Uzun zamandır ne bir dışarı
çıkabiliyor, ne de bir dost ziyaretçi kabul edebiliyordu. Öylece tembel bir
şekilde, divana uzanarak, ya televizyon dizilerine takılıyor, ya da bir kitap
alarak sayfalarını çeviriyordu. Ne okuduğunun farkındaydı, ne de niçin
yattığını biliyordu. Sanki derin bir boşlukta baş aşağı yuvarlanıyor, ara sıra
toz parçacığı şeklindeki maddelere çarparak kendine geliyordu. Buna kendine
gelmek bile denemezdi. Bir anda olsa bulunduğu halden uzaklaşıp, kendini daha
derinlere atma ihtiyacındaydı. Ne var ki, mide gurultuları rahatsızlık vermeye
başlayınca, kıyıda köşede yiyecek ne kaldıysa birkaç lokma atıştırıp, açlığını
yatıştırıyor, bazen bir bardaklık su ısıtıcısı ile su kaynatarak kutusunda
birkaç adet kalan çayları kaynar suya daldırıp sıcak bir içecek hazırlıyordu.
Kaldığı odanın yüz ölçümünü artık ezberlemişti. Enine Dört, boyuna Altı adım.
Yatakla, karşı duvar arasında bulunan İki metre karelik halının üzerindeki
desenler, ya bir kuş şekline giriyor, ya dörtnal koşturan bir kadanaya
benzetiyordu. Zaman zaman da elinde meşaleyle gezinen genç kızları görüyordu
halının üzerinde. Perdeyi hafifçe araladı. İnceden yağmur çiseliyordu. Yağmur
damlalarının camın üzerinde bıraktığı izlerle oylandı bir süre. Damlaların, kendilerine
çizdiği yollara hayret ederek, ‘nasıl bir
trafiktir ki, hiçbir karmaşa yok’ diye geçirdi içinden. Pencereyi araladı,
taze ve serin hava doldu içeriye. Derin derin soluk aldı. Taze oksijen beyin
damarlarından içeri dolarken, telefonunda patronunun ismini okudu. Açıp-açmama
tereddüdünü yaşarken kapı vuruldu birkaç kere. Telefonu açtı, ‘alo-efendim’ diyebildi. O an, başına
yıkılacak gibi oldu.
Tam Üç yıl evvel, yine böyle
bir-kaç gün işten kaçamak yaptığı sırada patronu yine telefonla armış ve ağır
konuşarak, ‘nerelerde’ olduğunu sormuştu. Yalnızca onun yapabileceği bir iş
hakkında bilgi almak için aramıştı. Aslında yapılacak iş basit olmasına
basitti, lakin o işle ilgili bilgilerin kayıtlı olduğu evrak onun masasının
çekmecesinde kilitliydi ve yerini kimse bilmiyordu. Bu kadar erken lazım
olacağını da düşünememişti. Zaten iş yerine yakın bir yerde bulunduğundan
derhal işyerine vararak evrakı çıkartmış ve gereğini yapmıştı. Böyle bir
eksiklik mi vardı acaba, hiç zannetmiyordu. Bir anda zaman karıştı. Ne
yapıyordu, ne yapmalıydı: ‘Hay Allah,
varsa var. Bana ne. Şurada emekli olalı İki yıl var.’ Kaldığı otelin
adresini de kimseye vermemişti, nasıl olurda burada bulabilmişlerdi? Neyse,
adeta yakalanmıştı işte. Düşüncelerinden sıyrılıp dikkat kesildi.
‘Alo,
nerelerdesin Osman’
Hitabını anlayabilmiş,
cevaben;
‘Buradayım,
otelde.’ Diyebilmişti.
‘İyi’
dedi, telefondaki ses. ‘Öyleyse kapıyı
aç’.
‘Eyvah’ dedi içinden. ‘Patron
otele kadar gelmiş kapının önünde.’ Çaresiz ve isteksiz kapıya döndü ve
yavaş adımlarla ilerledi. Ömründen bir ömür gitmişti adeta. Yalnız kalmaya o
kadar ihtiyacı vardı ki, kimselerle görüşmek, konuşmak içinden gelmiyordu.
Böyle zamanlarda gözlerden uzak, tabiatın seslerinden uzak, insanların
haykırışlarından uzak dingin zamanlar geçirmek en çok hoşuna giden
eylemlerindendi. Bu âdetini de çok seviyordu. Elektrik düğmesini kapatıp,
karanlıklara dolanıp, kendi dünyasında yenidünyaları inşa etmek ve bu dünyada
yabancıya yer vermemek ara sıra da olsa yapabildiği kaçamaklarındandı.
Tam Yirmi Yıl evvel, karısı
ve çocuğu yanında olduğu halde, bir-kaç parça alışveriş yaptıktan sonra eve dönmek
üzere belediye otobüsleri durağına vardıklarında, bir anda oğlunun yanlarında
olmadığını fark etti. Sağa-sola bakındı, oraya-buraya koşturdu yok, yok, yoktu
oğlu. Her adımında ‘oğlum’… ‘oğlum’… ‘oğlum’ diye haykırıyordu. Kaybetmenin acısını ilk orada yaşamıştı.
Karısı bir yana, kendisi bir yana ‘oğlum’
diye haykırarak döndü dolaştı. Dönüp dolaşıp hep aynı yere ulaştılar her
ikisi de. Haykırışları etraflarında toplananların da dikkatini çekmiş olmalı
ki, kara yağız bir delikanlı yanlarına yaklaşarak;
‘Bakınız,
şu ilerdeki yaya geçidinin bu tarafında Beş-Altı yaşlarında bir çocuk
ağlıyordu, dikkatimi çekti, fakat ailesi yanındadır diye seslenemedim.
İsterseniz bakıverin.’
‘Sağ
ol, sağ ol arkadaşım.’ Der demez koşturdu o tarafa doğru.
Kapının koluna elini
uzatırken, ‘İnşallah kötü bir şey yoktur’
diye iç geçirdi.
‘Osman’
dedi patron. ‘Ne yapıyorsun burada bir başına?’
‘Dinleniyorum
patron, dinleniyorum.’
Bir kıyıda bulunan küçük
masanın etrafındaki tahta sandalyelere oturdular. Patron, bir şeyler söyleyecekmiş
gibi, fakat söylemek istemiyormuş gibi bir hal içindeydi. Osman, açık perdeden
sızan gün ışığına gözlerini daldırmış, kendini derinlerden kurtaramıyor,
doğrusu kurtulmak da istemiyordu.
‘Biliyorsun
Osman, otelin sahibi arkadaşım. Biraz önce karşılaştım, hoş-beş derken senden
bahsetti. Burada olduğundan ve Sekiz On gündür dışarı çıkmadığından. Hayır
diyelim, hayır olsun, bir sorun mu var?’
‘Yok
patron. Bilirsin beni. Zaman aman kaçarım. Kendimden, ışıktan, zamandan…’
Aslında en rahat konuştuğu
kişi, bu ‘Patron’ dediği arkadaşı
Halil’di. Oğlu Tuğrul’u hastalığının ilk günlerinde, yığıldığı kaldırımdan bir
tesadüf eseri olarak tam da oradan geçerken görmüş, arabasına alarak hastaneye
yetiştirmişti. Oğlu Tuğrul. Gitti işte,
gitti.
‘Oğlum,
biraz yavaş git, bakıyorum da kilometre kadranı kırılacak gibi’.
‘Bir
şey olmaz baba, merak etme’.
Hız yapmayı ne de çok
severdi. O kadar hızlı idi ki, dünyadan göçmekte benden bile öne geçti. Hey,
Tuğrul hey.. ne acelen vardı sanki.
Askerlik yaparken, dağda
üşütmüş ve bir türlü iyi olamamıştı Tuğrul. En ufak bir soğukta hemen
hastalanır doğru yatağa. ‘Oğlum, kendine
iyi bak’ demekten dilinde tüy bitmişti Osman’ın. Ve daima ‘oğlum’ hitabıyla konuşurdu kendisiyle. ‘Oğlum.!’
Patron Halil, ‘haydi bir yemek yiyelim, şöylece de bir
dolanırız, ayaklarımız açılsın’ diyecek oldu. Boğazına düğümlendi sözler.
Hak veriyordu Osman’a. 26 yaşındaki civan gibi delikanlı göçüp gitmişti.
Dayanılmaz, dayanılması zor bir felaketti. Bir teselli cümlesi bile kuramıyordu.
Üzerinden iki Yıldan fazla zaman geçmesine rağmen, bir türlü kendine gelemiyor,
yapması gerekenleri unutuyordu. Üstüne üstlük Altı ay önce de bir trafik
kazasında eşini kaybetti. Tam da birbirlerine ihtiyaç duydukları zamanda. Ve
Osman yalnız kalmıştı. Dayanılır gibi değildi bu durum. İçinden ağlamak geldi
patronun. Gözleri yaşardı, lakin belli etmeden ayalarıyla sildi gözlerini.
‘Bir
şeye ihtiyacın var mı Osman?’ dedi patron.
‘Canının
sağlığı, teşekkür ederim’
diyerek uğurladı patronu.
‘Kapıyı
kapatırken, açık pencere ve kapı ikilisi sert bir cereyan yaptı. Gözleri
açılıverdi adeta. ‘İyi oldu’ diyerek kendini yatağa attı. Okula uğurlarken
Tuğrul’u her gün söylediği söz geldi aklına: ‘Oğlum şu yemeğini ye de öyle çık’. Ve aldığı cevap hep aynıydı. ‘Canım istemiyor baba.’ Hey güzel oğlum. Hey oğlum. Hey kadir kıymet
bilen hatunum hey!.Tavana dikili gözleri ağırlaşmaya başlayınca, kapı vuruldu. ‘Kim bu ya, bu dünyada rahat yok
anlaşılan.’ Gözlerini kaçırdı tavandan, duvara takıldı. Boya kırıkları
Tuğrul’un resimlerini çizmişti adeta. Evet, evet hem Tuğrul hem anası işte,
sarılmışlar birbirlerine yürüyorlar.. Hey gidi günler.. Yavaşça kalktı,
pencereyi kapattı. Kapıyı açtı.
‘Yemeğiniz
efendim. Umarım zamanında getirmişimdir.’ Dedi garson. İçeri
girerek, elindeki tepsiyi küçük masanın üzerine bıraktı. Çorba, sulu yemek,
pilav ve meyve suyu.
Garsona, ‘ben sipariş vermemiştim, bir yanlışlık olabilir’ diyebildi.
‘Siparişi, Halil Bey vermişti efendim.’ Dedi garson.
(devam
edecek)