için söylenen söz veya yapılan hareket.”

Başkasına karşı kışkırtabilmek, kışkırtılmaya hazır kitlelerle olabilir. O halde kitleyi hazır hale getirmek için çalışmalar yapılmalıdır. Şöylece özetleyebiliriz yapılacakları:

1. Cahil bırak,
2. Açlıkla sına,
3. Manasını bilmesen de Dini kavramları telaffuz et…
4. Gerisini bırak. Ötesine karışma.

Böylece düşünebilme yetisini eline alırsın. Sen ne istersen kalabalıklar ancak onu konuşurlar. Üzerine bir ilaveleri olamaz, korkma. Verilen ödevi iyi çalış ve istenenleri yap.

Fitne de böyledir. Kimse ne anlama geldiğini bilmez. Lakin kutsal metinlerde geçtiği için, kimse karşı duramaz. Demek ki var zannederler. Oysa fitnenin hasını sen yapıyorsundur. Anlamazlar merak etme. Hala kendilerinin bu fitne kazanında kaynadıklarını, kaynattıklarını düşünürler. Başlarındaki cehalet, açlık ve ilgisizlik durumlarını bu fitneden kaynaklandığını bilirler. Böyle bilsinler aldırma. Fitne büyüdükçe sen güçlenirsin.

Yakın geçmişte de, provokasyon kavramı önlerdeydi.  Herhangi bir olumsuz hadise sonrasında, bu ‘provokasyon’dur derlerdi. Bir defasında, ‘madem provokasyon diyorsunuz. O halde provokatörü bulun’ demiştik.

Şimdi de deriz ki, madem ‘fitne’den bahsediyorsunuz. Bulun fitneciyi ve açıklayın, faş edin millete. Bizim bulacak halimiz yok ya. Devletin idaresi elinizde. Polisi, jandarması, istihbaratı, ordusu… Sayısız güce hâkimsiniz. Verin talimatı bulsunlar. Yargılayın. Açıklayın.

Fitne yok mu? Elbette bal gibi var. En büyük göstergesi ise; insanların birbirlerini ‘tekfir’ etmeleri, ‘’hain’liğini söylemeleri, ‘görevden kaçma’ – ‘zoru görünce kaçma’ gibi gerekçelerle küsmeleri, aslı-astarı olmayan uydurulmuş olayları gerçekmiş gibi anlatmaları, üstüne vazife olmadığı halde, kendisine karşı duran topluluklara yapmaları gerekenleri hatırlatmaları… Fitnenin belli başlı göstergeleridir.  Ki, bu kazana düşenin iflahı zordur. Hele hele milleti topluca düşürebilirsen senden başkası kalmaz artık. Dilediğini zelil, dilediğini vezir yaparsın.

Bu aşamada söylemeliyiz ki, en büyük fitne ‘saltanatın fitnesi’dir. Saltanat fitnesi ise, nefis ve akıl zıtlaşmasının sonucudur. Akıl daima mağlup durumdadır. En başta ise, nefsani uygulamalar.

Bir de şöyle düşünelim: fitne kazanına neden düşeriz?

Günahlar, bir yol çizer. Yol günaha gider. Yolcu gittikçe batağa saplanır. Saplandıkça debelenir. Debelendikçe diplere yol alır…

Hiçbir problem kendiliğinden halledilemez. Ta ki, kişi-toplum ‘kendini düzeltinceye’ kadar. Ancak, tövbeden sonradır ki, kazan altındaki odunlar çekilmeye başlanır.

Demek ki, fitne kazanına kendi rızamızla düşmekteyiz. Biz böyleyiz de onun için işler böyle gidiyor diyebilmeliyiz. Kabul, tövbeyi, tövbe, kurtuluşu getirir.

Hazreti Peygamber’den sonra bir takım fitnelerin ortaya çıkacağı ve bu olaylara şahit olanların, bu fitnelere karışmamalarının kendileri için daha hayırlı olacağı” ifade edilmektedir. (Buhari ve Müslim sahihleri) (Abdülhamit Sinanoğlu- AÜİFD Cilt XLIII (2002) Sayı 2)

Aynı konuyu Ahmet Avni Konuk mesnevi şerhinde şöyle verir:  “Ahir zamanda, bir takım deccâller ve yalancılar peydâ olur; size sizin ve babalarınızın işitmediği sözlerden bahsederler. İmdi onlardan sakının ki, sizi şaşırtmasınlar ve fitneye düşürmesinler.” Merhum Konuk başka bir beytin şerhinde; “Deccal: Decel maddesinden müştaktır ki, sıvamak, örtmek, yaldızlamak manalarına gelir. Devenin uyuzuna katran sürüp yarasını kapatmak manasını da ifade eder. Mecazen yalan ve yaldızlı sözlerle hakikati örtmek manasına kullanılır. O halde deccal: yalancı, mürai ve tezvir edici demek olur.” Şeklinde açıklama getirmektedir.

Kimin ne yapmak istediğini, anlatabilmişsek, ne mutlu bize.         

Doğruyu bilen ancak Allah’tır.

(Edirneli Nazmi, Divanı’ndan bir şiir iyi gider şimdi)                   
Fitne bir kez iki şahsı bir birine kim çakar
Birini başdan çıkarur kendü yâ başdan çıkar

Fitnenün başı kesile her ne yirde varsa
Olma bir fitne kes-ile hem-dem it andan hazer

Hak dimiş fitne eşeddür kılıcdan pes fitne kes
Vâcibü’l-katl oldugında şüphe mi var ol yeter

Fitne kes birle musahip olmağı kes kim anun
Bir gün irer fitnesinden sana sakın sûr-u şer

Çün dimişlerdir ki el-cins ma’a’l-cins imdi pes
Lazım oldur âdemiler birbiriyle olalar

Âdem oldur kim eyüyi yatluyı bir bilmeye
Bile kimden nef’ irer kimden gelür yine zarar

Salma kendün vartaya dâyim basiret üzre ol
Nazmiyâ eyle hazer andan ki ola anda hatar.

NOT: İslam Ansiklopedisi Fitne başlığı altında Mustafa Çağrıcı, “Kur’an’ı kerim’de Otuz Dört âyette fitne kelimesi, yirmi Altı âyette de türevleri geçmektedir.” Dedikten sonra kaynaklarıyla ve manalarıyla bu ayetleri vermektedir. Meraklıları bakabilirler.


2 Temmuz 2018 Pazartesi

Neler Yaşadık, Nelere Şaştık!



I

Aylar var, iki satır yazıyı bir araya getiremiyorum. Çalışmak zor geliyordu. İçimden gelmiyor, her açtığım boş sayfa yüzüme bakıyordu, gülerek, alay ederek..

Olmadı, olmuyordu işte. Başka işlere baktık bizde. Başka iş dedimse, boş, bomboş zaman öldürücü, boşa geçen, ömürden giden zaman.

Olsun.

Bununda tecrübe edilmesi gerekirmiş demek.

Yazıyı bırakışımız, siyasi tercihlerdeki değişimlerden kaynaklanıyordu. Hazmı zor değişimler. Yalnızca olacakları seyretme moduna takıldım bir süre. Nitekim tercihini değiştirenler, siyasal olarak kazançlı çıktılar. Dünyayı, dünyalarını kazandılar. Her kazancın bir tarafında zararlar da söz konusudur. Bunu zaman gösterecek. Bu konuda haklı olmayı hiç istemem. Çünkü değişim tarihinden itibaren beynime hücum eden muhtemel o zararlar, ileride telafisi imkânsız sonuçlar doğurabilir.

II

(Göz Kelebeği) denen bir parazit, balıkla beslenen kuşların sindirim organlarında gelişimini tamamlayarak yumurtalarını kuşun dışkısına yapıyormuş. Yumurta dönemini dışkı üzerinde geçirdikten sonra bir salyangozun vücuduna girerek, larva dönemini tamamlayıp, yaşamının diğer bölümünü geçirmek üzere bir balığın derisinden girerek, göz tabakasına kadar ilerliyormuş. Başlangıçta, balık için görme, tehlikeleri atlatma konusunda bu parazit yardımcı olsa da, neslinin devam ettirebilmek için, yeniden bir kuşun sindirim organlarına ihtiyaç duyduğundan, gözüne yerleştiği balığın bir kuş tarafından yenilmesi için ne lazımsa yapıyormuş. Kuşa avlanan balık, sindiriliyorken de bu parazit yeniden yumurtlama evresine geçerek neslini sürdürüyormuş.

III

Hikmetinden sual olunmaz.

Biz hala ‘seyir’ halindeyiz.


Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...