“Bunlar seçimi kaybetseler bile,
iktidarı teslim etmezler” diyenleri haklı
çıkarırcasına, İki seçim iptal edildi ve erken seçime gidildi.
İlki genel seçimlerdi. Karar
alındıktan sonra 180 derece farklı bir politikaya sığındılar. Terör eylemleri
yükseldi. Art arda yurt içinde bombalı eylemler yapıldı, 500 civarında cana mal
oldu. Güneydoğu’da terör örgütünün şehir yapılanmasının şehir içinde yaptığı
faaliyetlere evvelinde ses çıkartmadıklarından, tüneller, tahkim mevkileri inşa
etmişlerdi, onlara karşı doğrudan harekete geçtiler ve günlerce çatışmalar
yaşandı. Millet içerisinde korku büyüttüler. Her gün gelen şehitlere
ağlamaktan, taziye toplantılarından ne seçim ne kimin yöneteceğini düşündü
millet, ta ki, seçim günü gelinceye kadar. Artık, düşünmeye de zaman
kalmamıştı. En iyisi eskisini yeniden işbaşına getirmekti. Ve başarılı oldular.
İkincisi yerel seçimlerdi.
Sonuçta yeniden bir hezimet yaşandı. Ellerinden gelse yurt sathındaki
seçimlerin tamamını iptal ederlerdi, bunu göze alamadılar. Yalnızca İstanbul
seçimlerinin, Belediye başkanı tarafını iptal ederek 2 ay sonraya gün verdiler.
İlkinde 13 Bin oy farkı olan seçim sonucu, bu kez 800 Bin farka çıktığından
artık ses çıkartacak halleri kalmamıştı ve Yüksek seçim Kurulu sonuçları
açıklamaya başlamadan, adayları televizyon kameralarının önüne çıkarak,
rakibinin seçimi kazandığını açıkladı.
İstanbul yerel seçimleri,
zaten yolundan gitmeyen treni iyice raydan çıkardı. Neredeyse devrilmeye yüz
tutan trenin görevlileri, yolcularının rahatını sağlamaya yönelik çabalardan
vaz geçerek, kendi geleceklerini düşünmeyi yeğlediler. Sonuçta, adalet önünde
savunma yapmakta vardı. Hiç istemeseler de, aralarından da ayrılanlar, trenin
sağlığı ile de ilgileniyorlar, onların ilgilendiklerini anladıkları anda
basıyorlardı yaygarayı. Buna mecburdular. Ne kadar gürültü çıkarırlarsa,
bulundukları yerde kalmaya o kadar devam edebilirlerdi. Sağlamak istedikleri de
buydu sadece. Öyle bir hale geldi ki, kendi akıllarına bile kendileri karşı
çıkmaya başladılar. Her sözleri, bir önce yaptıklarının eleştirisi üzerine
oluyordu. Ya, lügatte kelime bitmişti, ya da kelimelerin yüklendiği anlamdan
uzaklaşmışlardı. Dilleri bile sürçse –bir bildiği vardır.. Denilen
zamanlardan, kendi içlerinden çıkarttıklarının bile ağır eleştirilerine muhatap
olmaya başlamışlardı. Bu sıkıntılar yaşanırken, tüm dünyayı sarsan Covid-19
pandemisi tuz-biber olmuştu. Üstüne üstelik derin bir ekonomik krize
yuvarlanılmış, iktidar sahiplerinin inadı, ihtirası yüzünden yanlış alınan
ekonomik kararlar sebebiyle kriz günden güne gittikçe derinlik kazanmaya
başlamıştı. Yanlış olduğu bilinen fikirlerini bile, uygulamaya koymaya ısrarla
devam ettiklerinden, inat ve ihtirasları yüzünden ileriyi göremez, doğrulara
yanaşamaz olmuşlardı. Tek bildikleri –en büyüğünün kendileri olduğuydu.
İşler yerindeyken,
yurtdışından sermaye akıyorken, akıllı olanın kendisi olduğunu söylemekten
çekinmeyenler artık, akıllara değil duygulara hitap etmek ve insanların
ihtiyaçlarından ziyade hayallerinde kurdukları dünyalara hitap etmeyi kurtuluş
olarak görmeleriydi. Bu sebeple, hayal bile olsa yeni keşifleri ilan etmek,
sayısız fabrikalar açmak, vaka – hasta sayılarını gizlemek, enflasyon
oranlarının düşük çıkmasını sağlamak üzere hesaplama yöntemleriyle oynamak gibi
akıl almaz ve akıllı insanların yapmayacağı şeylere tevessül bile etmişlerdi.
Tıpkı eşkıya ahlakıydı bu. Eşkıyanın bildiği yalnızca silah ve kuru gürültü
oluyordu.
Bir zamanlar desteğini
sağladıkları sermayeyi de yitirmeye başladılar yavaş yavaş. Çünkü dağıttıkları
işler, ihaleler bir elin parmak sayısını bile aşmayan çıkar birlikteliği
yapılan şirketlere (kişilere) veriliyordu.
Bir yandan da, kalite
düşüklüğü yaşanmaya başlamıştı. Yanlarına aldıkları seçme kişilerden akıl almaz
hareketler, inanılması güç yorumlar yükseliyordu. Sahibi oldukları gazeteler,
dergiler, radyolar, televizyonlar nerdeyse ülkenin tüm yayın organlarının
tamamı olduğu halde, -seslerinin duyurulamadığından dem
vuruyorlar. Daha fazla, daha fazla istiyorlardı. Oysa seslerinin duyurulmasını
sağlayacak nitelikte insandan mahrumdular, yazık ki, bunun bile farkında
değildiler. Gazetelerinin okuyucusu, televizyonlarının seyircisi yok denecek
seviyedeydi.
Devlet kurumlarına atadıkları
insanların, ne kanundan, ne hukuktan, ne insan haklarından, ne kul hakkından
haberleri vardı. Akıllarına gelen her şey sanki ilahi geliş!miş
gibi ya hemen söylüyorlar, ya da uygulamaya geçilyorlardı. Sonuç olarak da bu
durum, kendi fikirlerinin ölümüne neden oluyordu. Çünkü söylenen veya uygulanan
her ne ise bir önce söylenen veya uygulananın tersi, eleştirisi oluyordu.
Kendileri, kendilerinin eleştirisini yaptıklarının bile farkında değildiler.
Ve öfke egemen oldu tüm
yapılan ve söylemlere. Çünkü yaptıkları ve söylediklerinin bugünün insanında
ciddi bir karşılık bulmadığını görüyorlar, daha ötesini de bilmediklerinden kalıyorlardı
ortada, nefesleri kesiliyordu. Gittikçe de ötekileştiren bir dilin sahibi olup
çıktılar. Hatta inançlı olduklarını söyledikleri dinî bilgilerini bile
kavgalarına alet etmekten kaçınmadılar.
Hırçınlıkları, öfkelerini
artırdı, öfkeleri hatalarını…