30 Haziran 2014 Pazartesi

Cumhurbaşkanı’nı Biz Seçeceğiz


Ali Rıza Bozkurt ismini bir yere not ediniz; biz devam edelim.

Şu günlerde, iktidar önde gelenlerinin gözlerine dikkatle bakıyor musunuz, iktidar destekçisi yandaş kalemlerin köşelerindeki yazılarının satır aralarındaki beyinlerinin gizli noktalarından gelen, ifşa ettikleri ve kendilerinin bile farkına varmadan kalemlerinden, ağızlarından çıkan sırları çözebiliyor musunuz?

Büyük bir devletin idaresindeyseniz, dünyanın neresinde bir olay oluyor veya olacaksa, neresinde bir devlet idarecisi seçilecekse büyük devlet olmanın verdiği sorumlulukla ve bu sorumluluktan doğan yetkiyle oralara etki yapmak ve olacakların istediğiniz gibi olmasını düzenlemeye çalışmak büyük devlet olmanın gereklerindendir. ABD’nin de Türkiye’de olacak hadiseler üzerinde etkili olmayı istemesi de kendi açılarından doğru, herhangi bir devletin böyle bir düşüncede mümkün olmayacağı gibi bir inanç da olmak yanlıştır (bir anlamda emperyalizm). Elbette, ne gibi bir gücü, ne gibi bir imkânı varsa kendine yakın kişileri idarenin başına getirmeye çalışacaktır. Bu kaçınılmazdır. Önemli olan biz ne kadar büyük devletin isteklerine evet diyeceğiz, ne kadar onların taleplerini yerine getirmeye çalışacağız. Bir yerde ‘dur’ diyebilecek miyiz? Sorun budur.

Büyük devlet planladığı işin içine bizzat girmez. İşin yapılacağı ülkelerde devşirdiği ve kendine bağlılığından asla şüphe duymadığı kişiler aracılığı ile işe girer ve bugüne kadar gördüğümüz ve bildiğimiz gibi çoğunlukla da başarılı olur. Önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de belki başarılı olacaktır kim bilir?

Komplo yazarı (Ergenekon sanığı) Erol Mütercimler’in, 8 Nisan tarihli yazısının başlığı şu: “12. Cumhurbaşkanımızı Yalnızca Obama Biliyor”.

Yazımızın girişinde ismini verdiğimiz Ali Rıza Bozkurt’un biyografisi bugünlerde yeniden gündemde. Şöyle yazıyorlar: Alevi köyünde 1942 de doğmuş (Alevi oluşunun vurgulanması önemli), İTÜ Mühendislik Fakültesini bitirmiş, mühendislik yapıyorken birden bir rüya görür ve “1981 yılında kızlarının tahsili için Amerika’ya” yerleşir (gariptir, bu da kızları için ABD’ye gidiyor, bu bilgide önemli, başörtülü olduğu içinde gidenleri biliyoruz). “Amerikan vatandaşlığına geçer” ne hikmetse kapılar çabucak bir bir açılır ve “para, şöhret, iş” Amerikan Rüyası’nın gerçekleştirilmesi üzere peş peşe gelir. Burada ‘Amerikan Rüyası’ tanımı da önemlidir, not edilecek derecede. Kısa bir süre sonra merdiven basamaklarını ikişer-beşer atlayarak, iş ve siyaset âleminin bir numaralı ismi oluverir! Amerikan vatandaşlığı bütün kapıları açmıştır. Ortadoğu’da büyük yatırımlara girişir, açılan her ihalede neredeyse o vardır, “inşaattan madene, petrolden ticarete” hep onundur. Kuveyt, ırak, Katar, Suudi Arabistan (20 den fazla ülke).. Yapılan büyük işlerin hepsi onundur! Yürü denmiş bir kere!. ABD vatandaşlığına geçerken edilen yeminde, “ABD’ye bağlılık ve sadakat göstereceğime ve kanunun gerektirdiği durumda, sivil yönetim altında ulusal önemi olan işlerde çalışacağıma…” cümlelerinin de bulunduğunu not etmekte fayda var. Ve A. Rıza Bozkurt ABD başkanlarına danışmanlık yaparken, Türkiye – ABD ilişkilerinde de Türkiye tarafına lobi faaliyetlerine de katılmaktadır, ettiği yemine göre düşünecek olursak, bu noktada bingo çekmek hakkımızdır. İşte bu Rıza Bozkurt, Türkiye’de (Ortadoğu ve Kafkasya devletleri dâhil) oynanan her tür oyunda başroldedir. Hükumet değişimlerinde, Başbakan tayinlerinde, Cumhurbaşkanı seçimlerinde, ekonomik yatırım kararlarında hepsinde hepsinde vardır. Kimin adına? Tabi ki, yemin ederek vatandaşı olduğu ABD adına.

AKP’nin kuruluş serüvenini incelediği ve açıkistihbarat.com adresinde yayınladığı yazısında Mustafa Erol ilginç sonuçlara ulaşır. Tayyip Erdoğan Refah Partisi Beyoğlu İlçe Başkanı iken, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Siyonist Neo-Con Morton Abraowitz tarafından keşfedilir ve “malum medya marifetiyle toplum gündemine taşınır, ilçe başkanlığından il başkanlığına, oradan Belediye Başkanlığına terfi ettirilir”. Büyükelçi ile temasları sıklaşır ve “ABD ziyaretleri aralıksız” devam eder. “15 Ekim 1996 günü Tayyip Erdoğan’ı Belediye makamında ziyaret eden Abramowitz ‘siz İstanbul’u yönetip yıldızınızı parlatabildiğinize göre, Türkiye için de çok şey yapabilirsiniz! Diyerek, ‘Tayyip’in bazı şartları kabul etmesi halinde, ABD’nin kendisini Başbakanlığa hazırlayacağı’ şeklinde manşetler atılmıştır. Yine Büyükelçi’nin ‘Erdoğan’ı Erbakan’a tercih ederiz’ dediğini Ertuğrul Özkök” yazmıştır.

Kapı açılmıştır. Rüzgârlar Erdoğan’dan yana esmektedir. Medya, STK’lar, İş âlemi üzerinde PR çalışmaları yapılır, bütün amaç Erdoğan’ın pazarlanmasıdır. Siirt şehrinde okuduğu, daima sebep olarak gösterilen bir dörtlükten dolayı verilen hapis cezası da bu çeşit çalışmaların bir sonucudur. Artık hedefte yeni bir parti kurulması, seçimlere gidilmesi ve Erdoğan’ı Başbakanlığa getirmek vardır. İlk çalışılacak alan ise, düzenleyici, talep edici, organize edici ABD’dir!. “Tayyip Erdoğan’ın AKP’yi kurmadan önce 18 Temmuz 2001’de İsrail Büyükelçisi David Sultan’la görüşme yaptığı ve ona ‘yeni oluşacak partinin İsrail ve ABD politikalarına asla ters düşmeyeceği’ yolunda garanti verdiği konuşulup yazıldı”.

Önemli bir hedef belirlenmişti Erdoğan için, CIA ajanı, Siyonist Graham Fuller’in ağzından hedef şöyle veriliyordu: “Türkiye’de artık Kemalizm’in modasının geçtiğini ve ‘ılımlı İslam’a’ öncülük etmesi gerektiğini ileri sürmekteydi.” Bu cümlede Kemalizm bir saptırma olarak ortaya konulmuştu, asıl söylenmek istenen, Atatürk mirasının (bağımsızlığı düşünün) ve İslamiyet’in saf ve temiz inanç sisteminin Türk Milletinin gönlünden silinmesi ve Türkiye’nin emperyalist, küreselci çetelerin önüne konulmasıdır. Erdoğan’ın “gömlek değiştirme” söyleminin gerçekliği şudur ki, Erbakan’dan tamamen uzaklaşılarak, ılımlı İslam söyleminin öncüsü, diyalogcu ve Atatürk düşmanı Fethullah Gülen’in idaresi ve hizmetine girmektir.

Amerika’da mukim Gülen’in istişare ettiği ve yakın çalıştığı önemli bir isim daha vardır, ikinci bingoya hazır olun: Ali Rıza Bozkurt. “Mayıs 2000’de ABD’ye giden Erdoğan Gülen’le görüşmüş ve kuracakları partinin genel politikalarını” istişare etmişlerdir. Erdoğan – Gülen irtibatını Zaman yazarı Ali Ünal (şimdi inkâr ediyormuş) kurmuş ve teorilerin yazılması aşamasında Fehmi Koru’da yardımcı olmuştur. Abant toplantılarında da partinin fikri yapısı tartışmalarla oluşturulmuştur (toplantıya katılanların kulakları çınlasın, bunlardan birisi de şimdi PKK milletvekili!). Orta Asya petrollerinin Ak Deniz’e taşınması konusunda, ABD menfaatleri doğrultusunda çalışan Ali Rıza Bozkurt AKP’ye kayıt yaptırmış ve Erdoğan bu büyük mason ABD’liyi ayakta alkışlayarak karşılamıştı.

İşte böyle, şimdilerde Neo-Conlar aleyhinde atıp tutanlar, onların sayesinde Türkiye politikalarının başına getirilip, 12 yıl boyunca Türk milli değerleri, Türk devlet sistemi, Türk kültürü, Türk geleceğinin başına bela ettiler. 12 yıl boyunca yaptıkları işler, çıkarttıkları kanunlar, uyguladıkları ekonomik yatırımların tamamı Atatürk’ü unutturmak, İslam’ın saf ve temiz inancını zayıflatmak üzerine inşa edilmiştir. Önemli bir örnek olarak ‘başörtüsü’ meselesi önümüzde duruyor, hala bütün toplantıların, bütün siyasal konuşmaların ana temalarından birisi başörtüsüdür.

Ali Rıza Bozkurt, Fethullah’ın yayın organı Aksiyon’a 16 Mayıs 1998’de verdiği mülakatta, önce yıkama-yağlama ve övgü cümlelerinden sonra şunları söylemiş: “Biz kızıl komünist Çin’i mi örnek alacağız, yoksa Amerikan modeli liberalizmi mi? Görünüşte serbest piyasa ekonomisi ve liberalizm yürürlükte ama özelleştirme yapılmıyor!., girişimciye güvenilmiyor, en önemlisi insan faktörü unutuluyor! Kamu sektöründeki ekonomik çöküş büyük ölçüde devam ederken kimse özel sektör dinamizmini inkâr edemez.” Bu lafların söylenilmesinden yaklaşık 4 yıl sonra Erdoğan iktidar olur ve 10 yıl içinde, bir tek bile kamunun sahip olduğu fabrika, baraj, kalmaz. Hepsi bir bir dünyanın küresel çetelerinin eline geçer. Ne politika ama!.

Bu mühendis artığı Ali Rıza işini gücünü bırakıp, Amerika’da 58 yaşından sonra üniversite eğitimine başlar, ne eğitimiyse? Sanırım iyi vatandaş olması, verilen emirleri ayniyle uygulamasını filan öğretmişlerdir! ve sonunda bir anayasa kitabı hazırlar. Allah bilir ya Erdoğan’ın hazırlattığı ve Amerika’ya giderek Neo-Con’larla tartıştığı anayasa metni de Bu anayasa kitabından esinlenilmiştir. Yani, her şey vatandaşı olduğu ülkeye hizmet için, yemini de o yönde değil miydi?

Şimdi sırada Türkiye’ye yeni bir Cumhurbaşkanı seçmek var. Tabi yeminli danışmanlar boş durmuyorlar. Ali Rıza Bozkurt’la, Erdoğan’ın tanışıklıklarına dair Talat Atila 20 Kasım 2012 tarihli Güneş Gazetesindeki köşesinde ilginç bir anekdot verir. “Erdoğan’ın İl Başkanlığı yaptığı dönemler, Ali Rıza Bozkurt gazeteci Ufuk Güldemir’e yalısında randevu verir. Randevu saatine yakın yalının kapısından Erdoğan’ın girdiğini gören Bozkurt çok şaşırır. Çünkü o güne kadar hiç tanışmadığı Erdoğan, kendisini ziyarete gelmiştir. Beklenmeyen misafirini kapıda karşılayan Bozkurt’un kafasında iki endişe vardır. Erdoğan’ın, Ufuk Güldemir’le arası iyi değildir ve Erdoğan yalıya neden gelmiştir?” ve uyanık Tayyip Erdoğan şu sorusuyla işi kurtarır: “Pardon, burası Erdoğan Demirören’in yaTurgay Güler, lısı değil mi?” der ve ayrılır. Rahmetli Ufuk Güldemir’in karakterini ve gazeteciliğini hatırlayanlar, İl Başkanı Erdoğan’ın aniden dönüş yapmasının sebebini pekâlâ tahmin edebilirler. Biz de yedik, Demirören’in yalısını aradığını, işe bak ki, Demirören’in yalısı da hemen bitişiktedir. (Bu noktada Demirören’in Futbol Federasyonu Başkanlığı’nın da sırrı ortaya çıkıyor!)

Menfaatlerinin sıkı takipçisi Amerika’nın ve Amerikan menfaatlerine çalışanların düzenleyicilik rolünü yaparken asla tesadüflere yer vermediğini böylece anlamış oluyoruz. Her şey planlı, programlı yolunda gidiyor.

Cumhurbaşkanı’nın biz seçeceğiz demiştik. Evet. Lakin iktidar destekçisi çevre rahat durmuyor. Kafamızı karıştırmaya devam ediyor. Karıştırma işlemini yaparken de, tamamen kendilerinin geçtiği yolların başkalarına kapalı olduğunu zannederek, kendi günahlı yıllarının vebalini ödüyorlar, itiraflar gırla, tabi anlayana.

Yandaşlardan birisi Turgay Güler, el konulmuş ve yandaşlaştırılmış Akşam Gazetesinde 17 Haziran tarihli yazısında, televizyon konuşmasında eski CHP’li birisinin ifadesinden yola çıkarak, “Kemal Kılıçdaroğlu ve bazı gazeteciler, Ankara’da işadamı Ali Rıza Bozkurt’un Altın Köşkü’nde bir araya geldi” sözünü kalemine dolayarak, Ekmeleddin İhsanoğlu’nun ABD tarafından üfürüldüğünü vurgular. Çatı Adayı’nın Mısır doğumlu Türk vatandaşı olduğunu söyler işleri tamamen kafaları karıştırmaktır, bu kafası karışıkların. Ne ilgisi varsa? Bunların kafa karışıklığı bununla da sınırlı değildir, kocaman bir kitap yazmış ismini de “Ruhlar Kuyusu” koymuş. Evladım, ruh Tek’tir. Sen onu hangi aklınla çoğul yaptın deyiver bize.

İkinci yandaşımız Abdurrahman Dilipak, 23 Haziran tarihli yazısında açık ediyor ki, Ali Rıza Bozkurt’u yakından tanıyor ve özellikle ABD kaynaklı istihbari bilgilerin onun tarafından kulağına üfürüldüğün anlıyoruz. Bu yüksek mason ve ABD vatandaşı ajanın “MHP çevresi ile yakın teması” olduğunu da ileri sürüyor. Bu iddiasını ispata davet ediyoruz. Sakalına ve her yazısının altına ‘selam ve dua ile’ duasının hatırına ağzımızı bozmuyoruz. Sadece ispata davet ediyoruz. Ancak, kendisinin de adı geçen masonla ağır ilişkiler içinde olduğu zaten yazısından belli oluyor. İsterse yazısında, kendisinin R. Bozkurt’la hiçbir ilişkisinin ve maddi çıkarının olmadığını da yazabilir. Hatta hiçbir istihbarat bilgisini ondan almadığını da ilave ederse biz seviniriz.

Çantada keklik gördükleri ve aylar evvelinden Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olacağını propaganda eden bu zavallı güruh, karşılarına çıkartılan adayın ilmi ağırlığının altında ezildiler. Etmedikleri hakaret, üretmedikleri iftira kalmadı. Yalnız, her hakaret ve iftiraları da dönüp kendilerini buldu. Tıpkı Ali Rıza Bozkurt yalanına sarıldıkları gibi. Ap-açık AKP’li olan bu büyük masonun izlerini üzerlerinden silmeleri de pek mümkün görünmüyor.

AKP’li tedavisi imkânsız yandaşlar gibi, CHP’nin de tedaviye olumlu cevap vermeyen bazı yandaşlarınca karşı çıkılmaktadır İhsanoğlu’na. Gariptir ki, düne kadar küfür yedikleri AKP’lilerle aynı kulvara düştüler. Bu kafa karışıklığının kimseye yararı yoktur.

“Eğer R.T. Erdoğan’ın doyumsuz hırsı olmasaydı, Ağustos ayında kesinlikle Çankaya’da oturuyor olacaktı. Ama o, meclis’in sayısal çoğunluğuna dayalı ‘despotik tek adamlığını’ bir de halka onaylatmak isteyince işler karıştı.

İhsanoğlu, CHP’nin de MHP’nin de adayı değil. Artık milletin adayı. Burada ideolojik yönelimler bir yana bırakılmak zorunda. Hiç kuşkusuz amaç laik cumhuriyetin yaşatılmasıdır ancak başarılmasının ilk önceliği de Erdoğan’ın yenilgiye uğraması ve kibrinin kırılmasıdır.

Bu nedenle, Ekmeleddin İhsanoğlu stratejik açıdan doğru adaydır.” (Erol Mütercimler, 22.06.2014, haberhabere.com)

Evet, rakibinin gözüne, yandaşlarının da kalemlerine bakınız.

Nasıl da titriyorlar.



28 Haziran 2014 Cumartesi

İsraf Şeytanın Hedefidir


Bir haller olmuş, düşünemeyen, sorgulamayan, verilen yükleri ömür boyu taşıyıp, getirisinin ne kadar olması gerektiğini bilmeyen, yasalar karşısında hangi haklara sahip olup, bu haklara nasıl ulaşılacağından bihaber, bir tutam otun peşinde koşan, ona bile ulaşamayan garip bir topluluk!.

Nerede bir yanlışlık var, nasıl bir hata içerisindeyiz, niye böyle oluyor?

Cafcaflı dizilmiş alış-veriş merkezlerinin terekleri yanlarından geçeni cezbediyor. İhtiyaç olmasa da el, gayr-ı ihtiyari uzanıyor tereğe ve el arabasına neyi attığının bile farkında olmadan alıyorsun. Ödeme anına kadar da rahatsın. Cüzdanındaki üç-beş bankanın kredi kartlarını ödeme aracı gibi değil, kredi gibi kullanmayı öğrendin. Biri olmasa diğerini rahatlıkla uzatıyorsun kasiyere. Eline verilen alış-veriş fişini cüzdanına yerleştiriyor ve dışarı çıkıyorsun. Banka kredisi kullanarak satın almış olduğun arabanın kapılarını çook uzaktan cırt diyerek açıyorsun (o anların zevkini hissetmeye çalışın), bağaj kapısını açarken gözlerin parlıyor. Araban son model değilse de, az kullanılmış, az kilometre yapmış, idare eder, önündeki market arabası tıka basa doldurulmuş, çocuklar yanında dondurmalarını yalıyorlar, karın geçen hafta aldığı dönerli telefonu ile arkadaşını arıyor, birçok alışveriş yaptığını anlatıyor, o beğendiği eteği ve tişörtü de aldığını ilave etmeden duramıyor. Market arabasındaki eşyaları bagaja yüklerken terliyorsun. Biraz evvelki zevk halinde bir sıkıntı var. Şunu niye aldık, bunu almasaydık olurdu gibi düşünceler saplanıyor beynine. İade imkânı da yok. Eh.. Olsun diyorsun. Olsun bakalım. –Nasılsa üç taksit yaptılar, yavaş yavaş öderim. İyi ama geçen haftaki alışları da üç taksitte yapmıştık, arabanın da taksitleri bitmedi, daha üç ay okul servisleri ücreti ödenecek… -Ne yaptım ben, nasıl olacak? Aklına geliyor bankacı arkadaşın. Biraz kredi kullanırım, değilse altından kalkamam bu ödemelerin. Yarından tezi yok kredi aramalıyım, perişan olurum sonra.

Bagajı nasıl yükledin, eve nasıl geldin haberin bile olmadı. Şimdi bu eşyaları bir de yukarı taşıyacaksın.

Ve tekrar borçlanma. İlk heyecanın yatışıyor, aldığın borçla bir yerleri kapattın, biraz da olsa zaman kazandın. İşyerinde, evde rahatın kalmadı. Taksitleri alt alta yazıyorsun, topluyorsun. Gelirini en alta yazıp çıkarıyorsun. – batmışız. Batmışız. Gelirimiz kadar bir gelir daha lazım, olmadı. Çok açıldık. Bir daha dünyaya gelirsem!..

Düzenimiz böyle olmuş, hayat tarzımızı harcamaya ayarlamışız. Dolayısıyla aldıkça mutlu oluyoruz, harcadıkça gülüyoruz. Ya ödeme? İşte ödeme anında mosmor oluyoruz. Yorgan yetişmiyor ayak uzunluğuna. İlave çullar lazım.

Ve esaret!.

Doyacak kadar yemek, barınacak kadar mekân, örtünecek kadar giysi, ihtiyaç kadar birikim… Lazım olan bunlar. Fazlası?

Fazlası, ekonomik olarak ölüm demek. Ölüme doğru, dayanma gücü, itiraz, sorgu hususiyetleri yok olunca… işte gerçek esaret.

Artık kendi beyninle değil, sana tahakküm edenlerin beyinleriyle düşünürsün, onların istekleri doğrultusunda işlem yaparsın, onlar ne isterlerse baş eğersin.

Sebep, sebep ne?

Dünyalık.

Bitmeyecek sandığımız kısacık dünya ömrünü zehir etmeye değir mi? Gelir belli, giderler gelir miktarınca yapılmalı, hatta biraz tasarruf iyi olur ve hatta ekonominin temelidir tasarruf. Ülkemizin tasarruf oranı mesela Çin’in tasarruf oranından 7 defa daha düşük. Ülke kalkınması halkın tasarruflarıyla mümkün olur, elin verdiği borçlarla dönen değirmenin, bir gün suyu kesilir, çünkü geri ödeme istenir, o günlere hazırlık olunmalıdır. Bizim fazlaca harcamamız, borçlanmamız kimin işine yarar? Bizi boyunduruk altına almak isteyen, küresel güçlerin, isterseniz bunların adına şeytan da diyebilirsiniz. Öyleyse dikkatli harcamalı, israfa kaçmamalıyız. Müslümanlığımızla övünürüz, lakin önemli bir emrini yerine getirmeyiz. “Yiyin için, israf etmeyin.” (Araf/31) “Çünkü O israf edenleri sevmez”. Çünkü israf, başkalarının hakkının gaspıdır.

Dünyalık ve dünya sarhoşluğu yaşayan yorgunları Hz. Mevlâna Mesnevi’sinde şöylece uyarır: (Abdülbaki Gölpınarlı Şerhinden)

“Ömür, kimi dağlara tırmanarak, kimi denizleri geçerek, kimi ovalar aşarak karada geçip gittikten sonra,

Âb-ı Hayât’ı nerden bulacaksın; denizin dalgalarını nerden yaracaksın?

Toprağın dalgası bizim vehmimizdir, anlayışımızdır, düşüncemizdir; denizin dalgasıysa kendinden geçiştir, sarhoş oluştur, yokluktur.

Sen bu sarhoşlukta kaldıkça o sarhoşluktan uzaksın; bundan sarhoş oldukça o kadehe karşı kör kesilirsin sen.”

Hikâyede anlatılan kişinin kurtuluş şansı yok mu? Var. Feragat etmesi lazım, arabadan, lüzumsuz alışlardan, keyfi harcamalardan, lüks tutkusundan.. Feragat etmesi, kolayca gelinen şu dünyada kolayca yaşamayı becerebilmesi lazım.

Lazım olan, onu bunu yiyip tıkınmak değil, ölmeyecek kadar yiyip ve Âb-ı Hayat’ı aramak.

Öncelikle vazgeçebilmeyi becerebilmek.

Türk zevki, basireti ile nasıl da güzel anlatır Türkülerinde:

“Bir karakaşın bir kara gözün
Değer dünya malına”


Soma faciasında, kolayca borçlandırılarak köleleştirilen insanların hikâyeleri iyice anlaşılmalıdır!...

25 Haziran 2014 Çarşamba

Yıldız, Güzel, İbadet…


"Yıldızların altında ibadet ne güzel şey"

Meşhur şarkından bu satırı yazmıştı bir arkadaşımız.

Bu cümlede üç kelime (kavram) öne çıkıyordu, onu bildirmiştim: yıldız, güzel, ibadet…

Bu kelimeler üzerinde biraz çalışalım. Bakalım ne sonuca varılacak, demiştim.

Gerçekten güzel ve çok sevilen bir şarkıdır. Dinlerken üzerinde fazla düşünmeyiz. Şöyle derinlikli düşünebilmek için sükûna ihtiyaç vardır. Sükûndan kastım, acılarını içinden, derinden, içinde hissedebileceğin bir yalnızlık. Etrafına duvarlar çektiğin an. Dünyanla bir başınasın, ne bir koku, ne bir ses. Kokuda senin, ses de senin. Sen varsın o dünyada.

“Ben bu şarkı sözlerini dünyevi anlamdaki yar(sevgili) ile sohbet etmek, konuşmaktan ziyade, kulun bir gece yarısı yıldızlı semalarda Allah'ın varlığı ve birliği üzerindeki derin bir tefekkürle yapmış olduğu dua zenginliğinin yar ile (Allah) sohbete ve ona yakarışa dönüşmesidir, diye düşünürüm. İnşallah haddimi aşmamışımdır..”

Bildirimi geldi sorumuza. Bunun üzerine vazife bize verildi kabul ettik. Şarkı yeniden kulaklarımdan geçti, indi derinlere. Bakalım neler duymuşuz!.

Estağfurullah dostum; “haddi aşmadan, hakikate ulaşılamazmış.”

Düşünelim:

“Âlimler gökyüzündeki yıldızlar gibidir. Karada ve denizde onlar sayesinde yol bulunur. Yıldızlar sönüverirse, kılavuzların yoldan çıkmaları yakın demektir.” Buyurur Hz. Muhammed (SAV). Hangisine uyarsanız, uyunuz, yolunuzu bulursunuz. Yıldız, yol gösterici, belletici, öğretici, terbiye edici, mürebbiye, (Rab kelimesi ile aynı kökten)

Güzel denilen de, zaten yukarıda tarif edilendir. Yıldız’dır yani.

Güzellerin sözünü dinlemek ise, ‘ibadet’ kavramı ile açıklanabilir. İbadet; hizmettir. Her türlü; şudur, budur ayırımı yapmadan, hizmet.

Öyleyse şu cümle kurulabilir:

Peygamber varislerine tabi olarak yaşamak, ibadetlerin hasıdır.

Ölümden öte yol yok derler ya, işte böyle bir şey.

Burada bir şeye dikkat etmeli derim: “bildiklerin, seni yoldan alıkoyanlardır.” Her an ve her Dem’deki gelişmeleri, ilerlemeleri Sevgi ile kabul edip, eyvallaha girememek eksiklik olacaktır.

Burada yardımcımız ise; Güzellerdir, yani yıldızlar, yani peygamber varisleri.

Haydi hayırlısı…




23 Haziran 2014 Pazartesi

Zafiyet Yönetimi


Devletler – milletler, içinden çıkardıkları Adamlar sayesinde ayakta dururlar ve asırlara hitap eden sağlam ayaklar üzerinde seyahatlerini yaparlar. Dört dörtlük bir tanımını ortaya koymadan adamın, neyin medeniyetinden, kimin medeniyetinden söz edilecektir. Yükselmek ancak, basamakları sağlam merdivenlerle mümkündür. Adam, dayanılacak en sağlam basamaktır. Basamaklar çürüdükçe düşüşler, yuvarlanışlar kaçınılmazdır. Adamlara yer açmalıyız hayatımızda. Adam ilmi ile adam ahlakıyla doldurmalıyız dünyamızı, onları incitmeden, kırmadan, küstürmeden. Ha, incinmezler, kırılmazlar, küsmezler. Peki, dünyamızdan kendileri çekilebilir mi? Olabilir derim bu soruya, ancak çekilmek anlamında değil de, -hele biraz seyredelim neler olacak- anlamında. Bu zamanda onların yerlerini başkaları dolduracaktır, tam da onlara denk olmayan. Koyunun bulunmadığı yerlerde ortaya çıkan Abdurrahman Çelebiler bunlardır. Her yaptıkları yardımın karşılığını para olarak tahsil ederler. Tek amaçları daha fazla zengin olmak ve dünyada daha rahat yaşamanın yollarını aramak, bulmak ve bulduklarını satmaktır. “Anlam zafiyetindeki” insanlar da onların gönüllü müşterileri olurlar. En kolay satılacak mal da; barış, insan hakları, analar ağlamasın, bedensel zayıflama, organik beslenme, hastalıklara deva…

Çoğunluğu ele geçirmenin yolu, çoğunluğun, istenildiği gibi düşünmesini ve kabul etmesini sağlamaktır. Bildiklerinin yanlış, kabullerinin eksik, inançlarının zayıf olduğunu onlara anlatmak ve durmaksızın tekrar ederek beyinlerini yıkamak gerekir. Böylece çoğunlukta bir “anlam zafiyeti” yaratılır ve istediğiniz gibi yoğurabilirsiniz. Bu aşamada kullanılabilecek iki önemli alan vardır. Birincisi, din ve dini kavramları kullanarak onların beyinlerini ele geçirmek, ikincisi karınları doyacak kadar bir beslenme ihtiyaçlarını karşılamak ama dünyanın zenginliğini ortaya dökerek ve gözlerinin içine içine sokarak onlara nasıl sahip olacaklarını renkli sayfalarda, coşkun müzikler eşliğinde anlatmak. Böylece hayallerini kullanarak esaret altına alamayacağınız yığınlar yoktur. Bu çalışmaların sonunda yığınların içinde istenilen gibi davranış gösterilmesi şimşek hızıyla yayılır ve karşı çıkanlar ne yapsalar buna mani olamazlar.

Artık, bu durumda egemen olan ve adeta saltanatını ilan etmiş olan, yığınlar tarafından şöyle kabul edilir: hata yapmaz, günah işlemez, daima milletin yararına çalışır, uyusa da, uyumasa da amacı milleti içindir, onun derdi ve çabası asla kendisi için değil, milleti içindir… Dokunulmazlığını ve gücünü sonuna kadar yaşar ve asla kaybetmek istemez. Onu tanımamak adalete karşı çıkmaktır, o asla eylemleri nedeniyle suçlanamaz ve cezalandırılamaz. O her türlü davayı sonuca ulaştırabilecek yegâne güçtür. Naslar bile onun yanında yapay dururlar. Yetkilerini de gücünü de asla kimseyle paylaşmaz; bu nedenle güçler ayrılığı ilkesine karşıdır ve bu düzeni istediği biçimde değiştirme çalışmalarını yapar.

İstişare adını verdikleri toplantılar aslında dikte toplantılarıdır. Önceden nelerin dikte edileceği belirlenmiş ve uzun uzun konuşmalarla dinleyicilerin beyinleri allak bullak edilmiş ve mesajlar cümleler arasına sıkıştırılmıştır. Amaç, düşünen bireylerden oluşan düşünen toplum (topluluk) değil, söylenilenleri ayniyle yapacak maraba topluluktur.

Zaaf yaratıp, zafiyete düşürüp öylece yönetmeye kalkmak, toplumun dinamiklerini köreltmek, aktif beyinleri felç haline getirmekle eş değerdedir. Hatta atom bombası bile bu derece etkili bir silah olamaz. Çünkü bireyler birbirleri ile etkileşim halinde olduklarından, almış oldukları zehirli bakteriler diğerine kolaylıkla sirayet eder. Ne de olsa tembellik, kolayca kabullenilebilen sevimli bir hastalıktır.

Rûm Suresi 54. Ayette, “Allâh’tır ki, sizi zayıflıkla (hakikatinin farkında olmaksızın) yarattı!” buyurulur. Fakat ayetin devamında, zayıflığa karşılık “bir kuvvet (hakikatini-Rabbini bilmenin kuvveleriyle) oluşturdu!” açıklaması da vardır. Sonra ak saçlı hale gelinerek yeniden zayıflık zamanları yaşanır. Bu döngü devamlıdır. Sabır gösterip takvayı koruduğunuz sürece zafer vaat etmiştir. Nitekim “Allâh güçlüklere tahammül edenleri sever” (Âl-u İmran/146) buyurularak, başa gelenlere karşı sabır gösterilmesi, sıkıntıda olunmasına karşılık dünyadan yüz çevrilmesi istenmektedir.

Elbette zafiyet gösterilen durumlar tamamıyla dünyadan gösterilen ve verilen, aslında hiçbir değeri olmayan güzellik sandıklarımızdır. “Ancak Allâh size sevdiğinizi (zafer ve ganimet) gösterdiğinde zayıflık gösterdiniz ve size verilmiş olan hükme isyan edip tartıştınız.” (Âl-u İmran/152)

Muhiddin Arabî Hazretleri bu ayeti şöylece te’vil etmiştir:

“Yakini inancınıza sirayet etmesinden, Hakk’ın kendisine karşı inancınızın fesada uğramasından, ganimet edinmeye cevaz vermesini yanlış yorumlayıp mal düşkünlüğünü sergilemenizden dolayı içinize korku düştü. ‘Tartışmaya kalktınız’. Rasule karşı gelip ve dünyanın çekici süslerine meylettiniz. Bütün bunları size gösterdiğinden, Allah’a şükretmenizin, O’na büyük bir arzuyla yönelmenizin zamanı gelmişti. Ama siz bunu göz ardı ettiniz”.

Korkular, dünyanın çekici süslerine meyletmekten kaynaklanıyor. Korktukça zaaflar beliriyor, zaaf korkuyu, korku zaafı tetikliyor ve bu kısır döngü içinde yenilgi kaçınılmaz oluyor. (Bu noktada aşırı borçlandırılmış ve ödeme imkânı olmayan çok geniş halk kesimlerini düşününüz ki, sayısının 15 Milyon civarında olduğu söylenmektedir..)

Korku ve zaaf ortaklığı, topluluk içinde yayıldıktan sonra da (fikri hür, vicdanı hür fertler olmaktan çıkıp, yığın haline gelinince de), düşmanın (şeytan) başaramayacağı, yapamayacağı bir iş kalmıyor.

Allâh sonumuzu hayr etsin.



19 Haziran 2014 Perşembe

Hayal Perdesi


“Sözünde durur musun” sorusu, sanırım cevaplanması en zor sorudur.

Neyse döneriz buraya, biz hayal perdesi başlığına giriş yapalım.

Karagöz oyunun temel yardımcı aleti, seyredenlerle, oynayan arasındaki perdedir. Oynayanın elindeki çubuklara tutuşturulmuş kuklaların, arkadan gelen ışık sayesinde, gölge halinde perdeye yansımaları ve oyuncu ustanın, çeşitli, ses ve müzik eşliğinde taklit konuşmaları.

Şimdi seyirci yerindeyiz. Salon ışıkları söndü. Perdenin ardından ışık belirdi. Gölgeler düştü perdeye. Bir yandan zilli tef, bir yandan: -“Hay-ı Hâk” sesleri. Oyun, Hâk ile başlıyor. Gölgeler perdede canlanıyor ve sohbet derinleşiyor. Yollar, kalabalıklar, deniz, ay, güneş, ağaçlar.. her biri perdede arzı endam ediyor. Hayal, perdede can buluyor.

Bir an, bir gösteride olduğumuzu unutup, olayların akışına, hikâyenin gidişatına bırakıp kendimizi, hatta kendimizi de oyunun içine atıp, hemhal oluveriyoruz. Bir yandan Karagöz’ün yumruk yiyişine gülüyor, bir yandan Hacivat’ın olur olmaz laflarına (çokbilmişliğine) gülüyoruz. Sırasında, ben olsaydım şöyle söylerdim, oraya gitmez, burada kalırdım gibi yorumlar da yapmıyor değiliz! Oyunun ve sahnedeki resimlerin bir parçasıyız adeta.

Nasıl oluyor da, perdedeki hayali gerçek(miş) gibi algılıyoruz? Nasıl oluyor da, bir oyun olduğunu bildiğimiz halde, kendimizi de oyun içinde yaşıyor(muş) gibi algılayıp, perde ile bir oluyoruz?

Şimdi perde arkasına geçelim. Gerçeklere. Kenarda bir oyuncu usta, elinde değneklere bağlanmış kuklalar, hemen masanın üstünde duran bir zilli tef, biraz ileride yanan ve kuvvetli ışık veren spot lambası. Basit düzenek. Kendimize gülmeden edemiyoruz. Bu basitlik içinde bile gerçekleri karıştırıyoruz. Kızmak değil de, adeta alaya alınacak bir halimiz var.

Gözden içeri giren ışık dalgaları, beyine ulaşıyor ve beyin şekillendiriyor, renklendiriyor, sert veya yumuşak hissini hatırlatıyor, eğri veya doğru sonucuna ulaştırıyor. Ve beynin yönlendirmesiyle, şekilleri, ışıkları, maddeyi algılayıp var diyoruz. Oysa; beyinde sadece bir hayal oluşuyor, bize ulaşan ise, beynin bildirdiği o kadar. Beyin bildirdiğinde gördüğümüzü sanıp varlığını kabul ediyoruz, hâlbuki rüya görmek gibi bir şey. Tanıdığımızı zannettiğimiz kişilerde de aynı durum söz konusu. O kişiliklere bir suret tanımı yapan beyin, bize tanıdığımız bildiğimiz hissini yaşatıyor ve biz de yıllardır tanıdığımızı söylediğimiz, öyle bildiğimiz tipleri kendimizdenmiş gibi algılayıp, resimlendiriyoruz. Belki henüz teşrif etmemiş milyonlarca insan tipi, beynimizde yaşıyordur. Sırası gelince görüp tanışacağız, kim bilir?

Muhakeme imkânı insan özelliğidir. Düşünerek, resimleyip ve isimlendirerek oluşagelen olaylar (Şen) üzerinde fikir geliştirip, yorumlama yapabiliyoruz. Tıpkı, perdeye vuran gölgeler hakkında çok çeşitli insan ve tabiat figürlerini resmedip onlara can verdiğimiz gibi. Rüyadan uyanınca, -oh.. rüyaymış. Dediğimiz gibi, salon ışıkları açıldığı andan itibaren, hayalden kurtulup, gerçeğe adım atıyoruz. Seyir halinde ise, perdenin ardını asla düşünme zahmetine girmiyoruz. Bizi mest ettiği için, hayal içinde yüzüp gidiyoruz ve halimizden memnun olarak, razı olarak.

Peki, hayal içindeyken hangi An’ı yaşadığımızın farkında mıyız? Hayır, asla, hiç aklımıza bile gelmez, çünkü yaşanılan an, zaten içinde bulunduğumuz durum olduğu için, değerlendirme lüzumunu hissetmeyiz. Oysa anlanması, idrak edilmesi gereken tam da -şimdidir-, şu an, el an, hal… perde ardındaki hakikate ulaşmanın, farkına varmanın zamanı, şimdidir.

O halde gerçeğe ulaşmak için çabalayıp, perdeyi parçalayıp, perdenin ardına ulaşabilmeliyiz.

Çünkü perdenin ardında; yana yakıla aradığın, uğruna Ferhat olup dağlar deldiğin, Mecnun olup çöllere düştüğün, adına Türküler yaktığın, şiirler söylediğin sen varsın, orada kendini bulacaksın.

Sahi, sorumuz neydi? “Sözünde durur musun” sorusuydu, değil mi?

Gerçekten, şimdi söyleyebilir misin, verdiğin sözünde durur musun?

Oyun nasıl bitmişti hatırlıyor musunuz?

“Yıktın perdeyi eyledin viran
Varayım sahibine haber vereyim heman.”


18 Haziran 2014 Çarşamba

‘Yâsiyn Suresi’ Ölüler İçin midir?


“İnsanlar uykudadır, ölümü tadınca uyanırlar!” (Hadis)

Adet olmuştur, ölmek üzere olanın yanında Sure-i Yâsin okunur. Kabir ziyaretlerinde de ihmal edilmez okunur. Her ne olursa olsun, Oku’mak, zikretmek, hatırlamak önemlidir. Okurken, tefekkür de edilir çünkü. Tefekkür, ibadetlerin en önemlisi.

Cennet mekân Mehmet Akif Ersoy Safahat’ında;

“İnmemiştir hele Kur’an, bunu hakkıyle bilin,
Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için!”
Bildirir.

Mushafı duvarlara asarız, işlemeli kesesi içine. Orada asılı kalır, gelene gidene övünmek için herhalde. Sonra, mezarlıklarda ölülerimize okuturuz. Okuyucularda hazırdır hani, etrafında dönerler. Okuyup günlüklerini çıkarmak için.

Velhasıl, anlamsız, işe yaramaz, lüzumsuz meşgalelerimizdir bunlar.

Şimdi bir-kaç kelime üzerinde fikir dolaşımı yapalım.

Uyku, ölüm, uyanmak.

Üç kelime de birbirine bağlı. Uyku yarı ölüm derler zaten. Aslında tam ölümdür. Dünya ile ilişki kesilir. Uyku ile ölümü aynı anda değerlendirebiliriz. Hakk’a aşina olmayan kişi ölüdür. Ölü kişi uyuyan kişidir. Bu durum, habersiz yaşayanın halidir. Aslında haber verilmiştir, fakat ilgi sahasında olmadığından uyumaya devam etmektedir. Belli ki, hidayet etmeden uyanması mümkün değildir. Bu uyuyanın halidir. Yanında top atılsa duymaz, duyuramazsın. Uykusu ağır.

Uyanmak, ayağa kalkmaktır, halinde değişiklikler meydana gelmektir. Anlayış, bakış, görüş, duyuş öncekilere benzemez. Hakk aşikâr olmaya başlar. Herkesten, her yaratılıştan işleyen Hakk olur. Zaten aşikâr idi de, uyanmaya başlayan kişi öyle zanneder. İlim kalbe dolar ve dirilir. En Nur ismi şerifi ile ilim her şeyin hakikatidir. Her şeyin aslı nurdur. Yani, “her şeyin aslı ilimden ibarettir İlmullah’ta demektir. Hayat, ilimle vardır. İlim sahipleri Hayy’dır. Diridir! İlmi olmayan ise, yaşayan ölüdür.” İşte budur mana. “Kesinlikle biz, evet yalnız biz ölüleri diriltiriz!” (Yâsiyn/12) demek ki, hidayet ulaşmadan (ki, Mehdi tartışmalarını hatırlayalım) ölünün (uyuyanın) dirilmesi söz konusu değildir.

“Ölmen evvel ölmek” kavramına yaklaşmaya çalışalım:

Kur’an’ı Kerim bütün zamanlar için söyler. Hükmü geçmez. Vaz ettiği olay gerçekleşti diye, o ayetin hükmünün sona ereceğini düşünenler yanılır. Çünkü olaylar her an ve her devirde yenilenmektedir. O’nun şanındandır.

Ölüm, herkesin başında. Zengini, fakiri, irisi, zayıfı fark etmez, herkesin başında. Öyleyse, genele söylenilen değil, özel olarak anlatılan manalar derinliklidir. Anlaşılması istenen budur. Mecazları çözmek, anlama ulaşmak. ‘Ölümden evvel ölüm’ olur mu? Olur. Ölünün dünyadan talebi nedir? Hiç. Basit çözüm budur, demek ki, dünyadan talebin sıfırlanınca ölü gibi olursun. Bu kadar basit. Zaten sen istesen de istemesen de ölmeyecek misin? İşte emir odur ki, isteyerek olsun. Varlığı sahibine bile-isteye ver. Ölmeden evvel öl. Budur mana kısaca.

Anlatılan kişi ölü gibidir, Yunus’un diliyle “Ne varlığa sevinir / Ne yokluğa yerinir” onun işi, onun mesleği vazgeçtiği gibi karışmamaktır. Sanki bu hayatta değil, başka âlemlerin ferdidir.

Dünyada her iki âlem de iç içe yaşar, ancak “Tatlı su ile acı su asla karışmaz”. “Onları uyarsan da uyarmasan da birdir; iman etmezler” (Yâsiyn/10) Çünkü kibirleri ile şartlanmışlıkları içinde, zanlarıyla yaşarlar, “başları yukarıya doğru kalkıktır” benlikleriyle ömür tüketirler (Yâsiyn/8). İşte bu tiplerden ayrılanlar ise “Sizden bir karşılık istemeyen; kendileri hakikat üzere olanlara tabi olun” (Yâsiyn/21) emri ile prangalarından kurtulmuşlardır. Uyarılacak olanlarda bunlardır. “Sen ancak Zikre (hatırlatılan hakikate) tâbi olan ve gaybı olarak Rahmân’dan haşyet duyanı uyarırısın. Onu bir mağfiret ve kerîm bir bedel ile müjdele!” (Yâsiyn/11)

Yâsiyn Suresi Kur’an’ın kalbidir (Hadis) derler. Kalp nasıl insana hayat verirse, Yasin suresi de can verir, hayat verir. “Ölüleri diriltiriz”! Varlığını varlığın sahibine gönüllü olarak teslim etmişlerin, dünyaya dönüşü de ilahi emirler muvacehesindedir. “Tâ ki diri olanı uyarsın ve hakikat bilgisini inkâr edenler üzerine de o hüküm gerçekleşsin” (Yâsiyn/70) demek, uyarı diriler içinmiş!. Demek, Yâsiyn Suresi ölmeden evvel ölen dirilecekler içinmiş!. Zaten istenen, dünyaya dönüş ve hizmettir.

İsrafil suru üfürülünce dirilir ve hizmete döner.

Her şeyin en doğrusunu bilen Allah’tır.


16 Haziran 2014 Pazartesi

‘Musul, Ana Sütü Gibi Helaldir Bize


Bir dostumuzun sosyal ağda yazdığı mesajı şöyleydi:

“Özal, Ortadoğu Coğrafyasını en iyi okuyan liderlerdendi. Rasyonel ve pragmatik bakıyordu meselelere.”

Aslında bu anda ‘fetih’ konusu ve ‘Fatihan’ın amaçlarından bahsetmek gerekirdi. Ne yapacağımı şaşırmış durumdayım.

Oy toplamak kastıyla makarna-kömür dağıtanın da bir ‘pragmatik’ davranış içinde olduğunu söylemek mümkün. Bir paket makarnaya karşılık, ev halkının tamamının oyları, eh, iyi bir pazarlık. Kâr etmek veriyorken değil, alıyorken mümkün derler. Alacaklarımızın kıymeti, verdiğimizin kıymetinden çok çok fazla, öyleyse güzel bir alış-veriş yapmışız. Kâr hanemiz kabarıyor.

Özal’da geleceği planlayarak, vereceğimizin karşılığının ‘kırk’ olacağını hesap etmişti de, Amerikan askerleri ile birlikte hareket etmenin çok çok kârlı olacağını düşünmüştü. Düşünmüş müydü acaba? Yoksa, Kerkük, Musul petrollerinin cazibesi aklını başından mı almıştı!. Böyle bir davranışı, daima kârlarını maksimize etmek isteyen bir idarecinin halini tabi ki, rasyonel tarif etmek mümkündür. Rasyonalite ise ‘pragmatik’ yaklaşımı zorunlu kılacaktır. Lakin düşünce var mıydı? Sorusu yazık ki olumlu cevap bulamayacaktır. Sonu hikmet dolu düşünceler, ülkemizden ricat edeli çok olmuştu çünkü. Elbette Özal ile beraber, ‘gökten zembille inerek’ vücut bulacak hali de yoktu. Doğrusu Özal’ın bu yönde ne bir çalışması vardı, ne de hayatı hikmetlerle örülü adamları yanında barındırmıştı. Gerici düşüncelere açık kişileri doldurmuştu yanına. Tıpkı içinde bulunduğumuz günlerdeki gibi. Tek gayesi, yol, köprü, hızlı tren yapmak isteyenlerin, maneviyata dair tek düşünceleri vardı, cennet.

Şimdi, Irak ve Irak’taki Türk illeri büyük sorunlar içinde kıvranıyorlar. Evleri yıkılmış, mezarlıkları dağıtılmış, birlikleri bozulmuş, ölümün nereden geleceğini bile hesap edemez haldeler. Bir yandan peşmergeler, bir yandan Selefi Işid militanları Türklere hayat hakkı tanımıyorlar. Yapılması gerekenler zamanında eğer yapılmaz ise, çözümsüz problemler yığını üstümüze üstümüze gelecektir. Kerkük’ten, Musul’dan, Telafer’den, Tuzhurmatı’dan gelebilecek en küçük bir problem dahi 80 milyonun canını acıtmaya yetecektir ki, her patlayan bombaların aldığı canlar, milletin kahir ekseriyetinin yas tutmasına sebep olmuştu, her seferinde.

İnsanlığın bile bittiği noktada adalet aramak ve Türkmenlere adaletin verilmesini istemek kadar abes bir şey olamaz, kaldı ki isteyen de yok. İnsanlık kaybolmuş, canilerin elinde, katillerin elinde adalet beklemek hayalden başka bir şey değildir.

1 Mayıs 1920 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki nutkunda şunları söyler Atatürk; “..Hudud-u Millîmiz İskenderun’un cenubundan geçer, şarka doğru uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi, Kerkük’ü ihtiva eder. İşte hudud-u millîmiz budur.”

Böyle inanılır ve Meclis’in çoğunluğu böyle ister, lakin dağlar kadar birikmiş borcu, çıplak Anadolu’nun imarı, sanayileşmesi, İngilizlerin Kürtleri kışkırtma girişimleri, makul politikaları bulmayı gerektirir. Beklemek. İngilizler özellikle, Musul ve Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da yaşayan Kürtleri kışkırtma yolunu seçmişlerdir. Musul’un alınması halinde, iç savaşın kaçınılmaz olduğu görüşü ve düşüncesi hâkim olmuştur. Irak’ın kuzeyinde yaşayan Kürtlerin, Musul’un yeniden Türklerin eline geçmesini istememeleri ve Türkiye’deki Kürtler üzerinde de oyunlara girişmeleri beklemeyi gerektirmişti. Böyle olmasına rağmen, daha Lozan görüşmelerine oturmadan, 1 Şubat 1922 tarihinde Mustafa Kemal Paşa, İngilizlerin Musul’daki siyasi faaliyetleri nedeniyle Milli Müdafa Vekaleti’ne gönderdiği emir şöyledir: “Misak-ı Milli sınırları içinde kalan Musul’un kurtarılması amacıyla Revandiz bölgesine bir kısım kuvvet gönderilmesi..” tabi, İngiliz oyunlarını bozmaya yetmemiştir. Lozan antlaşmasından sonra Musul İngiltere ve Türkiye arasındaki mutabakata bırakılmıştır, İngilizler özellikle Musul ve Türkiye’deki Kürtler üzerindeki çalışmalarını sürdürmüşler ve 1925 yılında Yeni devletimizin ilk isyanı olarak Şeyh Said isyanı başladı. (Her pisliğin altından şu İngilizler çıkıyor!) İngilizler Musul’da bir Kürt Devleti kurdurmak istiyorlardı.

Bitlis mebusu Yusuf Ziya Bey 6 Mart 1923 tarihinde yaptığı konuşmada tarihe şu notu bırakır: “Arkadaşlar ben Kürt’üm. Fakat Türkiye’nin yükselmesini isterim. Türk’le Kürt işbirliği ederek yaşamazlarsa, ikisi için son yoktur.. Bundan dolayı herhangi ikisi, herhangisine ihanet ederlerse ikisi için de son yoktur.” Diyerek, Musul Kürtlerinin de Musul’un Türkiye’de kalmasını istediğini bildirmiştir.  Fakat İngiliz sermayesinin kandırdığı çevrelere itimadının olmadığını vurgulamıştır. Musul zor alınacaktır. Buna karşılık Kerkük ve Süleymaniye’nin alınmasının daha doğru olacağını da ilave etmiştir.

Her halde Musul’un önemi, Türkiye Kürtlerinin, Türkiye’ye bağlı kalmasını sağlayacaktır, bu bilinçte olan Lozan Heyeti, Kürtleri görüşme masasına asla getirmemeye gayret göstermişler, Kürtleri azınlık sınıfına almak isteyenlere karşı şiddetli karşı çıkarak, Müslüman Kürtlerin Türkiye’nin bir parçası olduğu hususu önemle savunulmuş ve azınlık olarak gösterilmemiştir. Musul konusunda İsmet Paşa şunları ifade etmiştir: “1. Musul vilayetinde Türkler ve Kürtler çoğunluktadır; Kürtler de Turan soyundandır, Türklerle bir bütün oluştururlar. 2. Bu vilayette oturanlar yeniden Türkiye’ye bağlanmayı istemektedirler. 3. Coğrafi ve siyasi bakımlardan bu vilayet, Anadolu’nun tamamlayıcı parçalarındandır.” (Ali Rıza Öztürk, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü)

****

Ülkenin içinde bulunduğu durum, ekonomik zayıflık, üretimin sıfır noktada oluşu, askeri güçsüzlük gibi pek çok sebepten, düşünülen Musul alınamamıştır. Tarih araştırmacısı Gazeteci Rıza Zelyut “Musul’u Şeyh Sait yüzünden yitirdik” der. Said’in çalışma tarzı da bugünkü IŞİD’in aynıdır, cahil halkı kandırmak için aynı selefi söylemleri kullanır. (Güneş, 3 Temmuz 2011)  Fakat Musul, alınmak üzere geleceğe vasiyet edilmiştir.

Musul Konsolosluğumuzun basılması, çalışanların ve o sırada Konsoloslukta bulunan TIR şoförlerinin esir alınması üzerine yazdık bu satırları.

Şimdi düşünelim. Sadece menfaatlerimizi değil, Musul’da yaşayan Arap, Kürt ve Türklerin ortak menfaatlerini düşünelim. Yurtlarını terk etmeye zorlanan ahali, çoluğu çocuğu ile per perişan yollarda, dağlarda kalmışlardır. Acımasız Selefi katil sürüsü, ellerinde Amerikan silahlarıyla, önlerine geleni sorgusuz sualsiz katletmektedirler. Öylesine acımasızlar ki, öldürdükleri insanların cesetlerine bile işkence etmekten büyük zevk almaktadırlar.

Tarihi Türk Şehri Musul, asli sahibine doğru kucak açmıştır. Gelişen hadiseler bize bunu anlatıyor.

Evet, Musul’a girilmeli ve yönetime el konulmalıdır. Bilahare Irak yönetimiyle yapılacak görüşmeler ve antlaşmayla, şehrin geleceğine dair yeni bir idare şekli bulunur.

Böylece, Kuzey Irak Kürtlerinin, Kerkük üzerindeki emelleri, IŞİD katillerinin Suriye üzerindeki planları, Türkiye’deki PKK’lı katillerin Güney Doğu Anadolu Bölgesi üzerindeki hayalleri de sona erecektir.

İnancım tamdır, yalnız bir çekincem var. Son on yıldır, Musul, Kerkük, Telafer, Tuzhurmatı, Felluce.. Türk şehirlerinde yaşayan Tükmenleri üzmüş, kırmış olabilir miyiz acaba, diye düşünmeden edemiyorum.

Eğer böyleyse, başarı muhal olur.

Musul’u almalıyız, almaz veya alamaz isek, Diyarbakır’ı kaybederiz. Anadolu’yu kaybederiz. 

Anadolu, binlerce medeniyetin mezarlığı. Bu mezarlıkta kendimize yer hazırlamak istemiyorsak, Musul’u alıp, Irak bataklığını kurutmak zorundayız. Suriye bataklığını kurutmak zorundayız. Ortadoğu’yu felaha ulaştırmalıyız.

Asıl strateji budur. Derinliklerde uğraşanlara duyurulur.



15 Haziran 2014 Pazar

Şeytanının Secdesi


“Ben bir hayvanım” tespitini pek çok mütefekkir metinlerinin içine yerleştirmişler ve sonra gelenler sırf bu yarım cümleden dolayı sigaya çekmişlerdir, cümlenin ikinci yarısını hiç dikkate almadan. “Tanrı’nın inayetiyle insan olacağım.”

Kimisi, karşıdan gelen birisinin, elbisesini, ayakkabısını, şapkasını, sakalını, gözlüğünü görür. Diğeri ise, gözlerinin içinden girerek ruhunu. Kendini yani. Giysisine bakarak ikram-izzette bulunur bir kısmı, diğeri ise ezeli ve ebedi varlığın soluğunu arar, nezaketi bundandır. Boğazındaki, Avrupa’dan getirilmiş kravatı saygı duyulacak büyük bir kişi olarak kabul ettirir kimisine, mahallenin pejmürde delisi baş tacıdır diğeri için.

Kazanım nedir? Başlanılacak işe edeple başlayıp, irfan ile çıkmaktır. Bedenin terbiyesi ile ulaşılır edebe, edep ile girilen haneden çıkılır irfan ile.

Akıllı ilim adamlarının bir gayesi de, ‘ölüm’e çare aramaktır, ölümsüzlüğü bulmak. Bilse ki, ölen ‘bedendir’, ölen havandır. Şuur, boyut değiştirir, yani ölümsüzlük zaten mevcuttur. Bunu anladığı anda, hayatı ve araştırmalarının rengi, derinliği, boyutu da değişecektir. İnsan, evrensel vicdandır. Ölümsüzdür. Yürüyüş daima hayvaniyetten, evrensel İnsana doğru.

Nasıl ki, çaldığı kavalının çıkardığı nağmelere kulak veren koyun sürüsü, ne yapması gerektiğini anlar, yararlı otların bulunduğu bölgeyi, girilmemesi gereken sahayı ayırt eder, su içilme vaktinin geldiğini anlar, sürüden ayrılmamasının kendi hayatiyeti için lazım olduğunu duyumsar.. Böyledir. Bir kaval çalmalıdır daima, ne yapacağını hatırlatmak üzere. Ve çalar o kaval. Evde ana-baba, çevrede komşular, okulda hoca, iş yerinde müdür durmaksızın çalar durur kavalı, ahali bu ses ile sarhoş. “Her şey dile gelmiş / Bana Canan’ımı söyler”

Tek amacı vardır çobanın, sürüyü istenildiği gibi besleyip, hasarsız ağıla ulaştırmak.

Ağıla, yani; hedefe.

Âşık Sümmanî Baba bir deyişinde şöyle seslenir:

“Bî namaz dost olabilmez / Dostuna düşman gezer / Sureti âdemdir amma / İdrakinde hayvan gezer”

Değerlendirmelerimiz tamamen suretine, giyim kuşamına, zenginliğine bakarak olursa, insanlığı hakkında vereceğimiz karar eksik kalır, hatalardan kurtulamayız. Bu sebeple söylenmiş: “İnsanlar konuşa konuşa”. Fikrini almadan, vicdanına nüfuz etmeden verilecek karar, hayvanın dişlerine bakarak kalitesi hakkında karar vermeye benzer. Yanılgılı hayatlarımızın baş belası aculluğumuzdandır. Sabır ile koruk helva olur derler.

Prof. Süleyman Hayri Bolay, “Aşkın Değer”leri incelediği makalesinde, “Değerler tabiatta ve hayvanlarda var mıdır?” sorusunu sorar; “insanın eylemlerini değerlere göre ayarlaması ve hareket etmesidir. İnsan bu bakımdan değer koyan ve koyduğu değerlere bağlanan bir varlık olmasıyla hayvanlardan farklılaşmaktadır.” Der ve değer hakkında şu bilgileri verir.

 “Eşya ile münasebetlerimizle ilgili değerler, sanat değerleri ve daha üst nesneler dünyasının değerleri” bu üç değer görünüşüne ‘içkin değerler’ tanımını yapar;

Ve “Bir de insanla diğer insanların, insanın kendi kişiliğiyle başka şahsiyetler arasında kurulan ilişkilerle ortaya çıkan değerler vardır. Bunlar duyu verilerini aşan değerlerdir. İnsan şahsiyetleri arasındaki ilişkilere ait olan değerler, duyu verilerini aşar ve ‘ben biliyorum’ yerine ‘ben inanıyorum’ hükmü kullanılır. Bunların, tecrübelerin dışında bir manası ve zaman üstü bir devamlılığı vardır. İşte bu değerler, inanmaya dayanan değerler olup bunlar ahlâk ve din değerleridir ki bunlara aşkın değerler denir.”

Dikkat edilirse, kimsenin şahsiyetine hücum etmeden (ki, şahsiyete hücum, Hakk’a hücumdur), sahip olduğu değerler hakkında bir karara varılması, sorular ve sorunların hallinde önemli bir başlangıç olacaktır. Çünkü Hoca’nın anlatımıyla da, insanın değerlere sahip bir varlık olması lüzumu, onun nasıl ve hangi değerlere sahip olduğunun anlaşılması lazım geldiğini de anlatır. Aksi halde sırtındaki binlerce liralık esvabı, eşeğin altın semeri mesabesinde olacaktır.

Yunus Emre’nin bir dörtlüğünü yazmanın sırasıdır:

“Âşksızlara verme öğüt, / Öğüdünden alır değil. / Âşksız âdem hayvan olur, / Hayvan öğüt bilir değil.”

‘Beşer’, Halifetullah olabilme özellik ve imkânlarıyla donatılmış. İş o ki, esmaları açığa çıkarıp, insan ve halife makamına geçebilmek.

İşte, tefekkür ehlinin yukarıda verdiğimiz “Hayvanım” sözü bir gerçeğin ifadesidir. Bilenler itiraf da ediyorlar. Bir de hedef bildiriyor: “İnsan olmak”. İşte, hayvaniyetten kurtulmanın yolu olarak, hayvaniyetin, nefsin, yani şeytanın secdesine, şeytanının secde ettirilmesine lüzum vardır.

Ölçü basit: Şeytanını secde ettireceksin.

“Andolsun ki cinn ve insten çoğunu cehennem yaşamı için yaratıp, çoğalttık! Ki onların kalpleri (şuurları) var, (hakikati) kavrayamazlar; gözleri var bunların, onlarla baktıklarını değerlendiremezler; kulakları var, onlarla duyduklarını kavrayamazlar!.. İşte bunlar en’am (evcil hayvanlar) gibidirler; belki daha da şaşkın! Onlar gâfillerin (gılaf içinde – kozalarında yaşayanların) ta kendileridir!.” (A’raf/179)

Bedenlerindeki hayvani özellikleri ile yaşamakta olanlar için bir ihtardır:


 “Onlar hayvan gibidirler belki daha da aşağı”!...

14 Haziran 2014 Cumartesi

Tekerrür, Cehaletin Eseridir


Amaç;

Türkleri etkisizleştirmek ve Türk illerini ele geçirmek olunca, dünyanın yamyamları birleşebiliyorlar. Revan Şehrinin Ermenileştirilmesi ve Erbil Şehrinin Kürtleştirilmesi durumunda da görmüştük aynı oyunu.

ABD askerleri Irak’ı işgal ettiği günlerde, Kürt Peşmergelerini Kerkük’e gönderip, nüfus dairesi ve Tapu dairesinin yağmalanması, talan edilmesinde de aynı amaç vardı. Bilahare, 100 Binden fazla Kürt Peşmerge’nin Kerkük’e yerleştirilmesi de oyunun bir parçasıydı.

BOP Eş Başkanı bunları biliyor muydu, bilmiyorum. Oyuna aracılık ettiği ve yardımcı olduğunu bilse de bilmese de bir gün gelir sorulacak olacağını biliyor.

Özellikle Bayrak indirilmesi hadisesindeki kimyasının bozulmasının sebebi budur. Hiç istemediği halde bazı cümleleri, yalan-yanlış kurmasının sebebi budur. Hesap günleri yaklaşıyor.

Ne de olsa,

Derin Strateji Üstadıyla yan yana çalışıyor. Dünyanın en akıllı adamları danışmanlık hizmetleri veriyor. Kendisi de maşallah, bir akıllı, bir akıllı ki, sormayın. Leb demeden, leblebiyi hemence anlayıveriyor.

Musul’a, Kekük’e yanmalıyız evet yanmalı. Lakin şu ağlama faslını bir an evvel bitirip de nelerin yapılması gerektiğine karar verilmelidir.

Beyler, kahvelerini yudumlarken, hırsız evi soyup soğana çevirdi.

Güvendiğin dağlara karlar yağarsa, üşümekten şikâyet hakkın olmaz.

Bilgisiz, etkisiz, irfanı noksanla yola çıkarsan, sendelediğin an yalnız kalırsın.

Allah var, sonrası yok.

Her şeyin en iyisini Allah Bilir.


12 Haziran 2014 Perşembe

Başardın Ey Eş Başkan!


Aklına yerleştirdikleri anlamsız politikaları inadına uyguladın ve uygulamaya devam ediyorsun, ne olursa olsun uygulamaya devam edeceğini de sık tekrarlıyorsun. Doğrusu başarısız olduğunu söylemek de zor.

Askerin başına çuval geçirildiğinde söylediğin ‘-müzik notası mı’ sözün kulaklarımızda tazecik duruyor. Habur rezaleti yaşanıyorken, yapılanların ‘-çözüm sürecini baltaladığı ve çözüme ihanet’ olduğunu söylediğinde de benzer bir ruh hali içindeydin. Atlayarak söyleyeyim. Bayrağımıza tecavüz edildiğinde, suçu komutanların üzerine atman ve yapanın ‘-bir çocuk ve provokatör’ olduğunu söyleyişini hiç unutmayacağız, böylece tecavüzü küçümseyip, neredeyse mütecavizi aklamanın bir başka çeşidiydi çünkü. Ne tür bir hareket gelirse uygulamalarınıza karşı, bunun kendinize bir darbe olduğunu pişkinlikle söylemeniz ise, gülünç ötesi. Daha hükümetinizin kurulmasının üzerinden bir ay geçmişken, darbe ile sizi düşürebilecek bir ihtilal provası ve planlamalarının yapıldığını 8 yıl boyunca iddia etmeniz ise saçmalamanın zirvesiydi.

Bir milleti sömürge haline getirmenin ve vatanlarını yağma etmenin tek yolu vardır. Ordusunu işlemez, çalışamaz, düşünemez, politika üretemez, savaşamaz hale getirmek.

12 yıl boyunca yaptıkların bu işe yaradı. Ordu milletin, kutsal saydığı tüm değerlere acımasızca saldırdın. Devletin kurucusunu düşman, milletin baş tacı ettiklerini değersiz belledin. İlk saldırı silahını orduyu ayakta tutan kurmay heyete çevirdin. Ortaklarınla beraber, anlamını bile bilmediğin; ‘demokrasi’, ‘barış’, ‘kardeşlik’, ‘insan hakları’.. gibi kimsenin itiraz edemeyeceği kavramların ardına saklanarak, doğrusu başarılı gibi oldun. Stratejik ortağınla yaptığın, istihbarat anlaşmalarıyla, ordunun en mahrem yerlerine kadar girebildin. Verilen yanlış istihbaratı okuyamadın ve onlar nasıl istedilerse, eyleme geçtin. Elinden geleni ardına komadın. Gün bugündür mantığıyla fırsatları değerlendirdin.

Amerika Askeri Irak’ı işgal ettiğinde, kısık sesleriyle, Kerkük, Musul, Türkmenler diyenleri aşağıladın. Yüz yıldır Türk Düşmanlığı yapan ve Türkiye üzerinde emelleri olan Barzani ile stratejik ortaklık kurdun, kardeşliğini ilan ettin. Eli kanlı Peşmerge’nin, Türkmen katliamlarını görmezden geldin. Kerkük’te, Telafer’de, Musul’da, Tuzhurmatı’da patlayan bombalar Türkmen canlarına mal olurken, koltuğunun derdine düştün.

Etrafına topladığın ve danışman sıfatı ile devlet hazinesinden maaşlarını ödediğin kişilerin yalan yanlış raporları, derinliksiz planları ile hareket ederek, koca bir milletin geleceğin ipotek altına aldın. Borçlandın. Borçlandıkça göze hoş gelen güya yatırımlar yaptın. İnsanları göz boyama taktiği ile ev sahibi yapmaya özendirdin, onları susturdun. Oysa idarecinin haram kazançlarının ancak ev, yol, baraj yatırımlarından geçtiğini kimseye hissettirmedin. Çevrene topladığın onlarca kendini bilmez, gözleri doymaz firmaya ülke ekonomisini adeta peşkeş çektin. Ekonomiyi borç ve borçlanma ve borçlandırma temeline oturttun. Düşüncesizce harcama alışkanlığı kazandırdın, böylece millet zayıfladı. Zayıflayan millet itiraz edecek gücü kendinde bulamadı. Sesini yükseltenleri, su, biber gazı, jop gibi polis silahlarıyla acımasızca dağıttın. Düşünerek bir şeyler üretmeye çalışan üç-beş sayıdaki tarafsız yiğitleri işinden edip, zindanlara tıktın.

Hep sustuk. Sabırla bekledik.

İnadım inat dedin. Çözüm dedin. Çözülmenin eşiğine geldik.

Daha dün Ertuğrul Özkök; “Tek Bayrak diyorsun, tek bayrak olması için tek millet olması gerekir… Türkiye artık bir millet değil… 2002’de tek millet devraldın, Çankaya’ya çıkarken üç millet bırakıyorsun, üç dört millet” diyordu. Nasıl parçaladın, nasıl birbirinden ayırdın. 30 yıldır başaramadıkları işi sen 3-5 yılda nasıl da başardın?

Milletimiz dindardır. Onların maneviyatlarına hitap ederek, iki de bir dini kelime ve kavramları telaffuz ederek, ayetler, hadisler okuyarak onların beyinlerine nüfuz ettin. Onları düşünemez hale getirdin. Onları ne söylersen söyle inandırmak noktasına getirdin. Doğrusu başarılısın.

****

Artık sona gelindi. Tünelin ucu göründü.

Lakin işler ve halimiz arapsaçına döndü. Haydi bakalım, çık işinden nasıl çıkarsan.

Musul diyecektim, Kerkük diyecektim, bayrak diyecektim.

Gerek kalmadı. Sözün tamamı aptala söylenirmiş. Anlayan anladı.

Tamam, başardın Sayın Eş Başkan, başardın BOP Eş Başkanı, itiraf ediyorum.

Önümüzde milyon parçaya bölünmüş bir Ortadoğu; Çarpışmayan aşiret, silah sesinin duyulmadığı mahalle, bombaların patlamadığı gün, yüzlerce canın ölmediği bir an kalmadı Ortadoğu’da.

Başardın Ey Eş Başkan, başardın.

Artık senin yerin, seni pohpohlayanların yanıdır. Çünkü Türk Topraklarında yatacak bir yerin yok artık. Sana Eş Başkanlık payesini verenler düşünsün…


Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...