31 Ekim 2013 Perşembe

Savaş, Çatışmasızlık ve Felsefe

“Batılı diyalektik algı, ilk şeklini Heraklitos’tan alır. Materyalist temellerini Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes maddeciliğinden alsa da, Heraklitos, evrendeki her olguyu çatışma ve savaşla izah eder. Bu yüzden arkhe olarak ateşi alır. Ateş onun birlik ve çokluk fikrini açıklayabilecek bir ilk sebeptir. Yakar, yıkar, değiştirir ve dönüştürür. 2500 yıl sonrası Batı dünyasına ışık tutmuyor mu Heraklitos? (Ayhan Eralp, Face Book Notu)

***

Sanırım, şöyle bir düşünce geliştirebilirsek çözümü de bulabiliriz;

Alim kimdir?

İlmin kaynağı kimdir?

Verilecek cevap hayati önemdedir.

İlmin çıktığı kişinin doğum yeri ve inanç (dediğimiz) ları bizi yanlış yere götürürse tıkanır kalırız. Onun inançları (gibi görünenler bize ters gelebilir) ilmin gelişmesine neden mani olsun ki? Belki de bizim inanç diye sarıldıklarımız yanlıştır (veya eksiktir) kim bilir?

Öyleyse, ilmin kimden çıktığı değil, ilmin konusu ve söyledikleri bizi ilgilendirir. Söyleyenin adı ne olursa olsun, İlim; İlimdir ve kaynağı Tek’tir.

Öyle demiyor muydu; “İlmi çalışana veririm”, öyleyse, çalışanın ve ilme Hakk kazananın da bizler Hakk’ını vermeliyiz. (Sezar’ın hakkı Sezar’a). Şöyle de düşünülebilir:

Osmanlı imparatorluğu ilk 300 yıl zirveye koşturdu. İlim adamları çalışıyorlardı, kütüphaneleri kitaplarla doluydu, ilim nerede ise alıyorlardı, tercümeler yapılıyordu, okullar açılıyordu. İnsanlar eğitiliyordu. Üniversitelerden (Medrese) fen bilimleri, matematik, felsefe ne zaman kovuldu, geriye dönüş başladı. Alt noktaya 300 yılda ulaşıldı, kütüphaneler öksüz kaldı, okullar öğrencisiz, hocalar işsiz, ne de olsa bizim ilme ihtiyacımız yoktu öyleyse rahatlıkla kitabı, ilmi, hocayı hayatımızdan rahatlıkla kovabilirdik… ve acı son. Koca İmparatorluk yandı. (Şimdi, bazı arkadaşlarımız imparatorluk küllerinden doğan güneşe küfür ediyorlar yazık!..)

Yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti daha 90. Yılında şimdilik, sadece İlahiyat Fakültelerinde olmak üzere Felsefe, Sosyoloji dersleri kaldırıldı, zaten fen bilimleri ve matematik okutulmuyordu. Ne oldu da Osmanlı’nın geri dönüş zamanlarını yaşıyoruz şimdi?

Hani, gerine gerine demiyor muyduk: “İlim müminin yitiğidir” ne oldu da Yetim’in malı olan yitiği elimizin tersi ile itiyoruz?

Akademik çalışmalar yapmaya çalışan veya köşesinde hiçte üzerine vazife olmasa da, eksik materyallerle çalışma yapmaya çalışan üç-beş kişinin de azmini kırmakta üstümüze yok maşallah, onları teşvik etmektense…

Evet, ilim bütün çağlara ve insanlara hitap eder (etmeli). Yerine daha doğrusu söylenene kadar o doğru geçerlidir.

Sen ister kabul et, ister reddet fark etmez, böyledir.

Çatışma ve savaşa gelince: bir askeri dehanın sözüdür: dünya kurulalı beri çatışmasızlık zamanı ancak (yaklaşık) 36 yılmış. Varın çözün artık.

Savaş ve çatışma aynı zamanda ilmin, tekniğin ilerlemesi ve insan suretindekilerin uyanması için elzemdir. O halde açıklamaların savaşa dayandırılması doğru gibi görünüyor.


Kısmetse devam ederiz.

29 Ekim 2013 Salı

Liberal Faşistler; Küreselcilik


Liberallerin kafası karışıktır, karışmak zorunda olmalıdır, tabiatın gereğidir bu, liberaller karışmak ve karıştırmak için vardır adeta. Neo olurlar, sosyalist olurlar, dinci olurlar hatta ve hatta komünist bile olurlar. Ya da komünistler liberal bile olurlar…

“Ne tuhaf bir dünya! Sosyalistlerin günahı bile faşizmin boynuna!”

Yukarıdaki cümle Yeni Şafak yazarı Atilla Yayla’nın 5 Ekim tarihli yazısının son cümlesidir.

Bir düşünürün kitabını okumuş, bir düşünürün fikirlerinden istifade edip gelişmiş, geliştirmiş kendini, büyümüş ve Türkiye gibi geri kalmış bir ülkenin üniversitelerinde Profesör makamına yükselmiş bir garip liberal Atilla Yayla. Bir garip neo-liberal Atilla Yayla. Liberal, neo-liberal, sosyalist, faşist.. gibi kelimeler aslında bir araya gelmemeli değil mi? Öyle olmalı. Öyle değil işte, ne ararsanız var içinde ‘derde şifadan gayrı’.

Yayla’nın okuduğu ve vurulduğu isim Friedrich A. Hayek’tir (1899-1992). En belirgin düşüncesi, devletin olabildiğince küçültülmesi ve etkisizleştirilmesidir. Çünkü devlet kendisini yönelten baskı guruplarına hizmet eder. Baskı gruplarından kurtulmanın yolu da devleti, yasama, yürütme ve zor kullanma sınırlarına çekip ve orada bırakmaktır. Haksız da sayılmaz hani, devlete çöreklenmiş etkisiz ve ehliyetsiz takımı, kendilerine akıl fikir verenlere, maddi desteklerle koltuklarını sağlayanların isteklerine hayır diyemeyecekleri için (ki, Türkiye’de de örneklerine rastlanılmıştır) çıkartılan kanunlar güçlüler lehine olacaktır daima. Çoğunluğu ve halkı koruyucu yasalar yerine, baskı gruplarını kollayıcı yasalar. Akıl tutulması da buradadır işte. Ehliyetsiz, kabiliyetsizleri devlet yönetiminden uzaklaştırmak yerine, devleti olabildiğince küçültmek Hayek ve takipçileri liberal ve neo-liberaller tarafından dillendirilmektedir.

İnsanı sevmemeleri nedeniyle, sahibi oldukları dev şirketlerinin kârlarını artırmak düşünceleri ise ahlaksızlıktır.

Hayek’in şu cümlesine dikkat: “Piyasanın iç dengelerine ve özel mülkiyete saygı bireyi bağlayan yegâne kural olmalıdır. Piyasanın vatandaşlarca yapılacak kanunlarla düzenlendiği demokrasi bireysel özgürlükler için tehlikedir.” Düşünce yapılarında ve kafalarının ardında hep, daima artan kârları dururken, sosyal fayda ve toplum yararından uzaklaşma vardır. Devleti küçültmekten (dışlamak) amaç ise, kendilerinin kârları katlanırken karşılarında örgütlü güç görmek istememelerindendir.

Kâr tutkusu, fikirlerinde değişimlere sebep olmuş, sahip oldukları tatmin etmemiş olacak ki, ‘küreselleşme’ ayaklarıyla dünyanın tamamına talip olmuşlardır. Küreselleşme dedikleri ise, sahibi oldukları bir-kaç şirketin dünyayı yönetmesi fikrinden başka bir şey değildir.

Hayek efendinin bir tutkulusu daha var tanıdığınız. George Soros.

Dr. Hayreddin Ertekin’in 2005 yılında yazdığı George Soros’un konu alındığı teferruatlı makalesinden okuyalım: “Soros’a göre ulusal devletler zararlıdır ve savaşların kaynağıdır. Öyleyse ulus devletler yıkılmalıdır. Soros’un tarihsel örneği de yabana atılacak türden değildir. Şöyle der: ’19. Yüzyılda, dünyada, global bir Britanya İmparatorluğu ve bir düzen vardı’. Öyleyse, Britanya İmparatorluğunun, çağdaş bir türü olarak, yeni bir dünya imparatorluğu küresel devlet kurulmalı, düzen sağlanmalıdır. Ulusal kimlikli ne denli devlet varsa, para imparatorluğunun kölesi olacak; çok etnikli, mozaik içinde mozaik düzenine dönüşecek.”

Görüldüğü gibi, liberallikten, neo-liberalliğe oradan da küreselciliğe geçiş yapan düşünce sisteminde ne insanı, ne bireyi, ne toplumu görebilirsiniz. Devlet gücünü paydaşlarına kullandıran ve onların kârlarına kâr katmak amacı taşıyan vahşi bir sistem.

George Soros’un yukarıdaki cümleleri acaba Türkiye’de uygulanan sistemle benzeşmekte midir? Diye sormadan edilmiyor.

Atilla Yayla Hoca’ya sormak isterdim; düşüncenin ahlakı, sistemlere yansımalı mıdır, ya da düşüncede örgülenen ahlaksızlık olduğu gibi sistemlere geçirilmeli midir?

Sistem, ahlaksız uygulamalara dur demeyecek midir?

Kârını artırmak isteyenle, toplumu korumak isteyenin ve ona göre kanunlar yapan sistem arasındaki dur noktası nasıl tespit edilecektir?

Sosyal devlet olmanın, bölüşümü hakkı ile yapmaya çalışan kurallar taşımanın, bireyi ve toplumu birbirleriyle ilişkilerinde, ahlaki kurallarla dengelemek isteyen bir sistemin nesine karşısınız? Liberalizm ya da şimdiki adıyla küreselcilik nesine karşıdır?

Belki şu da sorulabilir: başıboş dolaşan, hastalıklı kuduz köpekler, yerel yönetimler tarafından toplanıp, tedavileri yapılmalı mıdır? Yoksa mikroplarını olduğu gibi topluma yaymaya devam mı etmelidir?

Aslında, faşist suçlamalarına maruz kalanların tamamının fikri altı yapılarının temelinde liberal eğitim sistemlerinin payı ve dahli vardır. Bir liberal çıkıp bugün “Ne tuhaf bir dünya! Sosyalistlerin günahı bile faşizmin boynuna!” diyebiliyorsa, biraz da suçu kendinde aramalıdır diye düşünüyorum. Çünkü en az 1929’dan beri, Batı denen gücün motoru kendileri olmuştur.

Bizim açımızdan:

Liberalizm, Sosyalizm, Faşizm üçüz kardeşler.

Birlikte, ortaklaşa vardıkları durak küreselleşme değil mi?


28 Ekim 2013 Pazartesi

Geçmişten Kalan


İmama uyarak namaza başlanılmasına rağmen, nedendir diye düşünürüm; “Besmele” çekmek imama bağlı değildir? Her imama uyan kişi, “Besmele”yi kendisi çekmek (söylemek, konuşmak, bildirmek) zorundadır. Bir sorudur, sorulmuştur ve anlaşılması ve de cevaplanılabilmesi için üzerinde düşünülmeye devam edilmektedir. Sanırım, hayatın önemli bir gizemidir. Başkasının, imam bile olsa, senin adına ‘besmele’ okuması mümkün değildir. Öyleyse neden? Neden ‘Rahman ve Rahim’ olanı bizatihi okumalıyız?

Of, of… Yol uzun…

Allah’ın sonsuz kelimelerinden bir Kelamının ilk ayeti de  “Oku, yaratan Rabinin ismi ile” değil miydi? Rabb’in ismi “Rahman ve Rahim” değil miydi?

Öyleyse, kâinatın yaratılışının ilk cümlesi “Rahman – Rahiym” isimlerinin sırrına vardırır bizi. Öz’e, kendisine vardırır. Belki de kâinatın sırrının çözümü ‘Besmele’de geçen Rahman ve Rahim isimlerindedir, Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla kim bilir? Kim bilir, belki de İsm-i Azam İnsan’da gizlenmiştir? Kim bilir, ‘Besmele’ belki de İnsan’dır?..

Eylül ayı sonuna doğru, suyu iyice azalmış, kurumaya yüz tutmuş dere, şırıltısını kesmemeye inat ediyor ve şirinliğini, güzelliğini yaymaya göstermeye devam ediyor, kuşların, kuzuların susuzluklarını gidermesi için elinden gelen çabayı gösteriyordu. Dere kenarında yürürken ayağa takılan kaya parçacıkları sendeleterek, önüne dikkatlice bakmayı adeta durmaksızın ikaz ediyordu. Etraf kurumaya yüz tutmuş yaprak kokuları ve nemli toprağın çürümüş çayır-çimen rayihası ile doluydu. Yürüdükçe ve konuştukça ve de hatta sustukça yeni açılımlar, yeni yepyeni ince fikirler zihne uçuşuyordu. Çözülemeyen bilmece insan, belki de çözülmeye yakındı…

Geçmişten geleceğe bir fakir sohbetiydi bizimkisi. Ne geçmiş vardı hayatımızda, ne de gelecek oysa. Biz An’ı yaşamaya azimli, fakat beceremeyen zavallılardık. Çünkü An denilen zaman ölçeri henüz fark edememiştik. Oysa basit bir zaman dilimi değil miydi an, şimdi, soluk aldığımız, soluk verdiğimiz. Evet, anlayana basitti, anlayamayana benim gibi anlaşılmaz büyük bir fizik problemi.

Yaşayan insan. Aslında yaşanan da insan. Var olan insan. Göçen de insan. Çözümün ana noktası da burada olmalı. Rahman olan, varlığıyla üfürdüğü ve varlık âlemine düşürdüğü İnsan suretindekini, Rahim olan kuşatıcılığı ve koruyuculuğu ile varlık âleminde, anneliğin gereği sarıp sarmalayıp geliştirir, büyütür, korur. Sonra? Sonrası bir bilinmez, bulunamaz bilmecedir. Yol, insanlığa doğru yürüyen insan. Çözülmez bu bilmece.

Aslında, bilmecelerin çözünür olması lazım. Çözülemiyorsa buna bilmece değil, çözülemeyen denir. Öyleyse bir cevabı mutlak vardır.

Ana rahmi, gelişim, dünyaya varış, yaşayış, tedrisat ve göç. Hikâye bu değil mi, insanın geliş, yaşayış ve gidiş hikâyesi?

Hikâye bu. Ancak; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” sorusu dünyada soruluyor. Bu soruya cevap ancak dünyada verilmeli. Soruya cevap, sorulduğu anda verilirse bir anlamı vardır. “Evet” diyebilenler değil, “Evet” tamamından zuhur etmiştir. İş ki, dünyadayken “Evet” in anlamını bizatihi yaşamak ve ‘İnsan’ olmanın erdemine ulaşmak. Yani “Rahman ve Rahim” olanın.

Solmuş, yaprakları düşmek üzere olan bir papatya çiçeği gördük. Oda toprağa karışıp deverenanı tamamlayacak. Tohumlarını bırakıp verimli toprağa, yeni seneye canını ortaya koyacak. Haşmetiyle, güzelliğiyle. İlkbahara doğru canlanacak, baş verecek. İnsan hayatının her ilkbaharı gibi.

Bazen, bahar olduğunu sanıp, lüzumsuzca başını çıkartanlar olur, ölümü pek yakındır onların. Zanlarını gerçekmiş gibi ileri sürüp hayatlarını dalavere ile geçirenler gibi. Olabilir, olağandır. Olabilir. Hayat içinde birbirine zıtlar, biri diğerinin gölgesi binlerce, sayılamayan hayatlar nasıl yaşanıyorsa her ilkbahar yaşayan, her ilkbaharı yaşayan bir diğerinin hayatına da, yaşam biçimine de asla karışmayıp, hayatın sadece kendisine ait olduğunu bilerek, lüzumsuzluğa bulaşmadan O ve kendisi olarak hizmetini tamam edecektir. O ve kendisi. Aslında bu tanım eksik veya yanlış oldu. O ise, ne kaldı geriye. İnsan burada başlıyor. Rahman ve Rahim birleşerek ve O olarak İnsan’ı ortaya sürüyor. Ardında binlerce bilinmez bilmeceleri ilave ederek.

Gel de çöz bakalım!

Halis niyetle, bilerek, isteyerek, anlayarak, kavrayarak ve yaşayarak…

Bismillahirrahmanirrahiym…


27 Ekim 2013 Pazar

Kandil, Tehdit, Çin, Füze!..


Kandil’den gelen; “iç savaş çıkar” tehdidinin Face sayfalarından bir arkadaş tarafından yayınlanması üzerine, onlarca arkadaşın küfürle karışık yorumlarına karşılık şöyle söylemiştik:

“Okyanus ötesi bir şeyler yaptırmak istiyor, bir-kaç güne kadar kokusu çıkar.”

Biliyorsunuz, savunma füzeleri Çin şirketine verilecekti. Günlerce tartıştılar. Güya anlaşma-sözleşme de tamamdı. Yok, NATO’ya uygun değilmiş, yok ABD razı değilmiş… gibi tafralar ekranlarda dinlenildi.

Dış İşleri Bakanı A. Davutoğlu, umman ve Kuveyt’e yaptığı ziyaret sonrasında uçakta gazetecilerin sorularını cevaplarken, Savunma Füzeleri hakkında bakın neler söylemiş:

“Bitmiş bir anlaşma yok. ABD’li ve Avrupalı şirketler daha iyi şartlar sağlasınlar, onlarla da görüşmeye devam ederiz. Hedefe ulaşmaya bakarız.” (Star, 26 Ekim)

Tehditle, şantajla, sopa göstererek, askeri tatbikat yaparak devletleri istedikleri yönde yönetebiliyorlar.

Bizim tahminimiz doğru çıktı.

Kandil’in tehdidinin altında Savunma Füzeleri varmış.

Ne kadar “bağımsızlığımızdan taviz vermeyiz” deseler de!..



26 Ekim 2013 Cumartesi

Paket Üzerine Bir iki Laf Edelim


İktidar oldukları günden beri düşmanlıklarını gösterdikleri tek kavram vardır: Türk.

Seküler bir eğitilmişliğin, pagan kabullerin sonucudur bu, diye düşünüyorum.

Nasıl olur bu? Konuşmaya başladıklarında, yazı yazdıklarında İslam diyenler, Allah diyenler, Peygamber diyenler nasıl olur da ‘pagan’laşmışlardır?

Sözleriyle, eylemleri arasındaki farklar bize bunları düşündürtüyor. Gerçekten eğitilmeleri seküler midir? İnançları pagan mıdır?

Bir eğitim sistemi içinde ‘Türk’ düşmanlığı varsa öyledir. Bakmayın diskurlarında “Yaratılmışı severiz, Yaratandan ötürü” dediklerine, ne söylediklerinin farkında bile değiller. Güya (sözde) dini eğitim alıyorlarken Türk düşmanlığı niçin ve nasıl sıkıştırılır eğitimlerinin bir köşesine? Sistemi planlayan Türk düşmanlarıysa olur. Hem de bal gibi olur.

Haçlı Seferlerinin amaçlarından biri de, salt toprak kazanmak değil, kazanılan toprakların üzerinde yaşayan halkların da Hıristiyanlaştırılmasıdır. “1088 yılında Papa seçilen II.Urbanus; “Topraklar kadar halkların da Hıristiyanlaştırılmasını hedef olarak göstermişti. Böyle bir niyeti olduğunu, Papalığı devraldığı ilk yılda ilan etmişti. Müslümanlardan geri alınan Toledo (1085) halkından Müslüman olanları Hıristiyanlaştırma çabasına girişilmesini Bernard of Sahagun’dan istemişti. Aslında II. Ursanus’u Haçlı Seferleri’ne çağrıda bulunduğunda, Türklerin Hıristiyanlaştırılmasındaki başarısızlıktan bahsedilmektedir.” (Doç. Dr. Şaban Ali Düzgün, İki Dünyanın Karşılaşması Sh.670) Böylece Türklerin Hıristiyanlaştırılmalarının mümkün olmadığı tarihi bir gerçeklik olarak, Haçlı Seferleri düzenleyicilerinin hafızalarında kayıtlıdır. Savaşlarla başarılamayan bu yolun yerine yeni planlar yapılıp, yeni yollar bulunmalıdır. O halde yapılması gereken nedir? İşte 900 sene sonra buldukları, sanki bin yıl öncesinin intikamının alınması gibi…

Siyasi dincilerin fikri eğitim alt yapılarını kazıyın, altından İngiliz aklı çıkar.

Afganistan’da doğan, geliştirilen ve daha sonra tüm İslam ülkelerinin başının belası olan Taliban – El-Kaide, Mısır’da geliştirilen ve tüm Arap ülkelerinin baş belası İhvan-ı Müslimin, İran’da Şii radikalizminin taban bulup gelişmesi ve güçlenmelerinin ardında hep İngiliz aklını aramalıyız.

Bakmayın, İngiliz misyonunun ABD’ye geçmesinin ardından, İran ile ABD (veya Batı) sözde düşmanlığına. Bakmayın, İsrail yetkililerinin verdikleri nutuklardaki İran düşmanlığına. Bu, göstermelik düşmanlıktır onları besleyip geliştiren. Bugün için ABD ve İran dostluğu ap-açık ortaya çıkmıştır ki, ABD’nin ekonomik krizden çıkışının teminatı adeta İran olmaktadır (bu aşamada, Körfez’den, İran üzerinden ABD Savaş gemileriyle, taşınması çok muhtemel altınlar henüz gündeme gelmedi).

Tüm bu ince ve derin çalışmaların altında, Türk düşmanlığını aramalıyız. Soru şudur; Niçin Türk düşmanlığı? Ve bu düşmanlığı gösterirken, ilerletirken kullandıkları, insanların beyinlerini körelttikleri tema nedir?

Yanlış ve eksik anlatılan, işlerine geldiği gibi anlatılan, istedikleri gibi anlatılan İslam!.

Anlatılan bu İslam’da: sakallı erkekler, başı bağlı kadınlar, kanatlı uçuşan melekler, boynuzlu şeytanlar, yetmiş bin hurinin verildiği cennetler, zebaniler, kızgın alevlerle yanan cehennemler var… ama İslam yok. Namaz kılmanın daima söylenildiği, oruç tutmanın devamlı anlatıldığı bir eğitim sistemi ve fakat ne namazın ne de orucun hakikatinden söz eden yok. Teslimiyet yok. Allah (C.C.) yok. Muhammed (sav) yok. Korkunun zirve yaptığı bir insan hayatı var, sevgiye yer yok. Bu hayatta Leyla yok, Mecnun yok… İnsan yok. Bozulmuş ve adına Yahudilik denen güya Musa inancı, bozulmuş ve adına Hıristiyanlık denen güya İsa inancı var ve fakat İslamiyet yok, Muhammed (sav) yok. Sözde var, esasta yok. Hikâyeler var, hikâyenin özü yok. Et ve kemikten mürekkep insan suretindeki birileri var ve fakat İnsan yok. Düşünme yasak, sorgu sıkıntılı, matematik kapalı, fen bilimleri lüzumsuz.. Ufku sınırlı bir bakış eğitimi.

Ve bu eğitimden çıkan: Türk düşmanlığı.

Nasıl güzel planlayıp uygulamışlar. Dikkat buyurunuz, sistem içinde asla Türk düşmanlığı konuşulmaz, çaktırmadan verilir, asla Türk hakimiyeti anlatılmaz, asla Rasulullah ve arslanları bildirilmez.. Varsa da, yoksa da hayallerinde büyüttükleri İslam büyükleri!.. bu büyüklerin arasında Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve imamların devamı asla yoktur, Ehl-i Beyt’ten asla bahis yoktur, Hacı Bektaş Veli Hazretleri yoktur ve fakat Muaviye Hazretidir, Yezit Hazretidir. Böyle bölüp parçalıyorlar işte.

Bu seküler, bu pagan, bu Türk düşmanlığı aşılayan eğitim sistemi içinde eğitilip, bükülmüşler iktidarında ise;

‘Andımız’ın kaldırılması kararının verilmesi dakikalık iştir.

Paketin öteki maddeleri ‘üfürükten teyyare’ hükmündedir.

Öz’de Türk düşmanlığı olunca…



25 Ekim 2013 Cuma

23 Ekim 2013 Çarşamba

Fundamentalizm, Müslüman(lar) ve Türkiye

Fundamentals (radikal) fikirler neden çabucak kabul görür?

Soru ilginç geldi bana.

İnsan aklındaki süzgeç kişiyi bloke eder, ne düşünebilir ne de bir fikir ileri sürebilir, bu durumdaki kişi, gözü kapalı atlayıveren yürekliler gibi değildir. Süzgüsü körleşir, kabulleri ön plana çıkar. Görüş olarak, fikir olarak değil de, kendi görüşlerine, kendi kabullerine daha yakın gördüğü için üzerinde düşünmeden, eleştiriye girişmeden, hiçbir fikir münakaşasına girmeden kabul ediverir. Olanla yetinmek, olanın üzerine yeni bir düşünce koyma, binayı yükseltme çabalarına girme zahmetine katlanmaktansa mevcudu koruyup, ne olduğu bile bilinmeyen mevcudun yıpratılmaması için gereken özenin gösterilmesinin kâfi görülmesidir. Mevcut olduğu sanılan değerler, çevrenin kıymet verdiği insanların söylemlerinin içine sıkıştırılmıştır. Onlar söylüyorlarsa kendi değerleridir. Kabul budur. Dolayısıyla, bir-kaç kendini bilmezin söyleyebilecekleri bir-kaç cümle ile kışkırtılmaya hazır bir yığındır söz konusu olan. Kendi düşüncesi olmayan, kendilerine ait fikirleri olmayan bir yığın. Maalesef çoğunluktur ve dünyanın her tarafında bu durum böyledir. Çoğunluk, provake edilmesi kolay, kışkırtılması mümkün, istenildiği gibi yoğrulması muhtemel olan kalabalıktır. Oy deposudur. İstismar edildikçe yardımlarını akıtan, vergileri ve zekâtları kolaylıkla toplanabilineceklerdendirler. Bu itibarla özellikle siyasiler tarafından onların fikirlerine (yok ya)  ters hiçbir şey söylenilmez. Onların hoşlarına gidecek şekilde hazırlıklar yapılır, konuşmalar, tavırlar, yapılması gerekenler hep onların gözlerini boyamak üzere hazırlanır.

Aslında anlatılanlar bir orta direk tasviridir. Toplumun belini oluşturur. Daima çoğunlukturlar. Siyaset de onların algılarına, kabullerine göre şekillendirilir. Kafaları karıştırılır evvela. Üzerinde hiç düşünmeyecekleri kelime ve kavramlar uydurulur. Fudamentalizm, kökten dincilik, radikal İslam, ılımlı İslam, siyasal İslam gibi kavramları sık kullanırlar. Bu kavramlar savaşın önemli silahlarındandır. İdeolojilerin sonunun geldiğinin anlatılması için din ve dini kelime ve kavramları onun yerine koyup, insan beyinlerinin dumura uğratılması gerekmektedir. İslam ülkelerindeki halkın (Müslümanların) kendi ülkelerindeki insanlar gibi olduğunu düşünmektedirler. Aynısını İslam milletleri içinde de uygulamak istediler (uyguluyorlar da). Bütün meseleleri, İslam ülkelerinin kendi isteklerine uygun davranışlar sergilemesidir.

El-Kaide ve Taliban örgütlerini kurup, besleyip, eğitip istedikleri radikal davranışları yapmalarını sağlarlar. İnsanların, bunların yaptıklarını görerek, korkmalarını sağlarlar. Daha sonra insanları bu katillerle korkuturlar. Afganistan, Irak, Somali, Yemen, Suriye örneklerinde olduğu gibi. Kesilen kafalar, taranan kahveler, bombalanan elçilikler hep onların eseridir. Göstermek istedikleri İslam’ın kötü olduğudur. Kime gösteriyorlar? Müslümanlara!..

Katili yarat, besle, büyüt, eğit… toplumun içine sal, katilliklerine devam ettir ve “siz busunuz” de.. amma iyi ya!..

Bütün mesele geniş halk kesimlerinin körleştirilmesini sağlamak üzere planlanmıştır.

Bir düşman yaratmak ve tüm dünyayı bu düşman ile meşgul etmek, dünya hâkimiyeti amacına gidecek önemli bir savaş aracıdır. Önerdikleri, ‘demokrasi’. Karşılığında gösterdikleri Taliban ve veya El-Kaide! Dolayısıyla milletin demokrasiyi seçeceği kesindir. Halbuki, Irak’a, Afganistan’a getirdikleri demokrasiyi görüp anlamak isteyen olmadıktan sonra!.. Şimdi sırada Suriye, Mısır var. Kuyruğa takılmış Türkiye’yi de isterseniz sayabilirsiniz. Soğuk savaş sonrası ve yenidünya düzeni uygulamaları…

Kendisini dünya gücü sanan devletin, yeni bir ‘haçlı savaşları’ başlatmasının yolu amacı için, karşısına radikal, fundamentalist, gerici, katiller sürüsünden müteşekkil bir resim koyması gerekiyordu, Müslümanı anlatan bir resim. Bunu başardılar. Zamanımız haçlı seferinde savunulacak zemin dünyanın tamamı olarak ortaya konmuştur ve şöyle demişlerdi “ya bizimlesiniz ya da karşımız da”. Tüm dünyayı kendilerinin olduğunu zannediyorlar. Bu durumda, kendilerinden başkasına hayat hakkı yok!. Ve gerçekten böyle düşünüyorlar. Kendileri efendi, diğerleri köle. Yeni Haçlı Savaşları, 11 Eylül 2001 Uçak saldırıları sonunda gündeme getirildi. Bu saldırıların, ‘Haçlı Saldırıları’nı devreye sokabilmek için kendileri tarafından yapıldığını tartışanlar da olmuştu. Hiç itirazımız yok, yapabilirler. Yapmışlardır da. Nitekim 11 Eylül saldırıları sonrasında Afganistan’a yapılacak ABD saldırısına bütün dünya kapalı gözle destek verdiğini unutmayalım. Afganistan kuşatması sonrasında da büyük gücün, Afganistan’ın yer altı zenginliklerini ele geçirdiğini ve dünya uyuşturucu piyasasına en fazla malı verdiğini de unutmayalım!..

‘Fundamentalizm’ benim doğrum demektir. Ben doğruyum demektir. Kendisinden başka doğrunun olabileceğini düşünememektir, düşünmemektir, kabul etmemektir.

Propagandanın gücünü elinde bulunduran güç, öyle çalışmalar ortaya koyuyor ki, eksiği, yanlışı, tamammış gibi, doğruymuş gibi, asılmış gibi, en doğrusuymuş gibi anlatarak, anlattırarak toplumun beynini istediği yönde eğitiyor, istediği gibi düzenliyor. Öyle güçlü propaganda ortamına sahipler ki, savunmasız bireylerin teslim olmaktan başka çareleri yok. Onların istekleri kendi istekleriymiş gibi, onların destekledikleri kendi destekledikleriymiş gibi maalesef işlem görüyor. Çünkü biliyorlar ki, orta direk, geniş halk yığınları ‘yığın’ gibi hareket ediyor, kalabalıklar gibi işlem yaptırılabiliyor. Onların önüne çıkartılan ‘lider’ görünümlü ‘kösemen’in her hareketi yığınlar tarafından olduğu gibi taklit ediliyor. Sabah, öğlen, akşam ve daima dini kelime ve kavramlarla, sakallı kişileri ekranlara çıkartarak onlara ahireti anlattırıyorlar, cenneti, cehennemi anlattırıyorlar, kurtuluşu anlattırıp ve arkasından oy verdikleri kişiler tarafından, mesela ‘Erdoğan’a dokunmak ibadettir’gibi bir safsatayı söylettiriyorlar. Böylece, eksik, yanlış ve radikal fikirler müsait geniş yığınlar içinde yeşerip boy veriyor. Öyle bir duruma geliyorlar ki, o fikirlerin kendi fikirleri olduğu intibaı toplum içinde gelişiyor. Bu durum oluştuktan sonra, yapamayacakları hiçbir iş ve işlem yoktur artık. Onların söyledikleri neredeyse ‘ayet’, ‘hadis’ hükmünde tesir eder çoğunluk halk kesimlerine. Nitekim ‘o yapıyorsa bir hikmeti vardır’ cümlesi ve inancı, söylediğimizin ispatıdır.

‘Laiklik’lik hakkındaki dayatmaları, ‘kadın’ giyim kuşamıyla ilgili görüşleri, ‘Okul’lardaki seçmeli derslerin terkibi, ‘devlet’ memurlarının nasıl giyinmesi gerektiği, ‘ailelerin’ kaç çocuk yapması hakkındaki fikirleri, memleketteki ‘yolların’‘demiryollarının’ durumu hakkındaki yorumları, ‘hava taşımacılığı’ konusundaki icraatları, ‘barajlar’ , ‘fabrikalar’, üniversiteler konusundaki uygulamaları tamamen radikal görüşlerin bir nevi icraatı şeklindedir. Ve bunları öylesine allayıp pullayıp reklamize ederler ki, milletin aklı fikri karışır ve onların yaptıklarının doğru olduğunu düşünürler, öyle algılarlar. Millet öyle bir duruma gelir ki, aleyhinde bir cümle bile duymaya tahammül edemez. Bu hal, tam da ‘yüce güc’ün istediği bir durumdur.

Ki, o güç, kendilerine dünyada kimselerin ulaşamadığı ödülleri, madalyaları peşinen ikram bile etmiştir.

Düşünmemekte inat edenlere belki ders olur ümidiyle…

21 Ekim 2013 Pazartesi

“ Ben Size Ölmeyi Emrediyorum ”


Her kelimeyi derinlemesine, dibine kadar kazımadan gerçek anlamına ulaşmak mümkün değildir. Vecizenin her kelimesini teşrih masasına yatırıp, her bir kelime üzerinde derin düşüncelere girmeliyiz ki, cümlenin doğru anlamına ulaşalım. Yeni bir tercüme değil, kendi dilini yeniden öğrenme çabasıdır bu.

“Men arefe nefse hu, fakat arefe Rabbe hu” Kısaca; (Nefsini bilen Rabb’ini bilir). Bilmek kelimesi, ‘ölümü’ anlatır. Yazık ki, ölmeyen bilemez. Niye mi yazık dedik? Cehaletimizden, cehaletimizdir söyleten ‘yazık’ kelimesini.

‘Ölmek’, bütün zamanların çözülemeyen problemlerindendir. Bir sultan çıkıp, açıkça, Türkçe, hem de ölüme gönderdiği erlerine emrediyor ölmeyi. Daha ne olsun, daha nasıl anlatsın?

Cemil Meriç’in şu cümlesi günlerce düşündürtmüştür beni, peki düşündüm de çözebildim mi? Rahatlıkla hayır diyebilirim:

“Kelime korkusu cemiyetimizin en büyük hastalıklarından biridir”.

Cemiyetimizin hastalığını öğrendikten sonra da şunu ilave eder Meriç:

“Düşünmeye başlamak kelimeler üzerinde düşünmekle başlar.”

İşte hastalığın sebebi, madem düşünmek ‘kelime’ ile başlar, o halde düşmanızdır kelimelere. Ne düşünmeyi, ne de düşüneni severiz hamdolsun.

Bilmek için, önceki bilinenleri öldürmektir istenen. Bildiklerin yanlış, eksik. İşte problem burada. Yanlış ile eksik ile nereye varılır? O halde unut gitsin. Yeni âlemlere kanat açmak, eski âlemi bırakmak onu unutmakla mümkün olacaktır. Ölmekle yani.

Cephelerde büyük mesajların verildiği durumlar çok olmuştur. O an için yapılması gereken, askerin vazifesidir. Asker gerektiğinde ölebilmek için vardır. “Ölmeyi emreden” komutan, yaptığının farkındadır. Peki, o emir, orada bitmiş midir? Tabi ki hayır. Emir zamanımıza kadar görevini ifa etmiş ve insan var oldukça da ifa edecektir. Dünyadan geçene, sonsuzluk âlemleri açılır. Dünyadan geçene, ‘şehit’ derler. Ne mutludur!...

Kurtuluş Savaşı’nın sonunda büyük komutan şöyle söylemedi mi?

“Şimdi büyük savaşa gidiyoruz”!..

Ya, bu nedir? Hani bitmişti savaş? Hayatın devamı, ancak büyük savaşın kazanılmasıyla mümkündür de ondan söylenilmiştir. Büyük savaş nedir?

Bütün Ulular’ın söylediği kelam aynıdır. Yine başa dönersek, kim ki, nefsini bildi, Rabb’ini bildi.

Bütün sözlerin, kelamların ulaştığı nokta buraya varır.

Bu itibarla, büyük adamların sözlerini sırf kelimenin kuru anlamıyla anlarsak, kendimize ve geçirdiğimiz zamana yazık ederiz.

Ne yazık!...


17 Ekim 2013 Perşembe

Sağlıklı Millet!..


Bir milletin vücuda getirilmesi çok iştir.

Bireylerin millet olmaya doğru yürümesiyle başlar. Bireyler. Kadın ve erkek. Aile. Akraba, konu-komşu, köy, mahalle, kasaba, şehir, devlet…

Yürüyüş, arşa doğrudur. Güzelliğe doğru. Mükemmele doğru.

Başlangıç; anne ve baba.

Sır, burada gizli.

Sır.

Rahman ve Rahim olan Allah’ın ismi ile başlayıp, yukarıya doğru yol almaktır.

Sarhoşluk, bir-kaç yudum alkol alarak kendinden geçenin ismidir anlayışımızda. Sarhoşluk, Leyla’ya vurulan Mecnun’un halidir bildiğimiz. Doğrusu yanlışta değil.

Ama hayır diyorum, hayır. Sarhoş, Âlemlerin Rabb’inden uzak olana deriz, Allah’tan uzak olana. Gerçek sarhoş budur. Gerçekte namaza yaklaşmaması istenen, Allah’tan uzak olandır.

Ki, vah o ana-babadan gelen çocuğa ve vah onların çoğunluğundaki millete.

Öyleyse, uyanış başladı.

Buyurun.

Allah ile,

Allah ismi ile işimize başlamaya.

Hû…



16 Ekim 2013 Çarşamba

Körleştirilmiş Kamuoyu


Artık ‘izm’le biten kavramlar konuşulmaz, yazılmaz, çizilmez oldu. Böyleyse, Cemil Meriç’in “izmler giydirilmiş deli gömleği” sözü günümüzde havada mı kaldı, geçersiz mi oldu? Hayır, bin defa hayır. ‘İzm’leri ikame edici, yıkıcı, teslim alıcı, göz karartıcı onlarca kavram bulunup, hayatımızı deli gibi yaşamamızı sağladılar, deliliği başkalarına izafe ederek. Deli olanla, gerçek delinin anlamını unutturarak.

“Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra ortaya atılan en önemli tez, Fukuyama’nın seslendirdiği ‘tarihin, yani ideolojilerin sonu geldi, artık, liberalizm her yerde ve her şeye egemen’ anlayışı idi.

Fukuyama, bu bence yanlış ama çok önemli kitabında insanlararası farklılıların artık başka alanlarda aranacağını belirtiyordu.

Şimdi bir başka Amerikalı Siyaset Bilimci, Samuel P. Huntington, Fukuyama’nın bıraktığı yerden alıyor ve 21. Yüzyılın din ağırlıklı bir uygarlıklar çatışması ile belirleneceğini söylüyor.” (Emre Kongar, http://www.kongar.org/makaleler/mak_ye.php)

Önce birileri senaryo yazıyor, senaryonun nasıl sahneye konacağının planları, çizimleri yapılıp, lazım olan oyuncular, öteden beri işaretlenip (kuluçkada) yetiştirilenler arasından tespit ediliyor ve düğmeye basılıyor. Gösterinin oynanabilmesi için uygun sahnenin bulunup, perdenin açılması çocuk oyuncağı.

Putlaştırma ilkel insanın tercihidir, modernin değil. Modern tanımlamasını yapıyorsak, bugüne kadarki biriken ilim ve düşünce toplamlarının yoğurduğu bir insandan bahsedilmeli, ilkelleştikçe putlaştıranların modern tanımına sokulmaması lazım gelir. İlkellik, hayatın başladığı güne tekabül eder. Milyarlarca yıllık, sayısız filozofun söylediklerinin ve 224000 peygamberin getirdiklerinin, tebliğ ettiklerinin üstüne hala ilkellik teraneleri yapılması ve putlaştırmalar varsa ki, var, demek ki, hala ilkel insanın yaşadığına hükmetmemizi sağlayacaktır. Her an da, hem ilkellik, hem de ilerilik (modern diyoruz biz) aynı anda yaşanmaktadır.

Modern dediğimiz insan, daha çabuk putlaştırdığı zamanlar yok mudur? Vardır. Ve bu durum, modern insanın içine yuvarlandığı, hastalıklı ruh yapısından kurtulamadığı bir durumun tespitidir. Problemini çözemeyince, engelleri aşamayınca kendince ulaştığı çözümün ifşasında putlaştırma izlerini görürüz. İster dindar dediğimiz, ister dini dar dediğimiz tipler olsun fark etmez. Putlaştıran ille de dinden uzak yaşayanlar içinden çıkmaz, inancını, ibadetini, ilmini, iyiliklerini, yardımlarını putlaştıranları görüyor ve tespit ediyoruz. Putlaştırıldığı anda ilkellik baş göstermiştir. Başa dönüş. Hayatın ilk günlerine.

Ne zor bir durumdur. Kovulanlar, cezalandırılanlar, cehenneme gönderilenler, cehennemini yaşayanlar, itirazla kendine paye çıkartanlar, olmayanı varmış gibi dayatanlar… Kimdir bunlar?

ki, söz açıldığında din ve dini konular hakkında kimseye pabuç bırakmayanlar, küçümseyerek muhatabına gülenler…

21. yüzyılın din ağırlıklı medeniyetler çatışması olacağı senaryosu yazılalı beri, bizim siyasi İslamcılarımız da bu yönde ağırlıklı çalışmalar yapmışlar, sanki emir almışlar gibi, tüm yorumları, çözümleri, tespitleri din ve dini (zannettikleri) kavramlar üzerinden olagelmiştir. Tabi böyle olursa geniş kesimler tarafından çok kolayca kabul göreceği de bir gerçektir (doğrusu işlerini iyi biliyorlar). Şimdi bu zavallılardan birisinin birkaç cümlesini aktaralım:

“Kürt etnik kimliğinin paganlaşmasını sağlayan, kışkırtan, meşrulaştıran şey, tam da pagan/laştırılan Türk kimliğidir, Türkiye’nin, Türk kimliğinin Türk etnisitesi üzerinden tanımlanması, dolayısıyla paganlaştırılmasıdır. Bir imparatorluk bakiyesi, 30’a yakın etnik kimliğin sıkıştırıldığı bir ülkede seküler ulus kimliği üzerinden bir toplumun bir arada yaşatabileceğini düşünmek, tam bir entelektüel körleşme örneği ve dolayısıyla cinayettir.” (*)

Paganlaştırmayı putlaştırma olarak okumalısınız. Bu cümlelerde neyi nasıl düzelteceğiz, İslamcı kafa işte. Aklını zihnini çocukluk yaşlarından itibaren iğdiş etmişler, o kısır fikirler üzerinde dolanıp duruyor.

Tarihinin hiçbir anında ne ismini ne de sahip olduğu özellikleri asla ve kat’a putlaştırmamıştır Türk. Şimdi ona düşmanlık gösterenler çamur atıp izini görmeye çalışıyorlar o kadar. Sadece bu da değil, efendilerinin gösterdiği izden giderek uydurulmuş ‘yeni dünya düzeni’ne hizmette bulunuyorlar, belki de farkında olamadan.

 “Kürt sorunu”nu yaratan Türk kimliğiymiş!

Ya, şu cümlesine ne dersiniz?: “Bölge halklarının kendi geleceklerini dün olduğu gibi yarın da kendilerinin belirleyebilmeleri için, modernleşme ve sömürgecilik süreçlerinde içine sürüklendikleri siyasi yıkımları, zihni savrulmaları, kültürel çözülmeleri, mezhebi, etnik ve kabilevî paganlaşma biçimlerini aşmalarını mümkün kılacak çok yönlü, herkese, bütün farklılıklara hayat hakkı tanıyan, ittihad-ı islâm fikrini epistomolojik ve ontolojik olarak her alanda hayata geçirmeyi mümkün kılacak, esaslı bir medeniyet fikri etrafında toplanmalarından başka çıkar yol gözükmüyor.” (*)

Dün olduğu gibi diyor, yani dün devletleri var olanlar yeniden devletlerini kursunlar diyor bu garip, bu zavallı fikir, akıl yoksunu. 1000 yıldır birlikte yaşadığımız Kürtlerin siyasi yıkımları mı olmuş, zihni savrulmaları mı olmuş, kültürel çözülmeleri mi olmuş neler söylüyor bu adam? Türkler tarafından bunlar uygulanmış olsaydı, bugün Kürt diye bir varlık mı kalırmış? Ne saçmalıyorlar bunlar? Birde kimsenin anlayamayacağı kelimeleri serpiştiriyorlar ki, iyi bir şey söylediğini sansınlar. Sevsinler senin aydınlığını, entelektüel dayatmalarını.

Ancak Türk’e, Türkiye’ye düşman olanların yazabileceği cümleler bunlar. Kafa İslamcı kafası (Müslüman değil), bir türlü kurtulamadığı putlar zihninde depreşiyor. Aklı kaçıyor, Türk gibi düşünemiyor, Müslüman düşünceleri değil dillendirdikleri. Yıkıcı, parçalayıcı fikirler. İttihad-ı İslam yazdı ya, Müslüman olmaya kâfi zannediyor.

Efendilerine hizmette kusur etmiyorlar. Fukuyama veya Huntington yazsa ancak bu kadar yazabilirdi. İşte, kendisinin eleştirdiği putlaştırmaya örnek, kendi satırları. İlim zannettiği, irfan olarak algıladığı, entelektüel akıl olarak yorumladığı, çözüm olarak ortaya sürdüğü fikirlerin tamamı kendi putlarından ibaret. Kendi paganlığı.

“İslamcı, cemaatçi, tarikatçı, seküler, şu, bu; büyük bir kitle halinde Türk-İslam dünyasının basireti, feraseti bağlanmış, kör edilmiştir. Emperyalist Haçlı-Siyon çeteler tarafından bilimsel, sanatsal, eğitimsel, siyasi, ekonomik; her yol kullanılarak uzun zamandan beri, Tanzimat’tan beri Müslüman ahaliyi körleştirme operasyonu ısrarla devam ettiriliyor.” (**)

Evet, durum budur, okumuşu, cahili, yurt içinde tahsil yapmışı, yurt dışında okullar bitirmişi, durum budur. Körleştirildiniz. Neye baktığınızı bilmiyor, neyi gördüğünüzün farkında değilsiniz. Kullandığınız tanımların bile idrakinde olmadan, nereleri nasıl yıktığınızın bile farkına varmadan sallayıp duruyorsunuz.

Unutmayın:

Her attığınız toprak, kendi evinizin temelini boşaltıyor.

Yukarıda bir hastalıktan bahsettik. C. G. Jung ‘Keşfedilmemiş Benlik’ isimli eserinin, ‘Kendini tanımanın anlamı’ başlıklı bölümünden bir paragraf aktaralım ve Sayın Kaplan’ın ne gibi bir tedaviye ihyacı olduğunu kendisinin tespit etmesini bekleyelim:

“Kendimizi tanıdıkça, yani kendi ruhumuzu keşfettikçe, içgüdülerimizle karşılaşırız ve onların imgelerle dolu dünyası ruhun içinde uyuklamakta olan ve her şey yolunda gittiği sürece bizim nadiren fark ettiğimiz güçlere ışık tutar. Bunlar, müthiş bir etkinliğe sahip potansiyel güçlerdir. Bu güçlerin ve bunlarla bağlantılı imgelerin ve düşüncelerin olumlu ve yapıcı bir alana mı, yoksa felakete mi yöneltileceği tamamen bilinçli aklın hazırlıklı olmasına bağlıdır. Öyle görünüyor ki, çağdaş insanın ruhsal hazırlığının ne kadar nazik ve sallantılı bir konu olduğunu deneyimlere dayanarak bilen tek insan, psikologdur. Çünkü bireyin karanlığın ve tehlikenin içinde doğru yolu tekrar tekrar bulabilmesini sağlayan o faydalı güçleri ve düşünceleri insanın içinde aramak zorunda olduğunu anlayan tek insan psikologdur.”

Artık, sen bilirsin.

NOT: Yazımız tamamlandıktan sonra, değerli kalem Afşar Zeybekoğlu 25 Eylül tarihinde ‘Demokrasi mi Demografikrasi mi” başlıklı muhteşem bir yazıya imza attı. Birlikte okunarak değerlendirilmesi…

(*)  Yusuf Kaplan, 24 Ağustos 2012, Yenişafak)
(**) Prof. Dr. Nurullah Çetin, 1 Eylül 2013, haberiniz.com.tr



11 Ekim 2013 Cuma

Aliya İzzet Begoviç, Mehmet Görmez ve…


Adnan İslamoğulları’nın yazısından öğrendim ben. Aliya İzzetbegoviç söylemiş:

 “Elimde olsa bütün İslâm ülkelerinde ortaokullardan başlamak üzere sorgulayıcı mantık dersi koyardım”.

Son devrin başbuğu sıfatını boşa verilmedi kendilerine. Mekânı cennet olsun.

Doğrusu, bendeniz bu cümleyi gerçekten daha önce okuduğumu hatırlamıyorum, bu sebeple İslamoğulları’na teşekkür ediyorum. Hayati bir mana, geleceğimizi nasıl kuracağımızın bir cümlede özetlendiği muhteşem bir anlatış…

İslamoğulları yazısında, Diyanet işleri Başkanı Mehmet Görmez’in bir toplantıda sorduğu: “Bizi iyiye, doğruya, güzele, hakikate erdirmek için emredildiği, bizlerin de bu amaçla yaptığı, ibadetler neden İslâm dünyasında kanın, gözyaşının akmasına engel olamıyor?” anlamındaki soruyu da alır yazısına. Bendeniz de oradan öğreniyorum. Bu soruyu sormuş Görmez.

Sonra, adan İslamoğulları kaleminin kıvraklığı, edebi incelik ve kültür birikiminin verdiği güçle yazısına devam eder ve “ibadetlerin neden İslam dünyasında kanın, gözyaşının akmasına engel olamadığı” sorusunun ne gibi karşılığının olduğunu arar, cevabını müphem bıraksa da. Bizim konumuz birazcık farklıdır. Aynı yoldan yürümekle birlikte sorularımız farklı olacak. Şöyle ki;

Bir kere Sayın Diyanet İşleri Başkanı’nın sorduğu sorunun hiçbir manası, hiçbir önemi, hiçbir tesiri yoktur. Bu soru olsa olsa, benim gibi bir cahil tarafından kahvehane sohbetlerinde sorulabilir. Anlamsızdır, Prof. Makamında böyle bir soru sorulursa çünkü cevabının da kendisi vermesi istenir. Yani, müsebbibi kendisidir denir. Yıllar yılı, üniversite de, sonra da Diyanet İşleri Başkanlığı’nda görev yapmış son olarak Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı iken Başkanlığa tırmanmış bu kişinin böyle bir soru sorma hakkı bulunmamaktadır. Bilmediği bir soru mudur? Hayır. Tam da bilerek ve isteyerek kendilerinin getirdiği bir durumdur.

İlim adamının sorumluluğu, “ben bilmiyordum” deme hakkını kendisine vermez. Sayın Başkan bilmiyor mu ki, soru cümlesindeki ‘ibadet’ kelimesi, yıllar boyu milletimiz insanlarına anlattıkları ‘İbadet’ değildir. Biliyorlar, gâvur gibi biliyorlar da söylemiyorlar. Tüm davranışları, tüm anlatıları halkı kandırmaya, siyasi olarak kazanç sağlamaya yöneliktir. Onların ağzında İslamiyet, namaz kılmaktan ibaret. Dikkat diyorum kılmak. Ne Namaz’dan haberli millet ne de Salat’tan! Duyurdukları sadece, milletin aklını bir noktaya teksif edip, başka şeyler düşünmesini engellemeye yönelik, bu durum hem Diyanet’in hem de İlahiyat Fakültelerinin içinde bulunduğu yanlışlığı anlatıyor. Ne namazın hakikatine, ne de ibadetin gerçeğine dair hiç mi ama hiçbir şey anlatmıyor, öğretmiyorlar. Varsa da yoksa da insanları kandırmak için yalan yanlış ibadet şekilleri anlatılıyor ve bu konuda ısrar ediliyor. Sanki onların ağzındaki namaz, tek Müslümanlık şartı. Yalan söylememek, tartıya hatayı karıştırmamak, ilim tahsil etmek, küçüğe sevgi, büyüğe saygı, açı doyurmak, yolcuya yardım etmek, hayvanı korumak, çevreyi temizlemek, ağacı çoğaltmak… Bunlar hayattan çıkartılmış, ilmi gelişme unutulmuş, tefekkür küfür seviyesine indirilmiş… İşte diyanetin ve İlahiyatların içindeki durum. Niye İlahiyatları işin içine kattığımı sorarsanız, Diyanet İşleri’nin yetkililerinin İlahiyatçılar olduğunu söylerim.

Aliya İzzetbegoviç “İslam Deklarasyonunu” yazan adam. “Müslüman halkların ve Müslümanların İslamlaşmasına dair program” hazırlayan bir büyük ruh. Son nefesinde “beni şehitlerimin arasına gömün” vasiyetini bırakan ululardan bir ulu Begoviç. Bizim Diyanetimiz ve İlahiyatçılarımızın anlamada zorluk çektiği bir büyük zat. Bizimkilerin ne inançları ne de kabulleri asla ona yaklaşamaz. Zahiri bilgilerini satmakla meşguller. Diyanet İşleri Başkanımız Profesör’de çok benzer bir söz söylemiş, bizi tasdik edercesine. Bir probleme parmak basıyor fakat asla çözüm sunmuyor. Oysa Begoviç ne diyor: “Sorgulayıcı mantık dersi koyardım”.. Bizimkiler mantık, felsefe, sosyoloji derslerini fakültelerden kovarlarken, Begoviç Müslümanların İslamlaşması için kafa yoran adam. Bizimkiler haza Müslüman! Aradaki fark bu kadar.

Büyük olmak için, isminin başında bir takım sıfatların olmasına lüzum yok. Tam aksi o sıfatlardan kurtulunduğu sürece büyüme başlar.


Ötesi kibirdir.

9 Ekim 2013 Çarşamba

Değişim Nasıl Anlaşılmalıdır

Aslında “değişim” kelimesinin yanlış veya eksik çağrışımları da var.

“Değişim” derken biz; zaten değişmiş olana intibaktan bahsediyoruz. Yani gecikilmiş bir aynileşme, gecikilmiş bir ulaşma durumu. Anlamak istemediğimiz ise şudur, biz değişmeye razı olana kadar, yeni bir değişme ihtiyacı hâsıl olmuştur bile.

Politikacının ağzındaki değişimden bahsetmiyoruz. Hakikattir bizim işimiz. Ne kendimizi beğendirmek gibi bir çabamız, ne de anlaşılamamak gibi bir derdimiz vardır. Sözümüz, anlatılarımız sadece ilgilisi, sahibi içindir. Eleştiri ve itirazlar yol gösterici görevini yapar, saygımız vardır, dikkate alırız, gerekli yerleri düzeltir, değiştiririz.

Son 12 yılın putlaştırılmış sloganı değişim. Bir taraf ille de ‘değişim’ derken, diğer taraf ‘değişme’meyi maharet sayarak hayatına devam ediyor. Yalnız bir yanlışlık var gibi. İlle de ‘değişim’ diyenler, iktidarlarını sürdürmenin bir yolu olarak görüyorlar değişimi. Gerçekte, değişim dedikleri, 1923 öncesine dönmekten ibaret, Cumhuriyetin kazandırdıklarını, tepetaklak etmek. Onların hali beni ilgilendirmiyor. Söylenilen kelimeye, verilen mesaja dikkat ediyorum ben, putlaştırmadan, hakikatine idrakle.

Okuduğum bir yazının son cümleleri şöyleydi: “Hayatımıza birden bire giren, değişim ve yenilenme telkin eden seslere kulak kesilebiliyor muyuz?... Yoksa kolayımıza gelen alışılmış düşünce, idrak ve bilgilerle yola devam etmekten yana mıyız?” sorun buradadır. ‘Alışılmış düşünce, idrak ve bilgiler’i, adeta def ederek, ilmin, idrakin, ihata edenin kucağına teslimiyet. Böylece, her yeninin, her idrak cümlesinin, her sözün, her duyuşun… Sahibini, kaynağını teşhis edecek ve tespitimizle, inancımızla harikalar yaşayacağız. Aksi halde, eski hayat ve alışılmış inançlarımızla baş başa kalıp sefaletin içinde debelenip duracağız, zannederek.

“Fikirlerimiz ne yazık ki, genel durumdaki değişimlerin gerisinde kalmak eğilimindeler. Başka türlü de olamazdı, çünkü dünyada hiçbir şey değişmediği sürece, düşüncelerimiz de üç aşağı, beş yukarı buna uyum sağlamışlar ve başarıyla işlev görüyorlar.” (C. G. Jung, Keşfedilmemiş Benlik, çeviren Barış İlhan)

İçinde yaşanılan ‘an’, bir önceki ‘an’ın aynı değildir. ‘An’ yaşanmış geçmiş ve yeni ‘an’ onun yerindedir. Asıl kavranılması gereken durum ‘AN’ dır. Her ‘an’, bir sonraki ‘an’ ile bağımsız ve önceki ‘an’ ile ilintisizdir. Her ‘an’, sonraki ‘an’ ile değişime uğramış ve asla aynı olmayan ve bir daha yaşanmayacak, yaşanılmayacak bir değerdir. TEK’tir. Bir benzeri daha yoktur. Tıpkı, dünyaya gelip yaşayan insanlar gibi. Her insan TEK’tir. Bir benzeri yoktur. (Bizlerin benzetmesi, benzediğini göstermez, benzeten biziz, eksik bilgiyle, tıpkı parmak izi gibi..)

‘Tek’ ve ‘An’ kelimeleri bizi dünyaya getiriyor (düşündürüyor). ‘Dünya’; ‘Fark edilecek’, ‘idrak edilecek’ mekân. Fark mekânı, idrak mekânı, fark âlemi. Farklılığın, fark edileceği âlem.

Fark edilmesi için ipuçları verilir. İpuçlarını takip ederek bilmeceyi çözecek sensin ve soru ve cevap arasında yalnızsın. Yalnızlık, dünya âleminde bir oyun. Asla yalnız olmadığını anlamak için kurulmuş bir tuzak. Cevabı, sorunun içinde gizli sorular gibi. Ya, varsındır, ya da yoksun. Ya, yalnızsındır, ya da O’nunla. Başka izahı da yok. Soru şurada düğümlenir. İdrak edemeyen de O’nunla değil mi? Zaten anlaşılması istenen de budur. Bilerek ve isteyerek tanımlamasını iyi anlamak gerek. Kimi bile-isteye, kimi zorla. Can’ın teslimindeki durum da böyledir. İstesen de, istemesen de yolculuk yapılacaktır. Gönüllü giden, zaten yolculuk hazırlıklarına çok önceden başlamıştır! Ve O’nun mihmandarı Ululardan bir Ulu’dur.

İpucu demiştik. Nerede ve nasıl verilmektedir ipucu? Allah’ın sonsuz kelimelerinden bir kelamı olan, akıl sahiplerine hitabı olan Kur’an’ı Kerim’dir. İnsanlık daimi olarak değişimin sancısını yaşar. Değişim Kur’an’ın bildirdikleriyle anlaşılır ve yaşanırsa, Allah’ı tanımak ve bilmek mümkün olacak ki, bu hal ise iletişim O’nunla kurulacaktır. Bunun için ‘kendini bilmek’ ilk şarttır. Kendini bilmek ne demektir? Esma özelliklerinin insanda ortaya çıkışıdır. Gören, duyan, konuşan.. O. Her birerleri esmasıdır. Esmasındandır.

Gâhî Mâlik gâhî âteş gâhî zakkum gâh cahîm
Gâhî hûrî gâhî gılmân gâhî rıdvân olurum

Gâhî zerre gâh güneş gâhî kamer gâhî nucûm
Gâhî arz u gâh semâ gâh Arş-ı Rahman olurum.

Bunca suretler libâsın gâh birbir giyerim,
Gâh soyunup cümlesinden şöyle üryân olurum.

Şimdi kesrette olan Âdem Niyâzî söylenir.
Âlem-i vahdet içinde sırr-ı Yezdân olurum.

Niyâzî Mısrî Hazretlerinin beyitleri dikkatli okunursa, nasıl değişim olduğu, değişimin sürekliliği, değişmenin yükselme, ilerleme ve daimi olduğu anlaşılır. Halden hale geçişler de bir değişimin ifadesidir.

“El Bâis: Sürekli yeni yaşam boyutlarına dönüştüren! ‘Her an yeni bir şen’de’ oluşun mekanizması olarak sürekli yeni bir hâl yaşatan.”

Aslında bu noktada, izafiyet teorisinden de bahis gerek. Zaman, zamanın geçişi, herkese göre farklı geçen zaman konularından da bahis iyi olurdu. Okuyucunun bu konu üzerinde araştırma ve fikir etme antrenmanları yapması yerinde olur. Çünkü zamanın yavaş ve hızlı geçiş zannı herkese göre, herkesin içinde bulunduğu his ve psikolojik duruma göre farklılık arz edecektir ki, bu durum değişimin iyice anlaşılması için önemlidir.

“İşte bu böyledir… Bir topluluk nefslerindekini değiştirmedikçe, Allâh onlara (hakikatlerinden) olan nimetini değiştirmez! Allâh Semi’dir, Aliym’dir.” (Enfal/53)

Bütün mesele insanın ‘değişim’ manyetolarına dikkat kesilip, itiraz etmeden kabule girip, kendini ona (lara) intibak ettirmesidir, itiraz etmeden! Hepsi bu.

Zaten emir de bu değil mi:


Sen değiştirmeden, Allah değiştirmez.

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...