Milletvekili genel
seçimlerine koşar adım gidiyoruz. Ortalık toz-duman. Siyasi partilerin meydan,
cadde ve sokaklardaki fiziki kirlilikleri bir yana, nutuklarla, sözlerle
kirletilmiş bir dünya bırakıyorlar biz garibanlara. Her akşam, kimin ne dediği
dikkatle takip edilirken, siyasi edebiyat kütüphanemize yeni kavramlar
ekleniyor. Kimi gruplarda, hangi siyasinin daha etkili küfürler savurduğu, daha
tesirli yalanlar söylediği gibi listeler tutulmaya başlandı bile. Konuşma
kültüründen, beraber yaşayabilme kültüründen uzaklaşarak, nasıl kavga edilir,
neresine vurursam nasıl bir ölüm seyredilir gibi amorf fanteziler peşindeyiz.
Amorf dedik, çünkü nasıl bir halin de içinde olduğumuzun farkında bile değiliz.
Olumsuzluk, çirkeflik neredeyse tüm hayatımızın cilalı kaplaması olmuş. Aklımız
başımızda değil, kimin ne yaptığı değil, nasıl cellallendiği ve bu kızgınlık
içinde hangi gönülleri kırdığının hiç üzerinde durmadan, alabildiğimiz
kadarıyla zevklenmeye gayret gösteriyoruz. Ne garip! Kırılan gönül sahibi,
güldüğümüz, zevklendiğimiz öz kardeşimiz!..
Yapılanları unuttuğumuz
sürece, gülücüklerle dolu hayatımıza devam edebiliyoruz, olanları analiz edip,
nelerin olabileceğine kafa yormadan. İşimize böyle geliyor.
Nasıl oldu da böyle bir
durum yaşıyoruz?
Nasıl oldu da kardeşimize
düşman olduk?
Nasıl oldu da biz hali
yaşıyorken;
Sen, ben, o ayırımcılığını
yaşar olduk?
Oldu bir şeyler. Oldu da,
nasıl olduğunu anlayamadık. En alt düzeydeki ile en üst düzeyinde bulunan
idarecilerimiz hep onlardan yana tavır aldılar. Hep bizi suçladılar. Hep hatayı
bize yüklediler. Kendileri lâyüs’el, la-sermestî… Sorumlu olan biz, sarhoş olan
biz, hatayı yapan biz, yere eğri basan biz. Allah vermiş, hatasız, doğrudan
şaşmayan, yaptıkları hep halkoyu yararına olanları… Daha ne istersin. Daha,
daha… Gözüne, dizine…
Bırakalım siyasi rakiplerin
mücadelelerini, birbirlerine atıp tutmalarını, bir-kaç gün önce Rahmet-i
Rahman’a yürümüş değerli bir sanatçımız Zeki Alasya hakkında atıp tutanlara
bile rastladık bu dar zamanda.
Fazlı Köksal üstadımızın
bir notundan aktaralım: “Bazı
olaylar toplumu, toplumdaki yozlaşmayı anlamak ve de anlatmak için turnusol kâğıdı
gibidir… Zeki Alasya’nın ölümü de öyle oldu.. bir Dinci kadın köşe yazarı
‘Allah’a inanmayana Allah’ın emirlerini yok sayanlara rahmet okumam’ dedi…
Sanki elinde iman metre var.. Zeki Alasya’nın inanmadığı yargısına nasıl
varıyorsun? Sanki Katolik Papazı olmuş cennet satıyor.
Ülkücü Face sayfasında kendisine Ülkücü diyen birisi, O’na rahmet
dileyen arkadaşlarına ‘O masondu, ona rahmet dilemek seni küfre sokar’ diyor.
Oda sanki sorgu melaikesi, Alasya’nın cehennemlik olduğuna karar vermiş…
Kendisini solcu diye kabul eden bir başkası; ‘Üzülmeye değmez, hatta
sevinmeli, bütün hayatı boyunca egemenlerin yanında olmuş bir sağcıydı..’
diyor.
Yazık! İnsanı yok sayan birisi, ne Müslüman olabilir, ne milliyetçi, ne
de solcu.. bir sanatçı kolay mı yetişir? İnsanı insan yapan en önemli şey
ürettiğidir. Topluma yaptığı katkıdır… onun için Zeki Alasya büyük insandı..
hem de çok büyük.. Nur içinde yatsın. Allah rahmet eylesin.”
İşte, paramparça edilmiş
insanımızdan üç tip, üç ayrı düşünce kulübünden üç tip. Alın birini vurun
diğerine.
Peki, nasıl oldu da bu hale
gelindi? Cevabı aranması gereken soru bu. Samimi araştırmalar sonucunda
bulunacak tedavi yöntemleri sabırla uygulanmalıdır. Yıllardır özenle büyütülen
Ayırımcılığı, yıkıcılığı, bölücülüğü bir çırpıda tedavi edecek reçete bulunması
zordur. 15 yılda bozulan sosyal dengeler ve kirletilen zihinlerin tedavisi için
belki de iki katı bir zamana ihtiyaç gösterir. Ve hatta bir göbeğin dünyadan
ayrılmasını bekler…
2 Milyar nüfusa sahip İslam
dünyasının halinden bahsetmedik daha, verdiğimiz küçücük bir örnek.
Sabah, akşam, gece derin
düşüncelere dalarak cevap verilmesi gereken soru budur: nasıl oldu da bu
hallere düştük?
Zeki Alasya’ya Allah’tan
rahmet, yakınlarına baş sağlığı diliyorum. Biz bu yazıyı hazırlayana kadar
‘Anneler Günü’ geldi çattı. Kutlu olsun.
Derken, ‘Kenan Evren’in
vefat ettiğini öğrendik. Şimdi bu haber için ne yazmalıyım?