17 Aralık 2016 Cumartesi

Memleket Kan Gölü, Biz Referanduma Kanatlandık!..


Bir yandan iktidardakiler bütün güçleriyle, halkoyuna sunulacak anayasa değişimi için propaganda faaliyetlerine hız verdiler, diğer yandan, propaganda hedeflerinin Milliyetçi-Ülkücü taban olduğu anlaşıldı. Sanki diğer seçmenler hazır onların emir eri. Böyle olmayacak tabi, her seçim tahmini ve çalışmaları ayrı veriler üzerinde yoğunlaşır. Kazanan ille de doğru yaptı, isabet gösterdi gibi övgülere mazhar olsa da, kaybedeni olmayan sonuçtur halk oylamaları. Nihayetinde, ortaya çıkan sonuç uygulamaya geçildiğinde, milletin tamamını kapsayacaktır.

Muhalefet olmak değil, sunulan öneriye karşı fikirlerimiz olduğu için, ‘hayır’ cephesinde yer alıyoruz. Oluş ve gelişme seyri, kuşkularla dolu bir tasarı çünkü. Hayatının bütün zamanlarında, hem Başkanlığa, hem de Tayyip Erdoğan’a kuvvetli muhalefet yaptıktan sonra, bir kere bile ağıza alınan o laflar ağızdan çıktıktan sonra, nasıl olur da, 180 derece çark edilerek, başkan yapılmak istenen kişinin, fikirleri savunulur olur!. Anlamak zor.

Bizim mahallenin kafası gerçekten karışık. Mesela, ‘terörü bitirmek için’ başkanlık isteyenler varmış. Gülmemek için zor tutuyorum kendimi. Ne alakası var!. Terörü yapan var, ikincisi terörü yaptıran var. Teröristin elinde, terör araçları olan silahları var, bu silahları temin edenler var. Terörü bitirmenin ilk şartı nedir derseniz; başka ülkelerdeki terör gruplarını desteklememektir deriz. Ayrıca, birlikte yola çıktığın kişinin, geçmişindeki yalpalamalarının olmaması veya hiç olmazsa az olması gerekir. Üçüncüsü, kör ideolojilerin esiri olup, beynini bir türlü oralardan koparamayanların, sağlıklı politikalar ortaya getirmeleri de mümkün değildir. Nitekim yıllardır bu durumu ayniyle yaşamaktayız. Oslo’yu, Habur’u, Diyarbakır meydanlarını, megri-megri’yi, Türk’ü dağlardan, taşlardan silme girişimlerini (daha yüzlercesi)… Unutmak mümkün mü? Bu uygulamaları yapanlar mı terörü bitirecek? Güldürmeyin Allah aşkına.

Şimden sonra karşılıklı fikirler söyleme ve karşıyı mat etme çalışmaları dönemine giriyoruz. Sosyal medyada fikirler uçuşuyor. Yandaşlar ve yandaşlara yanaşanlar gruplarını kuvvetlendirmek ve referandumu kazasız savuşturmak heyecanındalar. Bu maksattan olarak, kıymetli bir kardeşimizin sosyal medya yazısını ayniyle alıyorum. Belki, bu yazıdan ilham alanlar da ellerine kalemi alırlar.

Bundan böyle söz bizimdir;

Buyurunuz:

“Diyorsunuz ki biz terörle mücadele edilsin diye başkanlığa onay veriyoruz yani devletin bekası için iktidara destek oluyoruz.

Hatta daha da ileriye gidip iktidarın sizin çizginize gelip "millileştiğini" iddia ediyorsunuz.

O halde şu sorulara cevap vermeniz gerekir:

- Dün ak dediğine bugün kara diyebilen yapıda olan iktidarın yarın aynı şekilde davranmayacağının garantisi nedir?

- Tayyip beyi başkan seçtirdikten sonra yani diğer bir ifadeyle köprü geçildikten sonra sizi dikkate alacağı vehmine nasıl kapıldınız?

- Yasama, yürütme ve yargı erklerine hükmeden bir iktidar oluştuğunda sizin mevcudiyetinizin manası nedir?

- Ülkenin ileride federatif bir yapıya götürülmeyeceğinin garantisi var mıdır?

- Madem iktidar sizin çizginize gelip millileşti. O halde sizin parti olarak kurumsal kimliğinizin bir anlamı kalıyor mu?

- Başkan yardımcılığı teklifi gelirse kabul eder misiniz?

v.s gibi soruların cevaplandırılması şarttır.

Bugüne kadar başkanlığa haklı olarak şiddetli muhalefet eden ve iktidarı eleştiren bir partinin bugün aynı iktidarı desteklemesi ve başkanlık konusunda mutabakata varmasını "devletin bekası"na bağlamak çok inandırıcı durmuyor.

Hiçbir siyasi parti devletin bekasının kahyası olmadığı gibi devletin bekasını savunmak da politikacılara kalmamıştır. Devleti sürdürecek olan yegane kuvvet milletin iradesi ve onun iradesini gösteren erklerdir.

İleride yaşanacak gelişmeler kimi haklı çıkaracak bunu elbette temaşa edeceğiz ama görünen köy kılavuz istemiyor.

"Başkanlık olunca şehit vermeyeceğiz" diyen kafa yapısı nasıl hem kendini hem de milleti uyutmaya yönelikse MHP'nin başkanlık konusundaki tavırları baştan beri sorunludur ve tabanını uyutmaya yöneliktir diye düşünüyorum.

Mevcut siyasi konjonktür ve yaşanan gelişmeler ülkenin büyük bir hızla uçuruma gittiğini göstermektedir ve işin acı tarafı bu duruma milliyetçi cenah da "devlet bekası" gerekçesiyle destek olmaktadır.

Çok bariz bir şekilde ülkemizde "kaht-ı rical" sorununun olduğu ortadadır. Ehliyet/liyakata dayanan, akıl ve bilimle yoğurulmuş vatansever kadroların siyasetin dar kalıplarını bir tarafa bırakarak birleşmeleri ve sorumluluk alarak siyasete müdahil olmaları gerekiyor.”


9 Ekim 2016 Pazar

Aklı Olanlara…


Savaş oyununda aklı kullanamayan yaya kalır. Bu oyunda ‘akıl’ nedir?

Aslında, akıl çok yolda yaya kalan ve fakat lazım olduğunda kullanılmazsa, ilgilisini yaya bırakan muhteşem varlık.

Şimdi, bütün kaybettiklerimiz “aklın kullanılmasından kaynaklanır” hükmünü kabul edip, etmeyenler arasında gerçekleşiyor. Bilmedikleri halde aklın yerine ‘kalb’i koyuyorlar. Amenna ve sadakknâ, itirazımız yok. Lakin eğer, bu dünyada iş yapmak istiyorsan ve bu dünyanın koşullarına ayak uydurmak niyetindeysen, ‘akıl’ı göz ardı edemezsin.

Ayak bastığımız yeri ölçüp biçen odur. Gidilip, gidilmeyeceğini mizanında tartıp yol gösteren odur. Yalnız burada bir incelik var. Nefsin emrindeki akıl (burada, muhafazakâr ehlinin dilindeki nefis ile bahsettiğimiz nefis karıştırılmasın) veya akl-ı külle devir ettirilmiş akıl. Her ne kadar akıl, yol gösterici ve ışığı buldurucuysa da, öyle bir anın kollayıcısı olur ki, şeytanın emrinde olarak, kişiyi yolundan eder, sarp yollara saptırır. Bu onun zevkidir ve hatta görevidir de.

Şimdi, ‘saptırır’ dedik ya, eğer aklın saptırma gücü varsa, ‘buldurma’ gücü de kabul edilmelidir. Bize düşen, saptırma gücünü iteleyip, buldurma gücünü ortaya çıkartmak olmalıdır. Her iki işi yapan da akıldır. Aklı olmayana ne emir verilir, ne ceza tertip edilir, ne sorumluluk aranır… Ya, aklını kullanamayana? İşte sorulması gereken soru. Var olan varlığı, fonksiyonlarını kullanmamasını sağlamak ona zulüm değilse nedir? Ve cehennem bu değilse nedir? Verileni kullanmamak, var olanı hayata getirmemek.

Niye bu haldeyiz?

Savaş oyununa dönecek olursak, aklını kullanmayan kurmay heyetinin akıbetinin ne olacağı bellidir. İşin ucunda ihanet-i vataniye vardır. Kurmayın kellesi koltuğundadır. Alacağı kararlar, uygulayacağı iş veya işlemler tamamen hayatı ile ilgilidir. Ancak, sözlerimiz tamamen ‘devlet’ kabulüne inan ve görevini devletinin vereceği emirlere göre ayarlayan gerçek devlet adamları için geçerlidir. Devleti kabul etmeyen, olsa da olur olmasa da anlayışındakiler için değildir. Değildir, çünkü kabul etmeyenlere ne denebilir ki? Etmiyor, zorla mı? Ne de olsa onların da bir aklı var, kime hizmet ettiğini bilmeyen!.

Kaldı ki, asıl savaş kişinin kendi kendiyle olan savaşıdır. Bu aşamada, yola düşüren de, yoldan çıkaranda akıldır. Bu noktada düşünülmesi gereken, ‘aklı’ eksi veya artı yönde harekete geçiren kimdir?

Lafı uzatmayalım.

“Aklını kullanmayanlara pislik yağar”..

Yok canım, “yağar” kavramı gökten inen yağmur anlamında değil, her yönden (fakat yalnızca birisinden) gelebilecek ilginç bir yağış… (Bu noktada söylenmeli; Hak tecellisi her yönden mümkün… Karıştırmayalım)

En doğruyu Allah bilir.


6 Ekim 2016 Perşembe

Lozan Küfürleri!..


Din-ü Diyaneti mesliden, tarihi de fesliden öğrenerek hedefini bulmaya çalışırsan, düz yolda ayağın dolaşır.

Artık, su yüzüne çıktı ki, BOP hala devam ediyor, tabi BOP eş-başkanlığı da. Yoksa şurada daha iki ay geçmemişken ‘Devletin tapusu’ olduğu söylenilen, Lozan için, hezimet paranoyasına bürünmek, çok da bilinçli olarak yapılan bir saptırmadan başka ne olabilir? ABD seyahati sonrasına isabet eden bilinçli yıkıcılık, sanki bir yerlerden alınan talimatın uygulamaya geçirilmesini anlatıyor. Korkuları var sanki. Açıkları dosyalanıp önlerine serilmiş ve tehdit ve şantaj baskısıyla, kaldığı yerden devamına karar verilmiş BOP’un sanki.

Hiç şüphesiz, Arap Baharı, Libya karışıklığı, Mısır kalkışması, Suriye savaşları ve Irak, Can Kerkük’ü barındıran Irak karmaşası, Kuzey Irak’ta bir Kürt devletçiğinin kurulmak istenmesi hep BOP politikalarının hayata geçirilmesi çalışmalarıdır. Sıradaki hedef Türkiye neden olmasın? Gizli filan değil, açıktan açığa dünya kamuoyuna deklare edilen ‘sınır değişiklikleri’ söylemini henüz unutmuş değiliz.

Yakın tarihi gözden geçirelim; Her şeyden evvel, AKP’nin iktidara taşınması, Irak’a ABD ordularının geçişinin Türkiye üzerinden yapılmak istenmesi çalışmaları, BOP eş başkanlığının açıklanması, Ergenekon-Balyoz süreçleri ve bu süreçte Savcılığın bizzat BOP eş başkanı tarafından üstlenilmesi, dağıtılan Türk Ordusu, hafızası silinen devlet ve bürokratik kıyım, ehliyetsiz yandaşların devlet dairelerine doldurulması, Mısır’la kavgaya girişilmesi, Suriye ile hiçbir sebep yokken düşman kesilmek, bir yandan Sünni İslam tavırları sergilenirken, diğer yandan Suudi Arabistan ve Katar gibi Vahhabî felsefe sahipleriyle dostane ilişkiler, ne olduğunu kendilerinin bile bilemediği ‘Kürt açılımı’ safsatasının yıllarca uygulanması,15 Temmuz kalkışmasının siyasi kazanımlar için kullanılması, yapılacak iş kalmamış gibi, başörtüsünün devlete egemen olmasının yollarının çizilmesi, fırsatını buldukça Atatürk, Cumhuriyet, Laiklik karşıtı söylemlerin devam ettirilmesi… bu bağlamdan olarak, Lozan antlaşması üzerinden yanlış tarihi bilgilerle, Türkiye Cumhuriyeti ve kahraman kurucularına saldırılması.. bunların tamamı BOP gereği.

Türk düşmanı olarak yetiştirilmenin, zihinlerinde uğuldayan dayanılmaz sancısı ortaya çıkıyor zaman zaman. Zehrini kusuyor, millet ne yapıyor? Alkışlıyor. Ne garip bir durum!. Muhtarlar niye, neyi alkışlardılar? Bağımsızlık tahtında, rahat ve huzur içinde yaşamayı borçlu oldukları, uluslararası antlaşmaya yapılan küfür üzerine! Garip mi, garip bir durum.

Bu saçmalamayı yapanın kültür kalitesi herkes tarafından bilinmekte, benim asıl üzüntüm, medeniyet, kültür sevdalarını kalemine dolayan bazı düşünür bozuntularının, CB’nin bu lafı üzerine atlamaları. Neymiş efendim; ‘Lozan bizim ölüm fermanımız’mış. Bak bak nasıl da yumurtluyorlar. Ölmüş, bitmiş, yanmış tükenmiş bir milletin doğum müjdesi olan antlaşma için söylenen lafa bakar mısınız, tam tersini söylüyor, bu Müslümanlık nutukları atan zavallı. Bu kafanın altından, İngiliz eğitiminin çıkacağına garanti veririm. Öğretilmiş, eğitilmiş ve salınmış Türkiye üzerine. Hazır, iktidar gücünü de almış ardına, salla gitsin. Utanmazlar, ahlaksızlar. Yarın insan içine nasıl çıkacaksınız?

Efendisinin sözünden çıkma cesareti gösteremeyen, köleler:

Serbest ve özgür düşünebilme kabiliyetini yitirdikten sonradır ki, verilen emirler ayniyle yerine getirilir. Bunların yaptığı da bu.

Türklerden intikam almak isteyen, dış güçlerin anladıkları şudur: bu milleti öldürerek, yok ederek bitiremezler. Nasıl olacak? Yolunu buldular. Birbirlerine düşürecekler, tarihi şahsiyetleri millet gözünden düşürecekler. Yalnız, kendi ağızlarından yaparlarsa, başarılı olmaz. O halde, içeriden satın alacakları uygun tiyniyetli kişileri avlamak. Yaptıkları bu. Milleti ayrıştırmanın yolu olarak, Atatürk’e saldırmayı planladılar, kendi okullarında, kendi paralarıyla, devşirdikleri zavallılara işte yaptırdıkları. Bunlara acımak bile fazla.

Atatürk’e saldırmanın amacı: asıl olarak, ilime, bilgiye, teknolojiye, tarihe karşı çıkarak, aydınlığı perdeleyerek, insanların Türk Devletine karşı saygısını yitirmesini sağlamak. İşte gördünüz, muhtar artıklarını, çılgınca alkışladılar. Utanmadan, arlanmadan. O alkışların manası, tarihe, devleti kuranlara, ulu kumandanlara, büyük devlet adamlarına küfürdür. Karanlığa gönüllü olarak gömülmektir. Bu dünya çook ihanet yaşadı ve gördü. Lakin bu anlamdaki garabeti ilk yaşıyor. O da size nasip oldu.

‘Yutturmaya çalışmışlar’. Gördünüz mü, algıyı. Bu cümle ayniyle çocukluklarından itibaren beyinlerine yerleştirildi. Şimdi kusuyor.

Sözü Atatürk’e bırakalım:

“Muhterem efendiler, Lozan Sulh Muahedenamesinin ihtiva ettiği esasatı, diğer sulh teklifleri ile daha fazla mukayeseye mahal olmadığı fikrindeyim. Bu muahedename, Türk milleti aleyhine, asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Muahedenamesiyle ikmal edildiği zannedilmiş, büyük bir suikastın inhidamını ifade eden bir vesikadır. Osmanlı devletine ait tarihte emsali namesbuk bir siyasi zafer eseridir.” (Nutuk, sh. 373)

(Muhterem efendiler, Lozan Barış Antlaşmasındaki ana hükümleri, öbür barış önerileri ile daha çok karıştırmanın yersiz olacağını düşünmekteyim. Bu antlaşma, Türk milletine karşı, yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşmasıyla tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastın yıkılışını bildirir bir belgedir. Osmanlı dönemi tarihinde eşi görülmemiş bir politik zafer eseridir.)


22 Eylül 2016 Perşembe

FETÖ Mücadelesinde Göz Ardı Edilenler…


Hala, FETÖ diyorlar da başka bir laf çıkmıyor ağızlarından. Tamam, FETÖ; FETÖ ama FETÖ’nün yalnız olmadığını ve asla tek başına bu işi yapamayacağını belirtmiştik. Peki, durmaksızın FETÖ demenin manası ne demektir? 

Dikkatleri başka mecralara çekmekten başka ne anlamı olabilir?

Tamam, aslını söyleyemiyorsun, üst akıl diye nitelendirdiğini aşikâr edemiyorsun. Her şeye tamam. Bütün kötülüklerin anası olarak durmaksızın FETÖ’yü ortaya sürmek, söyleyelim ki, kendini ihbar etmekten öteye geçmez.

Bir savaşın içindeyiz, büyük bir savaşın. Bu fikrimizi yıllar önce söylemiştik. PKK’nın görünür olduğunu, asıl olanın arkasındaki gücün ABD’de olduğunu ve savaşımızın ABD ile olduğunu yıllar önce söylemiştik. Biz bu fikri ileri sürdüğümüz günlerde, iktidarımız ‘model ortaklık’, ‘stratejik ortaklık’ gibi ne idüğü belli olmayan ve yalnızca kendilerinin inandığı dış politika enstrümanlarıyla oyalanıyorlardı. Ve bu politikalar sayesinde Onlarca vatandaşımızı kendi silahlarımızla hayatlarına son verdik. Yıllar boyunca ki, bu politikayı sürdürdüler. Ve hala ısrarla bu politikanın doğruluğunu söylüyor ve yürütüyorlar. Yazık ki, iktidar mensupları ‘kandırıldık’ lafıyla milleti kandırmanın telaşındadır.

Gelişen olaylar yeni bir kapıya getirdi devleti, işte buyurun size imkân ve fırsat. Uygulayın politikanızı ve değiştirin. Fırsat bu fırsat.

Durmaksızın FETÖ derseniz, tüm suçu FETÖ’ye yükler ve asıl düşmanı gizlemiş olursunuz. Hiç olmazsa ara sıra,  vaktiyle ‘Üst Akıl’ dediğiniz gibi…

Her suç için ortaya aynı şahsı çıkarırsanız, asıl suçluyu unutturmak gayeniz vardır demektir.

Her kanuna aykırı eylemin, bir suçlusu vardır. Adaletin görevi bu suçluyu itirazsız tespit edip, cezalandırmaktır. Siyaset araya girerek, yalnızca bir isim üzerinde durursa, adaletin de kafası karışacak ve yanlış yargılara varma ihtimali bulunacaktır.

1. FETÖ ve örgütü, bu kalkışmada ilk ve kesin tespitli suçludur.
2. NATO bu kalkışmada kesinlikle suçun en büyüğüne ortaktır.
3. Ne NATO ne FETÖ, ABD’siz böyle bir işe kalkışamaz.
4. Avrupa ve Asya’nın merkezini yöneten bir Türkiye’de kalkışma yapmak için sadece ABD’nin onayı yeterli değildir. AB’yi yöneten büyük güçlerin, bu kalkışmada sorumluğunu aramak Türkiye’yi yönetenlerin namus borcudur.
5. Biraz da, öteden beri uygulanan dış politikaya bakılmalıdır. Ne yaptık da, Suriye’de, Libya’da, Irak’da, Mısır’da hatalar yaptık diye düşünmek, yönetenlerin kendi kendilerini soruşturma namuslarıdır. Ve 15 Temmuz kalkışmasındaki dış politika hatalarını bir kenara not etmek ve üzerine gitmek görevleridir.
….

Ne büyük hatalar yapılmış, ne büyük laflar edilmiş, geriye dönüp bakınca anlaşılıyor.

Şimdi, FETÖ’nün gelişmesi, devlete yerleştirilmesi üzerinde konuşmanın zamanı değil. Çünkü zaman mücadeleye dönüktür. Bütün kuvvetiyle ordular düşmana saldıracaktır. Zaman, o zamandır.

Ve düşünülmelidir, yoksa FETÖ çözülemez.



20 Eylül 2016 Salı

Oradan, Buradan!..


‘Büyük Kürdistan’ ve ‘Büyük İsrail’

Ne ilginç. Her iki tanımlamada, aynı merkezin adlandırması gibi,

İkincisi, birincisine muhtaç. Yayılma ve ikna etme aşamasında kullanılacak en önemli argüman. Kürdistan.

Öyleyse, bağımsız Kürt devletinin kurulması için ne yapılması lazımsa, yapılmalıdır.

Şu cümleyi not alalım lütfen;

“Devletler düşmanlarını tanımak zorundadır. Varlığını ve geleceğini huzurla sağlamak için, düşmanlarıyla dostane geçinmeye mecburdurlar.”

Muazzam bir zekâ kıvraklığı, muhteşem bir irade gerektirir bu sözün altındaki anlam.

Bağırarak, çağırarak, küfür ederek, sinirli vaziyette diskur çekerek, yapılmaması gerekenleri uygulamaya sokarak… Üstünlüğünü gösteremezsin. Her şeyden evvel psikolojik olarak yenilmişsindir. Moral zafiyeti yaşayanlar ve bunu karşıya gösterenler yenilmişliğinin lezzetini yaşıyor ve bu lezzet içinde derin rüyalara dalıyor demektir. Osmanlı hülyası böylesi bir zamanlardaki haletin su yüzüne çıkışıdır.

Hayal nefsaniyeti, benlik zanları körükler, birbirlerini fasit daire içinde büyütürler.

Bilim ile ilime, tefekkür ile insanlığa ulaşılır. İnsan, doğruyu bulan, doğruyu düşünen ve uygulayandır yerinde.

Ezberlerin tekrarı, umutsuzluğa düşenin kurtuluş yoludur. Yazık ki, müşterisi boldur.

Koca bir milleti, ezberlerinize, hayallerinize kurban edemezsiniz, böyle bir hakkınız yoktur. Hakikat ırmağında yıkanabilenlere ne mutlu.

Bilmem neyin eş-başkanı olmakla övünülecek günler geride kalsın. Milletinin sana bahşettiği makamlar nene yetmez?

Daha çok, daha çok, daha çok olsun. İyi de nereye kadar? Kanaatkâr olmak kişiyi kötülerden, kıskançlıklardan, hırslılardan da korur.

At ile it izini karıştırmışsan, suç ne atta ne de ittedir. Hemen bir göz hekimine müracaat etmeni salık veririm.

Başkalarının işine burnunu sokarsan, kötü kokulardan kurtulamazsın. Bırak kim nasıl istiyorsa, keyfince yaşasın. Bizim görevimiz, kovanın insicamını karıştırmak değil, balın üretilmesine yardımcı olmaktır.

Acımasızca eleştirdiğin insana dikkatlice bir bakıver, ne görüyorsun, kimi görüyorsun?

İyi insan olmak için kendini iyi hissetmen kâfi değildir, komşunun tavuğundan da gözünü alman lazımdır.

‘Kürdistan’dan nerelere gelmişiz? Konu başkaydı, bilinemeyenler deryasında ne işin var, sana dünya dar mı gelir? Bir nebze dalış, yeni hayatlara kucak açmak gibi.

Arkanda bıraktığın koca bir ömür. Kocaman demişsek, sonsuzluk deryasında hiç mesabesindeki ömür. Ne yaptın, nasıl yaptın, niye yaptın, ya da yapmadın? Ne yapılmalıydı da yapamadın? Bu sorulara doğru cevap verilirse, mesele çözülür. Cevabı, bir daha bu dünyaya gelme imkânının olmadığını unutmamak kaydıyla verebilirsin.

Bir şeylerin yanlış gittiğini anlamanın yolu, o işte görevli olanın sohbetlerinde açığa çıkar. Kulak kesilin diskurlara. Ne potlar, ne açıklamalar, ne itiraflar bulacaksınız.

‘Başörtüsü’ne kurban edilen bir rejim, bunalıma dönüşen ihmaller, bir Paşa’nın başörtülüye teslim edilişi, yapacak işi kalmamış gibi, kadın polislerin de başörtüsü kullanabileceğini yönetmeliklere geçirmek.. heey, “411 el”, şimdi Hürriyet’in manşetini hatırlamak zamanı değil mi? Kaos iliklerimize kadar işlemişken.

‘Kürdistan’mış… şurada kardeş, kardeş yaşamak varken!...

Bir yazımızda şöyle demiştik büyüklerden alıntılayarak: ’Şeytan, olmayanı varmış gibi, var olanı yokmuş gibi gösterir.’

Ne demişti ulu kumandan:

“Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur”.


17 Eylül 2016 Cumartesi

15’inden Bugüne Değişen Bir Şey Yok!..


Yeniçağ yazarı Arslan Tekin 10.07.2016 tarihli köşe yazısını şu cümle ile bitiriyordu:

“Cemaatler ve tarikatlar masaya yatırılmalı ve teşrih edilmelidir.” (Arslan TEKİN)

Yazıyı okur okumaz, facebook sayfamda aşağıdaki yorumu yapmıştım:

“Gerek yok.

‘Cemaat’ (ler) denilen siyasi yapılar, bozulmuş ve düzeltilmesi imkânsız ‘tarikat’ yapılanmasının yeni bir adla toplumu kandırma yönteminden başkası değil.

Kaldı ki, tamamının oluşumunda bir yabancı istihbarat servisinin el izi var. Başkalarının aklı ile vücut bulan bu yapılar hakkında, yapılması gereken; hükumetin bugünlerde bir cemaat aleyhinde savaş açtığı cephenin genişletilmesinden başkası olamaz.

Hepsinin mali yapısı, para toplama yöntemleri, toplanan paraların makbuzları, harcamaları, faturaları tek tek incelendiğinde, karşımıza yeniden büyük bir soygunun çıkması muhtemeldir.

Manevi kelamlar, kelimeler, sözler, cümleler kullanılarak yapılan, (din) adı altındaki siyasi manevraların tamamı, sakıttır, yalandır, kandırmacadır. Tez elden tamamının kapatılmasıyla toplum huzura kavuşacaktır. Huzurun bulunmadığı toplumlarda anarşi hâkim olur. Anarşi beyinleri aşındırır, hücreleri öldürür. Beyini zayıflamış bir toplumdan da, hayır-hah işler beklemek beyhudedir.”

***

Bu yorumdan tam Beş gün sonradır ki, o meşum kalkışma yaşandı. Görülüyor ki masaya yatırmaya filan gerek yok. Masaya, tanımadığın, bilmediğin bir konuyu yatırırsın ve üzerinde tartışırsın. Bunların bilinmeyen tarafları mı var ki, üzerinde tartışalım?

15 Temmuz yaşanmasına karşılık hala olduğumuz yerde duruyoruz. Hala, cemaat yapılanmaları hakkında, dişe dokunur bir çalışma yapılmadı. Yapılma niyeti de yok. Hala, para toplamaya devam ediyorlar, hala yalan yanlış dini bilgileri halkın dimağına yayıyorlar. Ne Maliye’den ekonomik denetimler, ne Diyanet ve İlahiyatlardan dini denetimler yapılamadı.

Tez elden tamamının mal varlığına el konularak, tamamı kapatılmalı ve faaliyet yapmalarına mani olunmalıdır.

Hala ders alınamadıysa, siz daha nasıl bir kalkışma bekliyorsunuz?



12 Eylül 2016 Pazartesi

Ne Düşünüyorum?


Ne 15 Temmuz kargaşasına düşmüş ve kalmış ne de 16 Temmuz rahatlığını yaşayabilmiş bir garip olarak, hala 14 Temmuz’da kalmış bir bî-baht olarak çözümün hala, 15’inden evvelinde olduğuna inananlardanım. Niye? Problemi anlayamayanlar çözüme ulaşamazlar da ondan. Bendeniz, problemin nereden ve nasıl doğduğunu merak edenlerdenim.

Aslında bunun da bir önemi yok. Ve aslında her şey ap-açık ortada duruyor. Ne 14 Temmuz, ne 15 Temmuz, ne de 16 Temmuz umurumda. 14 neyse, 16’da o.

Aradaki fark, ortaya sürülmüş bir cengâver.

Şunu yadsıyamam. Aleniyete çıkmış ve tespiti yapılmış bir hainler grubu var. Ne yapılacaksa yapılmalıdır. Hiçbir itiraz kabul edilemez, hiçbir tereddüt affedilemez. Lazım gelen ve yapılması gerekenler duraksamadan, acabalara yer verilemeden yapılmalıdır hiç tereddütsüz.

14 Temmuz şartlarını unutmadan ve 17/25 Aralık evvelini akıldan çıkartmadan.

Gidişat nereye varır? Bu bizim sorunumuz değil. Yargı görevlileri gidişatı takip edeceklerdir, yasalar ve evrensel vicdanın yol vereceği ölçüde. Yolların nereye, ne kadar gideceğine ancak onlar karar vereceklerdir. Elbette bu kararların temyizi mümkündür. O halde, cengaverlerde yargının kararlarına boyun eğmelidir. Zaman nelere gebe, neler, nasıl gelişecek göreceğiz ömrümüz varsa bu dünyada.

Niye?

Demokrasi bayramı ilan etmek, siyasi bir diyalogdur.

Demokrasi inancı, yargının vereceği kararlara ayniyle boyun eğmeği de gerektirir.

Bu noktada (noktada kelimesi birisinin hoşuna gitmesi için değil, geldiği gibi yazılmıştır),

Yargının bağımsızlığı üzerinde çok acımasız tartışmalar yapılmaktadır. Bizi derinden yaralayan tartışmalar. Karşısında saygıyla durduğumuz yargı erkinin, yanlı karar vermesi ihtimali, milletin mensuplarının beyinlerine yerleştirilirse, ‘var haline yan gardaş’ derler. Milletin ekseriyeti bu hali yaşarsa artık siyasetin yapabileceği de bir şey kalmaz. Yalanla varılacak yer ancak bir şarampol olur. Sonrasında yol…

Evet, bendeniz 14 Temmuz yanlışlarında, 14 Temmuz kahırlarındayım.

Ama asla, yapılan mücadelenin duraksamasında değil, bilakis şiddetinin aratarak devam etmesinden yanayım.

“Şiddeti” demişsek, işkence değil, yaşların toplanması değil, yasaların müsaade etmediği değil, yetkilerin kötüye kullanılması değil…

Devlet gibi, adam gibi, yasa gibi, kural gibi…

Hakk’ın tahakkuku, Hakk ile…

Adalet Hakk’ın bulunduğu yerdir…



                                                                        

27 Ağustos 2016 Cumartesi

FETÖ Sadece FETÖ mü, Tetikleyicileri Kimlerdir?


Askere Doğru, Hücum Emri Yıllar Önce Verilmişti;

Bir kere barış içinde yaşamanın ilk şartı, güçlü bir orduya sahip olmaktır. Güçlü ordu, gücünü milletten alır. Millet kendini güçlü hisseder ve ekonomik, siyasi, kültürel yatırımlarını rahatça yapar. Bilir ki, ardında ordusu vardır.

O halde milleti zayıflatmanın yolu, ordusunu elinden almakladır. Ordu, zayıflayınca, kafası dağılınca, proje üretemeyince, tahlil yapamayınca, zamanında gerekli emirleri vermeyince, ha ordun olmuş, ha olmamış ne fark eder?

Ergenekon, Balyoz mevsimlerini atlattık diye düşünürken, daha beteri ile karşılaştık. Meğer ordunun önemli, stratejik noktalarına hainler doldurulmuş. Haydi, biraz yumuşak olsun, hainler sızmışlar. Aslında sızdırılmak da tehlikelidir. Uyuyan devlete rahat sızılır. Ha uyumuşsun sızmışlar, ha bile isteye yerleştirmişsin, sonuç değişmez. Suç her halde vardır. Suç noktası yargıyı ilgilendirir. Bu hainleri üç tipte incelemek mümkündür.

1. İkbal peşindekiler; her zamanda kolaylıkla bulunacak tiplerdendir. Bir bakıma her devrin adamlarıdır. İktidar gücünden nemalanmanın yolu olarak, dalkavukluk, soytarılık, meslekleri olur. Kandıramayacakları kişi yoktur. Dünyalıkları iyidir, durmadan dünyalıklarına dünyalık eklerler. Bu her iktidar döneminde böyledir değişmez. Elbette suçlu muktedirlerdir, ağam-paşam diyene hemen kanarlar çünkü.

2. Bilinçli tabiler; bağlı olunan gurubun isminin önemi yoktur. Hangisi olursa olsun. Bağlandıkları yer ve kişilerin emirlerinin dışına asla çıkamazlar. Sıralı amirleri daima ikinci sıraya düşer. Bunların yetişme tarzında, dünya sözde sıfırdır. Yetkiyi ele aldıklarında, ilk düşünceleri dünyayı sağlama almak ve ahireti unutmaktır. Hep böyle olmuştur. Yetkiyi ele alana kadar, din, iman, Allah, Peygamber sözleri ağızlarından düşmez, vakit namazlarını kaçırmamaya özen gösterirler, abdestlerini alırken insanların görmesi onlar için önemlidir. Lakin iktidarın itelemeleriyle yetkiye, paraya, mala kavuşunca her şey biter, ahiret unutulur. İşte bu kişiye yaptıramayacağın bir şey yoktur. Çünkü zannınca kaybedeceği çok şey vardır!.

3. Yabancı hocaların elinde yetişmiş, yerli müsveddesi kullan at cinsinden kişiler: bunlar eğitimlerini yabancı ülkelerde tamamlamışlardır. Bu sırada yabancı hayranlığı kanlarına kadar işlemiştir. Beyinleri öylesine yıkanmıştır ki, durumdan vazife çıkartarak, eğitim aldığı kuruluş veya devletin lehine her harekete iştirak ederler. Sanki belli bir noktadan emir almış gibi, hemen tamamı aynı konuda, benzer cümlelerle konuşur ve yazarlar.

Bunların bir ortak noktası vardır; ihanetten yakalandıklarında “etkin pişmanlık yasasından yararlanmak için bülbül gibi konuşurlar” (Ergun Kaftancı, 22.08.2016/Yeniçağ) Hain tabiatlı olduklarından, ihanetleri süreklidir. Dün, anasını babasını yetiştiren, besleyen devletine ihanet ederken, bugün, o ihanete sebep olan ve ihanet ederken sayılamayacak çoklukta mal zengini yapılan bu hainler efendilerine ihanet etmekten imtina etmezler. Canları çok tatlıdır, tehlike anında ray değiştirmeyi iyi bilirler.

İşte, felakette bu aşamada belirir. Yalan söylemeleri ve inandırıcı olmaları, karşıyı aldatmada etkilidir ve yüzde yüzü olmasa da başarırlar. Başarırlar ve belki de daha etkili görevlere terfi ettirilirler.

Günümüzde, tüm bu saydığımız hainlerin tamamı FETÖ rumuzuyla anılıyorlar. Böyle demekten maksadımız, yalnızca F. Gülen’e tabi olan ve 15 Temmuz darbesinde rol alan bir guruptan değil, onların daima yardımcısı ve destekçisi olan sayısız odak, lobi, istihbarat yönlendirmesi ajan-provokatörün bulunduğunu da belirtmek içindir. Hepsini FETÖ diyerek, aynı çuvala doldurursanız, ileride telafi zor hatalara şimdiden düşersiniz.

Nitekim sivil giyimli olup, Bakanlıklarda, Genel Müdürlüklerde ve sair devlet kurumlarında görev almış pek çok NATO yetiştirmesi zevat muhtemelen hala görevlerinin başındadırlar. Mümkün değil ki, 15 Temmuz hain kalkışmasında rol almamış olsunlar. Ama az, ama çok mutlak surette bir rolleri vardır, ama bilinçli olarak, ama bilmeden ve istemeden ve fakat bir lobinin, bir derneğin, bir ajanın dürtüklemesi ve yönlendirmesiyle.

Şöyle bir düşünelim hele; Türkiye’de federasyon yaygarası nasıl çıkarıldı, Kürtlerin ayrı bir millet saçmalaması nasıl yeşertildi, Ermenilerin soykırıma uğradığı yalanı nasıl dolaştırıldı, dağlardan taşlardan ‘ne mutlu türküm diyene’ özdeyişinin silinmesi gerektiği kimler tarafından yönetenlere kabul ettirildi, dış politikada komşusuz kalmamız nasıl sağlandı, Yeni Osmanlı vaveylası kimler tarafından çıkartıldı, askerin (bizim için ordudur) siyaseten etkisizleştirilmesini kimler ölesiye savundu, durmaksızın Atatürk düşmanlığını canlı tutanlar kimlerdir, PKK-IŞİD-DHKPC ve FETÖ örgütleriyle birlik olup, Türk Milletine saldırıları bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek tetikleyenler kimlerdir, 12 Eylül anayasa oylamasına nasıl gelindi ve kimler desteklediler?...

Evet, bunlar kimlerdir, eğitimlerini nerelerde tamamlamışlardır, hangi örgütler veya lobiler onları yurtdışına taşımış ve harcamalarını karşılamışlardır? Soralım bu soruları ve korkmadan cevaplayalım.


Görülecek ki, F. Gülen cemaati mensupları oyuna gelmişler ve düşüncesizce hareket ederek, dünyanın büyük istihbarat örgütlerinin emrine girmişlerdir. Ve bu emir, yukarıdaki sorulara doğru cevap verilebildiği takdirde, o kişiler tarafından verilmiş olmalıdır. O halde bu kişileri devlet idaresinden derhal uzaklaştırmak zaruret olmuştur. Fikir bize aitse de, uygulamak size düşer. Geleceğin Türkiye’sinde, tam bağımsızlığın yaşanabilmesi için, kafalarıyla, gönülleriyle başka ülkelere bağımlı olanların işbaşından uzaklaştırılması ilk öncelikli olmalıdır.

14 Ağustos 2016 Pazar

‘L’ Perdesi!.


Muhafazakârlara (artık dinci olarak anılırlar) durmaksızın dersler (sözde öğütler) veren Mehmet Şevki Eygi,11 Ağustos yazısında, “politikacıların On Bir büyük noksanı”nı anlatırken şu maddeyi de ilave eder:

“Halkın değil, Hakk’ın rızasını kazanmanın önemli ve hayatî olduğunu unutmak.”

İlk bakışta doğru gibi duran bir anlam içeriyor değil mi?

Fakat öyle olmadığı, biraz incelikli tefekkür edilince ortaya çıkıyor.

İkilemlerle düşünmek ve hayatı bu ikilik içinde kabullenmek. Hem var, hem yok diyen uluların zerrece düşünce ufkuna yaklaşamamak. Varlıkla yokluk, senlikle benlik, o ile ben, ben ile o, Hak ile Halk.

Oysa çok iyi biliyorlar veya bildiklerini sanıyorlar. Bilgileri, bir-kaç kitap okumak ve okudukları içinden bilgi kırıntılarını aşırmak. İşte bu. Hâlbuki okumak, öğrenilecek taze bilgilerle düşünmeye çalışmak içindir. Düşünerek, öğrenilen bilginin üzerine yeni bilgiler inşa etmek demektir. Yeni inşa yoksa okuduğunun da bir anlamı olmayacaktır. Gereksiz bilgi yükten ibaret.

‘İki’ imiş gibi kabullenmek, ‘perdelerin’ algılara yüklediği bir problemdir. Çıplak gözle güneşe bakılamayacağı gibi, hakikati şıp diye anlamak-kavramak diye bir şey söz konusu değildir. Güneş ile göz arasına bir perde konulmalıdır. Perdeler kâinat ile arana konulmuş kalın duvarlar değil, kâinatı ve varlığı anlayabilmek için yardımcı malzemelerdir. O yardımcı malzemeleri ezberlerimize alarak, kendimizi şartlandırıp, gerçeğinden uzaklaşıyoruz. Görünenin, görünmeyene perde olduğunu fark edemiyoruz. Böylece, şartlanmalarımızın ve değer ölçülerimizin beynimize yüklediği ve tamamı nefisten gelen duygulardan, nefsaniyetimizin kabarmasından bir türlü kurtulamıyoruz. Böylece, görünenin derinliğinden habersiz, yüzeysel bilgi ve görgülerin kabulüyle hevaya yaşayıp gidiyoruz ve ömür tüketiyoruz.

Zanlarımız inançlarımız olursa, baş edemeyeceğimiz sonuçlarla karşılaşmamız kaçınılmaz olur.

Test yöntemi geliştirebiliriz kendi kendimize. Mesela, kişinin aklına gelen herhangi bir duygu ve düşünce, zanların körüklediği, tarihi kabullenmelerin (oradan-buradan, ondan-bundan öğrenilenler) dayattığı bilgilerden mi, yoksa özgür beyinlerin ürettiği saf ve hakiki bilgilerden midir? Bunun farkına varmak gayreti kişiyi doğru yola çıkartacak ve hakikat sonucuna ulaştıracaktır. “..Muhakkak ki, zan gerçeği yansıtmaz!” (Necm Suresi/28)

Karagöz oyununu izlerken, perdenin farkında olmamak, seyircinin zevkine zevk katar. Arada perdeyi fark etmek oyun zevkini bitirir. Bitirir ama yepyeni bir zevk alanı açılır.

Ve…

Sır açılır. Anlaşılır ki, bizim sır diye öykündüğümüz meğer yıllarca önümüzde çırılçıplak duran, fakat bir türlü sır manasını üzerine konduramadığımız mana imiş. Karagöz diye seyrettiğimiz, meğer gerçek değil, gözümüzün gördüğü perdeden ibaretmiş. Öyle algılamış ve fakat öylece kabul etmişiz. Kabul etmiş ve inanmışız, iman derecesinde.

Şu sonuca ulaşıyoruz; ne ki görüyor, ne ki duyuyor, ne ki anladığımızı varsayıyoruz, tamamı, ama tamamı olduğu gibi değil, olması gibi değil… Ancak anlayabildiğimiz kadarıyladır. Anlamamıza sebepler ise, hakikatin önüne kondurulmuş perdelerdir.

Bize yüklenilen görev ise; o perdeleri yarıp, perdenin ötesine geçmektir.

Öneri; kaldır şu ‘L’ perdesini üstat, geriye kalan hayatın gerçeğidir.

Laf uzadı. Anlayan anladı. Son olarak şu dörtlük ile bitirelim;

“Cemâlün cilve-ger eşyâda eşyâ bî-haber senden
Celâlün perdesidür eyleyen men’-i nazar senden
Mezâhir vechüne mir’ât ü nûrundan eser zerrât
Cihân hep cümleten âsârun ammâ yok eser senden”
Nev’î Yahyâ

NOT: “bütün yazarlarımız o tarihten itibaren bir türlü kurtulamadılar darbe ve FETÖ konularından. Dikkatle okunursa, biz de kurtulamamışız.”


11 Ağustos 2016 Perşembe

Çıkış Var mı?


Ayakları öpülesi analarımızın ağızlarına yakışan o ünlü kelamları şudur; “helal süt emdirdim.”

Allah onlardan razı olsun, göçenlere rahmet, kalanlara sıhhat ve afiyet dileriz. Daima baş üstündedirler. Hiçbir ana arasında ayırım yapmak aklımızın ucundan bile geçmez.

Hz. Resulullah (sav) bir rüyasını şöyle anlatır: “öyle çok süt içtim ki, nerdeyse parmaklarımdan çıkacaktı”. Dinleyenlerden birisi, “Nasıl tevil ettiniz ya Resulullah” deyince, “ilim ile tevil ettim” buyururlar. Burada süt ilmi anlatmaktadır.

Analarımızın ağzındaki süt de aynı manaya gelir. İlimdir.

İlim iki yönlü incelenebilir. Haram olanlar, helal olanlar. İlim diye öğrendiklerimizden hangisi, Allah’tan uzaklaştırıyorsa haramdır. Yakınlaştıran ise helal. Zaten, birinci türe ilim bile denilemez, bir takım gereksiz, olmasa da olur kabilinden bilgilerdir.

Birinci tür bilgilerle hayatını dolduran ve üzerine yeni ve Hakk olan bilgileri biriktiremeyenlerin, özellikle yaşlılık dönemlerinin çok sıkıntılı geçirdikleri bilenen bir gerçektir. Bir zaman sonra özellikle emeklilik günlerinde yapacak, uğraşacak bir iş bulmakta zorluk çekerler. Kendilerini meşgul edecek konuları bitmiştir. Günümüzde, bağ-bahçe sahibi de değillerse, televizyonlarda evlilik benzeri programları seyretmekten, beyinleri iyice düşünemez hale gelir, Allah korusun.

Rahata ermenin yolu, Hakk yolunda olmak ve bu yol üzere bilgileri artırmaktır. Zaten istemesen de bilgi akışı devamlıdır. Çünkü beyin daima o bilgiler üzerine ve artırma eğilimindedir. Bu itibarla, helal ilimler peşinde koşanların, özellikle emeklilik devreleri (ki, tüm hayatları boyunca) çok rahat geçer. Uğraşacakları bir alan daima taze durur. Beyin, yeni bilgilere açık, aldıklarını üretme ve değerlendirme mevkiindedir.

***

Ülkemiz sıkıntılı günler geçiriyor.

Nasıl gelindi bu noktaya dersek;

Hakk ilminden uzaklaştığı ve kendini tamamen dünyaya verdiği halde, yani haram ilimlerle (bilgilerle) meşgul olduğu halde, din, Allah, kitap kavramlarını ağızlarından düşürmeyenlerin, uğradıkları bataklık ortamıdır. Battılar, çırpınıyorlar, kaçmak niyetindeler, çıkış arıyorlar… Nafile.

Yardımcıları da vardı ve hatta destekçileri. Aslında darbe yapanları onlar besleyip, büyüttüler. Haram ilimlerde ortaklıkları vardı. Ve hatta bu haram bilgileri, hoyratça halkın arasına yaydılar ve kendileri gibi yaşamaları için gereğinde, kanun ve yetki zorlamalarıyla halkı bastırdılar, halkın düşünebilme yeteneği üzerinde daimi bir baskı uygulayarak, düşünemez ve ne verilirse kabul edecek bir düzlemde isteklerine razı ettiler. Geniş halk kesimlerinin, kolaycılığa kaçması, savunmasız ve bilgisiz olmaları işlerini kolaylaştırdı.

Cumhuriyet, Atatürk karşıtlığındaki birliktelik, güç paylaşımının belli bir tonda talep edilmesi sürecine kadar sürdü. Karşıtlık, Hakk ilminin karşısındaki haram ilimlere ve bu bilgi sahiplerine değil, sahip olduğu gücün paylaşılması isteğinedir. Burada da bir yanlışlık seziliyor. Hâlbuki tarihin büyük kavgaları, mal, mevki paylaşılması ve iktidar hırsları için değil, Hakka Davet söz konusu olduğu zamanlarda, Hakk söyleyenlere karşı yapılan saldırılardır. Bütün tarih boyunca böyledir. İktidar paylaşımı talepleri ikinci belki de üçüncü sıralarda yerini alır. Ve akıllı kurmaylar asla, para, mal, mevki için savaşmazlar, milli ve Hakk amaçların içinde sonraki sıralardadır bunlar.

Terk etme, geri çekilme, vazgeçme gibi politikalar kimi zamanlar kazanmanın ilk şartlarından olur. Tarihin büyük savaşları bu siyasetin uygulanması sonrasında kazanılmıştır ki, Hudeybiye ve Sakarya Savaşı bu duruma önemli bir örnektir. Zamanında, bu stratejinin devreye sokulamaması sonu karanlık günlere gebe kalınacağının resmidir.

***

Çıkış var mı? Diye sormuştuk. Elbette var.

Geri çekilme çıkış için ilk şart gibi duruyor.

Yapılan hatalar, ortaklıklar, yanlışta ısrarlar, yeteneksiz kişilerin işbaşına getirilmesi, haram bilginin yaşanılması ve yayılması hususundaki, iyi niyetten ari, hırs ve kinden müteşekkil dayatmalara gidilmesi gibi hususlar artık yönetimin dinlenmesi gerekliliğine işaret ediyor.

Terör örgütüyle etkin mücadele için, soruşturmaların ve yargılamaların adalet içinde makul bir süreç dâhilinde görülmesi için bir bakıma sebep olanların hükumetten ve işbaşından ayrılması zorunluluk olarak ortaya çıkıyor.

Bu itibarla,

Hükumetin işbaşından ayrılması ile yerine kurulacak bir terörle mücadele, yargılama ve yeniden yapılanma hükumeti isabetli bir karar olacaktır.

Peki, kabul etmiyor musunuz?

Genel Kurmay Başkanı, İç İşleri Bakanı, Adalet Bakanı, Milli Eğitim Bakanı (öncesi Savunma Bakanlığı) ve MİT Müsteşarını değiştiriniz. Yerlerine işini bilir, liyakati tam, güvenilir adamları getiriniz. Çünkü 15 Temmuz belasında her birinin dahli vardır, ama tedbirsizlik, ama bilgisizlik, ama…

Bakınız,

Bu söylenilenler yapılırsa nasıl da büyük başarılar kazanılacaktır?

Helal ilim hâkim olacak ve haram ülkemizden kaçacaktır.

‘Hakk şerleri hayr eyler…”


5 Ağustos 2016 Cuma

İblis, Şeytan, Birey…


Ergun KAFTANCI üstadımızın bugünkü (03.07.2016) yazısının başlığı;

“İblisin arkasındaki güç”

Günümüz hadiseleri üzerine kurulmuş, okunası popüler bir yazı, tavsiye edilir.

Fakirin aklına bazı kavramları düşürdü bu başlık.

Hayatımızın içinde en önemli partnerimiz ‘İblis’tir. Her an yanı başımızda. Daha doğrusu içimizde. Yani, düşünürken, okuyorken, konuşuyorken, dinliyorken, namaz kılıyorken, oruç tutuyorken, bir fakire yardım ediyorken, kanadı kırılmış bir kuşu tedavi ediyorken… Bir Milyon ayrı ‘şey’i yapıyorken hep birlikte olduğumuz ve bizi kendi yoluna, isteği doğrultusunda yöneltmek görevi olan ve daima bizi kendi yoluna çevirmek olan varlık!.

Hayallerimizle, rüyalarımızla, istek ve arzularımızla, kıskançlıklarımız, hasetlerimiz, kinlerimiz, intikam duygularımız.. Daha nice özelliklerimizle bizi, kendimizi, nasılsa kendi arzuları üzerine şekillendirmeye çalışan varlık.

Niye İblistir? (bu soru daha sonra konuşulur)

Şeytandır, esasen. Bilinir ki, Şeytan, hocadır.

Haydi bakalım, çıkın işin içinden.

Bir de, inancımızın, dinimizin, kültürümüzün uluları tarif ediyorken, “İblis’e sayısız miktarda yardımcı”nın tahsis edildiğini belirtirler. Demek ki, bu dünyada büyük görevi var.

İlk görevi, uyandırmak. İblis, yoksa insanın hayatını düzenlemek diye bir derdi olmazdı. Yanlış diye, hatalı diye, eksik diye bir derdi de olmazdı. Her şey istenen gibi, her şey dört dörtlük olurdu. Böyle bir hayatın zevki olmazdı ve doğrusu böyle bir dünya hayatında yaşamak sıkıcı mı sıkıcı, tek düze bir hayat olurdu. Düşünme lüzumu bile olmazdı. Düşünce lüzumu olmayınca, bulacağınız da olmazdı. Yani hedefiniz de olmazdı. Hedefi hatırlatan, varılacak noktayı işaret eden daima, kendi yaptığımız hatalar, kendi isteğimizle düştüğümüz kuyulardır ve düştüğümüz (kardeşlerimizin attığı da diyebiliriz) kuyulardan çıkmanın bir yolu vardır, ilk arayacağımız yol da bu kuyudan çıkışın yollarıdır.

Yani, yani;

Üstadımız Kaftancı’nın söylediği ‘iblisin arkasındaki güç’ tamamen kişinin kendisidir. İşte bu sırada iblis tekrar devreye girer ve, kendi gücünün arkasındaki olanı, falanca, filanca şeklinde tarif ederek, hayalleri, vehimleri devreye sokarak kişiyi, yani bizi bir kenara atar ve unutturur. Çok ilginç, olagelen bu olayları da biz, gerçekmiş gibi algılarız. (Miş) gibi diyoruz, çünkü her farklı zaviyeden görülen nesne nasıl farklı anlamlar taşıyorsa ve biz bunu gerçek(miş) gibi algılıyorsak, urganın düğümlendiği nokta burasıdır. “Olmayanı varmış gibi, var olanı yokmuş gibi” algılatmak zaten şeytanın temel görevidir. Ancak bu görevini yabancı diyarlarda değil, her bireyin kendi üzerinde yapar. Yani, İblis, kişinin kendi içindedir.

Yad ellerde şeytan arayan, yad ellerde Peygamber arayanla aynı manaya düşer. Nasıl derlerdi? Ne ararsan kendinde ara!.

Konu uzar gider… Yazılacak daha çok cümle var. Ama bu kadarı yeter.

Doğruyu Allah bilir.



3 Ağustos 2016 Çarşamba

Geç Uyanmak Nedir?


“İstihbarat eksikliğinden” bahsediyorlar, çok önemli ve kimsenin bilmediği gizli bir bilgiyi açıklıyormuş gibi.

Bu cümleyi aklı eren Milyon kişi kullanmıştır şimdiye dek.

Bu ülkede, dağlarında keki toplayan bir ihtiyarın PKK’lıdır diye öldürülmesi,

Uludere (hadi kazası diyelim) kazası,

MİT tırları,

Genel Kurmay’ın duvarına 500 metre de patlaya bomba,

Emniyet Genel Müdürlüğüne 800 metre de patlayan bomba,


Daha Bir Milyon örnek…

Ortada dururken,

“İstihbarat eksikliği”nden bahsetmek,

‘Yavuz hırsız’ örneği değil de nedir?

Beyler, sizin bugün tespit ettiğiniz eksiklik, yıllardır kalemlerimize, dillerimize dolanmış, lakin bir türlü kendimizi anlatmaya fırsat bulamamış kişileriz. Şükür ki, internet var da, ispatı hazır duruyor.

Şimdi klavyenin ucuna bir şeyler geliyor da,

Suyu dalgalandırmayalım diye susuyoruz….

Akıllı olun, aklınızı kullanın diyeceğim lakin buna fırsat yok. Duygular önde. Son iş, İmam Hatiplileri asker yapmak. Böylece millet (sizin ifadenizle) kurtulacak.

Haydi bakalım!..

“Üzerinize güneş doğmasın” diye bir kelam vardır. hep şöyle anladık bu sözü. Güneş doğmadan uyan ve işine gücüne bak.

Zahiren bu mana anlaşılsa bile, değilmiş ağam, değilmiş…

Gerçekler kendini faş etmeden, sen gerçeği anla…

Manasındaymış ağam.


Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...