30 Mayıs 2012 Çarşamba

Başarı Nedir Gözüm?



Başarmak;

Neyi neye göre mukayese ile ulaşılır başarıya?

Başarısız olanla, başaran arasında ne gibi ayrıcalık, ne gibi farklılık vardır. Sınıfını geçen öğrenci başarılı, kalan başarısız mıdır? Cevabı zordur bu soruların. Sınıfını geçip, okulu daha önce bitirip sonra da hayatının sonuna kadar işsiz, güçsüz gezenleri, ailesinden kalan mirası harcayarak hayatını devam ettirenleri biliriz. Sınıfında kaldı diye, okulunu geç bitirdi diye aşağıladığımız kişinin ise hayatının ileri devresinde başarıdan başarıya koştuğunu da biliriz. Devletin güzide makamlarına oturduğunu ve işini de başarıyla devam ettirdiğini biliriz.

Kişinin iç âlemiyle, dünyadaki tavrının eşleşmesi asıl başarıdır. “Dışının içi gibi olması” başarılması zor olan bir amaç, ulaşılması zor bir süreçtir. Nefis illeti insanın başında bela olduktan sonra, nefsi alt edip; tevazuuya bürünmek, kabule girmek, acziyetini anlamak o kadar da kolay olmayacaktır. Başarı lütf-u İlahi iledir. Lütuf etmezse neyi nasıl başaracağız ki? Bir yetimin başını sıvazlamak başarıdır. O yetim ile aynı sokakta yıllar yılı yaşayıp da bir kere bile halini sormamak ise başarısızlık. Nasıl olur böyle bir hal denemez? Olmuyor işte, ilahi Lütuf demiştik.

İkinizin de üzerine Nâr’dan alev ve duman (bilinç bulanıklığı) irsal edilir de başarılı olamazsınız. (Rahman/35)

Dünyada kazanılan hiçbir makam ve mevki, parasal büyüklük sahipliği başarı olarak adlandırılamaz. Taa ki, sahip olduklarımızı insanlığın hizmetine arz etmiş olmayalım. Hizmete sunulmayan hiçbir varlık bizim zenginliğimizi ifade etmez. Asıl zenginlik, emaneten sahibi bulunduğumuz (zilyedimizde bulunan) mal, mülk, para, altın, fabrika, ev, arsa, tarla… Ne varsa mutlak olarak insanlık hizmetine arz edilincedir. Aksi halde cimrilik, pintilik sıkıntılı bir hal olarak kişi hayatını ve manevi hayatını mahveder. Bu tip kişilerin hayatları rahat değildir, sürekli olarak bir korku halindedirler, çünkü ellerindeki mallarının bir şekilde çalınacağını, mülkiyetinden çıkacağını düşünerek yaşarlar ve işleri güçleri mallarının elinde kalması için tedbir düşünmektir. Hastalıklı bir haldir bu, rahatsızlık üst seviyededir.

iman edip imanın gereğini uygulayanlara gelince, Rableri onları Rahmetine dâhil eder! İşte bu apaçık başarıdır (Casiye/ 30)

Namaz kılar, niyaz eder, naz eder. Nazlıdır. Hazinesini saçmaz ortalık yere. Gerçek sahibine verir. Bu kere de cömerttir. ‘Rahmetine ulaşanlar’ ise sırrı ilahiyi sahibine teslim etmekle yükümlüdürler ve görevi bihakkın yerine getirirler. Talep etmekle başlanılır, niyet etmekle. Hele bir çık yola;

Bir gün uğrar semtinize dildâr!

“Allâh korunanları, açığa çıkardıkları başarılarla kurtuluşa erdirir! Onlara kötülük dokunmaz ve onlar mahzun da olmazlar.” (Zumer/ 61)

Söz bitti, söz bitince sükûn başlar.

Ayet-i Kerimede bir güzel açıklanmış. Kelimeye uzanan mana kısıtlı anlatımıyla, zorlamayla daralır. En iyisi burada bırakmak.

Doğruları daima Bilen Bilir.

Başarı Allah’tandır.

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Asla Yalnız Yürümeyeceksin



Yazının başlığı İngiltere’nin büyük futbol kulübü Liverpool’un sloganı. Üzerine hikâyeler, şiirler, şarkılar yazılmış slogan.

Küçücük bir odadayım. Bu küçük odanın bir köşesine minicik televizyon sıkıştırılmış. Karlı bir görüntüsü olsa da izledim.

Meğer aylar öncesinde bir yarışma düzenlenmiş, Liverpool ve TRT tarafından. Türkiye’de futbol oynayan lise çağındaki talebelerden yapılacak seçimle, futbolun prensi seçilecek ve birinci olan da Liverpool takımına transfer edilecek. Neyse, sonunda Emin isimli bir çocuğumuz birinci seçildi ve Liverpool formasını giymeye hakk kazandı.

Biz çocuğumuza şunu tembihleyelim.

Yolunda yapayalnızsın.

Yalnız yürüyeceksin.

Etrafında inanların varsa, çevrende destekleyicilerin varsa… Elbette yalnız yürümeyeceksin.

Yazının başlığındaki söz, bir ekip çalışmasına atıfta bulunur.

Ekip (takım) çalışmasında sen – ben yoktur. Ekip olarak -biz- vardır. Futbolda bir tane iyi futbolcu bir hiçtir. Verilen taktiği sahada oyuna yansıtmak, tek iyi oyuncunun işi değildir. Görevliler, plana, projeye, hedefe kilitlenmeli, hep birlikte muhteşem orkestra elemanları gibi ‘şef’e riayet etmelidir. Aksi halde, yanlış sese basılması, akortsuz sahneye çıkılması gibi sonuçlarda konser bekleneni veremez, seyirciler perişan olur.

Liverpool sloganı ekip çalışmasını ve önemini anlatır.

Görevler paylaşılır ve herkes hissesine düşen görevi bihakkın yapar. Herhangi bir aksama, başarısızlığa götürür. (bunun örnekleri bizatihi yaşayarak ve gözleyerek tecrübe edilmiştir.)

***

Konumuz yalnız yürümek.

Ekip kaybolur. Makine bozulur. Yol kırılır. Ev yıkılır.

Yapayalnızsındır.

Bu şartlar içinde, tek bir görevin vardır.

Ayağa kalkmak, kırık dökük aletlerle makineyi tamir etmek, ekibi toplamak, yolu yapmak, evi kurmak…

İşte, yol görünmüyor. Yalnızsın. Tek başınasın.

Yürüyeceksin.

Çünkü,

Hedefe daha var. Yürümek mecburiyet.

Ve yapabilirsin.

Başarabilirsin.

Çünkü, sen insansın.

25 Mayıs 2012 Cuma

Gece Sohbetleri



Bulunduğum yer ile ufuk çizgisi arasında deniz var.

Güneş ufkun ötesinde battı batacak.

Bir ben deniz oluyorum, bir deniz içime doluyor, deniz ben oluyor. Ben ile deniz arasında batan güneş kavgası var. Güneş, bende mi batıyor, güneşi deniz mi yutuyor?

Hayali, bir vapur gürültüsü bozuyor. Ufukla arama bir vapur girip, kraliyetini ilan ediyor. Olsun bu geçici bir beylik ama dünyayı değiştirmeye yetiyor. Kısa da olsa beyliğine ram oluyoruz deniz üstünde mecburi rota sahibinin. Demek bey o değilmiş.

Dönüp, akşamı yaşamaya devam ediyorum.

***

“Her şey zıllı ile kaim…”

***
Kara bulutlar kapladı önce güneşin önünü. Işık, bulutlar ardında mahkûm şimdi.

Ya, kuvvetli bir rüzgâr bekler gönül, ya da bir anda boşaltmasını rahmetini bulutların.

Bu keyfi çok gördü bize…

Ahenk bozuldu.

***

Ahenk;

- “Ahenk diyordunuz azizim.”

Ah… Evet ahenk.

İtiraz etmemektir. Kabul etmektir. Aksi olunca, ne kadar varlık iddiasında bulunan varsa o kadar ses çıkar ki, ne ahenk kalır, ne de zevk.

Tıpkı vapurun, ufuk çizgisi ile aramıza girmesi gibi.

Her hangi bir kurumda ahenk, duymaktır aynı zamanda. Duyumsamadır. Ne zaman bir idarecinin var olduğu dank ederse zihinde, onun kurallarıyla hareket etmek mecburiyeti ne zaman senin kabulün olursa, ahenk işlemeye başlar.

Çoğu zaman bozar hayatın güzelliğini ahenk, saatin tik-takları gibi. Duymamak için pamuk tıkarsın kulaklara nafile, rüyalarında bile esir eyler seni. Sen o tik-taklara tabisindir, geceyi yırtıp beynine ulaşan tik-taklara. Tersine işler böyle durumlarda ahenk. Elinden bir şey gelmez. Zamanı durduramazsın. Artık sen zamanın esiri, zaman başında hükümdar.

Bir var ki, tik-tak sırrına ulaşınca, ne ses kalır seni rahatsız edici, ne de sen rahatsız olursun tik-taktan.

***
Güneş, kayboldu inadından.

Sahili büyülü yapıya dönüştüren şehrin ışıkları hayat vermeye başladı. Şimdi güzellikler, karanlığın yardımıyla, şehir lambalarının becerisiyle görünür halde. Karanlık güzelliğe yardımcı! Çirkinlikleri örterek.

Âlemin ahengi yeni formatıyla duruyor gözler önünde. Gören göz karanlığını yararak denizin, parçalayarak ufuk çizgisinin ötelerine geçermiş!

Burnunun önünü göremeyen ‘ben’ için dehşetli bir hayal. Ben bu hayalin hiçbir noktasında yokum. Gece hayalini bozan iki hain var şimdi, ufuk çizgisinin ötelerine düşen şimşekler, şehir ışıkları üstünde raks eden martılar.

Bütün amacım geceyi bitirmek…

Sabaha ulaşmak.

Gün (Hakk) ışığında, yeni bir dünya kurmak.

Hepsi bu…

23 Mayıs 2012 Çarşamba

“Susmak” Nedir, “Susan” Kimdir?



‘Sosyal medya’ sayfalarında, Tasavvuf sayfasında karşılaştığım ve yazarını tespit edemediğim aşağıdaki paragrafı yayınlamıştım:

“İnsanlar; sataşanlara, haddi aşanlara, densiz eleştiride bulunanlara, gerçeği inadına örterek egosuyla karşıdakini mahcup etmeye çalışanlara verilecek en güzel, en yerinde, en güçlü cevabın; “Sessizce, Sükunetle Seyir” olduğunu bilselerdi; yeryüzünde üzüntü de, acı da, hüzün de filizlenecek benlik bahçesi bulamazdı!…”

Susmaktaki cevabı anlayabilselerdi… açıklamasını bir dostumuzun; “susan dilsiz şeytan gibi, lakin sükût buyurduğunuz gibi” yorumuna yapmıştık.

20 Mayıs tarihli yazısına Atilla Fikri Ergun “Siyasete endekslenmek ve güncele takılıp kalmak düşünceyi öldürür” cümlesiyle başlar. “Manevi-ahlakî olmayan, bilgi ve düşünce üretemeyen salt siyasî-ideolojik veya ekonomik-politik yaklaşımların başarılı olma şansı yok”.

Atilla Bey çarpıcı mesajı vermiş. Her olay hakkında, her fikir hakkında siyasi ve ideolojik açıklama getirmeye çalışmak, kısırlaştırmış düşünceyi. Anlaşılan bu. Serbest olmak, hür olmak, özgürlüğü yaşayabilmek en iyisi. Mutlak surette, fikir beyanı gerekiyorsa önce sahip olduğumuz statülerden arınmalıyız ki, -söylediğimiz yanlışta olsa- bize ait olduğundan rahatlık sağlasın. Bu aşamada mühim olan, fikri çekinmeden, korkmadan söyleyebilmektir.

Fikir teatilerinde, önce verilen cümleyi, fikri anlamaya çalışmalıdır. Söylenilenin peşinen yanlışlığını -veya doğruluğunu- düşünmek doğru değildir, ne diyor o fikir, düşünce? Tüm ön bilgilerimizden soyunarak anlamaya çalışmalı, hazırlıklarımızı ön yargılarımızı kenara bırakarak yapmalıyız. Cevaplanırken, peşinden gelecektir sahip olduğumuz fikirler. Kabuller sonradan devreye girecektir.

Yukarıdaki susmak konulu paragrafa verilen cevaplar, yapılan yorumların tamamı siyasi içerikli idi. Oysa kasd-ı paragrafta böyle bir niyet ve amaç yoktur. Türk Dil Kurumu susmak kelimesi karşılığında, “konuşmasını kesmek, konuşmaktan kaçınmak, ses veya gürültüyü kesmek, ses ve gürültü yapmamak, (mecaz olarak) etkisini göstermemek, tepki göstermemek” manalarını vermekte ise de;

Susmak; ismi Allah olanın gücü karşısında tevazuya bürünmek, O’nun bilgisi karşısında acziyetini bildirmek, O’ndan gelene Eyvallah diyerek kabule girmektir.

İşte, böyle bir amaç için susanın taşıdığı potansiyel -enerji- güç büyüklüğünde bir bomba henüz icat edilmemiştir.

“Sessizce seyir”, “susmanın” sonucudur. Susmayı bilen, seyir halindedir. Seyir halinde bulunan İnsan’da ise “acı, hüzün” neşvü nema bulamaz. Bu hal ise tam teslimiyet halidir.

En doğrusu, susan İnsan’a karşı edepsizlikten kaçınmak, kırıcı davranışta bulunmamak, ona saygıda kusur etmemektir.

Bir zorunluluk olarak, zamanımızda “sesi en çok çıkan Hakklıdır” yanlış inanışını geri itmek ve hayatımızdan çıkarmak gerekecektir.

Muhakkak ki Allâh indinde canlıların en şerrlisi, aklını kullanmayan (taklitle yaşayan) sağırlar ve dilsizlerdir.  (Enfâl/22)

En doğruyu Allah bilir.

20 Mayıs 2012 Pazar

Suriye Değerlendirmesi



15 Ocak 2012 tarihli yazımızda; (http://mahmutemin.blogspot.com/2012/01/yemen-taliban-ve-biz.html) “Taliban militanlarının Lübnan, Suriye, Irak ve İran’da CIA’nın amaçlarına ulaşmak üzere kendilerine yardım edeceklerini, bunun karşılığında da Afganistan’da iktidar vaat edildiğini…

“Yemen’in başkenti Sana’dan 170 Km.lik uzaklıkta bulunan Radda Kentinin el Kaide militanlarının eline geçtiğini,

Yazmışız.

Boş durmamışlar. Suriye içlerine kadar yürümüşler.

Bu Taliban, güya ABD’nin düşmanı. ABD ise Taliban düşmanı. Nasıl oluyor demeyin. Bugün düşman, yarın dost. Menfaatler neyi gerektiriyorsa o. Burada ‘menfaat’ kelimesi üzerinde biraz duralım. Eskiden, devletlerin menfaatleri neyi gerektiriyorsa onu yaparlar derdik. Dış politikada dostluklara yer yoktur, ülkenizin menfaatini düşünürsünüz, bu doğrultuda kararlar alırsınız, derdik. Artık şimdi böyle değil. Dünyayı, 100 – 150 kadar büyük şirket yönetmektedir. Menfaat kelimesinden o şirketlerin menfaatleri anlaşılmalıdır. Bu şirketlere de biz ‘küresel çeteler’ diyoruz. Küresel güçlerin işlerine hangisi geliyorsa, kendilerine bir maşa bulmaları da zor olmuyor. Bir yerde Taliban, başka yerde Müslüman Kardeşler, başka başka yerlerde ise PKK oluyor. Fark etmiyor! Birisi ‘PKK büyük düşman’ derken, diğeri onu silahlandırmaya, eğitmeye, lojistik destek sağlamaya devam eder. Böyledir dünyanın halleri.

Baharın taze güzellikleri doyasıya yaşanmadan, Suriye’nin Başkenti Şam’da ‘canlı’ bomba denen, makineleştirilen, uyuşturulan, mankurtlaştırılan birisi bombanın pimini çeker. 70 kişi ölür, 392 kişi yaralanır. Bu acıyı, TV haberlerinde, yorumlarında, yazılı basında içimiz sızlayarak dinledik, okuduk, öğrendik. “Suriye’de halk nezdinde karşılığı ve saygınlığı olmayan ve kendini Suriye Ulusal Konseyi olarak tanıtan örgüt bu cinayetin suç ortağıdır. Komutanları Antakya’da bulunan Özgür Suriye Ordusu ise başından beri silahlı eylemlerde bulunarak katliamlar gerçekleştirmektedir. Yani ‘özgürlük ve demokrasi’ uğuruna başından beri cinayet işlemektedir. Bu ‘ordu’ militanları şimdiye kadar binlerce asker, güvenlik elemanı ve vatandaşı öldürdü. Bu orduya Kaide ve benzeri örgütlerin ruh hastası elemanları yardım ediyor. Bunu da ben değil, ABD Savunma Bakanı söylüyor. Söylüyor ama Suriye’yi yandaşlarıyla birlikte karıştırmaya devam ediyor. Çünkü ABD’nin ‘Arap Baharı’ ile coğrafyamıza layık gördüğü demokrasi böyle bir şey. Yani kin, nefret ve cinnet demokrasisi, sonrası ise teslimiyet ve kölelik…” (*)

Eş Başkanlığını bizlerden birisinin yaptığı BOP örgütlenmesi, uygulamaya geçirildiğinde, Ortadoğu Bölgesinde 22 İslam Ülkesinin sınırlarının değişeceği deklare edilmişti. Çalışmalar bu yönde devam ettiriliyor. Demokrasi, insan hakları, özgürlükler gibi güzel ve insanları kandırabilecek etkiye sahip kelimeleri kullanarak.

“En son terör saldırısı Suriye meselesinin yeni bir boyuta evrildiğini gösteriyor. Anlaşıldığı kadarıyla artık denklemin içerisinde El Kaide de var ve şiddetin boyutları daha da artacak.” (**)

El Kaide, Esad Muhalifleri ile birlikte hareket etmektedir. Kaide Suriye’de oldukça güçlenmiştir, El Kaide Suriye olaylarına karıştıktan sonra, artık halkına şiddet uygulayan Esad’dan bahsedilemez çünkü Kaide’nin direkt olarak NATO’nun (ve AB+D)’nin sokak hareketlerinde kullandığı, militan güçler olduğu anlaşılmıştır. Bu itibarla, Esad’ın diktatörlüğünden evvel, Suriye parçalayıp, bölerek Suriye’ye yerleşmek isteyen güçlerin durumu önem arz etmektedir. Eli kanlı terörist bir örgüt olan Kaide devreye girdikten sonra, Türk Dış Politikasını yürütenlerden de tatminkar bir açıklama duyamadık. Yoksa, halkın özgürleştirilmesi sona mı erdi diye düşünmeden de edemiyoruz. Ne de olsa Irak’a, Libya’ya demokrasi getirenler, Suriye’ye de demokrasiyi insanların hakları ve özgürlüklerini dillendirerek getirmek istiyorlardı. Ne de olsa halkın yerine şimdilik El Kaide geçmiş (geçmek üzere) durumdadır.

Konuşmak zor olsa gerek.

Şimdilerde Türk Bayrakları yakılıyor, bir yıl önce krallar gibi karşılanan Sayın Başkanımız aleyhinde de ağza alınmayacak kelimelerle hakaretler yağdırılıyor Suriye’de. Bu durumlara nasıl gelindiği, ne hatalar yapıldığı umarım dış politika uygulayıcıları tarafından enine boyuna değerlendirilir…

                                                                 :
(*)  Hüsnü Mahalli, 12.05.2012, Akşam.
(**) Deniz Ülke Arıboğan, 20.05.2012Akşam.

18 Mayıs 2012 Cuma

Sığınak: Dost



İşinden kovulmuş, çocuklar aç, elde avuçta yok… Neredeyse üç aya yaklaşmıştı. Aylık gelirinden artırdığı az miktardaki para da bitti bitecekti. Bu zaman zarfında onlarca iş yeri ile görüşmeler yapmış fakat bir bahane ile geri gönderilmişti. Kötü şöhreti kendinden evvel işyerlerine ve patronlara uğramıştı. Bütün kapılar yüzüne kapanmıştı.

Bir başına nasıl estiyse rüzgâr o yöne vurup kendini, taa deniz kıyısına kadar varmıştı. Sahilden bir avuç küçük taş-çakıl aldı. Denizin sonsuzluklarına doğru, ufuklara doğru bakışlarını sabitledi. Birkaç adım geri atarak, elindeki çakılları birer birer denize atmaya başladı. Sanki her bir çakıl, içindeki sıkıtının birisini denizin derinliklerine taşıyor ve kendisi rahatlıyordu.

- “Heey sen.” İrkildi. Önemsemedi. Buralarda kendisini tanıyan kimse olamazdı. Üstüne alınmadı. Ufuklardan ayırmadan gözünü bir çakıl daha attı.

- “Heyy.. Ne yapıyorsun öyle?”

- “Hiiçç.. Böyle işte.”

- “Haa.. Denizi dolduruyorsun. Benim denizimi!”

- “Yok beyim. Ben üç-beş taş attım”

- “Hee.. Ben de inandım. Üç-beş taş”

-“Denizin her dolduruluşu, üç-beş taşla başlar. O üç-beş taş atılmadan sonrası da gelmez.”

– “İyi de bu deniz nereden senin denizin oluyormuş?”

- “Benim denizim yiğidim, benim denizim.”

Hangi düşüncelerdeydi… Bir ihtiyarın düşüncelerine müdahalesi ile nerelere gelmişti. Şimdi çıkmış bir deli ihtiyar bu deniz benim. Diyor. Gülmeli mi, acımalı mı? Bilemiyordu. İhtiyar kısa boyluydu, saçları, bıyıkları ağarmış, sakalları ise tıraş edilmişti. Saçı taranmış gibi düzgündü. Üstündeki ceketi yeni olmasa da temizdi. Pantolon ise sanki ütülenmiş gibiydi. Hafif rüzgâr estiğinden olsa gerek, ceketin yakası kaldırılmıştı. Bazen bir elini cebine sokuyor, diğer elini sallayarak konuşuyordu. Bu adamı memleketteki mahallesinde yaşayan Süleyman Amca’ya benzetmişti. O da böyle biraz kızgın, biraz alaycı tavırla konuşurdu. Kızgınlığı arttığında da ağzından küfürler çıktığı duyulurdu. Ona benzer bir tipse hemen buradan ayrılmalıydı. Bir karara varamadan, ihtiyar;

- “Delikanlı, gel şurada biraz oturup konuşalım”. Dedi. Daveti yaparken, biraz önceki haşin ihtiyar değildi, yumuşak bir çehreye bürünmüş, limonatayı andıran bir sesle hitap etmişti. Huzur verici bir ses. Peki önceki tarzı ne oluyordu? Bir anlam veremedi. Ret edemezdi, zaten gidebileceği, rahatlayabileceği bir yeri de, kimsesi de yoktu. Kabul ettiğini, ondan tarafa yürüyerek belirtti. Geriye dönüp, 250 metre kadar gittiler. Ağaç, tahta, teneke, naylon gibi malzemelerle yapılmış küçük bir baraka çıktı karşılarına. Barakanın ön tarafında üç metre kadar bir sundurma kondurulmuş, sundurmanın altına barakanın giriş kapısının önünde derme çatma yapılmış bir masa, dört tarafına da konulmuş, oturmaya müsait hale getirilmiş ağaç kütükleri. Yaklaşınca buyur etti ihtiyar. Oturdu kütüklerden birisinin üstüne. Dirseklerini masaya koydu. Etrafı meraklı gözlerle süzdü. İhtiyar içeri girdi, birkaç saniye sonra elinde bir testi, iki bardakla geri geldi. Testiden ayran boşalttı bardaklara ve geri götürdü testiyi. Dönüp o da oturdu.

- “Bir başına olduğumuzu düşünmeyesin” dedi. “Çok dostumuz vardır. Her gün birileri gelirler, ziyaretimizi yaparlar, konuşuruz, dertleşiriz, yeriz, içeriz.. Sonra giderler. Bende uykuya varırım. Yüce Allah Dost’suz, yarensiz, arkadaşsız bırakmasın.”

- “Merak ediyorsun değil mi, kim bu adam, ne yapar buralarda. Beni niye getirdi, niye benimle konuşmak istedi?”

Doğruya doğru, hem de dayanılmaz bir merak içindeydi. Tanımadığı kişiyi evine getiriyor, ayran ikram ediyor. Garip.

- “yok, o kadarda garip değil, şu yukarıdan tek başına gelirken gördüm seni. Yerleri tekmeliyordun. Taşlara vuruyordun. Geri dönüyor, vazgeçiyordun. Denize yaklaştın. Taş atmaya başladın. Ee.. Seninle nasıl tanışabilirdim. Benim denizime niye taş atıyorsun girişi, iyi bir çözüm gibi geldi bana.” “Belli ki, dertlisin, sorunlar içinde kıvranıyorsun. Hele anlat bakalım, anlat belki bir derman yolu zuhur eder kim bilir?”

Anlatsa mıydı? Kendini oyalayacak birisini aradığı için mi soruyordu bunları? Bu ıssız yerde konuşacak birisine ihtiyaç mı duymuştu? Bir ürperti, bir korku sardı benliğini. İhtiyarın müşfik bakışları imdada yetişti. Neredeyse bu esintili havada ve gölgede oturmuş halde ter basmak üzereydi. Kendisine yapılan hakaretler, küfürler aklına geldikçe kahrından ölmek istiyordu. Birde o hoyratların karşısındaki acizliği, onlara hiçbir şey diyemeyişi… Ölümü, kurtuluş olarak bile düşünmüştü.

- “Kaç çocuk var evlat… İki mi”? Başını sallayarak cevapladı. Cevapladı ama bir korkudur aldı zihnini. Bu adam beni nereden tanıyor düşüncesi kemirmeye başladı, yeniden bir tökezleme yaşadı.

- “Bizim köy buraya beş yüz metre kadar, şu tepenin hemen arkası” Dedi, yaşlı adam. Belli ki, rahatlamasını sağlamak istiyordu. Açılmasını sağlamak. Fakat zordu anlatmak. Hırsızlıkla suçlanmayı nasıl anlatacaktı, şurada oturmuş evinde misafir olmuşken?

- “Bizim çocuk geçen yıl tatil dönüşünde evinin soyulduğunu görür.” Yeni bir korku halesi kapladı yüzünü. Nerden çıktı bu hırsızlık olayının anlatımı? Bana ne senin oğlundan be adam..

- “Komşuları, biz gördük der. Filanca kişi; söyledikleri oğlumun arkadaşı. Polise de aynını söylemişler, polis tabiî ki o çocuğu gözaltına alıp, mahkemede tutukladılar. Neyse efendim, aradan bir hafta, on gün kadar geçince, bir başka hırsızlık vakasından yakalanan kişilerin bizim oğlanın evini de soydukları anlaşıldı. Hemence tahliye edildi tabii. Bu hatalar olabiliyor, üzülmemek, sabır göstermek lazım. Daha sonra bizim oğlanın arkadaşından hem komşuları, hem de polis özür diledi. Sen, muhasebeciydin değil mi?”

Nasıl olurdu? İmkânsız, inanılması güç olaylardı yaşadığı. Şuraya oturalı nerdeyse bir saat olmuş, ağzından daha bir kelime bile çıkmamıştı. Adam, sanki kendisinin hikâyesini anlatıyordu. Yine baş sallayarak geçiştirdi. Bu rahatlatma değil, bilakis sanki olayların içindeymişçesine, ayrıntıları bilen birisiydi. Yine, derinlere dalmak üzereyken, ihtiyar;

- “Hah, Ömer Bey geliyor.” Dedi. Sağ taraftan doğru uzunca boylu, iki elinde naylon torba ile Ömer Bey çıktı geldi. İçtenlikle selam verdi. İhtiyar’ın elini sıktı, sarıldılar. İhtiyar;

- “Bugün misafirimiz var, tanıştırayım, Süha Bey, Ömer Bey”. Tokalaştılar. Kibar adam Ömer Bey, memnuniyetini bildirdi. Hoş karşıladı. Artık anlamıştı, ihtiyar kendisini iyice tanıyordu. İsmini de söylemesi bir balyoz darbesi gibi indi beynine.

- “Hulusi Bey’e bir telefon ediver Ömer Bey, uğrasın buraya.”

- “Gelirken konuştuk, gelecek.”

- “Sen arayıver, biz istediğimiz için gelsin. Yani gelsin.”

Elindeki naylon torbaları bir kenara bırakarak, telefon etmek için 20 metre kadar yukarıya doğru yürüdü Ömer Bey. Bulunulan yerden cep telefonu çekmiyor olsa gerekti. Artık, hiç düşünmemeli, nasıl bir rüzgâr etkisiyle buralara kadar sürüklendiyse, kendini olayların akışına bırakmalıydı. Korkmamalıydı, bunlar Dost insanlardı. Zaten, zaman ilerledikçe korkuları yitmiş, ılık rüzgârın etkisiyle dünyasını değiştirmişti. Yakın geçmişini unutmuştu adeta. Heyecanı sonlanmış, kendisini hadisenin gelişimine bırakmıştı. Ne olacaksa olsundu. Ömer Bey, dönerek tamam der gibi bir baş işaretiyle onayladı. Gülümsedi adam. Başını salladı.

- “Süha Beyciğim, burada herkes işin bir ucundan tutar. Haydi, bakalım sende bir şeyler yap.” Ayağa kalkarak, iki elini öne doğru uzatıp, ne yapabilirim? Der gibi sordu.

- “Canım, sen de mangalı yakıver.”

Nasıl candan insanlardı bunlar. Etrafa bakındı. Kenarda ters çevrilmiş mangalı gördü. Ceketini çıkarıp astı, mangalı aldı. Sundurmanın dışına çıkardı. Etrafı taradı gözleriyle. Ömer Bey naylon torbaları masanın üzerine boşaltmaya başladı, domates, salatalık, biber, ekmek, rakı, naylon bardaklar… Etraftan kurumuş dal parçalarını toplayıp mangala yerleştirdi. İhtiyar elini bir yöne doğru uzattı. Torba içindeki kömürleri gösteriyordu. Ateşledi mangalı. Kuru dallar çıtırdayarak ateş bir anda başını yükseltti. Kömürü yerleştirdi. Hulusi Bey olmalıydı. İki elinde naylon torba ile çıkıp gelen. Selam ve tanışma faslı tekrarlandı. O da hemen ceketini çıkararak hazırlıklara koyuldu.

Yarım saatin içinde, derme çatma masa padişah sofrasına dönüşmüştü. Etrafında dört kişi zamanı durdurmuş, birbirlerinin konuşmalarına kulak veriyorlardı. Hafif esinti yakındaki söğüt ağacının yapraklarından geçerken, kulaklara bulunması imkânsız musiki terennümleri sunuyordu.

“Ben seni sevdim seveli kaynayıp coştum…

Kısık bir sesle, yavaşça şarkıya başlayan ihtiyardı. Ömer ve Hulusi Beyler de iştirak ettiler. “Aklımı yağmaya verip fikrimi şaştım…

Biliyordu bu şarkıyı Süha. Dede efendinin Bestenigâr bestesi. Ah.. öğrencilik yıllarındaki, kendisini hayata bağlayan, tüm duygularının bir besteye sıkışmış şarkısı. İştirak etse nasıl olurdu? Ne kadar da güzel okuyorlar. Kararını verdi meyanı kendisi yapacaktı. “Mecnuna şimdi eş olup dağlara düştüm… Dağlara düştüm… meyan sırasında büyük bir hürmetle dinlemişlerdi Süha’yı. Sonra koro halinde bitirdiler şarkıyı. “Sor güle bülbül ne çeker hârın elinden, bir dahi gül koklamayım yârin elinden”

Çok güzel Süha Bey, bravo, tebrikler. Utanmıştı. İlk defa tanıştığı insanlar, hayatında yeni ufuklar açıyordu. Utanmıştı ama hatasız okuduğu içinde kendiyle gurur duymuştu. Ah şu gurur. Bir anda özür diledi içinden. Oturmuş dört arkadaş kendi hallerinde işte, söylüyorlar. Burada güzellik, zaten doğal bir hal. Çirkin bir şey yok ki… Hep birlikte kadeh kaldırdılar. Lokmalarını yediler.

- “Hulusi Bey, gördüğünüz gibi, Süha Beyle dost olduk, artık söyleyebilirim. Sizin Muhasebeciniz çok yakında emekli olacak. Ben her şeyine kefilim, Süha Bey de Muhasebecidir. Şimdiden işinize alınız ve birkaç ay sonra muhasebenizi rahat teslim edebileceğiniz kişi içerden birisi olsun.”

- “Başım üstüne babacığım. Emir telakki ederim.” Dedi. Cüzdanından bir kartvizit çıkararak, Süha’ya uzattı. “Benim yarın öğleye kadar işim var, dışarıdayım. Arar söylerim. Siz yarın saat 9 -10 gibi Hayrullah beyle görüşün. O her şeyi size anlatır.” Kartı aldı. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Kısa bir zaman içerisinde inanılmaz olaylar gelişmişti. Kendisinin hiç tanımadığı birisi, her şeyine kefil olmuştu ve hatta hırsızlıkla suçlandığını bile bile. Derin, derin bir nefes aldı. Hiçbir şey düşünemez oldu, zaten düşünmesine de gerek yoktu, gecenin tadını çıkarmak en iyisiydi.

Sohbetler, şarkılar, türküler, şiirlerle geçen bir gece.

Tüm dertlerin askıya alındığı gece.

Daha ne olsun, günün belki de ömrün kazancı biri birinden güzel üç inanılmaz dost.

Saat 11’e doğru kalktılar, masa toplandı, çöpler naylon torbalara dolduruldu. Vedalaştılar. Ayrılırken ihtiyara:

- “Anladım baba, gerçekten deniz, sizin denizinizmiş”.

16 Mayıs 2012 Çarşamba

“Yorgunum”: Veysel Tekelioğlu



Kalem, ne kadar yeni olursa olsun sahibini, sahibinden yazar.

Duru bir Türkçe, kıvrak bir zekâ, dingin bir zihin, yepyeni bir üslup.

İşte; Veysel Tekelioğlu.

Geri dönüşler, hali yorumlayışlar, geleceğe dair tasavvurlar, öyle güzel işlenmiş, öyle güzel anlatılmış. Geçkiler, pamuk şekeri gibi okuyucunun boğazına hiç dokunmuyor. İsmini gizleyerek bir roman okuruna verseniz kitabı, Dostoyevski okuyor sanır. Yo.. yo, onun bir acemi taklitçisi demek istemiyorum. Uyanan ilk intiba bu. İddialı olur ki belki, Dostoyevski’den aşağı kalır yanı yok. Kaldı ki, yirminci yüzyılda ve yirmi birinci yüzyılın yaşadığımız günü itibariyle, bu kadar aleni ifşaat yapılmamıştır.

Talihsizlik, kalemin daha yenice ele geçirilmiş olması.

Her işte bir hayır, her oluşta bir güzellik bulmalıdır. Tekelioğlu çok rahat ulaşıyor bu sonuca. Kavgalar, dövüşler, taşlaşmalar, küfürleşmeler… bile, hatta silahların konuştuğu anlarda bile inancını yitirmemek ve asla çirkinleşmemek.

Roman kahramanlarının kaderi, kitap sayfaları arasında yaşlanmaktır. Veysel bu kuralı yıkıyor. Hayatın içine, yaşayan, var olan güzellikleri sergiliyor bir bir. Sermekle kalmıyor, oturduğunuz yerden koparıp sizi, hikâyeye dâhil ediyor. “Bu benim” diyorsunuz.

Ne şiirsel bir anlatım yakalamak için zorluyor kendisini, ne de usta bir yazarın üslubunu taklide çalışıyor. Tamamen gönlünden kalemine dökülen cümleler. Sadelik ve kendisi olma durumu, kitabı okunur kılıyor ve aranılır kılacak.

Belki de hayatınızın bir bölümü hikâye(ler)le kesiştiği içindir, bu duygusal birleşim olabilir. Ortak yaşanan olaylar, olayların yaşandığı “mekân” ki, şairin dediği gibi; “Gönlü güzellerden yana olanlarla, bir gün birleşir yollar.”

Vuslat Bey’in beş parasız Manas’a işyerini devri hayal ülkelerinde olmuş gibi gelmesin okuyucuya. Var olan, yaşanılan ve daima bu dünya köşelerinin bir yerlerinde yaşanan güzelliklerdir onlar. Dünyayı bir kere sıfırlarsan gözünde, her şey ayniyle olur koca bir sıfır. Soru yoktur, sitem yoktur.

Seçilen karakterlerin tamamı, her an hayatın içinde, bizimle birlikte olan insanlar. Yalnızca bir soru var, insan, toplum içinde, toplumdan herhangi biri yaşarken kendisini saklar. Aslında saklamak değil bu, körün güneşi göremediği için “güneş yoktur” demesine benzer. Göremeyenlere “yok”tur bu insanlar. Onlar göremedi diye de “yok” olacak halleri yok.

Hani derler ya; “Hasan Dağı arpalık sürene”.

Kim, hangi büyüklükteki yazar, hangi münekkit ne derse desin, ne yazarsa yazsın, nasıl tenkit ederse etsin. Türk edebiyatı bir “Türk” yazar kazanmıştır. Veysel Tekelioğlu.

Sanal âlemde tanış olduğumuz bir dostumuz: “Bu kitabı siz önermişseniz, hemen yarın arayıp bulmalıyım”. Yorumuna, şu cevabı vermiştim.

“Hararetle öneririm”

NOT: Güya bir kitap tanıtım yazısı yazmak için oturdum. Dönüp yazıyı şöyle bir okudum da, “Yorgunum” isimli kitabı tanıtmak yerine, duygu ve düşüncelerimi yazmışım.

Yeniden düşündüm. Yazılanlar, “Yorgunum” ve Veysel Tekelioğlu’nun söylediklerini, söylemek istediklerini ve benim anladıklarımı yansıtmaktan ibaretti.



Kitabı temin edebileceğiniz adres:
Akçağ Kitapevi, Tuna Cad. 8/1 Kızılay/Ankara
            Tel: 0312 432 17 98 ; Faks: 0312 432 28 52
             e-posta: akcag@akcag.com.tr 

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Fenerbahçe Nasıl Şampiyon Oldu?



Yazının başlığı gülümsemelere sebep oldu biliyorum.

Gördüğüm şudur, Fenerbahçe gönüllerde şampiyon olmuştur. Kupasız şampiyonluk. Bazı kabullere göre de bu daha önemlidir. Kendini kabul ettirmek, kupayı kaldırmaktan daha kıymetlidir ki, Fenerbahçe bunu başarmıştır.

Yöneticileri ve Başkan Aziz Yıldırım hakkındaki (tutuklamalı) soruşturma, hem takım ve hem de taraftarların moralini hayli yıktı. Mali durumu sarsıntı geçirdi. Bu rağmen birbirlerine kilitlenen oyuncular ve hocaları Aykut Kocaman, yükü sonuna kadar sırtladılar ve başardılar da. Bu görünüm içerisinde final oynamak az mı başarıdır?

Galatasaray’ın şampiyonluğunu kutluyorum. Doğrusu bendeniz de onlara yakıştırmıştım şampiyonluğu. Kim şampiyon olur sorusuna, Fenerlilerin “tabiî ki Fener” yorumlarına katılmadığımı bildirdiğimden rahatım.

Başbakan Tayyip Erdoğan, Rize de bulunuyordu final oynanırken ve sonrasında.  Avni Aker Stadyumunda düzenlenen “Gençlik Şöleninde” şu konuşmayı yapar; “Tribünlere terörü hâkim kılmak isteyen zihniyeti lanetliyoruz. Sonuca katlanamayacaksan bu işi yapma. Futbolun üç neticesi vardır, sonuca katlanmak zorundasınız.” Hiç kimsenin karşı çıkması mümkün olmayan laflar bunlar. Bu sözlerde Fenerbahçe taraftarına gönderme var. Maçtan sonra çıkan olayların Fenerbahçe taraftarının çıkardığını alenen ve tespit ederek söylüyor. Araştırma ve inceleme sonucu elde edilen bilgiler mi? Sanmıyorum. Hazır Trabzon da, Trabzonsporlularında bulunduğu ortamda ve hazır, Trabzon taraftarlarının Fenerbahçe aleyhine koşullandırıldığı bir ortamda söylenirse, etkisi büyük olacaktır.

Ertuğrul Özkök’ün (Pop Sosyolog olarak yaptığı yorumda) şu satırlarını okuyalım:

“-Olaylar Fenerbahçe’nin, en fanatik taraftarının bulunduğu kale arkasında değil, daha çok liseli ve üniversiteli taraftarın oturduğu bölümde başladı.

-Benim kanaatim, polis aşırı tepki göstermeseydi, orayla sınırlı kalabilirdi. Ancak polis şiddetle girince, olay bir anda tribünün öteki bölümlerine de yayıldı. ÖTEKİ TRİBÜNLER dikkat ettim, yirmi dakikaya yakın süre, öteki üç tribünde de hiçbir hareketlenme olmadı. İşte tam bu sırda polis bana göre taktik bir hata yaptı ve gerilemeye başladı. Öyle sanıyorum ki, o andan itibaren polis de ‘psikolojik kontrolü’ kaybetti.

-Taraftarın Gülen hareketi aleyhine attığı sloganlar, tepkinin Galatasaray’a değil, Gülen’in görüşlerine yakın polislere olduğudur.”

Stadyum içinden bir yazarın görüşleridir. Gördüklerini kayıtlara geçirmesidir.

Yılmaz Karahan Hoca; Öfkeli taraftarların yapacakları sıradan gösterilerinin olduğunu, bunun dünyanın her tarafında bütün takımların taraftarlarınca yapılabildiğini, vurguladıktan sonra; “Polis araçlarını devirip yakmak, mağaza vitrinlerini kırmak, benzinliği uçurmaya çalışmak, polislere taş, Molotof, ateşli fişekler atmak… Bu tepki taraftar tepkisine benziyor mu? Bu tepkiyi gösterenler fener forması giymiş PKK sempatizanlarıdır. Lütfen FB taraftarlarını terör çıkartıcı bir zihniyetle suçlamayalım.”

Karahan Hoca’nın teşhisi, Ertuğrul Özkök’ün stadyumda gördüklerini tanımlayarak anlattığı satırlar birlikte değerlendirildiğinde, doğru sonuca ulaşılmaktadır.

Yazık ki, Başbakan acul davranarak Fenerbahçe taraftarlarını suçlamıştır.

Mutad olduğu üzere, belki bir düzeltme gelecektir.

Galatasaray’ın şampiyonluğunu, Fenerbahçe’nin ise gönüller şampiyonluğunu kutluyorum.

13 Mayıs 2012 Pazar

Annelik Makamı


99'un Agustos sıcağında gitti annem.
Bu dünyada hiç gülmedi.
Dertler, 
Izdıraplar bir türlü bitmedi.
Hep istediği, 
Gitmek için can attığı,
O,
Makama, 
Uçmağa vardı.
Yemez yedirir,
Giymez giydirirdi.
iki gözü iki çeşme, 
Kaç sefer buldum bir tenhada.
Toparlanırdı hemen.
Silerdi gözlerini çaktırmadan.
Ne günlerdi...
Erenlere komşudur şimdi.
Huzur'a ermiştir.
Ne de olsa, 
Dünya dardı ona.

11 Mayıs 2012 Cuma

Olmuşuz



“Olmuşuz” deriz lakin gidilen arpa boyu yoldur
Asan görse de gözler belli ki haraptar olmuşuz

Hiçbir ses etme Cahil yaşasın kapalı göz ile
Açarsa gözün bilesin derde giriftar olmuşuz

9 Mayıs 2012 Çarşamba

Hesaplaşılmadan, Hellaleşme



“Biz makam uğruna, iktidar hırsı uğruna yol arkadaşlarını harcayan, birbirine komplolar yapan, birbirinin kuyusunu kazan siyasetçilerden değiliz. Bizde hesaplaşma olmaz. Bizde helalleşme olur.”

Böyle söylemiş Erdoğan. Kaç zamandır gazetelere bakamadığım gibi, TV haberlerini de kaçırıyorum. Bu sözü ben, Ahmet Takan’ın 08.05.2012 tarihli yazısından aldım.

Sakat bir mantık, anlamsız bir cebelleşme, lüzumsuz bir karşı durma…

Hesaplaşılmadan, hellaleşme nasıl olacak?

Bu yüzden söylemiştik, “yüksek makamlarda oturmak zordur” diye. Yüksek makamların yüksek karakterli ruh taşıyanlar tarafından doldurulması bunun için önemlidir. Fakir milletin ekonomik kıymetlerini har vur harman savur, sonra da helalleş.. Olacak şey mi?

“O (şeytan) size ancak egonuzu kuvvetlendirecek fikir ve fiilleri, yalnızca helal olmayan bedensel zevkler için yaşamayı ve Allâh hakkında ilme dayanmayan şekilde hüküm vermenizi emreder.” (Bakara/169)

İlme ahlaka uygun olmayan, kaynağı da açıklanmayan bilgiler ve söylemlerle halkın kandırılmasından başka bir şey değil. Dini referanslı ve söylenildiğinde ve/ya duyulduğunda dini çağrıştıran kelimelerle konuşmak tamamen halkın oyunu avlamaya yönelik siyasi yatırımlardır. Niçin yapıyorlar bunu? Cahil sandıkları geniş halk kesimlerinin kandırılması bu ve benzeri terim ve kelimelerle avlanması kolay oluyor da ondan. Oysa şeytan egoyu kuvvetlendirecek fikir ve fiilleri daima zerkeder. Dili uzun olanlar ise, bu fikirleri derhal halka yayar, fiilleri de derhal uygularlar. Düşünmek, düşünmek asla yoktur çünkü esaret hayatı yaşamaktadırlar. Helal olmayan yollardan, bedensel (dünyevi) zevkler için yaşamayı ön plana çıkarmışlardır. Hükümleri de ilme dayanmayan, ezber ve subjektif kararlardır. Hükümleri de bu yanlış bilgilere dayanır. Kaldı ki, ego (nefis) kuvvetlendikçe kendisini kuvvetlendirecek yeni bilgilere, yeni fiillere ulaşması zorda olmayacaktır. Kısır döngü adeta.

“… Size güzel – temiz gıdalar helal kılınmıştır” (Mâide/4)

“İnsan”a gıda ilahi kaynaklardan verilir. ‘Güzellik ve temizlik’ ilahi kaynağın özelliğidir. Onda safiyet, onda süzülmüşlük vardır. İşe yaramaz ve lüzumsuzluklar elenmiştir. Yoktur. İnsan’ın gıdası tertemizdir. Kirli bilgi barınmaz orada. Vaktiyle ilahi kaynaklardan bildirilmiş bilgiler asla bozulmaz, saf haliyle insanlığın emrine verilir. Bir harfine bile dokunulmaz. Öyleyse bu gıda “helal”dir. Ananın ak sütü gibi helaldir.

Yüksek makamlarda oturan zat-ı muhteremin söylediğinin başındaki, arkadaşlarını harcama, yolda bırakma gibi hasletleri de olmuş, yazarını ve tarihini verdiğimiz yazıyı okursanız ne demek istediğimiz daha da anlaşılır, tek tek sayıyor isimleriyle. Buradaki yalana niye müracaat edilir. Halkın cehaletine karar verildiği için. Balık hafızalı olduğumuzu peşinen kabul ettiği için. Burada da ayrı bir sakatlık var. Konumuz burası değil.

“Muhakkak ki bunlar, önlerindeki dünyayı seviyorlar ve arkasından gelecek çok zorlu bir süreci hesap etmiyorlar” (İnsan/27)

Davaları tamamen dünyayı ve yaşadığı ülkeyi kendi düşüncelerine uydurmaya planlanmış. Hakk, Hukuk şöyle dursun. Ne düşünüyorlarsa doğruluğuna iman etmişler. Destekçileri de hemen peşlerinden atılıyorlar. Onlarda da aynı hastalık belirtileri var. Onlarda da aynı büyüklük, aynı kibir. Dava dedikleri kavgadan ibaret. “zorlu süreci” söylüyorlar ama inanamıyorlar. Kendilerinin bu süreçten vareste olduklarını kabul ediyorlar galiba. Nasıl bir hata içindeler ve nasıl anlamıyorlar. Güya ilimleri, tahsilleri bunları anlamaya müsait. Hatta bir defasında “bunlardan biz anlarız” mealinde bir şey de söylemişti. Peki, bildiklerini, anladıklarını varsayalım:

“Vay hâline o (adet diye) namaz kılanlara ki; Onlar (iman edenin mi’racı olan) salâtlarından (okunanların mânâsını yaşamaktan) kozalıdırlar (gafildirler)!” (Maun/4-5)

Helalleşmeden nereye geldik!

İlintili birbiriyle.

Kandırmak için namaz kılanların, hesaplaşılmadan helalleştik diyerek kamunun malının üzerine oturmayı adeta yasalaştırmaktalar. Kendilerini böylece avutmaktalar. Kendilerini ve insanları kandırmaktalar.

Dünyevi amaçları için, referansı dinden gelen kavramları kullanıyorlar. İnsanları kandırıyorlar. Oy avlıyorlar.

Hepsi bu.

7 Mayıs 2012 Pazartesi

Talip ve Toprak



Vur kazmayı toprağa,

Ne bizar eder,

Ne de kızar sana.

Ekip biçmek;

Senden ve daima seninle,

Talip;

Talebini hangi dille anlatırsa anlatsın.

Toprak;

Anlar o dilden,

Ve,

Karşılar seni "gül ilen"

4 Mayıs 2012 Cuma

Köy, Şehir İkilemi



Şansız bir atış, anlamsız bir şahlanış.

Kendini bilmezlerin alaylı, sırıtık suratlarında beliren küfürle karışık hakaret.

Nasıl olsa, lüzumsuz hayallerin ağırlığı altında ezilmişçesine ve utanarak;

- Niye.

Diyebildi sadece.

"Niye, hep gelenler ve komşulara misafir olanlar bize uğramaz."

Tüm geçmişi gözünün önünden geçiyor, annesi, babası, kardeşleri.. Tüm hayatları.

Nasıl da kaçmıştı köyden, taa amcasının yaşadığı öte köye kadar. Babası, arkasından büyük ağabeyini göndermiş, ağabeyi tam da amcasının evine girdiğinde köye ulaşmıştı. O an, ağlamaklı mıydı? Şimdi hatırlamıyordu. Ne önemi vardı bunun. Ağabeyi ona güzel laflar etmiş, gönlünü almış, amcasının karısı -yengesi- nin demlediği çayla birlikte taze yapılmış peksimetlerden yiyerek karnını da doyurmuştu. "Hey.. gidi günler hey.." "Çocukluk işte”.

Çocukluk hatırlarını göz önünden geçirdiğinde zevklerin en büyüğünü tadar, severek yaşadığı anıları tekrar tekrar film şeridi gibi başa sarar yeniden oynatırdı. Çokta fazla değildi bir daha yaşamak istediği anılar. Üçü beşi geçmezdi. Köye gelen çerçilerin eşeklerini arkalarından dürtmek, köyün çocuklarının tamamında neşe kaynağı olur, bu yaramazlığı fark eden çerçinin elindeki sopasıyla koşturması ile çocuklar çil yavruları gibi dağılırlardı. Bir seferinde kaçarken köyün öğretmeni önüne çıkıvermişti. Heyecandan, (korkudan belki de) nerdeyse bayılacaktı. Yumuşak sesiyle öğretmeni “korkma oğlum, hayırdır, ne yapıyorsun” sesini duyduğunda ise bacaklarının titremesi geçmiş, “hiç öğretmenim, arkadaşlarla oynuyorduk” gibi bir küçük yalana başvurmuştu. Aslında yalan da değildi söylediği. Onlar için oyundu. Başka oyun bilmezlerdi. Ya, bekçi Mehmet ağanın bahçesinden erik çalarlar, ya eşekçi (5 tane eşeği olduğu için ona eşekçi derlerdi) Muhsin Ağa’nın eşeklerini ürkütürlerdi. Bir seferinde Muhsin ağa eşeğin birisine dağdan odun yüklemiş, diğerine kendisi binmiş olduğu halde yavaş yavaş köye doğru geliyordu. Birkaç saat önce ağabeylerinden birisinin öldürdüğü iri ve uzun bir yılanı eşeğin önüne atıvermişler, eşekler ürkerek koşuşturmaya başlamışlardı. Muhsin ağada dengesini bir anda sağlayamamış ve düşmüştü eşekten. Vay babam vay, o ne zevkti öyle, o ne muhteşem kahkahalardı öyle. Sonra köyün içinde günlerce Muhsin Ağa’nın eşekten düşmesi konuşulmuştu. Gerçi babası tarafından bir kulağı iyice çekilmişti ya, eh olurdu artık bu kadarı.

Hatıralardan gerçeklere geçerken yavaş yavaş, bir ter basardı vücudunu. Alnı terler, gözlüklerinin arasından akan ter gözlerine kadar girer ve tuzu hissederdi. Tam ayılma böyle sağlanırdı. Alışılagelen bir tarzı olduğu içinde hiç yadsımazdı.

Köydeki geniş bahçelerinin bir kenarına, köy halkı ortaklaşa çalışarak, imece usulü ile geniş bir oda yaptırmışlardı. Köylerine gelen tüm misafirler ya da köylerinden geçen ve akşama rastlayan tüm yakın köy ahalisi orada misafir edilirdi. Bu nedenle, evleri hiç misafirsiz kalmazdı. Köylüler sıra ile ve ne varsa mevcutlarda gelen misafirlere yiyecek hazırlar, soğuğa rastlayan günlerde sobayı yakarlardı. Bağ, bahçe, tarla işleri ekim ayının sonlarına doğru bittikten sonra da artık kış gecelerine hazırlık yapılır, kurutulan meyveler, kurutulmuş etler, çorbalık tarhana odanın kilerine istif edilirdi. Her akşam odada oyunlar oynanır, köyün aşığı Kör Hafızdan sazı ile koşmalar, deyişler, hikâyeler dinlenirdi. Delikanlılık günlerinde hem çok dayak yemiş, hem de çok dayak atmıştı, bir havlunun kenarına yapılan düğümle vurularak. Ne güzel günlerdi o günler.

Bu sebeple, şimdi oturdukları büyük şehrin gelenlerinin kendilerine hiç uğramamaları kendisine dokunuyordu. Aslında gelenleri tanısa evlerine buyur edecek, hiç olmazsa bir çay, bir ayran ikramında bulanacaktı. Tanımıyordu ki, davet etsin. Komşuları İsmail Efendiye sordu bir gün, o da aynı dertten muzdaripti. Gelen yok, soran yok, ne olacak bizim halimiz? Demek, şehir hayatı böyle idi, demek şehirde insanlar birbirinden habersiz, umarsız yaşarlardı. Yanlış, yanlış, yanlış.

İnsanların birbirlerine çok muhtaç oldukları günler, düğün, bayram ve ölüm günleridir. Pek çok kere; düğünlerde, şehir dışında bulunan bir yakının rahatsızlığını bahane ederek şehir dışına çıkacağını söylemeler, bayramlarda tatil yörelerine kaçmalar, ölümlerde cenaze işlerinin sonlanmasından birkaç gün sonra –“ya, niye bana haber vermediniz”, siteminin cenaze yakınına yapılmasına tanık olmuştu. Ve kanıksayarak artık kendisi de bu tür davranışlara girebiliyordu. Sonrasında utanıyordu kendisinden ama yapacak da bir şey yoktu. Şehir hayatı böyle bir şeydi.

İki oğlu, bir kızı mekteplerini bitirsinler derhal ve hiç düşünmeden köye dönmeye karar vermişti.

Şehirdeki hıza yetişmek zordu. Hayatın sükûn içinde, yavaşça, düşünerek geçmesinin üstünlükleri vardı, bunu da ancak köylerinde bulabilirdi.

Şehrin kaldırımlarında huzur içinde, yavaş yavaş yürüyen, yüzü gülen bir kişi ile bile karşılaşmak neredeyse mümkün değildi. O insanların her biri binlerce derde gark olmuşken ve onların yüzlerindeki acıyı defalarca her gün yaşıyorken kendisini de huzursuz hissediyordu. Ne bir çare olabiliyor dertlerine, ne de bir çözüm bulabiliyordu. Hele, çöpleri karıştıranları, pazarlarda yerlere atılmış sebze meyve toplayanları gördüğünde içi burkulur, hüzün sellerine kapılır fakat elinden bir şeyin gelmediğini düşününce de rahatlardı. Şehir fotoğrafıydı bu hafızasına kazınan. Madem şehirlerde yaşıyorsun bedelini ödeyecek ve katlanacaksın.

Büyüdükçe küçülen dünyanın, şehirlere biçtiği kader kaftanıydı bu, giy giyebilirsen.

Sonra, köyüne doğru uzanır düşüncelerinde, hayallerinde yeniden.

Anlamsız kavgalar tırmalar beynini. Hiç yüzünden hayatını kaybeden canlar belirir gözünün önüne. Bahçesine giren bir keçinin sahibiyle tutuşulan kavgalar gelir hatırına. Sulanması için yalağa sürülen hayvanlardan birisinin diğer sürüye karışmasının, hırsızlıkla suçlanmalara sebep olması hücum eder beynine. İmece sıralamasında kimin daha önce olmasının yarattığı huzursuzluğun tatsızlığı düşer yadına…

Hep cahilce, hep cehalet, hep cahil hoyratlıkları savurur durur kararlarını…

Vazgeçer köyünden.  Vazgeçer köylüden.

Çocuklarının hayatını kurtarmak amacıyla vardığı şehirde mutlu olmak, huzuru bulmak, huzurda olmak daha kolay, daha mümkün olmasını yeniden fikr ederek, verdiği karar dolayısıyla kendisini bir kez daha sevdi.

Şehrin hızı, acımasızlığı, diğer insanlar tarafından önemsenmemesini, köyün cehaletine yeğlemişti.



Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...