29 Aralık 2020 Salı

İlim adamı Bildiklerimize

 

Sizlere saygım sonsuzdur.

Elbette benden çok çok iyi biliyorsunuz.

Sizlere saygım sonsuzdur.

Bu, çok samimi fikrimdir.

Sizlere saygım sonsuzdur.

Öyleyse, sizleri durduran bir kuvvet var.

Ya;

İlmin gereği, gerçekleri hemen söyleyecekseniz.

Ya da sizlere karşı saygım sona erecek.

Tıpkı, hukuk garabetleri karşısında susan hukuk profesörleri veya yanlış hükümlendiriilen dini problemler hususunda susan İlahiyatçılar gibi.

Sizlere saygım sonsuzdur.

Ne susan hukukçular, ilahiyatçılar gibi olun,

Ne de konuşamayan ilim adamları… gibi….

Bir mümkünü bilin ve konuşun.

Bizim nabzımız,

Her verilen şerbeti kabul edebilecek gibi değil…

Son söz:

Siz bilirsiniz…

 

 

25 Ekim 2020 Pazar

Yakın Geçmişe Dair Düşünceler…

  

“Bunlar seçimi kaybetseler bile, iktidarı teslim etmezler” diyenleri haklı çıkarırcasına, İki seçim iptal edildi ve erken seçime gidildi.

İlki genel seçimlerdi. Karar alındıktan sonra 180 derece farklı bir politikaya sığındılar. Terör eylemleri yükseldi. Art arda yurt içinde bombalı eylemler yapıldı, 500 civarında cana mal oldu. Güneydoğu’da terör örgütünün şehir yapılanmasının şehir içinde yaptığı faaliyetlere evvelinde ses çıkartmadıklarından, tüneller, tahkim mevkileri inşa etmişlerdi, onlara karşı doğrudan harekete geçtiler ve günlerce çatışmalar yaşandı. Millet içerisinde korku büyüttüler. Her gün gelen şehitlere ağlamaktan, taziye toplantılarından ne seçim ne kimin yöneteceğini düşündü millet, ta ki, seçim günü gelinceye kadar. Artık, düşünmeye de zaman kalmamıştı. En iyisi eskisini yeniden işbaşına getirmekti. Ve başarılı oldular.

İkincisi yerel seçimlerdi. Sonuçta yeniden bir hezimet yaşandı. Ellerinden gelse yurt sathındaki seçimlerin tamamını iptal ederlerdi, bunu göze alamadılar. Yalnızca İstanbul seçimlerinin, Belediye başkanı tarafını iptal ederek 2 ay sonraya gün verdiler. İlkinde 13 Bin oy farkı olan seçim sonucu, bu kez 800 Bin farka çıktığından artık ses çıkartacak halleri kalmamıştı ve Yüksek seçim Kurulu sonuçları açıklamaya başlamadan, adayları televizyon kameralarının önüne çıkarak, rakibinin seçimi kazandığını açıkladı.

İstanbul yerel seçimleri, zaten yolundan gitmeyen treni iyice raydan çıkardı. Neredeyse devrilmeye yüz tutan trenin görevlileri, yolcularının rahatını sağlamaya yönelik çabalardan vaz geçerek, kendi geleceklerini düşünmeyi yeğlediler. Sonuçta, adalet önünde savunma yapmakta vardı. Hiç istemeseler de, aralarından da ayrılanlar, trenin sağlığı ile de ilgileniyorlar, onların ilgilendiklerini anladıkları anda basıyorlardı yaygarayı. Buna mecburdular. Ne kadar gürültü çıkarırlarsa, bulundukları yerde kalmaya o kadar devam edebilirlerdi. Sağlamak istedikleri de buydu sadece. Öyle bir hale geldi ki, kendi akıllarına bile kendileri karşı çıkmaya başladılar. Her sözleri, bir önce yaptıklarının eleştirisi üzerine oluyordu. Ya, lügatte kelime bitmişti, ya da kelimelerin yüklendiği anlamdan uzaklaşmışlardı. Dilleri bile sürçse –bir bildiği vardır.. Denilen zamanlardan, kendi içlerinden çıkarttıklarının bile ağır eleştirilerine muhatap olmaya başlamışlardı. Bu sıkıntılar yaşanırken, tüm dünyayı sarsan Covid-19 pandemisi tuz-biber olmuştu. Üstüne üstelik derin bir ekonomik krize yuvarlanılmış, iktidar sahiplerinin inadı, ihtirası yüzünden yanlış alınan ekonomik kararlar sebebiyle kriz günden güne gittikçe derinlik kazanmaya başlamıştı. Yanlış olduğu bilinen fikirlerini bile, uygulamaya koymaya ısrarla devam ettiklerinden, inat ve ihtirasları yüzünden ileriyi göremez, doğrulara yanaşamaz olmuşlardı. Tek bildikleri –en büyüğünün kendileri olduğuydu.

İşler yerindeyken, yurtdışından sermaye akıyorken, akıllı olanın kendisi olduğunu söylemekten çekinmeyenler artık, akıllara değil duygulara hitap etmek ve insanların ihtiyaçlarından ziyade hayallerinde kurdukları dünyalara hitap etmeyi kurtuluş olarak görmeleriydi. Bu sebeple, hayal bile olsa yeni keşifleri ilan etmek, sayısız fabrikalar açmak, vaka – hasta sayılarını gizlemek, enflasyon oranlarının düşük çıkmasını sağlamak üzere hesaplama yöntemleriyle oynamak gibi akıl almaz ve akıllı insanların yapmayacağı şeylere tevessül bile etmişlerdi. Tıpkı eşkıya ahlakıydı bu. Eşkıyanın bildiği yalnızca silah ve kuru gürültü oluyordu.

Bir zamanlar desteğini sağladıkları sermayeyi de yitirmeye başladılar yavaş yavaş. Çünkü dağıttıkları işler, ihaleler bir elin parmak sayısını bile aşmayan çıkar birlikteliği yapılan şirketlere (kişilere) veriliyordu.

Bir yandan da, kalite düşüklüğü yaşanmaya başlamıştı. Yanlarına aldıkları seçme kişilerden akıl almaz hareketler, inanılması güç yorumlar yükseliyordu. Sahibi oldukları gazeteler, dergiler, radyolar, televizyonlar nerdeyse ülkenin tüm yayın organlarının tamamı olduğu halde, -seslerinin duyurulamadığından dem vuruyorlar. Daha fazla, daha fazla istiyorlardı. Oysa seslerinin duyurulmasını sağlayacak nitelikte insandan mahrumdular, yazık ki, bunun bile farkında değildiler. Gazetelerinin okuyucusu, televizyonlarının seyircisi yok denecek seviyedeydi.

Devlet kurumlarına atadıkları insanların, ne kanundan, ne hukuktan, ne insan haklarından, ne kul hakkından haberleri vardı. Akıllarına gelen her şey sanki ilahi geliş!miş gibi ya hemen söylüyorlar, ya da uygulamaya geçilyorlardı. Sonuç olarak da bu durum, kendi fikirlerinin ölümüne neden oluyordu. Çünkü söylenen veya uygulanan her ne ise bir önce söylenen veya uygulananın tersi, eleştirisi oluyordu. Kendileri, kendilerinin eleştirisini yaptıklarının bile farkında değildiler.

Ve öfke egemen oldu tüm yapılan ve söylemlere. Çünkü yaptıkları ve söylediklerinin bugünün insanında ciddi bir karşılık bulmadığını görüyorlar, daha ötesini de bilmediklerinden kalıyorlardı ortada, nefesleri kesiliyordu. Gittikçe de ötekileştiren bir dilin sahibi olup çıktılar. Hatta inançlı olduklarını söyledikleri dinî bilgilerini bile kavgalarına alet etmekten kaçınmadılar.

Hırçınlıkları, öfkelerini artırdı, öfkeleri hatalarını…

 

22 Ekim 2020 Perşembe

Dan, dan, dan…

 

 

Patladı yeniden dünden doldurulmuş silahlar,

Seçim akşamlarının, düğün gecelerinin alışıldık magandalığıdır bu,

Dan, dan, dan…

Dünyalar güzeli bir çocuk yere yığılır,

Anasının haberi olmadan,

Kan gölü, zevk verir kırılası el sahibine,

Neydi o esen deli rüzgâr,

Savruldu gecenin karanlığından istifadeyle hain.

Dan, dan, dan…

Çileler dolandı yüreklere akşamdan.

Bir de şuna bakalım;

Tın, tın, tın…

Boş teneke sesi;

Dan, dan sesi verdiren her kimse,

Ve,

Onun gibilerden çıkan ses bu.

Tın, tın, tın…

Lakin bu sesten tıkandı kulaklarımız.

Her yandan gelen, tın, tın, tın…

Kimi zaman söylenir;

“Uyuyanları uyandıralım”

Ne mümkün.

Uyku derin, rüya güzel, hayallerle yaşamak en iyisi.

Millet derin uykudayken çıkan sestir; tın, tın.

Oysa;

Tok seslere, hakikat haykıran seslere ihtiyacımız var.

Korkudan büzülmüş dudaklarla değil,

Dan, dan, dan…

Seslerine haykıracak yiğit seslere…

 

18 Ekim 2020 Pazar

“Şehitlerimizin kanını yerde bırakmamak!...”

 

 

Yöneticilerimizin ağızlarına dolanan bu cümlenin iyi analiz edilmesi gerekmektedir.

‘Kanın yerde bırakılmaması’ aşiret ağalarının, mafya babalarının, evlatlarının sebepsizce öldürülmelerine dayanamayan anaların ağzına yakışan bir cümledir. Kan davası güden intikamcıların, kardeşlerini ikna etmek için sıklıkla söyledikleri bir ortaçağ cümlesidir. Yakın tarihimizde bu söylemin ilginç bir itirafı da vardır: “asmayalım da besleyelim mi?” Bu cümle söyleneceğine, susulsa da derin düşünce yapılsa çözüme kavuşulur ve karşıya daha tesirli mesaj verilmiş olur.

Hukukun üstünlüğü, suçluyu etkisiz hale getirip, yargılanmasından sonra gerekli cezayı vermek ve infaz etmektir. Kolluk gücü, intikam almaya değil, suçlunun yakalanarak cezalandırılmasını sağlamak üzere vardır. Bu sebeple, ‘dur, polis, eller yukarı, yere yat’ gibi talimatlar karşıya verilmektedir.

Çözümü intikamda arayan kişinin moral durumu da ilginçtir. Her şeyden evvel, sahiplenmeyi pek sever. Arkadaşlarından bile bahsederken ‘benim!’ vurgusunu ihmal etmez. Daima saygı bekler, ilgi bekler, daima kendisinden bahsedilmesini, övülmesini bekler. Yetkisinde olan kamu mallarını ve dostlarını -benmerkezci- bir anlayışla kullanmaktan geri durmaz. Her ne oluyorsa iyi bilinen kendisi tarafından veya kendisinden dolayı yapılmış, her ne oluyorsa kötüye yorumlanan casuslar, hainler, dış güçler tarafından yapılmıştır. Güçlendiğini hissettikçe etrafında bulunan ve vaktiyle kendisinin güçlenmesi için ter dökmüş yandaşlarını harcamakta beis görmez. Bir kendisi vardır ve bir kendisi olmalıdır. Bütün bu moral tanımlamaların altında, bir türlü geçmek –tükenmek bilmeyen korkular vardır. Korkularını ancak, kendisini yücelterek aşmaktadır veya aştığını sanmaktadır. Despotimizme varan sonuç, bu aşamalardan itibaren başlamaktadır.

Geçenlerde televizyon kanalları arasında geziniyorken ilginç bir habere rastladım. Sanırım bir ilin meclisinde tartışılıyordu. Üyelerden birisi karşı tarafa sitem ederek;

-“Ben Stanford üniversitesinden Doktora tahsilliyim.” Deyiverdi. Karşı taraf alaycı tavırlarla kahkaha attı. Acizliğinin bir itirafı olarak, karşısındakini ezme cür’eti adına kahkahalar. Bu da ayrı bir intikam alternatifi. Öldürme ve yok etme eylemi. Küçümseyerek, hiçe sayarak kendi cehaletini gizleme ve üste çıkma gayreti.

İntikamcı, ‘güc’ün kendisine ait olduğunu sanan kişidir.

Prof. Dr. Niyazi Kahveci bir makalesinde şunları söylüyor: “Geleneksel güçlü olma isteği de yine imtiyazlı duruma geçmek ve insanlara tahakküm etmek içindir. Bu istence sahip kişi için her şey güç elde etmek, hâkimiyet kurmak psikopatisi üzerine kuruludur. Bunu elde etmek yani “kazanmak” için başkalarına zarar vermek, felakete sürüklemek, her türlü entrika oyunları oynamak çok doğaldır. Kurduğu oyunun kontrolünü kaybederse hissedeceği tek şey, güç kaybı nedeniyle öfke ve intikam almaktır.”

Devlet görevlilerinin ‘intikam’ söylemleri halk içerisinde farklı yanlış anlamalara da sebep olabilmektedir. Yönetici ‘intikam’ dedikçe, farklı bir konu tartışılırken veya çok farklı anlamlarda söylevler atılırken dinleyiciler, ‘intikam - kan - kanın yerde kalmaması’ bağlamından kurtulamadıkları için olsa gerek, ismi geçen günahsız, suçsuz bir kişiye karşı, hoyrat saldırılara kalkışabilmektedirler.

Devlet adamları en çok dillerine dikkat etmeli, ağızlarına gelen her cümleyi hemence söylememelidir. Düşünülmeden söylenen her söz bir zaman sonra kendisine silah olarak dönmektedir. Nitekim, ‘aklımıza her gelen sözü söylemek fikri Platon’un kulağına küfür gibidir’ anlayışındaki gibi, demokrasilerde tam aksine ağıza gelen her söz değil, düşünce süzgecinden geçirilmiş sözler itibarlıdır.

Tolstoy’un bir sözü ile bitirelim; “En güçlü iki savaşçı sabır ve zamandır.”

 

12 Ekim 2020 Pazartesi

“Bağışıklık"

 

Covid-19 salgınını yaşadığımız şu sıralarda, tababet ilminin öne çıkardığı önemli olgulardan birisi de ‘bağışıklık’. Bağışıklığın güçlendirilmesi üzerine pek çok bilim insanı görüşlerini bildiriyor. Çeşitli vitaminleri önerenler olduğu gibi, bu vitaminlerin doğal yollardan alınmasını salık verenler de var. Çeşitli internet siteleri ve televizyon yayınlarıyla, çeşitli otlardan yapılmış vitamin takviyelerinin bağışıklığı sağladığı, güçlendirdiği reklamlarına rastlıyoruz. Özellikle kadınların seyircisi olduğu sabah kuşaklarında da hemen her televizyon konuyla ilgili bir uzmanı çıkartarak görüşlerine başvuruyor. Elbette bağışıklık, hastalanıp yatağa düşme olayında en önemli bir insani vasıf. Enerji depolayarak bağışıklığı güçlendirmek, sonradan gelme ihtimali olan tehlikelere karşı insanı koruyan en önemli savunma mekanizması.

Çeşitli vitaminlerin bulunduğu sebzeler, meyveler tüketmek yoluyla bu vitaminleri vücutta depolamak önem kazandığı gibi, özellikle yaz güneşlerinden faydalanmak da ‘D’ vitaminin depo edilmesinde önemli görevler üstleniyor. Bu bilgiler çok farklı mecralarda yazılıp çizilmekte. Küçük bir araştırmayla kolaylıkla bulunabilir.

Yunus Emre söyler:

“Ne varlığa sevinirim / Ne yokluğa yerinirim”

‘Sevinmek’ ve ‘yerinmek’.

Bir ‘şey!’lere sahip olduğumuzu zannettiğimiz zamanlarda ‘sevinmek’, bir ‘şey!’lerin kaybını zannettiğimiz zamanlarda ‘yerinmek’. İnsan bedenini zayıflatan iki büyük tehlike. Çünkü her sevinmek veya yerinmek vücut sermayesinden harcanan cevherdir.

‘Sevinmek’ ve ‘Yerinmek’: Her ikisi de zaaflarımızdandır.

Lakin özellikle tababet âleminde bu iki düşmandan hiç bahsettiklerini duymadım (veya rastlamadım). Her sevinme ve yerinme de insan beyninden birer nöron (beyin hücresi) harcanmakta. Bu nöronların yerine konulması da öyle bir-iki meyve yiyerek, birkaç vitamin hapı yutarak sağlanamıyor. Her nöronun yerine konulması ayları alıyor. Beyinden harcanan her varlık da bir parça eksilmeye, bağışıklığın azalmasına neden oluyor.

Peki, sevinmek ve yerinmek insan için değil mi?

Sevinmeyecek, üzülmeyecek miyiz?

Elbette. Sevdiklerinin kaybında nasıl da üzülür insan. Ya da bir mevki elde ettiğinde, büyük bir ödül kazandığında, ailesinden övgü duyduğunda, nasıl da sevinir.

Bilimin tespiti şudur: “Zekâ, akıl, mantık, düşünce, algı ve sinirbilim ile ilgili her şey nöraj aktiviteden (nöronların çalışma biçiminden) kaynaklanmaktadır.”

Doğumla birlikte, hayatın sonuna kadar aslında yetecek kadar (80 milyon olduğu belirtiliyor) nörona sahiptir insanoğlu. İş bu ki, verilen nöronları yerli yerinde kullanmak gereksiz harcamalardan kaçınmaktır. Tamam, beynin, beyin hücrelerini üretme yeteneği de vardır, lakin bırakalım beyin ihtiyacı olan hücreleri üretsin ve fakat bizler, lüzumsuz nöron harcamalarından uzak durmalıyız.

Beden ve içyapı olarak vardır dünyada insan. Beden, bu dünyada yaşamaya yardımcı olacak aletlerle donatılmıştır. Aynadan gördüğü bedenini -kendisi- sananlara sözüm yoktur. Asıl insan, iç yapısıyla insandır, görünmez yapısıyla..

Düşünce eylemiyle varıyoruz bu sonuca. Düşünce, beyinle yapılan bir iştir. Zihni bir çalışma. Ve bütün iş ve eylemlerimiz, düşüncelerimiz, algılarımız zihinde oluşagelmektedir. Fakat burada bırakabiliyor ve kendimize mal etmiyor muyuz? Sorun burada başlıyor. Sevinçlerimiz ve hüzünlerimizi zihinde yaşamak varken ki, sonsuz enerji birikiminin olduğu alandır bizler için. Sevinç veya hüzün anında zihinden alıp beyin çeperlerine yapıştırıp, beyin cevherinden harcıyoruz. Felaket de burada başlıyor. Her sevinç veya üzüntü anında beyinden -bedenden- harcıyoruz. Bu da bize kaliteli olmayan bir hayat, ıstıraplarla dolu günler olarak geri dönüyor.

Zaten, 80’li yaşlardan itibaren beyin hücrelerinin %30’u kadarının yaşamadığını biliyoruz. Bırakalım doğal sürecinde ilerlesin hayat. Zaten hayat, ‘düşünce’ var olduğu sürece vardır ve lezzetlidir. Düşünceyi yitirdiğimiz veya zayıflattığımız zamanlar cehennem yaşamına adım attığımız zamanlar olmalıdır.

Sevinçlerimizi ve hüzünlerimizi zihnen yaşama kudretine eriştirmesi temennisiyle…

9 Ekim 2020 Cuma

Osman’ın Hayatından Bir Gün Geçti… (III.)

 

Güneş yükseliyorken çıktı otelden. İlk iş olarak, berbere gitti. Saçını, sakalını kestirdi. Doğruca eve giderek, giysilerini değiştirdi. Gömlek, pantolon daha yeni ütülenmiş hissiyatını veriyordu. Sıcacıktı.

Apartman görevlisine anahtarı bırakarak, temizletilmesini rica etti. Attı kendini dışarıya.

Düşüncelerden kurtulacak ve yeni hayatına başlayacaktı. Elbette, eskisi olamayacak, elbette sevgisi noksan, saygısı eksik olacaktı. Ne karısı, ne oğlu artık ona hitap edemeyeceklerdi ve elbette onların yerini dolduracak başkaları da yoktu bu dünyada.

Sokakta karşılaştığı, dükkânlarına uğradığı arkadaşları hep aynı soruyu soruyorlar, kafa sallayarak, eee boş ver diye geçiştiriyordu Osman.

Tek çaresi vardı. Çıkmalıydı bu hayattan.

Sıcak çayını içerken, masa üzerinde duran bir gazeteyi aldı eline. Sayalarını çevirdi. Uzun süredir memleket haberlerinden, olaylarından, siyasetteki gelişmelerden, çevredeki ne olup bittiğinden haberi yoktu. Gazete sayfaları pek bir şey ifade etmedi ona.

‘Aşırı olan, aşırıya kaçan her şey tehlikelidir.’ Cümlesini duyalı On yıla yakın olmuştu. Ve hatta ‘bir insanın başka bir insanı gerçek kişiliği ve içyüzüyle tanıması neredeyse imkânsız’ cümlesini okuyalı da epey olmuştu. Yanlış yaptığı ve hayatına hataların bulaştığı bir şeyler vardı, vardı ama ne? Kafası çatlayacak gibiydi. Düşüncelerden kurtulamıyordu. Geçmişi unutmaya yüz tutmuş olmasına rağmen, sebepler üzerinde kafa yormaya devam ediyordu. İçinde bulunduğu halden çıkmak neredeyse imkânsız gibi geliyordu. Ama biliyordu ki, ‘dermansız dert yoktur’. Belki de, derman derdin içinde gizlidir.

Baştan başlamalı…

1.    Oğlunu çok seviyordu. Daima oğlum diye hitap ederdi.

2.    Tuğrul’un vefatından sonra, aynı sevgi ve saygıyı karısına da duymuştu.

3.    Hiç kimsenin iyisinde ve kötüsünde değildi.

O halde, problem ilk iki madde de gizliydi.

Aşırı gitme ve aşırı sevme.

‘Sevmek azaba gebe miydi?’

‘Yoksa sevgi belanın kendisi miydi?’

Zor sorulardı bunlar. Çözümünü de geleceğe bırakmalıydı. Ilık rüzgârın koynuna bıraktı kendini. Ağır adımlarla cadde de yürümeye koyuldu. Evvelce sık sık çay içtiği Nuri ustanın çayhanesinin önünden geçerken, ağaçların altında oturan arkadaşlarını gördü. Nerdeyse hepsi birden ‘Osman’ diye bağırarak, el salladılar ve gelmesini işaret ettiler. O tarafa doğru yürüdü. Bir iskemle verdiler. Kimse bir şey soramıyordu. Çayı geldi. Bir yudum içti. Arkadaşlarının konuşmaları kesilmişti. Belli ki kendisinden kaynaklanıyordu. Bir an evvel çayını bitirip izin almalıydı. Öyle yaptı. ‘Sonra görüşürüz’ diyerek kalktı. Yürümeye devam etti.

Ev temizlenmiş, havalandırılmış, yaşamaya hazır hale getirilmişti. Teşekkür ederek ücretini ödedi görevliye.

Şöylece bir evin içinde dolaştı. Her yanı hatıralarla doluydu. Silmeye çalıştı. Sevgi üzerine yazılmış bir kitabı alarak sayfalarını çevirdi. Bir yere gelince durakladı. Kur’an’ı Kerîm’den bir ayet alınmıştı:

İnsanlardan kimi de Allâh dûnunda tapındıkları varlıklar edinip, onları Allâh sevgisiyle (Allâh’mışçasına) severler!” Bakara/165

İşte hata, işte yanılgı, işte ‘gazaba’ giden yol…

Düşünceleri karıştı. Karışsa da, çözüme yaklaştığını fark etti. İki yıldan fazladır çektiği azap, yandığı cehennem ateşleri değilse neydi?

Kur’an’ı açtı, ayetin yazılı olduğu sayfaya kadar geldi.

“BAKARA/ 165-) İnsanlardan kimi de Allâh dûnunda tapındıkları varlıklar edinip, onları Allâh sevgisiyle (Allâh’mışçasına) severler! İman edenler ise sevdiklerinin yalnızca Allâh olduğunun şuurundadırlar (gayrına varlık vermezler). O (hakikati inkâr ederek nefslerine) zulmedenler, bu yüzden azaba düşeceklerini gördüklerinde, âlemlerden açığa çıkan kuvvetin yalnızca Allâh’a ait olduğunu fark ederler, ama iş işten geçmiştir; keşke bunu önceden görebilselerdi... Allâh “Şediyd’ül Azâb”dır (yapılan yanlışta ısrar edenlere sonucunu şiddetle yaşatandır)!”

‘İşte bu.’

Dedi Osman.

‘Sanki benim hayatım, bu ayetin tefsiri.’

‘Yaşatan’a ve Fikir Ettiren’e şükürler olsun.’

Hata insan için ise de, insan hatayı fark edip dönmekle görevli.

Ve hatayı fark ettireni bilmekle…

7 Ekim 2020 Çarşamba

Osman’ın Hayatından Bir Gün Geçti… (II.)

 

Çok iyi bir karısı vardı. O kadın olmasa idi Osman çoktan intihara sürüklenirdi. Karısı da epey bir süre depresyon, iç sıkıntıları, baş ağrıları yaşadı. Bunalımdan çıkmayı başarmak için çalmadığı kapı kalmadı. Uzun yürüyüşler kurtardı onu. Bir başına çıkıp, kilometrelerce yürür, yürürken diline dolaşan türküleri mırıldanır, hatıraları sıralar içinden, kafasından resimler çizerdi ve çizdiği resim hep Tuğrul olurdu.

Yine bir yürüyüş sırasında, yaya geçidinden hızlı adımlarla geçerken, kendisinden binlerce defa daha hızlı bir otomobil geldi ve… Hastaneye bile yetiştiremediler. Oracıkta can verdi.

Akşam olup, karanlık basınca, hastaneden aradığını söyleyen birisi kara haberi verdi Osman’a..

Dili bağlanmış, gözleri görmez, kulakları hiçbir sesi algılamaz olmuştu. Ne yapması gerektiğine bir türlü karar veremiyordu. Düştüğü yerden kalkmaya çalıştı. Rastgele bir numarayı çevirdi telefondan.

‘Osman, Osman… İyi misin Osman?’ patronun sesine benzetti. Sadece, ‘Bize gel..’ diyebildi. Dış kapıyı hafifçe aralayarak oracıkta yığıldı kaldı.

Apartmanın cümle kapısı kapalıydı. Uzun uzun zile bastı. Açılmadı. Tekrar denedi açılmadı. Bu sefer rastgele bir zile bastı. Açıldı kapı. Merdivenleri koşar adımla çıkarak İkinci kata yetişti. Osman’ın evinin kapısı açıktı. Dışardan ‘Osman’ dedi. Ses yoktu. ‘Osman ben geldim’.. Kapıyı hafifçe iteledi. Bir çift ayak gördü.

Başı yana düşmüş, gözleri açık, nefes alışı düzensiz, hırıltı ve boğazdan anlaşılmayan bir hırıltılı ses çıkartarak, telefonunu işaret ediyordu Osman. Patron telefonu aldı, son aramaları inceledi. En son kendisini aramış, bir önce de tanınmayan bir numaradan aranmıştı.  ‘Çevir’ dedi Osman.

‘Hanımefendi, siz biraz önce bu numarayı aramışsınız. Acaba neler söylediniz. Telefonu dinleyen kişi arkadaşım ve şu anda yanındayım. Baygın halde.’

‘Haa evet.. Aliye Akkuş Hanım için aramıştım.’

‘Evet. Hayırdır?’

‘Trafik kazasında aliye hanım can verdi. Şu anda morgda. Bu haberi vermiştim.’

Her şey anlaşılmıştı. Kendisi de fena oldu patronun. Başına balyozla vurulsaydı daha iyiydi. Onun da gözleri karardı, nefesleri sıkıştı. Osman’ın yanına attı kendisini. Kolunu boynundan geçirdi ve öylece kalakaldılar.

****

Oteldeki karşılaşma da bu olaydan altı ay sonrasına rastlıyordu.

Osman, yemeklerden birkaç kaşık atıştırdıktan sonra yeniden yatağına uzandı.

Hayat devam ediyordu. Bu karanlık dünyadan artık çıkmalıydı. Çeki düzen vermeli ve insanlar içine çıkmalıydı. Böyle ıstırap içinde ve durmaksızın artan acılara artık bir son vermeliydi. Yapayalnız kalmıştı dünyada. Olsun. Bir tek kendisi miydi sanki? Hayata dönmeliydi. Kendi elleriyle kurduğu bu zulüm dünyasından bir an evvel çıkmalıydı.

Etajerin üzerine bıraktığı not defterini aldı ve şu cümleleri yazdı.

“Yazma iştiyakı var.

Yeniden yazmaya başlamak, yeniden araştırarak, yeniden yazma iştiyakı.

Ve fakat lüzumsuzluk var da bir, lüzum olmadan ne diye yazmak!

Küsmüştüm…

Küsmek;

Kişinin,

Kendine ihaneti.

İhanet ise;

İntihar gibi bir şey…

‘İntihar’ ve ‘ihanet’…

Ne fark eder ki?

Ha küstün, ha intihar ettin, her ikisi de ihanet!”

(devam edecek)

5 Ekim 2020 Pazartesi

Osman’ın Hayatından Bir Gün Geçti… (I.)

 

 

Uzun zamandır ne bir dışarı çıkabiliyor, ne de bir dost ziyaretçi kabul edebiliyordu. Öylece tembel bir şekilde, divana uzanarak, ya televizyon dizilerine takılıyor, ya da bir kitap alarak sayfalarını çeviriyordu. Ne okuduğunun farkındaydı, ne de niçin yattığını biliyordu. Sanki derin bir boşlukta baş aşağı yuvarlanıyor, ara sıra toz parçacığı şeklindeki maddelere çarparak kendine geliyordu. Buna kendine gelmek bile denemezdi. Bir anda olsa bulunduğu halden uzaklaşıp, kendini daha derinlere atma ihtiyacındaydı. Ne var ki, mide gurultuları rahatsızlık vermeye başlayınca, kıyıda köşede yiyecek ne kaldıysa birkaç lokma atıştırıp, açlığını yatıştırıyor, bazen bir bardaklık su ısıtıcısı ile su kaynatarak kutusunda birkaç adet kalan çayları kaynar suya daldırıp sıcak bir içecek hazırlıyordu. Kaldığı odanın yüz ölçümünü artık ezberlemişti. Enine Dört, boyuna Altı adım. Yatakla, karşı duvar arasında bulunan İki metre karelik halının üzerindeki desenler, ya bir kuş şekline giriyor, ya dörtnal koşturan bir kadanaya benzetiyordu. Zaman zaman da elinde meşaleyle gezinen genç kızları görüyordu halının üzerinde. Perdeyi hafifçe araladı. İnceden yağmur çiseliyordu. Yağmur damlalarının camın üzerinde bıraktığı izlerle oylandı bir süre. Damlaların, kendilerine çizdiği yollara hayret ederek, ‘nasıl bir trafiktir ki, hiçbir karmaşa yok’ diye geçirdi içinden. Pencereyi araladı, taze ve serin hava doldu içeriye. Derin derin soluk aldı. Taze oksijen beyin damarlarından içeri dolarken, telefonunda patronunun ismini okudu. Açıp-açmama tereddüdünü yaşarken kapı vuruldu birkaç kere. Telefonu açtı, ‘alo-efendim’ diyebildi. O an, başına yıkılacak gibi oldu. 

Tam Üç yıl evvel, yine böyle bir-kaç gün işten kaçamak yaptığı sırada patronu yine telefonla armış ve ağır konuşarak, ‘nerelerde’ olduğunu sormuştu. Yalnızca onun yapabileceği bir iş hakkında bilgi almak için aramıştı. Aslında yapılacak iş basit olmasına basitti, lakin o işle ilgili bilgilerin kayıtlı olduğu evrak onun masasının çekmecesinde kilitliydi ve yerini kimse bilmiyordu. Bu kadar erken lazım olacağını da düşünememişti. Zaten iş yerine yakın bir yerde bulunduğundan derhal işyerine vararak evrakı çıkartmış ve gereğini yapmıştı. Böyle bir eksiklik mi vardı acaba, hiç zannetmiyordu. Bir anda zaman karıştı. Ne yapıyordu, ne yapmalıydı: ‘Hay Allah, varsa var. Bana ne. Şurada emekli olalı İki yıl var.’ Kaldığı otelin adresini de kimseye vermemişti, nasıl olurda burada bulabilmişlerdi? Neyse, adeta yakalanmıştı işte. Düşüncelerinden sıyrılıp dikkat kesildi. 

‘Alo, nerelerdesin Osman’ 

Hitabını anlayabilmiş, cevaben; 

‘Buradayım, otelde.’ Diyebilmişti. 

‘İyi’ dedi, telefondaki ses. ‘Öyleyse kapıyı aç’. 

Eyvah’ dedi içinden. ‘Patron otele kadar gelmiş kapının önünde.’ Çaresiz ve isteksiz kapıya döndü ve yavaş adımlarla ilerledi. Ömründen bir ömür gitmişti adeta. Yalnız kalmaya o kadar ihtiyacı vardı ki, kimselerle görüşmek, konuşmak içinden gelmiyordu. Böyle zamanlarda gözlerden uzak, tabiatın seslerinden uzak, insanların haykırışlarından uzak dingin zamanlar geçirmek en çok hoşuna giden eylemlerindendi. Bu âdetini de çok seviyordu. Elektrik düğmesini kapatıp, karanlıklara dolanıp, kendi dünyasında yenidünyaları inşa etmek ve bu dünyada yabancıya yer vermemek ara sıra da olsa yapabildiği kaçamaklarındandı. 

Tam Yirmi Yıl evvel, karısı ve çocuğu yanında olduğu halde, bir-kaç parça alışveriş yaptıktan sonra eve dönmek üzere belediye otobüsleri durağına vardıklarında, bir anda oğlunun yanlarında olmadığını fark etti. Sağa-sola bakındı, oraya-buraya koşturdu yok, yok, yoktu oğlu. Her adımında ‘oğlum’‘oğlum’‘oğlum’ diye haykırıyordu. Kaybetmenin acısını ilk orada yaşamıştı. Karısı bir yana, kendisi bir yana ‘oğlum’ diye haykırarak döndü dolaştı. Dönüp dolaşıp hep aynı yere ulaştılar her ikisi de. Haykırışları etraflarında toplananların da dikkatini çekmiş olmalı ki, kara yağız bir delikanlı yanlarına yaklaşarak; 

‘Bakınız, şu ilerdeki yaya geçidinin bu tarafında Beş-Altı yaşlarında bir çocuk ağlıyordu, dikkatimi çekti, fakat ailesi yanındadır diye seslenemedim. İsterseniz bakıverin.’ 

‘Sağ ol, sağ ol arkadaşım.’  Der demez koşturdu o tarafa doğru. 

Kapının koluna elini uzatırken, ‘İnşallah kötü bir şey yoktur’ diye iç geçirdi. 

‘Osman’ dedi patron. ‘Ne yapıyorsun burada bir başına?’

 ‘Dinleniyorum patron, dinleniyorum.’

 Bir kıyıda bulunan küçük masanın etrafındaki tahta sandalyelere oturdular. Patron, bir şeyler söyleyecekmiş gibi, fakat söylemek istemiyormuş gibi bir hal içindeydi. Osman, açık perdeden sızan gün ışığına gözlerini daldırmış, kendini derinlerden kurtaramıyor, doğrusu kurtulmak da istemiyordu.

 ‘Biliyorsun Osman, otelin sahibi arkadaşım. Biraz önce karşılaştım, hoş-beş derken senden bahsetti. Burada olduğundan ve Sekiz On gündür dışarı çıkmadığından. Hayır diyelim, hayır olsun, bir sorun mu var?’

 ‘Yok patron. Bilirsin beni. Zaman aman kaçarım. Kendimden, ışıktan, zamandan…’ 

Aslında en rahat konuştuğu kişi, bu ‘Patron’ dediği arkadaşı Halil’di. Oğlu Tuğrul’u hastalığının ilk günlerinde, yığıldığı kaldırımdan bir tesadüf eseri olarak tam da oradan geçerken görmüş, arabasına alarak hastaneye yetiştirmişti.  Oğlu Tuğrul. Gitti işte, gitti. 

‘Oğlum, biraz yavaş git, bakıyorum da kilometre kadranı kırılacak gibi’. 

‘Bir şey olmaz baba, merak etme’.

 Hız yapmayı ne de çok severdi. O kadar hızlı idi ki, dünyadan göçmekte benden bile öne geçti. Hey, Tuğrul hey.. ne acelen vardı sanki.

 Askerlik yaparken, dağda üşütmüş ve bir türlü iyi olamamıştı Tuğrul. En ufak bir soğukta hemen hastalanır doğru yatağa. ‘Oğlum, kendine iyi bak’ demekten dilinde tüy bitmişti Osman’ın. Ve daima ‘oğlum’ hitabıyla konuşurdu kendisiyle. ‘Oğlum.!’

 Patron Halil, ‘haydi bir yemek yiyelim, şöylece de bir dolanırız, ayaklarımız açılsın’ diyecek oldu. Boğazına düğümlendi sözler. Hak veriyordu Osman’a. 26 yaşındaki civan gibi delikanlı göçüp gitmişti. Dayanılmaz, dayanılması zor bir felaketti. Bir teselli cümlesi bile kuramıyordu. Üzerinden iki Yıldan fazla zaman geçmesine rağmen, bir türlü kendine gelemiyor, yapması gerekenleri unutuyordu. Üstüne üstlük Altı ay önce de bir trafik kazasında eşini kaybetti. Tam da birbirlerine ihtiyaç duydukları zamanda. Ve Osman yalnız kalmıştı. Dayanılır gibi değildi bu durum. İçinden ağlamak geldi patronun. Gözleri yaşardı, lakin belli etmeden ayalarıyla sildi gözlerini.

 ‘Bir şeye ihtiyacın var mı Osman?’ dedi patron.

 ‘Canının sağlığı, teşekkür ederim’  diyerek uğurladı patronu.

 Kapıyı kapatırken, açık pencere ve kapı ikilisi sert bir cereyan yaptı. Gözleri açılıverdi adeta. ‘İyi oldu’ diyerek kendini yatağa attı. Okula uğurlarken Tuğrul’u her gün söylediği söz geldi aklına: ‘Oğlum şu yemeğini ye de öyle çık’. Ve aldığı cevap hep aynıydı. ‘Canım istemiyor baba.’  Hey güzel oğlum. Hey oğlum. Hey kadir kıymet bilen hatunum hey!.Tavana dikili gözleri ağırlaşmaya başlayınca, kapı vuruldu. ‘Kim bu ya, bu dünyada rahat yok anlaşılan.’ Gözlerini kaçırdı tavandan, duvara takıldı. Boya kırıkları Tuğrul’un resimlerini çizmişti adeta. Evet, evet hem Tuğrul hem anası işte, sarılmışlar birbirlerine yürüyorlar.. Hey gidi günler.. Yavaşça kalktı, pencereyi kapattı. Kapıyı açtı.

 ‘Yemeğiniz efendim. Umarım zamanında getirmişimdir.’ Dedi garson. İçeri girerek, elindeki tepsiyi küçük masanın üzerine bıraktı. Çorba, sulu yemek, pilav ve meyve suyu.

 Garsona, ‘ben sipariş vermemiştim, bir yanlışlık olabilir’ diyebildi.

 Siparişi, Halil Bey vermişti efendim.’ Dedi garson.

 (devam edecek)

 

1 Haziran 2020 Pazartesi

Seyyah Olup Su Alemi Gezerim


Seyyah Olup Su Alemi Gezerim
Bir Dost Bulamadım Gün Aksam Oldu
Kendi Efkarımca Okur Yazarım
Bir Dost Bulamadım Gün Aksam Oldu

İki Elim Kalkmaz Oldu Dizimden
Bilmem Amelimden Bilmem Özümden
Akıttım Kanlı Yaş İki Gözümden
Bir Dost Bulamadım Gün Aksam Oldu

Yine Boralandı Dağların Başı
Akıttım Gözümden Kan İle Yaşı
Emaneti Alır Ol Veren Kişi
Bir Dost Bulamadım Gün Aksam Oldu

Bozuk şu Cihanın Pergeri Bozuk
Yazıktır şu Geçen Ömüre Yazık
Tükendi Daneler Kalmadı Azık
Bir Dost Bulamadım Gün Aksam Oldu

Kul Himmet Üstadım Ummana Dalam
Gidenler Gelmedi Bir Haber Alam
Abdal Oldum Çullar Geydim Bir Zaman
Bir Dost Bulamadım Gün Aksam Oldu

(Antoloji com sitesinden alınan Kul Himmet şiiri)

****

Adam, âlemi geziyor…

Yine de,

Bir dost bulamıyor!

Bulamıyor mu acaba?

Türkü olarak okunan bir versiyonunda şu cümleyi duyduğumu hatırlıyorum;

“Bir dost buldum, yar yar, tez akşam oldu”…

Siz bakmayın, bulamadım dediklerine…

Bulmuşların, bulanların, buldukları tarihlenenlerin söylemleridir bu…

Bulamadım diyebilmek için,

Neyi bulmadığını bilmesi lazım. Bulamadım diyorsa eğer, karşılaştığının aradığı olması lazımdır…

Son söz şudur. Bulan, bulamadım der.

****
Dostlar;

Bulduğunu söyleyenler değil,

Bulamadığını söyleyenler, öncelikli olmalı.

Çünkü derler ki,

“Bilen söylemez, söyleyen bilmez.”


22 Nisan 2020 Çarşamba

Neler Yaşadık, Nelere Şaştık!



I

Aylar var, iki satır yazıyı bir araya getiremiyorum. Çalışmak zor geliyordu. İçimden gelmiyor, her açtığım boş sayfa yüzüme bakıyordu, gülerek, alay ederek..

Olmadı, olmuyordu işte. Başka işlere baktık bizde. Başka iş dedimse, boş, bomboş zaman öldürücü, boşa geçen, ömürden giden zaman.

Olsun.

Bununda tecrübe edilmesi gerekirmiş demek.

Yazıyı bırakışımız, siyasi tercihlerdeki değişimlerden kaynaklanıyordu. Hazmı zor değişimler. Yalnızca olacakları seyretme moduna takıldım bir süre. Nitekim tercihini değiştirenler, siyasal olarak kazançlı çıktılar. Dünyayı, dünyalarını kazandılar. Her kazancın bir tarafında zararlar da söz konusudur. Bunu zaman gösterecek. Bu konuda haklı olmayı hiç istemem. Çünkü değişim tarihinden itibaren beynime hücum eden muhtemel o zararlar, ileride telafisi imkânsız sonuçlar doğurabilir.

II

(Göz Kelebeği) denen bir parazit, balıkla beslenen kuşların sindirim organlarında gelişimini tamamlayarak yumurtalarını kuşun dışkısına yapıyormuş. Yumurta dönemini dışkı üzerinde geçirdikten sonra bir salyangozun vücuduna girerek, larva dönemini tamamlayıp, yaşamının diğer bölümünü geçirmek üzere bir balığın derisinden girerek, göz tabakasına kadar ilerliyormuş. Başlangıçta, balık için görme, tehlikeleri atlatma konusunda bu parazit yardımcı olsa da, neslinin devam ettirebilmek için, yeniden bir kuşun sindirim organlarına ihtiyaç duyduğundan, gözüne yerleştiği balığın bir kuş tarafından yenilmesi için ne lazımsa yapıyormuş. Kuşa avlanan balık, sindiriliyorken de bu parazit yeniden yumurtlama evresine geçerek neslini sürdürüyormuş.

III

Hikmetinden sual olunmaz.

Biz hala ‘seyir’ halindeyiz.

IV

Bırakın şu “Çocuk bayramı” geyiğini… Çocuklara hasredilmiş bir bayram günü olabilir. Evet. Ve, fakat biz böyle mi anlamalıyız? Acaba bunun daha derin, daha başka, daha farklı bir anlamı, daha başka bir yorumu olamaz mı?

“Geyik” dedik;

“Geyik”, özellikle günümüz gençliğinin diline pelesenk olmuş, anlamsız ve de lüzumsuz konuların gündemleştirildiği ve alay konusu seviyesine indirilmiş önemsiz ve de  sıradanlaşmış bir söylem. Yoksa bizde mi, “geyik” yapmalıyız? Yoksa, yoksa doğrudan gerçeği mi haykırmalıyız?
“Çocuk”,  çocuk öyle mi?
Evet…
“Çocuk” der geçeriz.
Oysa, çocukluğumuzu unutarak.
Çocukluk çağlarımızı hatırlamadan, dün de kendimizin çocuk olduğunu unutarak.
Neyse;
Meclis ne demektir?
“Her türlü farklı düşünenlerin bir araya gelerek ‘aynı konuda’ karar almak için oturup, tartışarak, bir sonuca ulaştığı ve en doğruyu bulduğu mekândır.”
“Yaşam” için, “Mekân” önemi tartışılamaz.
Doğru karar için de “mekân” “Meclis”tir.
Doğruya nasıl varılır?
Bir bilim adamı, sorun hakkında bir kararını bildirirse bu doğrudur. Eyvallah. Peki, bunun test edilmesi gerekmez mi? Şöyle; aynı, soru hakkında cevap verebilecek Onlarca bilim adamını bir araya getirip, onların da cevaplarını aramak daha doğru değil mi?
İşte söylediğimiz de tam budur.
“Meclis”, toplanıp, tartışarak doğruyu aradığımız yerdir diyebiliriz artık.
Bu kadar lafı niye ettiğimiz hala anlayabilmiş değilim!
Gelelim “Çocuk Bayramı”na.
Soru; neden “Meclis” açılışı çocuklara ithaf edilmiş ve o gün bayram ilan edilmiştir?
“Bayram” nedir?
Bayramın ne olduğunu anlayamayan kişilere hiçbir şey anlatamazsın.
Gelelim
“Çocuk”;
Mecliste, kanun yapılır.
Öyleyse, çocuk saflığında, çocuk güzelliğinde yap kanunları.
Yaptığın kanunlarda, kimseyi kayırma, kimsenin rengine, dinine, inancına bakma, öyle bir metin ortaya çıkar ki, kimse o metne eleştiri getirmesin.
İşte çocukluk budur.
“Çocuk”;
Her arkadaşına eşit mesafededir.
Her arkadaşını kendisi gibi görür.
23 Nisan budur.
V
Not:
Kişiye, kişilere özel kanun çıkartılamaz.
VI
Kanun çıkartanlara öğüdümüz şudur:
Çocukluğunu, çocukları unutma.
VII
Kendini yaşatmak için, balıkları, kuşları kullanan parazitleri kendine örnek alma. Kendin ol. Kendini, kendin gibi yaşa.
Parazit olmak en kolayıdır. Çünkü diğerleri seni, kendileri gibi görür ve kanarlar. Onları kandırma.
Her kandırdığın diğerleri, kendinin intiharına denktir.


Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...