29 Mayıs 2015 Cuma

Seçimler, Kirlilik, Zeki Alasya…


Milletvekili genel seçimlerine koşar adım gidiyoruz. Ortalık toz-duman. Siyasi partilerin meydan, cadde ve sokaklardaki fiziki kirlilikleri bir yana, nutuklarla, sözlerle kirletilmiş bir dünya bırakıyorlar biz garibanlara. Her akşam, kimin ne dediği dikkatle takip edilirken, siyasi edebiyat kütüphanemize yeni kavramlar ekleniyor. Kimi gruplarda, hangi siyasinin daha etkili küfürler savurduğu, daha tesirli yalanlar söylediği gibi listeler tutulmaya başlandı bile. Konuşma kültüründen, beraber yaşayabilme kültüründen uzaklaşarak, nasıl kavga edilir, neresine vurursam nasıl bir ölüm seyredilir gibi amorf fanteziler peşindeyiz. Amorf dedik, çünkü nasıl bir halin de içinde olduğumuzun farkında bile değiliz. Olumsuzluk, çirkeflik neredeyse tüm hayatımızın cilalı kaplaması olmuş. Aklımız başımızda değil, kimin ne yaptığı değil, nasıl cellallendiği ve bu kızgınlık içinde hangi gönülleri kırdığının hiç üzerinde durmadan, alabildiğimiz kadarıyla zevklenmeye gayret gösteriyoruz. Ne garip! Kırılan gönül sahibi, güldüğümüz, zevklendiğimiz öz kardeşimiz!..

Yapılanları unuttuğumuz sürece, gülücüklerle dolu hayatımıza devam edebiliyoruz, olanları analiz edip, nelerin olabileceğine kafa yormadan. İşimize böyle geliyor.

Nasıl oldu da böyle bir durum yaşıyoruz?

Nasıl oldu da kardeşimize düşman olduk?

Nasıl oldu da biz hali yaşıyorken;

Sen, ben, o ayırımcılığını yaşar olduk?

Oldu bir şeyler. Oldu da, nasıl olduğunu anlayamadık. En alt düzeydeki ile en üst düzeyinde bulunan idarecilerimiz hep onlardan yana tavır aldılar. Hep bizi suçladılar. Hep hatayı bize yüklediler. Kendileri lâyüs’el, la-sermestî… Sorumlu olan biz, sarhoş olan biz, hatayı yapan biz, yere eğri basan biz. Allah vermiş, hatasız, doğrudan şaşmayan, yaptıkları hep halkoyu yararına olanları… Daha ne istersin. Daha, daha… Gözüne, dizine…

Bırakalım siyasi rakiplerin mücadelelerini, birbirlerine atıp tutmalarını, bir-kaç gün önce Rahmet-i Rahman’a yürümüş değerli bir sanatçımız Zeki Alasya hakkında atıp tutanlara bile rastladık bu dar zamanda.  

Fazlı Köksal üstadımızın bir notundan aktaralım: “Bazı olaylar toplumu, toplumdaki yozlaşmayı anlamak ve de anlatmak için turnusol kâğıdı gibidir… Zeki Alasya’nın ölümü de öyle oldu.. bir Dinci kadın köşe yazarı ‘Allah’a inanmayana Allah’ın emirlerini yok sayanlara rahmet okumam’ dedi… Sanki elinde iman metre var.. Zeki Alasya’nın inanmadığı yargısına nasıl varıyorsun? Sanki Katolik Papazı olmuş cennet satıyor.

Ülkücü Face sayfasında kendisine Ülkücü diyen birisi, O’na rahmet dileyen arkadaşlarına ‘O masondu, ona rahmet dilemek seni küfre sokar’ diyor. Oda sanki sorgu melaikesi, Alasya’nın cehennemlik olduğuna karar vermiş…

Kendisini solcu diye kabul eden bir başkası; ‘Üzülmeye değmez, hatta sevinmeli, bütün hayatı boyunca egemenlerin yanında olmuş bir sağcıydı..’ diyor.

Yazık! İnsanı yok sayan birisi, ne Müslüman olabilir, ne milliyetçi, ne de solcu.. bir sanatçı kolay mı yetişir? İnsanı insan yapan en önemli şey ürettiğidir. Topluma yaptığı katkıdır… onun için Zeki Alasya büyük insandı.. hem de çok büyük.. Nur içinde yatsın. Allah rahmet eylesin.”

İşte, paramparça edilmiş insanımızdan üç tip, üç ayrı düşünce kulübünden üç tip. Alın birini vurun diğerine.

Peki, nasıl oldu da bu hale gelindi? Cevabı aranması gereken soru bu. Samimi araştırmalar sonucunda bulunacak tedavi yöntemleri sabırla uygulanmalıdır. Yıllardır özenle büyütülen Ayırımcılığı, yıkıcılığı, bölücülüğü bir çırpıda tedavi edecek reçete bulunması zordur. 15 yılda bozulan sosyal dengeler ve kirletilen zihinlerin tedavisi için belki de iki katı bir zamana ihtiyaç gösterir. Ve hatta bir göbeğin dünyadan ayrılmasını bekler…

2 Milyar nüfusa sahip İslam dünyasının halinden bahsetmedik daha, verdiğimiz küçücük bir örnek.

Sabah, akşam, gece derin düşüncelere dalarak cevap verilmesi gereken soru budur: nasıl oldu da bu hallere düştük?

Zeki Alasya’ya Allah’tan rahmet, yakınlarına baş sağlığı diliyorum. Biz bu yazıyı hazırlayana kadar ‘Anneler Günü’ geldi çattı. Kutlu olsun.

Derken, ‘Kenan Evren’in vefat ettiğini öğrendik. Şimdi bu haber için ne yazmalıyım?


28 Mayıs 2015 Perşembe

‘Dil Sürçmesi, Dil Sürçmesi Değildir


AKP Genel Başkan Yardımcısı Ekrem Erdem;

“Bakanların da özel uçağı olacak, olmak zorunda”.

Ne zaman söylüyor bu saçmayı, tam da CHP’nin asgari ücreti artırma vaadini eleştirdiği zamanda. Şu yanılmaya bakın, şu neyi söylediğine bilmeyene bakın.

Böyle dili sürçer, böyle kendini ateşe atar.

İşçiye asgari ücret zammı yok, fakat Bakanların her birine özel uçak alınacak. Saraylar yaptırılacak. Altın kadehlerde şerbetler yudumlanacak. Fukaranın oturabileceği bir ev fiyatındaki koltuklarda kıçları rahat edecek.

Sıra asgari ücret zammına gelince, komisyonlar kurulacak, aylarca çalışacaklar. 5 yıldızlı bir otelin geniş salonunda yenilecek yemeklerden sonra alay-ı vala ile şaaşalı bir şekilde açıklama yapılacak. 949 Lira 38 Kuruş.

Yahu, bu 38 kuruşu tama iblağ etsek de versek olmaz mı? Hayır, olmaz, o kuruşu hesaplamak için komisyonlar kurdular, aylarca çalıştılar. Bu bir denge hesabıdır.

Peki, öyle olsun da, bu ‘Bakanlara da uçak almak ne iş?’.

-Ha bak, biz ona da çalıştık.

Ücret hesabını tama iblağ etmeyerek, sağladığımız tasarrufların biriktirilmesiyle, Sayın Bakanlarımızın uçaklarını alabiliriz. Tam destek halkımızdan geliyor.

-Ya, ya, çok iyi. Aman onlar, çocuk çoluğunu doldursunlar uçaklarına, öğlen yemeklerini Paris’te, Beş çaylarını Avusturya’da, akşam yemeklerini Yunanistan’da yesinler. Onların karnı doysun da, biz biraz daha bekleriz artık. Ne yapalım.

Bunlardan birisi de; “Bilerek ve isteyerek soy kırım yapmadık.” Demişti.

-Yok ya,

Yani kabul ediyorsun ‘soykırımı’ öyle mi?

İftira, hakaret sizin kârınızdır. Sonunuz geldi artık. Göz yaşınıza bile bakılmasın. Neyse suçunuz cezanıza razı olun da…

Kurtulalım artık sizlerden.


27 Mayıs 2015 Çarşamba

'Dinî Liderlik' Diye Bir Kurum Yoktur!..


C. Başkanı NTV’de katıldığı seçim propaganda çalışmalarında;

"Vatikan'a niye bakmıyorlar. Dini liderin özel uçağı var. Biz sıradan bir ülke miyiz? Vatikan'da bu olacak, bizim dini liderimiz tarifeli uçakla seyahat edecek. Bunu Ahmet (Davutoğlu) Bey ile konuşacağım. Diyanet İşleri Başkanımız, yurtdışı ziyaretlerine şu anda havuzda bulunan uçaklarımızdan kullanmak suretiyle gitsin" demiş. (Gazeteler)

Neresinden bakarsanız bakınız sorunlu bir cümle. Devlet envanterinde bulunan bir uçağın kullanılarak seyahate çıkarılmasını tartışmıyoruz. Bu olabilir. Devletin bir memuru olan Diyanet İşleri Başkanı da, tıpkı herhangi bir Bakan gibi, Genel Kurmay Başkanı gibi, yurt içi veya dışı seyahatlerinde özel uçak kullanabilir. Bunun yanlışı, tasarruf hassasiyetinin gözden uzak tutulmasıdır. Burayı ancak ekonomik gereklerle eleştiririz, bu da halledilecek bir meseledir.

En baştan, “Vatikan” ile mukayesesi ve “Dini lider” tanımı yanlış.

Her şeyden önce Vatikan, bir din devleti, bir teokratik yapılanma modelidir. Laik bir kurum değildir. Her ne kadar dünyevilikten uzak olduğu iddia edilse de, bütün işleri güçleri dünyevidir. Masum Batı (Hıristiyan) topluluklarını sömürmekten maada yaptıkları bir iş yoktur. Vatikan zenginliği dillere destandır. Din devleti olmanın yanında, ideoloji ihraç eder Vatikan. İhraç eder ve takibini yapar. Ajanları her bir devlette cirit atar. Hıristiyanlığı hâkim kılmak ve zenginliklerini artırmak hedefleridir. Bizim Diyanet İşleri Başkanlığı’nın böyle bir misyonu mu var?

“Dini Lider” tanımı hangi manada kullanılmış olabilir? Bizde dini lider var mıdır? Olmalı mıdır? Devlet kademelerine atama yoluyla getirilmiş bir kişi ‘Dini Lider’ olabilir mi? Tamamen, Batı tarzı bir kullanım şekli. Tıpkı, Vatikan dini liderliği gibi. Millîlik nutukları, Müslümanlık nutukları atanların düştükleri emperyalizm tuzağı ve kendini kaptırdıkları Batıcılık hayalleri…

Dini lider tanımı Mü’min Suresi 24. Ayette bildirilen Hz. Musa karşıtlarından olan üçlü çetenin unsurlarından birisidir ki, Haman ismiyle anılır. Ayet şu şekildedir:

“Andolsun ki Musa’yı işaretlerimiz ve apaçık bir karşı konulmaz delil ile irsâl ettik.” (Mü’min/23)

“Firavun’a, Haman’a ve Karun’a (irsâl ettik)… Dediler ki: ‘Çok yalancı bir büyücüdür.’” (Mü’min/24)

Şimdi Haman’ı tanımış olduk, artık Firavun ile Karun’un da tanıtılması zamanıdır.

Çok yakında…


26 Mayıs 2015 Salı

Haçlı Saldırıları..


“Bağrıma taş basarım”,
“Kan kusarım, kızılcık şerbeti içtim derim”..

Gibi deyimler başka lisanlarda var mıdır bilmiyorum (sanmıyorum da).

Bu sözlere bir de; “acıyı bal eyledik” deyimini ilave edersek ne demek istediğimiz anlaşılır.

Herhangi bir toplum içerisinde, o toplumun kurallarına tabi olarak ve kurallara mümkün mertebe asla karşı çıkmayarak yaşamaya en yakın millet ferdi Türklerden çıkar. Fıtratındaki misafirperverlik kanı diğerleriyle iyi geçinmeye yatkınlık sağlar. Göç etmek kaderidir Türk’ün. Göç eden ise, hayallerini süsleyen hayat tarzı ile değil, karşılaştığı hayatla yüzleşmek ve onunla anlaşmak zorunda olduğunu anlatır onlara. Yani, vardığı toplumun töreleri, hayat tarzları, kültürleri hiçte yabancılık çekilecek, aşılmaz dağlar değildir. Toplumu kendisine uydurmaya çalışmaz. Ahlakından ve inançlarından taviz vermeden vardığı toplumun devlet ve toplumsal kuralları neyi emrediyorsa o kurallara uymaya çalışır. Ve bunu başarır. Anlatılan vasıf, göç olgusunun atalarından aktarımla kendisine yüklediği bir kaderdir vesselam.

Şu karara varmak kolaydır şimdi; Türkler, komşu olarak seçilebilecek, arkadaşlık yapılabilecek, dostluk kurulabilecek yegâne millettir.

Türk olduğum için değil, buna inandığım ve iman ettiğim için rahatlıkla söylüyorum. Ve iddia ile söylüyorum. Elbette istisnalar konumuz dışıdır. Ancak, bu cümleyi bilerek yazdım. Benim hayalimdeki ve inançlarımdaki Türk’te asla ve kat’a istisna çıkmaz. Bir kişinin Türk olduğunu anladığınız vakit, korkmayın açın evinizi, açın gönlünüzü, verin kalbinizi ve alın bütün varlığını…

Budur ve bu mana üzere vardır Türk.

Tarihin bildiği en korkunç soykırımlar Türklere karşı işlenmiştir. Lakin bu konu asla ne tarihçiler, ne de siyasiler tarafından dile getirilmez. Mesela Atatürk şunları söylemiştir: “Hepiniz bilirsiniz ki, Avrupa’nın en önemli devletleri, Türkiye’nin zararıyla, Türkiye’nin gerilemesiyle ortaya çıkmışlardır. Bugün bütün dünyayı etkileyen milletimizin hayatını ve ülkemizi tehdit altında bulunduran en güçlü gelişmeler, Türkiye’nin zararıyla gerçekleşmiştir. Eğer güçlü bir Türkiye varlığını sürdürseydi, denebilir ki İngiltere’nin bugünkü siyaseti var olmayacaktı…” Avrupa içlerinden ve Trakya’dan çekilirken milyonlarca Türk’ün kırıldığı ve soylarının kurutulmaya çalışıldığı bir tarihi gerçektir. Üstelik yalnızca bu cephede değil, Rusya’da, İran’da, Arap Yarımadası’nda milyonlarca Türk şehit edilmiştir. 50 yıl içinde 20 Milyon Kilometre Kare vatan alanından, 780 Bin Kilometre Karelik bir alana razı olmuşuz. Türk’ün önemli bir özelliği olarak söylemeliyiz ki, dönüp asla geriye bakmaz. Ahlanıp vahlanarak ömür geçirmez. Göz yaşlarını içine akıtarak, kalbini kendi ateşiyle pişirir. Fakat ruhunun derinliklerinde taşıdığı kızıl elması tahakkuk zamanını bekler sabırla.

İçinde yaşattığı bir intikamdan asla bahsedilemez, kin gütmez, sadece Hakkın tahakkuku peşindedir. Kadere rıza gösterir, lakin tembellikle yatarak değil, ne yapılması lazımsa onun bilfiil yapılmasını takip eder, sonucunu görür.

Belki de bu vasıflarına da muttali oldukları Türkleri sonuna kadar bitirmek için, Avrupa üzerinden kurdukları örgütlerle saldırılarına devam ediyorlar. Biraz da, içeriden devşirdikleri yandaşları aracılığı ile işlerini kolayca yapacaklarını sanıyorlar. Aldandıklarını yakında anlarlar. Ermeniler üzerinden yapılan saldırılar ve Kürtlerin başkaldırmasını sağlama çalışmaları hep bu manadandır.

Tarihçi Derya Tulga Hoca, sosyal medya sayfasına gönderdiği mesajda net ifadelerle tarihi gerçeği vurgular: “Komitacı ağalarından birine ‘Siz bu Türklerin damarına bu kadar basmaktan neden korkmadınız?’ sorusuna verdiği ‘Eh ne yapalım, biz onların kanının boşaldığını sanıyorduk’ cevabını ben uydurmuyorum, son günlerde yere göğe konulamayan Kevorkyan Efendi söylüyor, eserinin orijinalinde tabii..”

Bütün bunlara rağmen Türkler, içlerinde kin büyütmediklerinden ve gerçek saldıranların ne Kürtler, ne de Ermeniler olmadığını bildiklerinden bunca soruna, bunca şehitlerine rağmen onlarla kardeşçe yaşamayı hala tercih etmektedirler. Misyonlarının böyle olduğuna inanırlar.

Dedik ya,

“Acıyı Bal Eyledik!..”



21 Mayıs 2015 Perşembe

Ordu, Millet, Terslik ve Talepler


Ordu, sahip olduğu silahlar ve sağlıklı asker sayısı ile topraklarında gözü olan düşmana (yabancılar) karşı koruyucu bir kalkan vazifesi görür. Düşman ise daima ordunun zayıflamasını, güçten düşmesini, silahlarını kaybetmesini, iç karışıklıkların çıkmasını bekler. Ne zaman istediği kıvamda bulur orduyu, taleplerini gönderir bir bir topraklarında, tarihinde, kültüründe, dininde gözünün olduğu devlete. Küçük masum taleplerdir evvela. Şimdilerde, ‘demokrasi’, ‘insan hakları’ gibi itirazı kabil olmayan kavramları öne sürüyorlar, zamanımızda böyledir. Savaş artık, orduların meydanlarda karşılaştığı, kılıç-kalkan, sonraları toplar, gülleler, daha sonraları savaş uçakları gibi ağır silahlarla yapılmıyor. Elbette bunların da kullanıldığı durumlar da ortaya çıkıyor ve kullanılma gerektiği zamanlarda da hiç tereddütsüz bombalama emirlerini rahatlıkla veriyorlar. Son örneğini Yemen’de yaşıyoruz, bundan önce de Libya üzerine gönderilen ağır silahlarla donatılmış uçakların saldırısında görmüştük. Masum Libya halkı, tepeden ve nereden geldiği belli olmayan hain saldırılarla perişan edilmişti. Ne zamana rastlamıştı bu saldırılar? Devletin zayıfladığı, ordunun dağıldığı, orduya komuta edecek subayların birbirlerine düştüğü zamanlara!...

Yazının geldiği noktada, ‘Subay’ın ne kadar önemli olduğu anlaşılıyor değil mi? Subay, tıpkı bir otomobili kazasız-belasız hedefe vardıran kaptan şoför gibidir. Emrindeki birliği hasarsız ve tam olarak sevk ve idare etmek basireti subaylarda vardır. öyleyse, bir orduyu dağıtmanın ve zayıf duruma düşürmenin ilk yolu, subaylarının arasını açmak, onları birbirine düşürmek, görevlerinden el çektirmek, hapishanelere tıkmak.. Gibi olmalıdır.

Yabancısı değiliz bu durumun. 8 yıldan beri Türk Subaylarına karşı topluca bir saldırı yapıldığını izliyoruz, milletin eli kolu bağlanmış seyretmekle iktifa ediyor. Salt seyretmek mi? Hayır, gizlice de olsa aralarında bir derlenip-toparlanmanın da olduğu aşikârdır. Neyse, subaylarımıza özellikle kurmay heyetine yapılan saldırılar sonucu, ordumuz derin bir zafiyetin içine itilmiştir. Düşmanın ne yapmak istediğini tahlil etmek ve tedbir almak kabiliyetinden düşürülmüştür. Yanında, bu süre içinde sahip oldukları dev medya şirketleri vasıtasıyla, geceli gündüzlü akademik unvanları kuvvetli adamlar ağzıyla ordu mensuplarının aleyhlerinde olmadık yalanlarla psikolojik harplerini devam ettirdiler. Nihayet ordumuz gücünü yitirdi. Karar alamaz vaziyete getirildi.

Neden?

Bir zamanlar üç buçuk eşkıya dediğimiz PKK sürüsü elini kolunu sallayarak Güney-Doğu Anadolu Bölgesinde adeta hâkimiyetini ilan etti. Çözüm dedikleri bir süreç dayattılar ki, sonucunda çözülme olabileceğini düşünen, düşünmesi gereken kurmay heyeti göremedi. Kışlalarına tıkılan ordu hareket edemez hale getirildi.

Gözü önünde 16 Türk Adası Yunanlılar tarafından işgal edilmesine rağmen, ne bir hareket, ne bir demeç, ne bir yaptırım uygulamasına asla müracaat edemediler.

Yıllardan beri, tamiri yapılan, yeniden imar edilen tahrip edilmiş Ermeni kalıntılarının artık içini doldurma vakti gelmiş olmalı ki, dünyanın hemen her tarafından, Türk topraklarında gözü olan devletlerce sözde Ermeni soy kırımı atakları peş peşe gelmeye başladı. Misafirimiz iken Hazret kavramıyla mukabele ettiğimiz Papa bile sözde soy kırımı deklare etti, yetmedi, yıllardır yanıp tutuşarak girmeye can attığımız Avrupa Birliği Parlamentosu aleyhimizde karar bile aldı. ‘Bir kulağımızdan girer, diğerinden çıkar’ gibi abes bir politikayla karşılık verdik. Şimdi Amerika Başkanın 24 Nisan’da ne diyeceğini tartışıyoruz. Hâlbuki ne Papa, ne de Avrupa Birliği’nin Amerika Başkanı’nın bilgisi dışında bu kararları alamayacağını düşünemiyoruz. Hala ne diyecek diye saf saf bekliyoruz. Dese ne, demese ne, dedirtti işte, daha ne bekliyorsunuz?

Sözde soykırım kararlarının bir anlamı da, bizden ‘talep’lerde bulunmaktır. Nedir bu talepler?

Güney Doğu Bölgesi’nin Kürt devletine bırakılması, Ağrı ve civarının Ermeni devletine bırakılması. Türkiye’nin 20 eyalete bölünerek ‘Başkanlık’ sistemine geçilmesi.

Şöyle düşünüyorlar:

1. Ordunuz zayıflatılmış, yapabileceği bir şey yok.
2. Devlet ağır bir borcun altına sokulmuş, kımıldayabileceği bir alan kalmamış.
3. İşsizlik had safhaya çıkartılmış, günden güne de (faiz ve kur oyunlarıyla) işsizlik oranı artıyor. Böylece devlete karşı güven yitimi yaşanmakta ve vatandaş desteği giderek azalmaktadır.
4. Milletin kültürü ve inançları ters-yüz edilmiş ve doğru bildiklerinin yanlış olduğu, meğer kültürümüz de yokmuş, tarihimiz de yokmuş, kurtuluş savaşı da yaşanmamış… Böylece iç çekişmelere itilen millet evladı, tamamen devletinden desteğini çekmiştir.

Bu sebeplerle milletin istedikleri yönde davranacağını ve önümüzdeki seçimlerde oylarını istekleri doğrultusunda kullanacaklarını düşünüyorlar. Tabi, havalarını alacaklar.

Demek ki, neymiş?

Ordunu zayıflatmayacaksın. Milletini tedirginliğe düşürmeyeceksin. İnsanlarının arasını mezhep ve etnik farklılıklarıyla açmayacaksın. Dikkatini ve zamanını daima düşmanın hedeflerine odaklayacaksın ki, zamanında tedbir alasın. Eğitim ve kültür işlerini cahillere bırakmayacaksın. Devlet dairelerindeki görevleri liyakata göre dağıtacaksın. Kamunun elindeki değerleri etrafına dağıtmayacaksın. Gelir bölüşümünü adalet içinde ve herkesin hak ettiği ölçüde yapacaksın.

Böyle olmazsa,

Düşmanların uykudan uyanır ve taleplerini sıralarlar…


Şimdi dövünme sırası sendedir.

18 Mayıs 2015 Pazartesi

Liberaller Niye HDP Diyorlar?


Romantik solcularımız, anayasa oylamasında olmaması gerekeni bularak, ‘yetmez ama evet’ saçmalığı ile AKP’nin ekmeğine yağ sürmüşlerdi. Bu zırvanın peşine neo liberal solcular, Tayyip destekçisi liberaller, partisine veya arkadaşına düşmanlaştırılmış Ülkücüler de destek verdiler.

Önümüzde bir genel seçim var. Ne yaptıkları veya ne yapacakları daima sürprizlere açık olan romantik solcularımız yeni bir şey buldular. HDP’ye destek ve barajı aşırtma.

Sebep?

Saçmalamalardan başka bir şey değil.

Ne olacak HDP barajı aşarsa?

Kolay soru. AKP ile koalisyon kuracak ve bütün zamanların mağduru rolündeki etnik Kürtçüler iktidar olacaklar.

Gerçi, hükumet dışında, hatta meclis dışında da kalsalar değişen bir şey yok. Kadim ortakları AKP yine iş başında, ha onlarla, ha onlarsız. Gerçekten değişen bir şey yok.

Öyleyse, solcularımızın, neo liberallerimizin, eski AKP destekçisi liberallerimizin telaşına yer yok. Geçemezlerse barajı, tek eksiklikleri mecliste parmak kaldıramayacaklar. Lakin, bu vakitte iş tehlikeli, ne olur ne olmaz. Belki, MHP_CHP bir hükumet kuruverir. Bu ihtimali ortadan şimdiden kaldırmalı.

Meraklanmayınız. Biz HDP’nin bir Türkiye partisi olması projesini taa 2013 yılının 8. Ayında yazmıştık. Üst aklın iki partili sistem istediğini, bu partilerin sağ kulvardakine AKP, sol kulvardakine de HDP olması gerektiğini istediğini ve iktidarın da bu yönde çalışmalar içinde olduğunu vurgulamıştık. Şimdi oynan oyun da bu projenin devamı perdelerinden birisidir.

Aslında iktidar partisi de böyle olması için yanıp tutuşuyor. Bu sebeple, bir yandan CHP’nin seçim beyannamesine atıp tutuyorken, diğer yandan da MHP’nin milliyetçi tabanına doğru at koşturuyor.

Şiirler, türküler, PKK karşıtı söylemler, Ağrı olayları filan tamamen küskün, kırgın Ülkücülere selam niyetiyle ortaya sürülmüştür.

Başarabilir mi AKP?

Neden olmasın. Daha önce defalarca başardı.

Ve, seçimin kırılması Ülkücüler üzerinden olacaktır. Seçimin kırılması AKP’nin de geleceğini ilgilendiriyor.

İktidarlarını koruyamazlarsa:

1. Hükumet elemanlarına Yüce Divan yolu açılabilir.
2. Sonlandırılmış soruşturmalar derhal yeniden başlatılabilir.
3. Ergenekon soruşturmalarının müsebbipleri yargı önüne çıkartılabilir.
4. Suriye bilmecesi çözülerek, sebep olanlar yargıya sevk edilebilir.
5. Yok pahasına satılan vatan malları geri alınarak, zimmet suçu işleyenlerden hesap sorulabilir.
6. Yurt içi ve yurt dışı bankalar araştırılarak, birikimi açıklanamayan paralara el konulabilir. Zamanında tedbir almayan bürokratlara gereği yapılabilir.
7. Eğitim sistemi yeniden ele alınarak, bozanlar hakkında işlem yapılabilir.
8. Parsel parsel satılan Ankara ameliyat masasına yatırılabilir.
9. Rant paylaşımına heder edilen İstanbul, sorguları başlayabilir.
10. Havuz medyasına el konulur ve sorumluları hakkında lazım olan yapılabilir.
11. Çözülme sürecine son verilir. Bebek katili F tipi cezaevine nakledilir.

Bunlar bir çırpıda akla gelen olabilecekler.

İşte, romantik solcularımızın, liberallerimizin korkularının sebepleri.

Çünkü kendileri de sebeplendiler.

Korkuları, ellerinde bulunanlardan olmaktır.

Neylersin, kurtuluş ancak HDP’ye baraj aşırtıp, AKP iktidarını devam ettirmek olunca!...

Sahi, partisini, liderini beğenmeyen Ülkücüler AKP’ye oy vermeye devam ederlerse, romantik solcularla, liberallerle, neo liberallerle aynı safa düşmüş olmayacaklar mı?

Ne kadar acı!..


16 Mayıs 2015 Cumartesi

Hangi Tip Adama Oy Vermeliyiz?


Devleti yönetme kademelerine oturan iki tür adamdan bahsedebiliriz.

1. Devlet adamı. 2. Siyasetçi.

İlkelerinin etrafında, inançlarının uğrunda, sevgilerinin tetiklemelerinde olup, millet – devlet menfaatini göz önünde bulunduran devlet adamı, zamanın gelişmeleri, ilmin ilerlemelerine uygun değişim ve gelişimin dışında, temel olarak kabul ettiği ilkeleri göz ardı etmeyip, öz’de değişiklik olmamakla, sıfatlardaki gelişimi hayatına ölçüp biçerek denk getirendir. Diğerkâmdır, kendisini hiç düşünmediği gibi, evladı, yakını, hısım-akrabasını da düşünmez. Emaneti sahibine teslim etmek en birinci vazifesidir. Yorgunluk duyduğunu hissettiği an görevinden alının akıyla ayrılır, elbette devlet büyüktür ve devletin koltuğu asla boş kalmaz. Aslan yatağının boş kalmayacağı gibi.

Dün ne söylediği önemli olmayan, kaypak, güven vermeyen, toplumun nabız atışlarını yakından takip ederek, onların hoşlarına gidecek lafları rahatlıkla edebilen, toplum nazarına hoş gelecek, hareketleri kameralar önünde kolaylıkla yapabilen, yarın için neler olacak, neler yapabilirim değil, bugün bu koltukta nasıl oturabilirim endişesini daima taşıyan, bastığı yerin kaygan zemin olduğunun farkında olup, tüm alternatif destekçilerini rahatlıkla doyurabilen ilginç bir tiptir ikinci sınıftaki adam tipi. Bunun hayatı hep ‘gibi’ olmak, ‘mış’ gibi yapmak olan aldatma üzerine kurulu olduğundan, çoğunlukla aldatılanlar sınıfındandır. Hatta bunu itiraf etmekte de bir beis görmezler, çünkü halkın zekâsının unutmayla malul olduğunu sanırlar.

Bir gün gelip dünyada yaptıkları “hayırlarına karşılık mükâfat, kötülüklerine karşı ceza” alınacağını 2. Tip çok sık tekrarlasa da, bu inanca yürekten sahip olanın birinci tip devlet adamı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Birisi sadece dilinden siyasi menfaat temini maksadıyla tekrarlar, diğeri ise gönülden tatbik eder. Dikkatli bakan göz, her iki tipi rahatlıkla ayırt edebilir. Çok konuşanın, sakladığı bir eksikliği muhakkak vardır. psikoloji ilmiyle sabittir ki, kalabalıklara karşı sesi fazla çıkanın haklı ve doğru olduğu kanaati yaygındır. Az ve öz konuşanın ise, neredeyse dinlenilecek vasıfta olmadığını söyleyecekler. Nitekim demeçlerini sahip oldukları medya ortamlarında yayınlamayanlar, o siyasinin neden konuşmadığını bile rahatlıkla sorgulamışlardır. Böyledir.

2. tipin destekçisi bütün zamanlarda fazladır. Uydurulmuş bir ‘merkez’ lafının ardına sığınan kalabalıklar, menfaatleri öyle uygun gördüğü için, lafazanın yalanlarına aldırış etmezler. ‘Çalıyor ama çalışıyor’ gibi ucube sığınıklara yaslanarak, ‘yapıyorsa vardır bildiği’ gibi, uhreviyete anlam çalan kaçamaklar içindedirler.

Hâlbuki ‘merkez’in asıl temsilcisi, ‘Devlet adamıdır’. Bu tip adamlar, işi merkezinden yakalamaya çaba gösterir, hizmetlerinde merkezden başlayarak, dairenin tamamını kapsayacak planlar yaparlar. Kayırmacılık, yakına öncelik, hısıma birincilik, destekçiye paketler, yandaşa havuzlar, oğullara kutular gibi işlemlere tevessül etmez, teklif edenleri de yanından anında uzaklaştırır.

‘Halka hizmet, Hakk’a hizmettir’ kelamı. Biri dilinden hiç düşürmez ve fakat hizmetini, eşine, ayaline, yakınına, destekçisine yapar. Diğeri ise, bu kelamı meydanlarda hiç kullanmasa da, fiilen manasını yaşar. Yaptığı işin nereye varacağını, kimin için yapıldığının bilincindedir. Yaratılış Hakk’tır. Zira yaradan Hakk’tır. Kimsenin hakkına el uzatamayacağı gibi, kendisine emanet bırakılmış kamunun ortak mallarının da idaresinde adaleti ile hükmeder. Herkesin hakkını, hak ettiği ölçüde dağıtmaya gayret eder. Bir sana, iki bana yönteminin yanına bile yanaşmaz. Teklif edenleri yanından uzaklaştırır.

Birinci tip Devlet Adamı, adaletiyle davranır. Suç işleyenin cezasının tam olarak verilmesi ve bu cezanın insanlık onuru içinde çekilmesi için gerekli tedbirleri alır. Adaletinin ulaştığı yerde Hakk vardır. Yönetmekle sorumlu olduğu vatan parçasının bir noktasına adaleti ulaşmadığı takdirde, çürümenin başlayacağını (başladığını) bilir ve artık ayrılma vaktinin geldiğini düşünür ve gereğini yapar. Çünkü adalet mülkün temelidir.

İkinci tip siyasetçi ilim kavramını hiç ağzına almaz, gerek de yoktur. Hacıları, hocaları, imamları, sakallıları devlet dairelerine doldurur, bunu gören halk “–aaa ne iyi etti, imamlar memur oldu, işlerimiz düzeldi..” gibi sözlerle avunurlar. Birinci tip adam ise, ilim yolundan ayrılmaz zira imanı böyle emrediyordur. İşi ehline bırakır, memuru seçiyorken kılı kırk yararcasına dikkat gösterir. Bu yakınımdır, bu akrabamdır, şu oğlumdur, öbürü damadımdır, komşunun çocuğudur, destekçimdir.. Gibi düşüncelere kapılmaz. İçlerinden hangisi layık ise, o işi ehliyetlisine tevdii eder. Bu konuda da kimsenin gözünün yaşına bakmaz. Devlete atamalar durumlarında ve kamu malının pay edilmesi sırasında katı yürekli, acımasız olduğunu herkes bilir, bu yüzden de kimse itiraz edemez.

****

Bu yazı, devlet adamının vasıflarını saymak üzere yazılmamıştır.

Pek yakında devlet makamlarına adamlar seçeceğiz. Hiç olmazsa bir-kaç vasıf anlatımıyla nasıl bir tipi seçmemiz lazım geldiğini vurgulamak istedik.

Eminim ki, bu yazıyı okuyanlar birinci tip devlet adamını seçeceklerdir. Okuyanlar, okuyamayanlara anlatabilirlerse onlarında birinci tip devlet adamına oy vereceği kesindir.

Doğruyu bilen Daima Allah’tır.



15 Mayıs 2015 Cuma

‘Korkma’…


Ne bekliyorsun korkaklardan?

Burası bir alandır ki,

Korkuları tanrıları olmuştur.

Yola çıkamazlar,

Yarıda kalırlar çıksalar da!

Taamları yalan, içtikleri dolan,

Meslekleri dalan.

İstenen doğru hale bir türlü dönemezler.

Yarattıkları tanrı, unutturmuştur Allah’ı.

Bilgileri cehhenemi,

Cehaletleri cennetleri olmuştur.

Onlar mutludurlar, gelemezler eziyetlere.

Umulur ki, her eziyet uzanır rahmanî cennetlere.

Korkularına boyun eğmişlerden uzak dur.

Unutma ki, Akif;

‘Korkma’ ile başlar istiklale.

Gerçeklerden uzanan son nasihat ise budur.

‘Korkma’…



14 Mayıs 2015 Perşembe

‘Sosyal Kaos’ Yazısına Devam edelim


Bir bakıma dünya ömrü ‘kaos’ yönetiminden ibarettir. Öylesi bir kaos ki, iyi dediklerimizle, kötü dediklerimiz dolduruyor hayatımızı ve her ikisi hakkında da tam bir bilgiye sahip değiliz. Kargaşa da buradan çıkıyor. Bilgisizlikten. Ya da, sahip olunan bilginin nasıl ve nerelerde kullanılacağını bilememekten.

Yiğit Bulut Star gazetesindeki 12 Aralık 2014 tarihli yazısında şunları söylüyordu: “Güçlenen Doğu gerçeği Türkiye’yi Batı ile birlikte bazı alanlarda zorlasa da aslında çok önemli fırsatlara da imkân veriyor -verecek-… böyle bir “kaos” görünümlü gerçeklik içinde, yeni bir teze ve değişimi kapsayan yeni bir paradigmaya ihtiyacımız var.” Bu cümledeki ifşaatı görelim. Düğüm şurada: ‘kaos görünümlü gerçeklik!’. Masum gibi görünen bu cümleyi, İstersek şöyle de anlamak mümkün; gerçek diye ortaya sürdüklerimiz, kaos ortamını yaratmak ve güçlendirerek devam ettirmek için gözleri boyayan yalanlardan ibarettir.

Şu tespiti yapmak hakkımızdır artık; siyasetçinin hayat dayanağı olarak kaos, bilinçli bir şekilde yaratılır. Geleceğini karmaşada gören yüce güç, insanların zihinleriyle oynayarak, kaostan çıkmak için ne yapmaları gerektiğini, ulaşılması imkânsız hedefleri göstererek anlatır ve kabul ettirir. Taraftarlarının mutluluk katsayısını artırmanın yolu, onları derin hayallere daldırmaktır. Hayalleri süsleyen ise, gösterilen kargaşa ortamının, bir süre sonra ortadan kaldırılacağıdır. Oysa bilmezler ki, devri sona eren bir kaos yaratıcısının yerine, hemen yenisi inşa edilecek ve piyasaya salınacaktır.

ABD gibi ülkelerin gelecek planlayıcıları hazırladıkları raporlarda, 10 yıl sonra, 20 yıl sonraki olagelecekleri tahmin ederek insanları (toplumu) o hale alıştırırlar. Terörizmden bahsederler, ekonomik krizlerden bahsederler, ülkelerinin uzaklarındaki ülkelerde meydana gelmesi muhtemel gelişmelerden bahsederler, terörist saldırılara karşı devletlerin birleşeceğinden bahsederler, öylesi bir korku yayarlar ki, bunları bilenlerin işbaşında bulunmasından başka bir yol yoktur halkın gözünde. Öyleyse onları desteklemeye devam. Zaten, söyletilmek, inandırılmak istenen de budur.

Milletvekili aday adaylığını da deneyen Profesör unvanlı yandaş gazete yazarı şunları yazmıştı 1 ekim 2014 tarihinde: “Bir süredir ülkemizde siyasi kriz çıkarmaya çalışan, fakat bir türlü başarılı olamayan çıkar grupları, ekonomimize kaos görüntüsü oluşturmak amacıyla tekrar harekete geçmiş bulunuyor.” Nasıl da kesin kanaat bildiriyor cümlesi bu Rektörlük makamında oturan kişinin. Peki, demezler mi adama, ‘kimmiş bunlar, açıkla hele’, açıklayamaz, çünkü gerçekte bu ortamı yaratmaya çalışan tam da kendisi. Millete korku salıyor, aman diyor, aman desteğinizi çekmeyin iktidardan, yoksa perişan olursunuz. Bu cümlenin manası budur. Yoksa açıkla bakalım Sayın Prof. Kimmiş bu kaos çıkarmak isteyen çıkar grupları. Kaldı ki, çıkar gruplarının iktidar gücünden başka, diğerlerine yaslandığı görülmüş müdür?

Örnekteki Profesör kulağına üflenen sahte istihbarı verilerle ve iktidar partisini destekleyenlerin tarafını sıkılaştırmak üzere, insanları, gerçekten bu iktidarı zayıf göstermek için ekonomik kriz çıkartmak isteyenlerin varlığına inandırmak istiyor. Böylece o insanlarda tarafını desteklemek için, düşmanlarına karşı saflarını sıklaştıracak. Olay budur. Demek ki, gerçek kaosu çıkartmak isteyenler, sözü dinlenecek olan özellikle akademik unvana sahip, kiralık kalemler ve/veya vicdanlar.

Sözde İslamcı görünümlü bir iktidarımız var; tüm söylemleri kapitalist, tüm uygulamaları Batıcı. Ne kadar yüksek sesle Gazze bağırtıları yapsalar da, İsrail yanlısı tavırlarını gizleyemiyorlar. ‘Üst akıl’ ile kavgalı bir görüntü vermeye çalışsa da O’nun sözünden asla çıkamıyor ve ne derse o oluyor. Fakir-fukara söylemini konuşmalarının mihveri edinseler de, gemiciklerin duyulmasına mani olamıyorlar. Asıl kaos bizi yönetenlerin kafasında yaşanıyor hasılı. Kendilerini unutmuş, ne yaptıklarını bilmeyen cehalet içinde ve sahip oldukları devlet gücünü acımasızca kullanmaktan çekinmeyen azılı bir güruh (17/25 Aralık’tan sonra örneği bolca görülmüştür). Ne olursa olsun, kazanmaya odaklanmışlar. Her sözü söylemek mubah, her hakareti yapmak mekruh. Kendileri kaybetmesinler de, kazan-kazan politikasına razılar. Soru: niye ille de kazanmak? Cevap asla hizmet iştiyakı olamaz. Yüce Divan’dan kurtulmak telaşı olabilir.

Şimdi dönelim birinci paragrafa ve ‘kaos’ yönetimine.

Yeni dünya düzeninde kaos, hayatı tanzim etmede vaz geçilmez bir siyaset aracı. Siyasetten uzaklaşıp, insan hayatının tek tek incelenerek, nizamı anlamaya yönelmek de bizim amacımız.

Karşı olduklarımız, kabullerimiz bir de bakmışız ki, tamamı yanlış, tamamı olmaması gereken inançlar. Hepsini unutup, medeniyet ufuklarına yapıtaşı olacak, Hakk’a âşık, ilme aşina, asrın ötelerine geçmiş, ulvi fikirlerle mücehhez olarak, iman kalesini sağlamlaştırarak, tüm çalışmaları hayatı güzelleştirme yolunda olan basit, basit olduğu kadar da karmaşık muhteşem insan yapısının inşasına harcayan bir insan ve topluma doğru…

Doğru daima Hakk katındadır…



12 Mayıs 2015 Salı

‘Sosyal Kaos’


Yazının başlığı Ümit Özdağ Hoca’nın 9 Nisan tarihli yazısından ödünç alınmıştır.

Prof. Arif Verimli, “…Kanlı çekişme ve çöküş dönemlerindeki kaosun doğurduğu kontrolsüzlük. Böyle bütün sistemlerde ahlak, bireye tatbik edilen, fakat o mistik veya sosyal kaynaklı üst otoritenin muaf tutulduğu bir kavramdır.” Diyordu makalesinde. (bakterim.net)

Problemlerin kaynağına işaret bir cümle olarak ele alıyorum hocanın tespitini. Toplumun devlete terk ettiği kanunlara dayanan gücün kullanılmasında; devleti yönetme makamındaki hakim güç, kimi tiran olarak, kimi diktatör olarak, kimi zamanlarda da demokrat olarak vücut buluyor. Her hâlükârda toplum katmanlarına ulaştırılan ve nasıl olmalarının gerekleri maddeler halinde, ahlak kuralları adıyla listeleniyor. Lakin ahlak kuralı dayatmasıyla iletilen mesajlar kendilerine geçerli değil, onlar halife mesabesinde görülen ve bu kurallardan muaf yaşayan amirler. Kullandıkları devlet gücü, bir bakıma onların kendi vehimlerinde ürettikleri ve yalnızca kendilerine ait olan güçtür. Bu gücün verdiği sarhoşlukla tanrılığın ilanı ve kullanımı kalmıştır sadece ki, firavun’un içine yuvarlandığı hal de budur.

Bütün tiran benzerlerinin beslendiği kaynak aynıdır; Kaos. Çatışmaların devamlılığı ayakta kalmak için gerekli şarttır. Düşmanların dostlar haline gelmesi bile işleri gevşetmez. Usta siyaset erbabı yeni bir düşman yaratmada yeteneklidir. Tekdüze hayatların çabucak kabul edebileceği düşmanlar raflarda sıra sıra bekletilmektedir. Ne onlarla olunur, ne de onlarsız. Düşman, gücün korunması için elzem. Gücünü korumak isteyenin sebebi ise muhafazakâr kabuller. Eskiye öykünen fakat içi boş belagat cümlecikleri, hayallere vurulan tatlı gerçeklikler, birkaç satır şiir, üç-beş satır uhrevi söylem, hepsi bu.

Önceki yazılarda da vurguladığımız üzere toplumun ekseriyetini: a) aç bırakacaksın, b) cahil bırakacaksın c) dolayısıyla sana muhtaç olacaklar. Ve bunu hissettireceksin. “Ben olmasam haliniz perişan” gibi laflarla, bu konunun vurgulaması olabildiğince geniş halk kesimlerinin duyabilmesi için gece-gündüz ve devamlı olarak televizyonlarda yandaşlarınca konuşulacak. Öncesinde ise, ne kadar iyi yapılan, doğru yapılanlar varsa kendine mal edeceksin. Sen olmasaydın bunların yapılamayacağını ısrarla anlatacaksın. Tahkim süreci derler buna, taraftarların sıkılaştırılması, inandırılması. Sonrası kolaydır, kendiliğinden gelir.

a, b ve c şıklarında maddeleştirdiğimiz sonuçlarda, zihin faaliyetlerinde de arızalar oluşmaktadır. Tek noktaya odaklı hayat düzeni, ihtiyaçların temininden başka bir şey düşünemez olduğundan, zihinlerde ve düşüncelerdeki kırılmalar da kaos ortamının oluşmasında ve sürekliliğinde etkili olmaktadır. Tek doğrunun, hakim güç sahibinden çıkacağı inancı, ilmi ve fikri hayatı törpülediği gibi, toplum hayatının vazgeçilmezi olarak, tek doğrunun sahibi, devlet gücünü kullanma meşruiyetinin yüklendiği kişi olmaktadır. Maalesef böylece, bu kabul kendinde güç vehmeden tiran tarafından da böyle kabul görmektedir. Zaten işin çetrefilli yanı da burasıdır. Üstelik yandaşlar tarafından, edebi metinler, resimler, makalelerle tiranlık öyküleri yazılmakta ve halka belletilmektedir. Böylece toplumun sosyal – tarihsel felsefesi bozuntuya uğramakta ve istenilen yeni tip hayat felsefesi zihinlere yerleştirilmektedir.

Bundan sonrası ise işler daha da zordur. Kaos badiresine takılan toplumun oradan çıkartılması ve normal bir hayat düzenine kavuşturulması yıllar yıllar alacaktır. Tanrı vasıflarının gücü üzerinde taşıyana bindirilmesi, peygamber özelliklerinin üstüne yüklenmesi ve bunlara asla ses çıkarılmamasını düşünürseniz, yaşananların vahamet boyutu anlaşılır. Üstelik bunları yapanlar cahil cühela kişiler değil, içlerinde akademik unvanlı olanları bile var.

Fakir halkı doyurmak kolaydır, evsize yurt sağlamak kolaydır, eğitim eksiğini gidermek zor da olsa kolaydır, sağlık giderlerini karşılamak kolaydır… bu eksiklikler giderilir, biraz zaman da, emek harcamayı da gerektirse giderilir. Beyinlerde yaratılan kaostan nasıl kurtulunacak? Asıl problem burada. Konforlu bir hayat, ancak beyinlerin sağlığa kavuşturulmasından sonradır. Asıl kaos burasıdır. Asıl ‘sosyal kaos’ burasıdır. Üzerinde önemle ve ustalıkla durulması gereken teşhis bölgesi, beyinlerdeki korozyona uğrayan bölgelerin tespiti ve tedavisidir.

Medeniyet düşüncesi olan ve Türk Medeniyeti kalesine bir taş döşemek isteyenlerin ilk uğraşacağı alan, toplumun sağlıklı beyinlere, zihinlere kavuşturulması olmalıdır.

Sosyal kaostan kurtulmanın reçetesini ise, sosyal psikolojinin yanında sanatçılar, edebiyatçılar, filim yapımcıları, şairler yazacaktır. Siyaset, ancak yer açmakla ve imkân sağlamakla sorumlu olacaktır.


10 Mayıs 2015 Pazar

Propagandanın Amacı Kandırmak Değildir



Propaganda konulu yazdığımız iki yazıya ek olarak okunabilir bu yazımız. Çünkü şeytan, kandırma faaliyetini reklamlar, televizyonlar, renkli gazeteler, ucuz vaatler aracılığı ile de yapabilmektedir. İş bu faaliyetini de yaparken kullandığı yardımcı insanlardır.

Kur’an’ı Kerim’de çok sık olmak üzere karşımıza şöyle bir mana çıkıyor:

1.    İnsanı yanlışa sevk eden şeytandır.
2.    Yanlış yapanlar, yaptıklarının sonucunu mutlaka yaşayacaktır. (Elbette doğru ve güzel işler yapanlar da)

Bu mana dünya hayatı içinde ayniyle doğrudur. Aslında her iki âlem iç içedir (konu iki âlem değil, sınırlamayınız, âlemlerin sayısı düşünülemeyecek kadardır), birinde doğru olan, diğerinde de doğrudur. Yalnızca, makamattaki yükselmelerle manalarda derinlik artar. Bir alt makamdakiler için yukarıdaki makamdan ifade edilenlerin de anlaşılması zorlaşır. En alttakiler için ise bu durum, kavga sebebidir.

Televizyonun çok renkli reklamlarına inanarak, algı kayması sonucu yanlışa düşerek edinilen pek çok ürünün zararlı olduğu ya da söylenildiği gibi olmadığı herkesçe malumdur. Malı bir kere aldıktan sonra da iş işten geçer ve zararına katlanırsınız. Belki küçük bir fiyatı da olduğu için, yasal yollara başvurarak hakkınızı aramaktan vaz geçersiniz.

Bu durumda, bir kandıran bir de kanan vardır. Kandıranın suçu tartışılmaz. Peki, kanan hepten suçsuz mudur? Malın bileşimi, son kullanım tarihi, üretim tarihi, üretildiği adres, devlet organının izin verdiği tarih gibi bilgileri incelemeden, sadece reklamındaki cafcaflı sözlere inanarak alıp sepete koyduk. Kullanmaya başlayınca da istenen faydayı sağlayamayacağımız, reklamın söylediği gibi olmadığı anlaşıldı. Az biraz da, malı alanda suç yok mudur?

Podyumda sihirbazın değneği her sallanışında, değneğe odaklanan gözler, başka bir tarafta olanların farkına varamaz. İş, eğlencenin ötesine geçtiği vakit, vahamet durumu artar. Bir de bakmışsın, sihirbaz da bahaneymiş. Asıl olan elindekinin başka birisinin eline geçmesini sağlamak. Bunun için ‘uyanık olun’ ikazı yapılıyor.

Sosyal gelişmelerde de durum farklı değil. ‘Demokrasi’, ‘insan hakları’, ‘özgürlükler’, ‘ileri demokrasi’ vb.. gibi renkli ve hoş sözler (sihirbazın değneği), cümlelerin altındaki yıkıcı manayı gizliyor gözlerden. Algıyı değiştiriyor, onlar nasıl isterse öylece inanmaya sevk ediyor insanları.

Şöyle bir soru sorabiliriz şimdi: kimler inanıyor? Cevaplayalım: uyuyanlar. Bu sebeple ‘uyanık olun’ ikazı yapılıyor.

(Musa): ‘Siz atın’ dedi… (Sihirbazlar) atınca, insanların görüşleri etkilendi ve onları dehşete düşürdüler! Büyük bir sihir oluşturdular. (A’raf/116)

“Biz de Musa’ya: ‘Asanı at’ diye vahyettik… Bir de ne görsünler, o (asa) , onların uydurdukları şeyleri kapıp yutuyor! (A’raf/117)

Sihirbazlar her devirde mevcut ve görevlerini ustalıkla yapıyorlar. Dehşete düşenler uyuyanları, Musa uyanıkları temsil ediyor. Hakikat nuru, karanlığı delip geçiyor.

Uykuda olduğunu anlayabilir mi kişi? Anlar anlamasına da, ancak uyanınca. Hakikatler zahir olunca. Anlar ki, uykudaymış! Sihirbazın, malını-varını elinden alması sonucunda, nasıl bir gaflette olduğunu anlar, ne zaman? Varının elinden çıktığını anladığı zaman. Bunun gibi. Şöyle buyurmuştu Hz. Muhammed (sav): “İnsanlar uykudadır… Öldükten sonra uyanırlar.” Beden ölümü gibi anlarsak yanılırız. Başka bir ölüm tarif ediliyor. Burada ‘ölüm’e gönüllü gidiş var gibi. Sahip olduğunu zannettiklerinin, sahibine gönüllü olarak iade edilmesi. Başkaca bir mana aramaya gerek yok. İddialardan, ikazlardan vaz geçmek. Ne gelirse eyvallah demek ve fiilen yaşamak. İstenen budur. Yakınlık (kurban) vaz geçmekle mümkün olabilir ancak.

İlmin kaynağı Aliym’dir. ‘Aliym’ olan kendisidir. Güzel isimlerinden birisi olan Aliym ismi Şöylece tarif edilmiştir; “İlim özelliği sebebiyle sınırsız sonsuz her şeyi ve her boyutu, her yönüyle bilen”. Durum böyle olunca, başka yerlerden geldiğini, çalışmayla çalışanın öğrendiğini, o halde bu ilme filancanın sahip olduğunu düşünmek yanıltır. İlmin geliş yeri (ki, yer filan da yoktur, anlatabilmek için böyle söyleniyor) kendisidir. Kaynak Tek’tir anlayana. Anlayanlardan eylemesini yakarırız.

Yani, dememiz o ki, ‘hidayete erdiren ilim, kâmil ilimdir’ ve kaynağı Allah’tır. Tersini düşünecek olursak, ‘noksan ilim’ şaşırtır. Allah muhafaza.

Anlaşılmış olmalı ki, uyanıklık, ancak hidayet ile mümkündür.

İnsanları her ne amaç için olursa olsun kandırma, her hâlükârda onlara doğruyu söyle, anlamazlar diye kestirip atma, doğrular anlaşılmak içindir.

Hidayet pınarından kana kana içmek nasip eder inşallah.


9 Mayıs 2015 Cumartesi

Suriye, CHP, Eğit-Donat, Özel…


CHP Genel Sekreteri Türk Ordusunun 2 güne kadar Suriye’ye gireceğini iddia etmişti.

Başbakan ve AKP yöneticileri bu iddianın palavra olduğunu bildirmişlerdi meydanlardan.

Bu arada Eğit-Donat faaliyetlerinin başladığını ABD açıkladı haberleri geldi...

Kara Kuvvetleri Komutanı Hulusi Akar, eğit-donat çalışmaları yapmak üzere gittiği ABD’de madalya takılarak cesaretlendirilmişti.

***

Hürriyet’ten Uğur Ergan, Genel Kurmay Başkanı Necdet ÖZER’in 15 gün rapor aldığını yazdı.

***

Tolga Tanış’ın verdiği bilgilere göre:

-Eğit-donat anlaşmasından sonra Suriye işlerini askere havale etmesi gereken hükumet, istihbarat üzerinden çalışmalara hız verdi.

-ABD ile yürütülen müzakerelerde yaşanan anlaşmazlıklarda da topu askere atmaya başladı. ‘ben istiyorum ama TSK istemiyor’ diye.

-Geçen hafta üst düzey bir askeri yetkiliyi gazetecilerin karşısına oturtarak 123 Amerikan askeri eğit-donat programı için silahlarla birlikte İncirlik’e geldi dedirtti. Ne oldu? Pentagon ertesi günü yalanladı.

Yani, anlaşma filan yok. Hedefte anlaşamıyorlar. Hedef IŞİD’mi olacak, Esat’mı olacak?

Anlaşmazlık burada.

***

Genel Kurmay Başkanı Özel’in 15 günlük raporunu, siz hala hastalık sebebiyle alınan rapor olarak mı görüyorsunuz yoksa?

***

Bunlar değil devlet, üç tavuğu bile yönetemezler.


8 Mayıs 2015 Cuma

ÖZKÖK’ün Gördüğü!.


Yazısının başlığını da, “Devletin başına Devlet” koymuş.

Bu önemlidir!..

Önemi, Ankara temsilciliğinden sonra 20 yıl süre ile Hürriyet Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeliği’ni yapmasından kaynaklanıyor. Bu görev salt, Hürriyet Yönetmeliği değildir. Koskoca bir Aydın Doğan hükümdarlığının neredeyse tamamı demektir. Kaldı ki, Avrupa’ya doğru uzanan gücünü daha hesaba bile katmış değiliz.

Neyse,

Dünkü yazısındaki şu cümleleri paylaşmak istedim.

“Geçen pazar MHP'nin programının açıklandığı toplantıyı gazeteci değil, bir sosyolog olarak izledim.
Bir ülke düşünün ki...
Çok ciddi bir etnik çatışması var. Bir ülke düşünün ki...
Bir buçuk yıl içinde 2 milyona yakın yabancı göçmen gelmiş...
Avrupa'nın en demokrat ülkelerinde bile aşırı sağ partiler bu iki yarayı insafsızca kaşır...
MHP kaşımadı...
Tam aksine hep sorumlu davrandı...
Ve bu parti şimdi karşımıza, güçlü bir ekonomi ve siyaset kadrosu ile çıkıyor...
Bu kadro parlamentoyu Saray karşısında güçlendirecek
-Devlet Bahçeli'nin devlet adamı duruşunu artık geniş kitleler görüyor.
Emin olun, bu duruş, enkaza dönen devletin yeniden inşasında çok olumlu katkılar yapacaktır.”

Bu satırların öncesinde asla MHP’ye oy vermediğini filan söylüyor. Parantez içinde söylemeliyim ki, Özkök Hocamdır. Doğru söylüyor. Değil MHP’ye oy vermek, bir milliyetçinin yanından cüzzamdan kaçar gibi kaçardı.

Tarih, diyalektiği içinde bu lafları söyletiyor işte. Oluşumlar, olagelenler mecburiyeti bir grubun varlığını da dank ettiriyor bazı Beyaz Türklere. Olsun. Bu kadarı da kâfidir bizim için. Demek artık kendimizi anlatabilmeyi becerebilmişiz.  

Bundan sonra yapılacakların ilk başında, Ertuğrul ÖZKÖK ve benzerlerinin ziyareti olmalıdır.

Neden derseniz.

Yıllarca yırtındık anlatabilmek için.

Adamın yazdığı üç satırı milyon kişi okumuş.

6 yıldır yazdığım yazıların top lam okunuşu ancak 70 Bin.

Hele haberiniz sitesinin okunuşu günlük 100 civarında.

Öyleyse, onları mümkün mertebe ziyaret ederek, kendimizi anlatarak, yazmalarını sağlamalıyız.

Kaldı ki, bizim ayrımız gayrımız olamaz.

Biz,

Birlikten, beraberlikten, bütünlükten yanayız.

Lazım gelen ne ise, o yapılmalıdır.

Önerimiz, anlayana.


Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...