29 Mart 2014 Cumartesi

‘Devlet Adamı’na Hatırlatmalar


Devlet adamı, iş adamı, ilim adamı… Tanımlar arası kavgalar, anlaşmazlıklar yaşanıyor. Dünya yeniden tanzim ediliyor sanki. Eski bir yapı yıkılmış, hiç bilinmeyen yöntemlerle Mimar yeni bir inşaatı yapıyor. Amerika’yı yeniden keşfediyoruz. Aya yolculuk var, Merih’te koloni kuruyoruz.

Devlet adamı kötü de olsa ara-sıra kanunlara bakar, hukukçu danışmanlarına –‘şu iş nasıl olur inceler misiniz’ talimatı verir, gelen sonuçlara uymaya çalışır.

Devlet adamı kötü de olsa, devletin adamı olduğu ara-sıra da olsa aklına gelir.

Yalan söylemeyeceksin, kandırmayacaksın ki, sana da yalan söylenmesin, seni kandırmasınlar.

Kötü de olsan, ara-sıra da olsa Devlet adamı olduğun aklına gelsin ki, ardında 80 milyon kişinin olduğu, onların hazinesinin sana teslim edildiği, onların güvenliğinden birinci dereceden senin sorumlu olduğun…

Aklına gelsin.

Gelsin ki; “Güneş dünya için ne kadar gerekli ise devlet de halk için o kadar gereklidir. Nizam’ül Mülk, ‘İnsanlar onun adaleti içinde yaşasınlar, emin olsunlar, daima devletin bekasını istesinler diye, dünya işlerini ve Allah’ın kullarının huzur içinde yaşamasını ona tevdi eder, fesat, karışıklık ve fitne kapısını ona kapatır’ diyerek hükümdara Allah tarafından verilmiş olan görev ve sorumlulukların genel bir özeti yapılmıştır.” (Yavuz Altınöz, Siyasetname ışığı altında Türk Hâkimiyet Anlayışı, Yüksek Lisans Tezi)

Gelsin ki; Ahmet Cevdet Paşa’nın bildirdiği gibi: “Devletin temel işlevini ‘adalet dağıtmak’ olarak gören Cevdet Paşa, bunun için özellikle hukukun üstünlüğünün, kanunların herkese tam ve standart bir şekilde uygulanmasının hayati önemini vurgular. Bundan herhangi bir sapma, dönülmez bir ihtilali başlatır.” (Son Osmanlı Düşüncesinde Adalet, Bedri Gencer)

Gelsin ki; Devlet denince, devlet adamının akla geldiğini unutmayasın.

Gelsin ki; kendi gelişimini zekâsının kıvrımlarından üreten iş adamıyla, devlet adamının arasındaki farkı hatırlayasın. Orta çağın donmuş ahlak nizamının, gelişmişlik düzeyi asırlarla ifade edilen modern ve zamanımızın ahlakı ile güzelleşmek gerektiğini de anlayabilesin. Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler felsefesinin, bir kaos, bir zulüm olduğunu bilebilesin.

Gelsin ki; bütün dünyanın kabul ettiği yolsuzluk tanımının, yeniden tanımlanmasının gerekmediğini anlayasın. Sosyoloji bilimindeki hiçbir tanıma sığmayan ve ilim adamlarının güldüğü millet tanımını yapmaya gerek olmadığını bilesin.

Gelsin ki; denetimin, devlet işlerini yapanların önüne engel olmak değil, devletin işleyişine yardımcı olmak olduğunu idrak edebilesin.

Gelsin ki; halkın küçük ama zaruri ihtiyaçlarını bila bedel dağıtmanın, ‘sosyal devlet’ ile hiçbir ilgisinin olmadığının idrakine varasın.

Gelsin ki; inşaat sektörünü canlı tutarak, istihdamın geçici süreli yükselmesinin bir mana ifade etmediğini anlayabilesin. Çünkü yaptığın inşaatlarda kullandığın malzemelerin yüksek oranda ithal malzemeler olduğunu sen bile bilmiyorsun. Aklından çıkmasın ki, ilk yapılması gereken o inşaatlarda kullandığın malzemelerin yerli üretim ile yaptırılması, istihdamın gerçek büyümesini de sağlayacaktır.

Gelsin ki; her şeyi bilen kişinin aslında hiçbir şey bilmediğini anlayabilesin.

Ululardan bir Ulu, mükemmel insanı tasvir ederken şunları söyler: “Siyasette, ilerleme, adalet, danışma ve fazilete dayalı düzenleri takdir ve teşvik eder. Devletin, insana bir Allah emaneti olduğunu bilir ve her işi ehillerine tevdi eder. Böylece insanları idarede hakkı, hukuku gözeterek, toplumda refahı sağlar”. İmdi, bu sözleri dikkate alarak düşün bakalım, kendini nereye oturtacaksın!

Gece uykuları sana haramdır. Gündüz dinlenmeleri sana suçtur.

Ya anlatıldığı gibi olursun, ya da çeker gidersin.


28 Mart 2014 Cuma

Paralelin Dönüşü Kendinedir


Durmaksızın ve ısrarla ‘Paralel Devlet’ söyleminin, olur-olmaz yerlerde irat edilmesi, sanki 17 Aralık tarihinde hükümet erkânı ve evlatları hakkında yürütülen ‘rüşvet ve yolsuzluk’ iddialarının üstünün kapatılması çalışmasından başka bir şey değildir. Öylesine soyut bir ifade ki, üstünden 80 küsur gün geçmesine rağmen bugüne kadar bir tek bile delil ortaya konulamamıştır. Oysa bu söylem başlangıçta KCK için ifade edilmişti. Onların, meydana getirdiği ‘öz savunma birlikleri’, ‘vergi toplama memurları’, ‘eğitim teşkilatı’… gibi bir devlette bulunması gereken kurumları meydana getirmişler ve tıpkı devlet teşkilatlanması olan bu durum, hükümet yetkilileri tarafından deklare edilmişti.

Gerçekleri ters yüz etmenin yolu, inandırmak istediğin doğrultuyu aralıksız tekrar ederek, çoğunluğun, istediğin gibi düşünmesini sağlamaktır. Sık tekrar, gerçekleri değiştirecektir. Üstelik bu tekrarların yayınlanacağı gazete ve televizyonlarla sayısızca tekrar edilmesi beyinleri yıkamayı da kolaylaştıracaktır ki, bu güce tekrarcılar sahiptir. Kaldı ki, erklerin yetkilerini tek elde toplama gayretleri de göz ardı edilmemelidir. Sosyal medya denilen, internet iletişiminin de zapturapt altına alınmak istenmesi bu kabil işlerdendir. Benim türkülerim söylenecek, benim filimlerim (*) gösterilecek, benim kitaplarım okunacak… ben konuşulacağım.

Bu durum, açıkçası demokrasinin tehdididir. 18 Aralık’ta televizyonları izlerken, “hükümetin istifa etmesi ve bir geçiş, milli mutabakat hükümetinin kurulması ve olabilecek en yakın zamanda erken seçime gidilmesi”nin yerinde olacağını bildirmiştik. Önünde sonunda olacak budur. Gecikmeler, alınan yaraların derinleşmesine sebep olacaktır. “Benim partim kazanırsa, demokrasi çok iyi bir yoldur” mantığı, devletin ve demokrasinin en çok yaralandığı düşünce tarzıdır. Seçimler, sadece yöneticinin belirlendiği demokrasi şölenleridir. Kazananı lâyüs’el yapmaz. Deniz Baykal’ın sözüyle söylersek: “Hormonlanmış çoğunlukların üretildiği bir ülkede yolsuzlukları seçimle yıkayıp temizleyemezsin.”

Düşüncelerimiz yanlış olabilir, bu yanlış düşünceler bizi yanlış hareketleri ve işlemleri yapmaya sevk etmiş olabilir. İstemeden, bilmeden yapılan bu yanlıştan kurtulmanın yolu vardır. Adalete teslim olmak. Kaçarak kurtulmak, başka, türlü oyunlara girilerek kurtulmak mümkün değildir. Tam da tersi, çıkılması imkansız batağa sürüklenmekten başka bir işe yaramaz. İmam Ali’nin Mısır Valisi’ne yazdığı öğütlerden bir cümle meramımızı anlatacaktır: “Yardımcılarına karşı ihtiyatlı bulun. Şayet içlerinden biri elini hıyanete uzatır ve gözcülerinin vereceği haberler de onun bu hıyanetini doğrularsa, şehadetin bu kadarını kâfi görerek, onun hak ettiği cezayı bedeni üzerinde uygularsın. Bu hıyaneti ile topladığı malı elinden alır, kendisini de zillet mevkiine diker; alnına hıyanet damgasını vurur, boynuna suçluluk halkasını geçirirsin.”

Ahi’lik öğretisinin bildirdiği Ahi ahlakı maddelerinden birisi de, “Suçluya yumuşak davranmak”tır. Garip bir tesadüf olarak suçlu zannettiğimiz bir grup insana, etmediğimiz işlemi, yapmadığımız hakareti bırakmadık. Üzerinden fazla zaman geçmeden, namlunun kendimize döndüğünü gördüğümüzden itibaren, o yanlış davrandığımız insanların maruz kaldığı hareketleri şimdi meydanlarda anlatarak, kendimize kurtuluş yolu arıyoruz, onlara yaptıklarımızı dramatize ederek onların üstünden savunmaya geçiyoruz. Özür dilemek, pişmanlık bildirmek aklımıza bile gelmeden.

Öteden beri eleştirilen (79 yıllık cumhuriyet gibi) toplum kesimlerinin, bertaraf ettiği (etmeye çalıştığı) toplumu ayakta tutan ‘değer yargılarının’ tahrip edilerek, onların yerini almaya çalışmak ne acayip bir çelişkidir? Şöyle de özetleyebiliriz: Gitti mutlu azınlık, geldi mutlu azınlık. Birey olmaktan çıkıp, sürü olup çıkmış bir toplum içinde daha huzurlu olabileceğini düşünen mutlu azınlık tipi, yazık! İki de bir ağzında dini kelamlar dolaştıranlar eliyle yapılması ise iki defa yazık!.

“Politika sahnesinde, hırslı ve ikna kabiliyeti yüksek olan insanların, halkı etkileyip, peşlerinden sürükledikleri bilinen bir şeydir. Tarih boyunca hep bu şekilde olmuştur.” (İsmail Hakkı Altuntaş, internet yazıları 2) Sempatizan kazanmak veya sempatizanlarını sıkı sıkıya kendine bağlamak üzere yapılan propaganda içinde, yalanlara ve aslı olmayanları veya gerçekleri karmaşık olarak anlatmaya yönelik söylevler dinleyicilerin ve sempatizanların aklını karıştıracaktır. Doğrusu hiçbir şey anlamayan bu kalabalıklar desteklerini devam ettirecekler fakat bir zaman sonra yaptıkları hatayı da anlamaya başlayacaklardır. Bu itibarla, yapılan hatayı deklare etmek ve nasıl – niye yapıldığını anlatmak en iyisidir. Bu halde belki bir miktar taraftar kaybı söz konusu olabilirse de, doğruluk bu kayıpları göğüslemeyi gerektirir. “Hele içi başka, dışı başka birinin eline bir şey geçmez. Bir de yalancılık ortaya çıkarsa, felâket o zaman başlar. Eğer bu hallerin azı sende varsa, hemen tevbe et ve tevbeni bozma. Tevbe etmekten ziyade, tevbeyi bozmamak esastır.” Demek ki, ‘günah işleme özgürlüğü’ değil, insana verilen ‘Tevbe etme özgürlüğüdür.’ Bu gibi yanlış düşünce ve eylem durumlarına, yanında çalıştırdığın, sana yakın danışmanların sebep olmaktadır sonucuna ulaşmaktayız. Hatta adeta gözlerini bağlamış olmalıdırlar.

“Her suçluda toplumun da suçluluk payı vardır. Bir cemiyet şu hırsızı, bu kanuna isyan edeni dinleyelim, anlayalım demeden mahkûmiyet verirse, sorumluluğunu unutur. Hiç şüphesiz bu tutumla verilen her mahkûmiyet, bir diğerini davet eder.” (Agah Oktay Güner, 21.06.2012, Yeniçağ) Budur anlatmak istediğimiz. Dinlemeden, anlamadan yüzlerce kişiye verilen ağır mahkûmiyet cezaları döndü ve bumerang etkisiyle atanın kendisini vurdu. Adalet tam da budur. Canlı organizmalar, kendine dönüşü mutlak sağlayacaktır.

Paralel, sonsuzda tek olur, sonsuz denilen kavram da ancak üç adımlıktır.

 (*) Filim şeklinde bilerek yazıyorum.


27 Mart 2014 Perşembe

Mesajlarla Gündeme Dair


Dönün bakın 17 Aralık’tan bugüne kadar,

Gülen Cemaati ile araya giren kara kediden sonra ki yazılanları, çizilenleri takip edin.

Bugüne kadar ne bir fikir ortaya koyabildiler, ne şiir, ne de mizah…

Demek, AKP’yi fikren de, ilmen de taşıyan cemaat yazarları, ilim adamları, fikir adamlarıymış.

Bu tespit önemlidir. Erinmeyin, dönün ve 17 Aralık’tan bugüne yazılanlara, çizilenlere şöyle bir bakın. Nasıl da kupkuru, nasıl da savunmaya dönük kabuk yazılar.

Ya, düşünme yetilerini kaybettiler, ya da öteden beri hep böyleydiler de, cemaatin arkasına iyice gizlendiklerinden biz anlamıyorduk.

***

Özgürce günah işleme merkezleri açılsın istiyorum.

Akıllı bir işadamı bu yatırımı yaparsa, müşteri sıkıntısı çekmez.

Benden hatırlatması…

***

Günlerdir Başbakan Erdoğan, Paralel Devlet, inlerine gireceğim, vaiz lobisi, âlim müsveddesi, Vatikan temsilcisi, Papaz Lobisi… gibi suçlamalarla hepimizin bildiği cemaat mensuplarını özellikle üst yöneticilerini suçlamaktadır. Dinler arası diyalog temsilcileri de bu suçladıklarıdır. Diyalog vasıtasıyla öteden beri bildiğimiz ve inandığımız bazı kuralları yıkmak istemişlerdir. Amenna.

Biliyorsunuz, Başbakan ‘Medeniyetler İttifakı’nın eş başkanıdır.

Cemaatin dinler arası ittifak söylemiyle, Başbakan’ın medeniyetler arası ittifak söylemi aynı kitabın farklı paragraflarıdır o kadar. Amaç aynı, gidişat aynı, sonuç aynıdır. BOP Eş Başkanlığı da aynı projenin farklı cephesindeki çalışmalardan ibarettir.

Eee, o halde neden cemaati suçlamaktadır?

Namlu kendisine döndü de ondan.

Yani anlaşılıyor olmalı ki, bütün çalışmaları birlikte yaptılar, ne kadar istenmeyen ve ülkemize, devletimize, milletimize ne kadar zararlı iş ve işlemler varsa birlikte yaptılar.

Şimdi, Başbakan’ın söylediği her suçlama, ileri sürdüğü her kötülük aynı zamanda kendisinin de yaptığı suçlardır.

Kendisini de onlarla birlikte ihbar ettiğinin farkında değil.

Gerçekten çok saflarmış…

***

“Çözüm Süreci”nin bir safsatadan ibaret olduğu artık anlaşılmış olmalı. Bölünmek için, vatan toprağının bir bölümünde ayrı bir devlet kurmak için, kendi hükümetimiz tarafından yapılan çalışmalar, nasıl oluyor da ‘Barış’, ‘Demokrasi’.. gibi kavramlarla yutturulmaya çalışılıyor?

İnsan kendi evini kendisi yıkabilir mi?

Kendi kardeşini kovabilir mi?

Besbelli,

İdarecilerimiz şaşırmış vaziyetteler. Bir yandan Yolsuzluk,  bir yandan bölücülük. Her ikisi de eminim ki, YAPTIRILAN, istemese de YAPTIRILAN bir sonuç.

Aklınızı başınıza toplayınız.

Son şansınızı iyi değerlendiriniz.

Yolsuzluklara itibar etmeyeceğimiz gibi, bölücülüğe de geçit vermeyeceğimizi anlamış olmalısınız.

Siz, barış dedikçe, onlar özerklik diyorlar. Siz demokrasi dedikçe, onlar ana dilde eğitim diyorlar. Siz tek devlet dedikçe onlar gülüyorlar. Sizi yolsuzluğa bulaştırıp, aklınızı almışlar. Dengeniz kaybolmuş. Çünkü istediklerini ancak böyle bir yönetime yaptırabileceklerini biliyorlar.

Edeb Yâ Hû,

Basiret Yâ Hû…

NOT: Birkaç gün evvel ABD’nin Ankara Büyükelçiliği ve Adana Konsolosluğu’ndan iki diplomat (ki, muhtemelen CIA elemanları), Batman’da, BDP il binasını ziyaret ederek, PKK kurmaylarıyla basına kapalı saatlerce görüşmüş olduğu haberini Yeni Mesaj Gazetesi’nden (başka gazetelerde yok) okuduk. Çok ilginç bir gelişme. İç ve dış saldırılara maruz kalmış bir Türkiye Cumhuriyeti’nin, Güney Doğu’sundan bölünme, bölme çalışmalarının yapıldığını tahmin etmek zor değil. Bu bilgiler ışığında, gerçek ‘paralel devlet’’in kim, kimler olduğu yeniden sorgulanmalıdır deriz.

***

Hukuk öğreniyoruz:

Sanırım, kendinde hukuk formasyonu gören birisi kandırmış zat-ı alilerini. Yanlış mantık, hatalı cümle, gereksiz füruat hukuk algısının da karışmasına neden olmuş. Yine de bize onların mantığını anlama fırsatı veriyor. Önceki bir yazımızda belirtmiştik: bunlar, yolsuzluk olduğuna inanmıyorlar, yolsuzluğu başka şekilde tanımlıyorlar diye… İşte ispatı, Başbakan’ın cümlelerinden:

“Yolsuzluk dendiğinde şunu anlarım; devletin kasası soyuluyor mu, soyulmuyor mu? Hiç birisinin devletin kasasından alınan ve çalınan herhangi bir şey olmadığına kesinlikle inancım var. Bizi şu ana kadar başarılı bir şekilde getiren süreç de budur.”

“Mesela ben bir örnek vereceğim: üçüncü havalimanı 42 Milyar Dolar’a mal olacak bir havalimanı. Burada biz devlet olarak para ödemiyoruz. Yolsuzluk neresinde bunu göreceğiz. Bu havalimanı 20 yıl bunlar tarafından işletilecek. 20 sene sonra bu havalimanı, devlete teslim edilecek.”

“Şu anda bir yargı süreci var. Bu yargı süreci içerisinde her şeyi açık, net görme imkânımız olacak.”

“Bugün Türkiye, AB üyesi ülkelerin hemen hemen tamamına yakınından çok daha özgürdür.”

“Rüşvet nedir biliyor musunuz? Bir memurla sivilin iş tutması demektir. Onların arasındaki muamelenin adıdır. Yolsuzluğa gelince, yolsuzluk karşısında en büyük güç biz olduk bugüne kadar.”

İşte böyle saptırılır, böyle çarpıtılır. Cümlelerin tamamı yanlış, mantığı hatalı. Fakat Başbakan’ı kandırmışlar, zaten kendileri de sık sık –Safmışız! Diyorlar.

***

Allah sonumuzu hayır etsin, âmin.



26 Mart 2014 Çarşamba

Acı, Çiğ Köfte, Ney, İnsan


İnsan ve çiğ köfte ilişkisi:

Çiğ köftenin en önemli özelliği içine katılan çeşitli acı biberlerdir. Acılar ne kadar köfte malzemesi tarafından içselleştirilip, kendine ait olursa, çiğ köfte o kadar başarılı, o kadar leziz olur. Acıyı içine aldıkça çiğ köfte olur.

İnsanda böyle değil midir? Acılar yoğurur insanı, acıları ne kadar içselleştirmiş ise, yoğruldukça insan güzelliği çıkar ortaya.

“Aydın olmak aymakla başlar” diyor İnam Hoca, aydırmanın, kendine getirmenin yolları da acılarla baş etmeyi, acıları içinde hissetmeyi, acılarla baş başa olabilmeyi gerekli kılıyor. Her acı, bir zulmün sonucudur. Zulmün bulunduğu mevkilerde, zalimler hükümrandır. Acı, zalimin eseridir. Acıyı duymayan zalimi, zalimi bilmeyen, tanımayan ise kendini bilemez. Cümlesini şöyle sürdürür Hoca: “Aymazlıktan, gafletten kurtulmakla. Bilgili olmak, bilgisini zekâsıyla birleştirerek ürünler ortaya koymak, etkinlikler yapmak, biz aymadıkça, bizi aydın kılmıyor.” (Ahmet İnam, 26 Ağustos 2008, Akşam).

Ney ve acı:

Yaşama alanı sulak alanlardır kamışın. Sazlıklar içinde, toprak ve su birlikteliği boğum boğum ince ve uzun, nazlı saçakları rüzgârda savrulan narin bir varlık kamış. Ney ustası gelir, geniş mekânda arar ve bulur. Binlercesinin içinden seçer. Keser alır, ilk acısını o an tadar kamış. Kurumaya bırakılır günlerce. Sonra boğum sayısı, lazım olacak adette kesilir. İçini boşaltır. Gövdesinin en güzel yerine, kızgın şişlerle delikler açar. Başını keser, yeni bir baş ekler. Ve üfler, üfler. Verdiği ses öncelerden çektiği acıların yankılanmasıdır.

“Dinle neyden kim şikâyet etmekte, ayrılıklardan hikâyet etmekte” acıları, hikâyelerine, seslerine yansır. Sesini can kulağı ile dinleyip duyanlarda da acılar depreşir, yanmalar başlar. Sonsuzmuş gibi gelen cehennem ateşleri sarar, hayatın acılarını ortaya çıkarır. Çünkü uzak olmayan uzaklardan geldiğin hatırlatılır, seni yakmak için yeter bir bilgidir.

Ney sesi hayattır, candır. İlim irfan o ses ile yürür. Kâinat o sesin sahibinin tavafındadır.

Anlaşılmış olmalı ki, ‘NEY’, İnsan-ı Kâmil’in sembolik anlatımıdır.

Acısı olan, derdi olan, dertlere gark olanlar başı tacıdır.

Hû…



25 Mart 2014 Salı

Refleks Yitimi


Yorgunluğu ve yaşlılığı bahane edip, hatalı düşünce ve uygulamaları hayata geçirmeyi normal bir eylem olarak göstermeye çalışmak da ayrı bir hastalık refleksi olsa gerek. Tatminsizlik ve kaybetme korkusu izdivacı, kendine karşıymış gibi görür, değişime ve gelişime yönelik talepleri. Kanuna aykırı tespit edilen her davranış ilamı, kendisinin katline ferman verilmişçesine savunma mekanizmasını harekete geçirir. Olmadık suçlamalar ve olmaması gereken yasa değişiklileri ile iktidar ömrünü olabildiğince uzatmak kararını açıkça haykırır meydanlarda. Yine de bir türlü anlatamaz kendini. Eksikliği, hataları, yanlışları, kanuna aykırı iş ve işlemleri göz önünde durup duruyordur çünkü. Bir yandan da, her anlattığı ihanetler, ininde yaşayanlar, âlim müsveddeleri, peygamber düşmanları kendisini ele veren itirafname gibidir.

Dostumuz Mehmet Sağ, sosyal medyadaki bir tartışmada şunları söylemişti: “Bireylerin toplum içindeki sosyal ilişkileri ve statüleri, onların ‘cesaret’, ‘hareket’ ve ‘karar’ mekanizmalarını da belirlemektedir. Kişisel menfaatlerde gösterilen karar, hareket ve cesaret milli ve dini hassasiyetler söz konusu olduğunda azalmaktadır. Birey bu anlamda menfaatlerde içgüdüsel bir refleks haline bürünürken, kendi dışındaki hallere karşı da risk mantığıyla yaklaşmaktadır. Ona göre tehdit kişisel varlığına ya da menfaatine yönelik değilse bir tehdit değildir…” son cümle ülkemizin son 12 yılını ve özellikle son 2 ayını nasıl da özetliyor!

Gösterilen refleksin kendini savunmaya dönük olması, komplo teorileriyle kendini avutması, olanlara ve olaylara makul bir akılla bakılamadığının göstergesidir. Savunma refleksi, noksandır, gecikmiş bir refleks ortaya koymadır. Oysa devlet aklı, binlerce yıllık tecrübesiyle geçmişe ve olanlara bakarak, istenmeyen hadiseler zuhura gelmeden, tedbirini alabilen ve uygulamaya geçirebilen bir akıldır.

Hep arkalardan, hep başkalarından gelmesini tahmin ettiğiniz düşmanca saldırıların, bir gün içinizden size karşı geldiğini görürseniz, ne yapacağınızı şaşırır, nasıl davranacağınızı bilemez duruma düşersiniz. Hele, akıl devreden çıkar ve her yaptığınız kısa dönemli savunma duvarları örmeye yönelirse, artık devlet nizamını ve rejimini değiştirmeye kadar varır. Korku, hayatı tanzim etmeye yönelmiştir. Önerilecek tek çıkar yol, tası tarağı toplamak ve oraları terk etmektir.

Abdullah Alagöz üstadımız, “insan topluluklarını karanlık ortamlar ile karşı karşıya getirme çabası emperyal güçler tarafından tarih boyunca hep kullanılagelmiştir”  diyor. 30 Ocak tarihli ‘İstihbarat servisleri savaşları’ başlıklı yazımızda, 17 Aralık ve sonrasında meydana gelen olayların taraflarının, özellikle ABD ve İngiliz istihbarat servislerinin karşılıklı savaşları olduğunu söylemiştik. 22 Şubat Yeniçağ gazetesinde Mahir Kaynak’ın bir yorumu yayınlandı, şunları söylüyor: “Dünya üzerinde ABD, Rusya ve Türkiye gibi ulus devletler ile küresel sermaye arasında bir savaş yaşanıyor. Türkiye’de ki gelişmeler de bu savaştan bağımsız olarak ele alınamaz. Küresel sermaye, ABD Başkanı Obama ve Rusya Devlet Başkanı Putin ile birlikte hareket eden Başbakan Erdoğan’ı tasfiye etmek istiyor. 2011 yılı Kasım ayında İngiltere Kraliçesi’nin, Tapınak Şovalyeleri’nin 8 köşeli haçı nişanı taktığı Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün küresel sermayeye yakın olduğunu söyledi. Cemaat Amerika’da büyük sermayeyi temsil ediyor veya onlarla beraber. Onlarla ittifakın Türkiye’ye faydalı olacağını düşünüyorlar. Tayyip Erdoğan da karşı cephede. Yani Obama, Putin, Tayyip Erdoğan üçlüsü birlikte hareket ediyorlar”. Buyurun savaşın nereden koptuğunu. Öngörüsüzlük, milli menfaatleri dikkate almamak, kısa vadeli menfaatler uğruna elin (gâvurun) devletlerinin menfaatlerine uygun sözlerin verilmesi nelerin başa gelmesini sağlıyor! Yani 12 yıl boyunca ortaklıkları gül be şeker yürüyen tarafların bir gün paylaşım, kazanım, dağıtım sorunları meydana gelince, kavgaları su yüzüne çıktı. İktidarları boyunca, küresel oyuncu olduklarını söylerler ve fakat Uzakdoğu seyahatlerinde, küresel bir güç olma niyetlerinin olmadığını deklare ederler, daha doğrusu ettirirler.


Bir nevi güç yitimi, bir nevi zayıflamadır bu durum. Tabiatıyla ‘refleks yitimi’ni beraberinde getirmektedir. Her ne kadar, ‘abdestinden emin’ olduklarını dillendirseler de, ‘namazlarından şüphe’ etmeye başlamışlardır.

24 Mart 2014 Pazartesi

Yolda Yolcu, Yolcu’nun Yolu


Kâinat stabil değildir, daima hareket halinde, daima iyiye, güzele doğru değişim, gelişim halindedir. Sıfatlar İsimlerinin şekle, renge bürünmüş halidir. Kâinat sıfatların terkibinden başkası değildir. ‘İsmin sahibini’ tanımak ve anlamak için, sıfatlarının olağanüstü görünümünden, sonsuz derinliğinden, neş-vü nema eden isimlerinin bilinmesi ve dünyaya bir süreliğine gönderdiği kullarının bu isimleri öğrenmesi, bilmesi ve kendinde İsimlerin, açığa çıkarıp yaşanması gerekliliği vardır. Eğitim, öğretim bunun içindir. Yapılmasını emrettikleri, yapılmamasını istedikleri de bu kabil tahsil ve tedrisatı içindedir.

Nasıl olacak?

Öncelikle, daima hareket halindeki kâinata uyum halinde olarak, durumumuzu korumayı terk ederek, hareket haline geçmeliyiz. Anlaşılıyor ki, yola çıkış söz konusudur, yeni bir yola.

Yol, daima ikiye ayırılacaktır.

  1. Hatırlatanlar
  2. Unutturanlar

1 numaralı yolu tercih edersen, sıkıntılıdır, karmaşıktır, yol çakıllıdır, dağları fazladır, yarlar geçersin, seni yoldan alıkoyacak milyonlarca düzen vardır…

2 numaralı yolu tercih edersen, yol düzdür, her şeyin lezzeti farklıdır, oyun imkânları, tat imkânları türlü türlüdür. Renkli günler ve geceler seni bekler…

Yol aha anlatılan gibi.

Var artık, hangisini tercih edersen et.

İlle de fikrimizi soracak olursanız, bir numaralı yolun tercih edilmesini tavsiye ederiz. Kolay, zahmetsiz ve albenisi kuvvetli yolların asıl tehlikelerle dolu olduğunu bilmek lazımdır.

Bitkiler ve çiçekleri de böyledir. Nerede mat renkli, dikenli, albenisi olmayan bitki varsa, can onlardadır. Çeşitli renkli, parlak ve cazibesi olan bitkiler ve çiçekleri, reklamları kuvvetli ama ürünleri zayıf olan firmaların yaptığı gibidir. Yaklaşmamak, uzak durmak en iyisidir. Zehir, gösterişli bakışının ardına gizlenmiştir.

“İşaretlerimiz hakkında uygunsuz konuşmalara dalanları gördüğünde, başka bir konuya geçene kadar, onlardan yüz çevir… Eğer şeytan sana unutturur ise, fark ettiğin zaman zâlimler topluluğu ile beraber oturma.” (En’am/68)

Hakikatini unutuş, araya girenlerin unutturmasıyla olabilir. Araya giren tanımını, seni O’ndan uzaklaştıran her şey olarak anla. Mesela, onun-bunun dedikodusunu yapmak çok tatlıdır, söyleyene de dinleyene de zevk verir, geçici bir zevktir bu. Aldatıcıdır. Gıybet anında ise, Allah’tan uzaklaşılır. Unutulur. Hakikatten uzak düşülür. Dünya zevklerinin tamamı böyledir. Bu yüzden, ‘doymadan kalkın’ buyurulur. Aç kal demek değildir. Tıka basa dolarsa mide, rahatsızlanma da vardır sonunda. Yeteri kadar, gereği kadar, ihtiyacı kadar yemek edeptendir. Fazlası unutturanlardandır. Aklı çalışamaz hale getirir, Hakk’tan uzaklaştırır.

Bir de hatırlatanlar vardır. Her hareketlerinden, her sözlerinden, her yaptıkları veya yapmadıklarından verdikleri işaret, bildirdikleri bilgi, gösterdikleri resimlerle hatırlatırlar.

“Yemin olsun ki, size, içinde zikriniz olan (hakikatinizi hatırlatan) BİLGİ inzâl ettik! Aklınız almıyor mu?” (Enbiya/10)

Güzelliklerden bazılarını şöylece sıralayabiliriz: Aşk, tevâzu, huzur, anlayış, sarış, affedicilik, merhamet, irâde, vefâ, güzel bakış, asâlet, zariflik, bilgelik, modernlik, güncellik, hoşgörü, her şeyi ve herkesi içine alan sonsuz sevgi…

Yolunuz güzelliklerle dolsun, Sevgi Sultanları yoldaşınız olsun.

“Seni yoldan alıkoyan, geri bırakan söz, ister küfür olsun, ister iman;
Seni dosttan uzaklaştıran, ister çirkin olsun, ister güzel” (Hz. Mevlâna)


23 Mart 2014 Pazar

Müslümanlar Gerçekten Mutsuz mu?


18 Şubat tarihli haberiniz.com.tr ‘den üç yazı: Yaşar Kiraz “Rezervuar Köpekleri”, Afşar Zeybekoğlu “Dindar AKP’nin Günahları Kötü bir Mantıktır” ve Nazım Peker “Müslümanlar Neden Mutsuz”.

Sıradan bir okuyuşla birbirinden alakasız gibi duran bu üç yazı aslında, yazarları farklı, fakat aynı yazının çeşitli paragraflarından (bölümlerinden) başka bir şey değil benim için.

Öncelikle Nazım Peker’in yazısını okudum:

Başlığı okuyunca sordum, -gerçekten mutsuz mu? Olumlu cevap veremedim. Başlığa göre tam tersini düşünüyordum. Hayır diyorum, Müslümanlar Mutlu!

Mutlu ki, çalışmaya, düşünmeye, fikir etmeye, araştırmaya gerek duymuyorlar. Mutlu ki, nasılsa kendilerine sağlanan bir hayat var ve bu hayatlarını yaşıyorlar. Mutlu ki, dünya ömürlerini cennet edip, sonsuzluğu düşünemez olmuşlar.

Bunlar, aslında öyle olmalarını sağlayan güçlerin propaganda ve sağladıkları eğitimlerinden kaynaklanıyor. Devletlüler; kendilerine tabi olanların, yönetimi altındakilerin düşünenlerden olmamasını isterler, kendilerine verilenlerle mutlu olabilmeyi öğretmişler ve fazlasını istememeye alıştırılmışlardır. Bu durumu, az (yetersiz) tahsil ve az yemek (bulamadıklarından) ile halletmişlerdir.

Mesela, sen düşünme, senin yerine biz düşünürüz. Sen üretme senin yerine biz üretiriz. Sen okuma senin yerine biz okuruz…(artırılabilir)

Başkaları Müslümanın yerine yaptıkça, Müslüman’da da mutluluk katsayısı artıyor.

Her tespih çekişinde cennete bir adım daha yaklaşıyor ve ona yetiyor. Kandırılmışlar topluluğudur bugünkü Müslümanlar. Hesap peşinen yapılır: iki rekât namaz 70 sevap, oh ne ala! Bir gün oruç 1000 sevap, Arafat’ta dur anandan doğduğun gibi ol… bakınız ne kadar kolay! Bunlar mutluluk veriyor. Müslümanın beynine işlenen (kazınan) zanlardır bunlar. Namaz dediği günde beş defa seccadesini sererek kıyam, rüku, secdeler gibi ritüelleri yapmasıdır. Oruç dediği sabah – akşam arası aç kalmak, Arafat dediği Mekke’deki dağda ayakta durmasıdır. Ne namazın, ne orucun, ne Arafat’ın hakikatinden haberdardır, anlatılmamıştır çünkü. Ne de merak uyanmıştır. Boşuna, atalarından öğrendiklerini tekrar edegelmektedir.

Tam bu sırada Yaşar Kiraz’ın yazısı devreye giriyor. Pavlov’un deneyleri bize ufuklar açıyor.

“Korunma ve Sakınma” refleksleri ayniyle yaşanıyor. Hayatımızı düzenleyen kuralları olması gerektiği için değil, alışkanlık olduğu için uyguluyoruz adeta. Dini ritüellerde böyle. Derdimiz Allah’a yönelmek değil, vazife olarak üzerimize farz (!) edilen ritüelleri zamanı geldikçe yapıvermek. Bir tarafında cehennem, diğer tarafında cennet. Cehennemden sakınacaksın, bunun için de namaz kılarak korunacaksın ve cennet kapıları açılacak. Ne kadar kolay! İşte o an: cennet ve cehennemin birbirine benzeştiği anlarda ne olacak? Pavlov’un köpeklerinin “durmadan çırpınması ve uluması” cehenneme yaklaştığından mı, cennetten uzaklaştığından mıdır? Ve mutluluk katsayısını artıran cennet sanrısı, Müslümanlarda bir şeylerin kötü gittiğini düşündürmeyecek ve hayallerdeki hurilerle mutluluğuna mutluluk katacaktır.

Hâsılı mutludur Müslüman.

Ve mutlu insanlardan ne filozofik düşünceler, ne mimari de gelişmeler, ne sanayi de ilerlemeler, ne sanat eserlerinde artışlar, ne kütüphanelerdeki kitap okunma ve işleme sayısında yükselişler asla görülmez. Fikirlerin, eserlerin gelişmesi, sanayide atılımlar ancak, durumundan, halinden, yerinden endişe eden, rahatsız olan, ibadetlerine güvenmeyen, yaptıklarıyla övünmeyen, kendini öne sürmeyen… lerden meydana gelecektir.

Mutsuz insan verdiği eserlerden anlaşılır. Madem mutsuzdur Müslümanlar, sayalım bakalım son 300 senedir hangi eserleri vermişler?

Afşar Zeybekoğlu’nun doyumsuz yazılarından birisini daha okuduk:

“Dindar insanların nasıl olup da hazineyi soyup soğana çevirdiğini mi merak ediyorsunuz. Din boyasını kazıyın ve dindar badanasının altındaki ‘bedava devlet gücünü kullanabilmek imkânını’ ele geçirmiş ilkel insanı görün. Zira günümüz dincilerinin hali içine ilke, kanun, terbiye konulmamış ruhsuz çamur yığınından farksızdır”.

İşte Müslümanın hali. Mutsuz değil, tam tersi mutlu Müslümanın hali. Dünya da mekânı ve ahirette imanı tamam etmiş Müslüman!

Dua edelim de sıkıntılar, belalar Müslümanların üzerine yağsın. Yağsın ki, sahte mutluluklardan kurtulup, acının acı olmadığını anlasınlar. Mutsuzlukla başladıkları yollarına, huzuru kalp içinde varsınlar. Zihinlerinde biriktirdikleri zanlarını (putlarını) kırsınlar da, tapınma dedikleri tanrılarını yerle yeksan edip, Allah’a ulaşsınlar. Özgürleşsinler, çünkü derin tefekkür, ancak özgür Müslüman’ın becerebileceği bir çalışmalar bütünüdür. Durmaksızın halinden şikâyet eden, ilim fakiri Müslümanlar yerine, halinin haliyle hâllenip, halini (fıtratını) bilinçli yaşayan gerçek Müslümanların, mutsuzluklarını aşıp, gerçek huzura varacağının şuuru ile…


“Mutsuz edenlere dua et, mutluluğu daha derin hissettirdikleri için” (Hz. Mevlâna)

22 Mart 2014 Cumartesi

Yüzleşme


Derin nefes alabilmek için, havaya karışan karbon monoksit gazlarının, tozların, uçuşan küçük parçacıkların temizlenmesi lazımdır. Havamız kirlendi maalesef. İçtiğimiz sular gibi. Kazandığımız ve helal zannıyla yediğimiz ekmeklerimiz gibi.

Temiz kaynaklardan uzaklaştık, alın teri değil devlet imkânlarının alabildiğince kullanılabildiği, millete ait hazinenin mal edinilebildiği kadar rahata erildiği günümüzde, işini bilenler ve enayiler ayırımına tabi tutulduğu anlara rastladık. Kirlenme derinlere kadar, inançlara kadar, kabullere kadar ilerlemiş olduğu gerçeği ortada dururken, insanlar arasında onarılmaz ayrışmalar, kriz derecesinde derin kutuplaşmalar meydana geldi (getirildi). Senin adamın, onun adamı gibi inatlaşmalarla meydana gelen suni gruplar neredeyse birinin ak dediğine kara der durumuna düştü.

Yetiştiğiniz aile, çevrenizi kuşatan mahalle, kasaba, şehir, birlikte yaşanılan kültür ortamı, eğitim alınılan mektepler, ders veren hocalar, hizmet ve mal satın aldığınız esnaf ve diğer satıcılar, iletişim aygıtlarından öğrendiğimiz kültürel bilgiler, dinlediğimiz müzikler, söylediğimiz şarkılar, şiirler, baş döndürücü hızla gelişen teknoloji, yaşadığın ülkenin siyasi atmosferi… bütün bunların karşısında yalnızlığını yaşayan bir garip insan. İnsan olmaya gayret eden ‘Bilinç’li varlık. Verilenlerin hangilerinin faydalı olduğunu ayırt edemeyen, dolayısıyla zararlıyı kendinden uzaklaştıracak manivelalardan yoksun varlık. Kirlenme toplam olarak birleşerek hücuma geçer. Belki de ‘kir’ olduğunun farkında bile değildir yalnızlığını yaşayan insan. Kirli havuza dalmışlar gibi, saldırıya geçmiş mikropların tehdidi altındadır daima. Korunaksız.

Yalnızdır ama yalnızlığının idrakinde olup, bile isteye yalnızlık hayatına razı olanları da ayırarak, bütün tehlikelerden azade olarak kendilerini korunmaya aldırmışlardır. Hiçbir pislik bulaşmaz onlara. Atılsa bile çamurun izi kalmaz. Şeffaftırlar, çünkü günahsızdırlar, çünkü olabildiğince Allah ile beraberdirler. Hedef olmak, hedefi bilmek, hedefe yürümek için vardırlar.

“Kişinin en kör oldukları, en yakınlarıdır.” Kelamındaki anlamı, yalnızca etraftaki şekillerden, varlıklardan ibaret alırsak, yeni bir körlük tuzağına düşmüş oluruz. Kendi içindeki, derinliklerindeki göremediklerin, anlayamadıkların olarak anlarsak mana daha da genişleyecek ve vicdani yüzleşmeyle karşılaşacağız. ‘Sevgi’dir başaran vicdani yüzleşmeyi. Yukarıda ‘bilinçli varlık’ tanımını yapmıştık, işte, bilinç –şuur- vicdanı ortaya çıkartıp, yalan hayatları, kör bakışları sona erdirecek yegâne yol ve yolcu da ‘sevgi’dir.

Şeffaflaşma, yüzleşme sonrası zuhur eder ve yüzleşebilenlerin tamamında. ‘Bilinç’, bilinemediği sıralarda dünyadan ve dünyasından habersiz yaşıyorken, kendini, kendindekini bizatihi fark ederek, geçmişin yaşanmışlarına da pişmanlıklar yaşamaya başlamasıdır. İşte, yakının görülmesi ve idrak edilmesi durumu. İçerideki gizli cevherin artık görünür hale gelmesi.  Sonrası; yalanlar, dolanlar, riyalar sona erer. Üstelik karşının yalanı da aşikâre anlaşılır.

Ülkenin siyasi atmosferi kargaşanın da asıl sebebidir. Siyasi idarenin en başında bulunan kişinin ağzından duyulan ve ‘yalan’ olduğu sonraları anlaşılan sözler, milletin uyumunu, rahatını bitirir. Hem de Başbakan ağzından söyletilen; “Camide içilen içkilerin”, “Kabataş’ta saldırıya uğrayan başörtülü kadının” hikâyeleri bir gün gelip yalanlanırsa, yalanı kapatabilmek için yeniden yalana başvurulursa nice olur, nasıl olur? Yüzleşmesi, doğrulaması imkânsız gelişmeler bunlar. Doğrusu bizim de işimiz bu değil. Ancak, yaşadığımız ülkenin Başbakanı’nın böylesi kötü durumlara düşürülmüş olması da bizleri yaralar. Yalan, devlet büyüklerinin ağızlarında pelesenk olunca, yurt sathına yayılırsa ne olacaktır? Bakın gazeteci Cüneyt Ülsever, Her Açıdan Programında neler söylüyor: “Yalan söylemek normalleşiyor. Düşünebiliyor musunuz, bu ülkede Başbakan’a yalancı denilebiliyor.” Evet, bu durum tüm insanlarımızı yaralıyor.

İnsanların manevi dünyaları, yaşadığı yer havasından direkt olarak etkilenir. Düşünce dünyası allak bullak olur. Kişinin kendini bu havadan sıyırması ve kendine dönmesi zordur. Kirlenmiş siyasi ortamlarda kendine dönüp yüzleşme yapabilenler rahmete erişenlerdir, ya diğerleri? Onların yüzleşememelerinde siyaseti (devleti) kirletenlerin rolü yok mudur?

Bir vicdanın çığlığına kulak veriniz:

“Peki ama şu ‘kâr’ lekesiyle kirlenmemiş hiç mi vicdan yok bu ülkede ki her geçen gün insanımız/insanlığımız iğrenç beton kütleler arasında eridikçe eriyor?

Kapitalizm seni betona gömüyor ey tâlip, farkında bile değilsin!

Hem de bu sefer sarığıyla, cübbesiyle, seccadesiyle…” (Dücane Cündioğlu, 12 Aralık 2010 Yeni Şafak)


21 Mart 2014 Cuma

AKP’nin Seçim Kazanma Şansı


Millet, Darbeye inandırılırsa;

Yolsuzluklar kapanacak ve en önemlisi mağduriyete yatılacak.

Mağduriyet, 11 yıllık iktidarlarının en önemli tutamağı. Belediyeler, Cumhurbaşkanlığı ve Genel Seçimlerde darbe ve darbeciler gündemde tutularak yaratılacak mağduriyet algısı kullanılarak yeniden iktidarda kalmanın yolları aranıyor.

Aksi halde, bir başka partinin (hangisi olursa olsun) iktidar olması halinde vay geldi başıma!

Artık, kırk satır mı dersiniz, kırk katır mı?

Koro halinde, darbe – darbeci söylemi ve yaratılacak mağduriyet edebiyatı. Gönüllü askerleri de bu minval üzere hücuma geçmiş durumdalar. Hakk’ını da verelim, canla-başla çalışıyorlar.

ATV-Sabah’ı alabilmek için oluşturulmak istenen şu havuz hakkında Akif Beki, “Siyasi iktidara yakın bir vakfa yardım edilmesini rüşvet” diye eleştirenlere verip veriştiriyor. Başbakan’ın oğlunun vakfı. İşadamlarından, Belediyelerden, devlete ait bazı kurumlardan aktarılan çok değerli arsalar. Acaba diyorum, ‘karkas et ticareti’ yapan Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan o vakfı kurmuş olsaydı bugünkü mal varlığına ve gücüne erişebilir miydi? Sen bu soruya cevap ver Sayın Beki, erişebilir miydi? Cevabınız mutlak surette hayırdır, o halde TÜRGEV’e verilen arsalar, paralar rüşvettir, nüfuz ticaretinin bir başka nevidir. Boşuna çabalamayın durduk yere günaha girersiniz.

Eski Yunan’da güç kaynağı “para” ve “aile” olarak ayrılırdı. Siz gücünüzü ne paranızdan, ne de ailenizden alıyorsunuz. Sizin güç kaynağınız, bir daha gelmenizin hayalini bile kuramayacağınız devlettir. Devletten alıyorsunuz, devletin gücünü, arsasını, parasını, imkânlarını kullanıyorsunuz. Eski Yunan’ın filozofları kadar bile olamıyorsunuz, onların aklına devlet hiç gelmemiş.

Havuzda para toplayan edepsizin ağzından çıkanı kulağı duymuyor. Bunlar mı, Türkiye’nin büyük iş adamları? Bunlarla iş mi yapıyorsunuz? Yazık, yazık. Bu küfür asla unutulmayacak ve o soyadı Cengiz olan zat-ı muhtereme milletin A’sına koymak nasılmış gösterilecek. Gün ola harman ola. İlginçtir, yandaş yazarların hiçbirisinden bu küfre ne bir eleştiri geldi, ne de ayıplama. Şu Mekke Projesi nedir Allah Aşkına anlatıverin lütfen. Neler yaptınız Mekke’de? İşleri orada mı paylaştınız, paraları orada mı bölüştünüz, hangi ihalenin kime verileceğini orada mı ayarladınız? Anlatıverin de meraktan kurtulalım bari. “Mekke projesinde kararlaştırdığımız gibi” nedir bu kararlar?

Başbakan’ın “ne havuzu ya…” diye başladığı savunma cümlesi var ya, acıdım, üzüldüm. Bir başbakan bu duruma düşmemeliydi, düşürülmemeliydi.

Bütün bu olanlar, ancak darbe ve darbeciler söylemiyle unutturulabilir. Yeniden mağduriyet yaratılabilirse ve genel seçimler alınabilirse, her şey unutturulur aksi halde, yüce divanlar, mahkemeler, soruşturmalar…

Bence Tayyip Bey doğru yolda. Lakin darbe ile ilgili olarak bir soruşturma bile açılmadı, binlerce polis, savcı, hâkimin yeri değiştirilmesine rağmen, darbeci olarak, paralel devletin adamı olarak bir kişinin bile sorgusuna başvurulmadı. Bakalım bu işin altından nasıl kalkacak, hangi belgeleri sunacak, bekliyoruz.

Burada muhalefete büyük iş düşüyor, yolsuzlukları unutturmamak onların işi.


20 Mart 2014 Perşembe

‘Suzluk’ ile ‘Yol’ Hikâyesi


Köyün gençleri, ilkbaharın tam ortasındayken zaman, çayır-çimen, yaban çiçekleri serpilmiş, kuzular koşuştururken görürler birbirlerini. Evveliyatında da aralarında bir bakış, bir gülüş, el ediş, mendil bırakış, kaş çatış.. gibi gönül kayma, fikri olma belirtilerine şahit olunmuştur. Ama ilk baharın kanları kaynaştırdığı o ortamda her şey ayan-beyan olur ve bir iz takılma aşamasına geçilirdi.

Gençlerin büyükleri taa 94 yılında kararını vermişlerdi sanki. Bir ‘Suzluk’a, bir ‘Yol’a giderek düşüncelerini açıklıyorlar, sanki istemeseler de iz takıyorlarmış gibi yapıyorlardı. Sonraki yıllarda, birbirlerini beğendirme çalışmaları aralıksız devam etmiş ve gençlerin birbirlerine gönüllerinin kayması sağlanmıştı. Mesela, 97’de köyün bekçisinin eline verdikleri çakaralmaz silahlarla, meydanda gösteri yaptırmışlardı. Her ikisi de, bir Bekçiye, bir köy meydanına bakmışlar, bazen korkarak, bazen isteyerek bekçiyle birlikte olmuşlardı. Zaman ve ortadaki oyun daima onların birlikte hareket etmesine dönük oluyordu.

Hele hele, milenyumun başında öyle bir oyun sahnelendi ki, sormayın. Muhtarın kasasını soydular, soymakla kalmayıp Muhtar’ı köyden kovaladılar, köyde yaşayan herkes kendisini suçlu bulmaya, kendinden şüphelenmeye başladı. Ahali birbirine düştü. Köylünün malına, öküzüne, tarlasına-tapanına el konuldu. Savaş kızışmıştı. Öyle bir duruma gelindi ki, ‘Suzluk’ ve ‘Yol’ birlikte hareket etmeye ve hatta aynı evde yaşamaya -mecburen- karar verdiler.

Anlaşıldığı gibi, tanışıklıkları uzun yıllar önceye varır. Birbirlerine ellerini uzattıklarında, utanma duygusu içinde, zorla ellerini almışlardı. Aslında evveliyatında araları pek de iyi sayılmazdı. ‘Suzluk’, misafir bulunduğu hanenin Beyi tarafından tembihlenmeseydi, o eller birbirlerini asla tutmayacaktı. ‘Yol’da isteyerek uzatmamıştı elini zaten. Lanet olası emir demiri kesmişti.

Aslında, ‘Suzluk’ ve ‘Yol’ farklı eğitimlerden geçmiş olduklarından, tarih algıları, geleceğe dair çözümleri, edebi zevkleri ap-ayrıydı. Birbirlerinin dilinden, esprilerinden anlamıyorlar, anlatmak istediklerinden çoğunlukla farklı manalar üretildiğinden, sıklıkla Ya Sabır çekerler ve dillerini bile ısırırlardı. Bu durumda geçim zordu ama verilen talimata göre yapılacak işlerin de bitirilmesi gerekiyordu. Bu sebeple –hele biraz daha zaman geçsin, sözü her ikisinin de ağzındaydı.

Arkadaşlıkları, beraberlikleri çok uzun sürmese de, birlikte oldukları zaman içinde yapmadıklarını bırakmadılar. Kendilerince başarılı da oldular hani!

‘Ulus Devlet’; bir milletin, tarihi, kültürü, inançları üzerine oturmuştu. Öteden beri yapılagelen siyasi savaşlarda, iç ve dış ortaklarıyla birlik olup öncelikle bu düşünceyi silmeye muvaffak oldular. Devletin hâkimiyetinin, adının Türk olmasının bir öneminin olmadığını yıllar içinde işleyip zihinlere nakşettiler, ha Türk Devleti ha Türk-Kürt devleti ne fark ederdi. Nasılsa, bir evimiz vardı ve biz evimizden mesuldük.

Sonra, ‘Suzluk’ ve ‘Yol’ arkadaşlıklarını, özellikle resim verirken güler yüzle gösteriyorlardı. Toplantılarda, konferanslarda, Bakanlıklarda alınacak kararlarda, tutuklamalar yapılırken, vatan malları satılırken, soruşturmalar açılırken, devletin hazinesi har vurulup harman savrulurken hep ama hep birlikte karar verdiler.

Her yapılan işin bir noktasında sorun çıkıyordu. Paylaşmak.

Her ikisinin de geleneğinde, örfünde âdetinde paylaşmak diye bir şey yoktu. Neye sahip olmuşlarsa hepsinin kendisine ait olması gerektiğini her ikisi de düşünüyor ve böylece kabul ediyorlardı. Tabii ki, bu durum aralarında bir kavgayı da beraberinde getirdi. En önemli anlaşmazlık da devlet denen (onlar için maldan ibaret) aygıtta, senin adamın – benim adamım iş başına getirilecek kavgasıydı. Kimin adamı getirilirse getirilsin, kendilerinden olmayanlara karşı acımasız, vicdansız davranıyordu. Kimilerine görev verilmiyor, kimileri terfi ettirilmiyor, kimileri istemediği alanlarda istihdam ediliyordu. Şikâyetlerin ardı arkası kesilmez olmuştu.

Her iki tarafta bu oyuna bir son verilmesi gerektiğini düşünmeye başlamışlardı.

Her iki tarafında yetki aldığı Bey araya girerek, -madem anlaşamıyorsunuz, birliktelik nasıl hukuki bir sonuçsa, ayrılık da hukukidir, ayrılın. Emrini verdi.

Ayrılıklar acılı olur bilirsiniz. Hatıralar, hatıra düştükçe acıtır.

Kaldı ki, ‘Suzluk’ ve ‘Yol’ birlikteliğinden, Zübükzadelerden Zübük efendinin verasetinin de yardımıyla, kapkara bir veledi zina dünyaya gelmişti.

Adını da “yolsuzluk” koymuşlardı.

***

Hikâyenin sonu ve alınacak ders:

“Rüşvet ve yolsuzluk, bir ekonomik modelden diğerine geçerken oluşan belirsizlik ortamında, ‘yasal boşluklarda’ aniden çoğalır. Bir siyasi rejimden diğerine geçmeye zorlanan toplumlardaysa rüşvet, yolsuzluk adeta salgın hastalık düzeyinde bir patlama sergiler. Bu yüzden bu konuyu bireylerin ahlak bozukluklarının ötesine geçerek anlamaya çalışmak gerekiyor.” (Ergin Yıldızoğlu, 10.2.2014)



19 Mart 2014 Çarşamba

Kırım, Ukrayna ve Millilik


Almanya liderliğinde ve ABD’nin desteğinde (ve planlamasıyla) uygulanan, Avrupa Birliği’nin Ukrayna politikaları Rus tankına tosladı.

Ekonomik verimliliğini yitirmiş, ihtiyarlamış insanlarının iş-gücünden düştüğü Avrupa yeni kapılar, yeni imkânlar aramak peşindedir. Türkiye’yi düşürdükleri gibi, Ukrayna’yı da aynı tuzağa düşürmek istediler. Gümrük Birliği sözleşmesini dayattılar. Ukrayna idaresi imzalamadı ve çok iyi bildikleri halk ayaklandırması yöntemini hayata geçirdiler. Oyuncular Avrupa Birliği adına sahnede olmalarına karşılık, perde ABD’nin isteği ile açılıp kapanıyordu. Çıkartılan kargaşa sonucu, hükümeti düşürdüler. Cumhurbaşkanı’nı istifaya zorladılar. Yüzlerce kişinin ölümüne sebep oldular. Ukrayna’nın verimli toprakları ve fakir halkının işgücünden istifade etmek gayesiyle. Küresel çetelerin acımasız oyunu. Başkentten başlattıkları olaylar, Kırım’a kadar uzandı.

BOP planlamalarıyla Arap ülkelerinde oynan oyunun bir benzeri sahnelendi. Yıkım ve kan dökülmesi de oyunun bölümlerinden. Aslında bölge, renkli devrimlere 2000’li yıllardan aşina. Ukrayna ve Gürcistan’da denenen ve başlangıçta başarılı olan ‘renkli devrimler’ oyunu, yıllar sonra bozulunca yeni bir alternatif olarak ve özellikle Karadeniz hâkimiyeti hedefine varılabilmek için, Ukrayna bir kez daha seçilmişti.

Hesap edilemeyen veya önemsenmeyen bir güç vardı Rusya. Ukrayna halkının önemli bir bölümü Rusça konuşan ve Rusya’ya tabi olmaya can atan topluluktu. Tıpkı, Irak’ta bulunan Türkmenler gibi. Rusya bizim yaptığımıza benzer uzak durmadı, Türkmenlerin başına gelenleri uzaktan izlediğimiz gibi izlemedi ve halkının selameti ve can güvenliği için girdi önce Kırım’a ve sonra Ukrayna içlerine doğru. Batı ve ABD işbirliği ile kurulan oyun 48 saat içinde bozuldu.

Bu, ABD ve Avrupalı dostlarının son yılda uğradığı ikinci yenilgiydi. Suriye ve Ukrayna’da Rusya galibiyeti tüm dış politika idarelerinde konuşulmaya başlanıldı. Çizilen karizmasını düzeltmek için ABD, Rusya’nın da dahil olduğu küresel lobilerden atılmasını konuşmaya başladı. Buna karşılık Rusya politik cevaplarını verdi ve ABD Dış İşleri Bakanı ağzıyla yapılan tehdit, söylenildiği ile kaldı.

Hatıralarımızda kötü ve hatırlamak istemediğimiz acıklı resimler saklı Kırım hakkında. İlki Küçük Kaynarca Antlaşmasıyla Osmanlı’nın elinden çıkışı (aslında bu antlaşma Osmanlı’nın yıkılışının ilk resmi belgesidir). “Neticede 21 Temmuz 1774’te imzalanan Küçük Kaynarca antlaşması devletin Karlofça Antlaşması’ndan sonra imzalamak zorunda kaldığı en ağır antlaşmadır. Bu antlaşma toprak kayıpları bakımından çok büyük olmamakla birlikte hukuk, ticaret ve diplomasi alanında Osmanlı tarihinin en ağır belgesidir.” (XVIII.Yüzyıl: Islahat, Değişim ve Diplomasi dönemi, Doç. Dr. Mehmet Alaaddin Yalçınkaya)

İkincisi ve en kötüsü ise, özellikle Stalin tarafından 1944 yılında Kırım Tatar Türklerinin hemen tamamının bir gece içinde uzak yerlere sürülmesi ve yurtlarına yerlerine Rusların yerleştirilmesidir. 100 bin civarında Kırımlı’nın öldüğü bilinen bu zulümden sonra, Kırım Türkleri tekrar anavatanlarına dönmenin yollarını aradılar ve bu hedeflerini hep canlı tuttular. 1989 Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından, Ukrayna’ya geçen özerk Kırım idaresi zorla göç ettirilen Türklerin vatanlarına dönmesine göz yumdu (Tabi bu zamana gelene değin özgürlük mücadelesi ve vatana dönüş çalışmaları hiç hız kesmedi) . Evet, tersine göçler oldu. Lakin dönebilenler ancak bir avuç kadardı. Kırım’da oturacak ne yerleri vardı, ne de kendilerine tanınan bir imkân olmuştu. Bu sebeple, dönebilenler şehrin dışında kendilerine çadır kentler kurdular ve buraları yaşama alanı yaptılar. An itibariyle Kırım nüfusunun ancak %12’sini Türkler oluşturmaktadır.

İşte, Ortadoğu’dan sonra Karadeniz’de de iç isyanlar çıkartarak, yandaşlarını (devşirdikleri) yönetime getirip, Ukrayna ve dolayısıyla Karadeniz’i sömürge yapmak isteyen Batılı güçler; Rusya’nın: “Ukrayna’da bulunan Rus vatandaşlarının hayatlarına ve sağlıklarına oluşan tehditleri gündeme getirerek ve Rusça konuşan halkı koruma ve kollama hakkının da bulunduğunu” ileri sürerek, Kırım’a, oradan da Ukrayna içlerine doğru girmeyi sürdürmüştür.

Türkiye Dış Politikası bu hengâmede Batı’nın yanında durduğunu belirtebilmek adına sadece: “Ukrayna’nın toprak bütünlüğünden yana olduğumuzu” bildirmiştir. Devlerin savaşını izlerken, aslında bizim yapabileceğimiz de pek fazla bir şey yok gibi gözüküyor. Bizimkiler toprak bütünlüğünden bahsedince akla ister istemez Irak geliyor. Orası içinde benzer bir politikamız vardı, Irak’ta neredeyse 4. Devlet kurulmak üzere, Sudan için aynı lafları söyledik fakat ikiye bölünmeden kurtaramadık, Libya için benzer politikayı sürdürmek istedik onlarca aşiretin kurtarılmış bölgeleri haline geldi, Suriye’den bahse lüzum yok, şimdi durup Ukrayna’yı izleyeceğiz bakalım neler olur?

Problem de girift. Kırım Ukrayna’da kalsa (toprak bütünlüğü) ve Rusya çekilse Avrupa -Batı- çöreklenecek, Kırım bağımsızlığı seçse Rusya çökecek, gel de çık işin içinden. Bu giriftlik ve bilinememezlik içinde sırf Batı yanlısı olmak adına, ne Ukrayna-Rusya geleceğinden ne de Kırım Türkleri’nin geleceklerinden tavizler verilmeden akıllıca bir politika izlenilmelidir. Karadeniz, Boğazlar, Marmara Denizi, Ege Denizi gibi çok önemli politik araçlar kullanılarak, milletimizin ve devletimizin bekasına zarar verilemeden bu problemin içinden çıkılmalıdır.

Ustalık, böyle günlerde belli olur…

(06.03.2014 tarihinde haberiniz.com.tr de yayınlanmıştır.)


17 Mart 2014 Pazartesi

‘Sağcı Seçmen’ Analizi


“Sevgili yurdum, seni en çok siyasi yorumcuların analizcilerin sözcülerin kandırdılar.” (*)

Pislik yağmaya başlarsa, yere doğru bak, güneş sandığın ışık demetinden kaçır gözünü. Göz, çok önemlidir, bütün bilgilerin sana ulaştığı kapı, o kapıyı iyi korumalısın. O kapıdan, Hak’tan başkası girememeli.

Etrafın, pislikleriyle yığın yapan, ne idiğü belirsiz insan suretindekilerle dolar ve dairenin içinde seni de merkezlerine doğru çekmeye uğraşırlar. Yere doğru, toprağa doğru bakışlarını kaçır ki, etrafından haberin olmasın. Çünkü onlar kendilerini şeytanla yetiştirmişler ve şeytanlaşmışlardır. Böyle olunca, şeytan artık onlardan uzaklaşır, daha doğrusu onların yanında bulunmasına gerek kalmaz. Görevini onlara bırakmıştır.

Toprağa doğru bak, bütün pisliği absorbe eder ve seni korur. Toprak, mütevazı haliyle içine alır seni ve toprak yapana kadar, topraklaştırana kadar meşgul olur seninle. Güneş, daha sonra yeniden doğacaktır. Çünkü vaktiyle güneş diye baktığın güneş değildi. Senin arzuların, isteklerin, davaların, hedeflerinden… Kopup gelen ve daima yanıltıcı olan sahte ışık demetiydi. Orduların mağlubiyet sebepleri.

Kalelerin zapt edilmesinin tek şartı, içerden kişiler bulunması ve onların, ölümüne karşı orduya çalışmasıdır. Kaleyi tahkim edip, içindekilerin eğitimi, talimi, yetişmesi gerçekler eliyle olmalıdır. Yanlış bilgi, yanlış kişi, yanlış sistem; yanlış çoğunluğu doğurur ve onlardan kurtulmanın yolu ancak sonraki göbeğe kadar sürer.

“Türkiye’de sağ seçmenin en büyük karakteristiği ‘inadçılıktır’, inatçılığın ülkemize bir kültürü bir türküsü bir sineması bir romanı bir üretim’i bir hayrı olmamıştır.” (*)

Sıkı sıkıya bağlandığı doğmalar, geleceğinin garantiye alınması düşüncesinden başka bir şey değildir. Ayrıca, idareyi otoriter bir tavırla götürdüğünden yetkililer, bu devranın sonlanmaması için, idaresi altındakilerin değişmesini, gelişmesini önleyici tedbirleri alırlar. Polisin katı gücü, yargının şefkatsiz kararları, ekonomik yaptırımların acımasız tahsilat yöntemleri keskin kılıç gibi durur halkın -taraftarlarının- başında. Egemenler böylece güçlerini korurken, toplum da kendisine verilen uğraşlar içinde durumu muhafaza etmeye devam eder. Bu yöntem sayesinde toplum körleşir, sığlaşır, bulundukları durumdan daha kötüsünü yaşamamak için halini muhafaza etmeye devam eder ve gelecek onları korkutur. Bu durum bir kiriz halidir. Krizden kurtulmanın yolunu arasalar da, yapılmak istenen eylemin muhafaza ettikleri değerlere ne kadar uygun olup olmadıkları hakkında düşünülür ve vaz geçilir. Çünkü -Milli İrade-nin yara almamasına inandırılmıştır. Tüm bu inançları artık onun ideolojisi halini alır. “İdeolojiler oluştukça hantallık baş gösterir. İnsanı bedenleriyle saymaya başlar iktidarlar. Düşünceleri önemli değildir çünkü. Ve bireyin iradesinin sadece toplumun çizdiği sınırlar içinde bir anlamı vardır.” (Erhan Kanışlı, Bunalım ve Değişim başlıklı makalesi)

“Sağ seçmenin çatışması ‘kültür’ üzerinden değil beyinleri zonklatan kuru bir cehaletin inadçığıyla kuruldu.” (*)

‘Kuru cehaletin inatçılığı’nın yanı sıra; değer yargıları konusunda kendisini en üst seviyede görmesi, eskimiş eşyalarını bir türlü atamaması ve yaşadığı mekânın bir nevi çöplük olması, etrafının kendi fikirlerine evet dememesi halinde onlarla çalışma yapmaması ve cimri olması gibi özelliklerini de saymalıyız.

Böyle beyinlerin Hakk ile irtibat kurarak bir eser meydana getirmesi düşünülemez. Hatta üniversite diploması sahibi olmalarına rağmen çoğunluğun, günlük meşgaleler içinde boğulma durumunda olması, yönünü Hakk’a çevirmesini engeller. Pislik böylece yağar. Tembellik, üşengeçlik, nemelazımcılık, önemsememezlik, dert etmemezlik, üzerinde düşünmemezlik kuru inatçılığın sonuçlarıdır ve beynin çalışmasını durdurur. Pislik, her tarafı doldurur. Komşusunun evine giren hırsız onu sevindirir. Yakınının çocuğunun sınav kazanamaması onu zevklendirir. Tüm kazançların kendisinin olmasını ister. Dünyada bir o vardır, diğerleri yok hükmündedir.

Dünya, onun için sonu olan bir yer değil, sanki sonsuzluk burasıdır. Düşünceleri sığdır. Enginlik onun harcı değildir.

“Bu ‘dinimizce caiz değil’ demesi, dine inandığı için değil, karşı pozisyonu oturtacak bir sebep bulamadığı içindir.” (*)

Din algısı ‘beden’e bağlıdır. Dünyada bedeni ile var olduğunu düşünmez, fakat bedeninin kendisi olduğuna inanır. Küçük çağlarından itibaren öğrendiği bir takım hikâyelerin din olduğuna inandırılmıştır. Zaten daha ötesini bilmesini de gerek yoktur. Lazım olduğunda nasılsa bir hoca bulur ve sorar. Elbette bulacağı da kendisi gibi inananlardandır. Onun da vereceği bilgi ancak kendisinin bilebileceği bilgi kadardır. Böylece bir kısır döngüdür gider. Bedeninin bir gün toprağa gömüleceğini düşünür. Orada çeşitli eziyetlere tabi olacağını bilir. Bu sebeple hayatı büyük korkular içinde geçer. Korkuları onu pek çok hastalığa düçar eder. Bedeninin parçaları, midesi, böbreği, bağırsağı hatalı işlemeye başlar, rengi solar, terlemeler - titremeler olur, baygınlık geçirir, göğsü sıkışır… Bunların tamamı ruhi sebeplerledir, korkularındandır.

Böyle bir kişinin tuttuğu spor takımını değiştirmeye mecali olmadığı gibi, oy verdiği partiyi de değiştirmeyi akıl edemez.

Gariptir ki, bahsedilen tipin sahip olduğu din algısı, egemen güçlerin bilerek ve isteyerek öğretisinden kaynaklanır. İlahiyatçılar ve Diyanet iktidarın isteğine göre toplumu eğip bükmektedir. Bu durum onların bile isteye yaptığı bir faaliyet olmayabilir. İstemeden de, bilmeden de yapılıyor olabilir, lakin sonuç değişmiyor.

Ve bütün bunlar, muhafazakâr toplum mühendisliğinin sonucudur.

Pislik yağmaya başlarsa, çevir bakışını ‘Toprak’a doğru.

Boşuna mı söyledi Veysel Baba: “Benim sadık yârim kara topraktır.”

(*) Cümleler, Nihat Genç’in inat Oyları başlıklı yazısından alınmıştır. 7.2.2014 Odatv


Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...