26 Haziran 2016 Pazar

Siyaset Çukurunda İşi Olmayanlar


Siyasetin çirkefliğini yazdığımızda, bazı dostlarımızın eleştirilerine muhatap olmuştuk. Kaldı ki, o günlerde örnek aldığımız ve eleştirdiğimiz başka mahalleler grubuydu.

Bir-kaç aydan beridir kendi mahallemizde yaşadığımız çirkeflikleri şimdi bir bir hatırlatmaya gerek yok. Sormalıyız o dostlara; siyaset çirkefini yaşadınız mı, gördünüz mü?

Nasıl olurda, yan yana, omuz omuza yürüyenler gün gelir de, bir birlerine ağıza alınamayacak hakaretleri edebilirler. Duydunuz mu?

Özellikle gençleri siyaset çirkefinden uzak tutmak gerektiğini defalarca vurgulamış bir kişi olarak, rahatlıkla söyleyebilirim ki, an itibariyle içinde bulunulan durum, gençlerin aşırı politize edilmesinden kaynaklanmaktadır. İşi ve görevi, derslerini çalışıp okulunu en iyi derece ile bitirmek olan, mezun olmuşsa girdiği işte en iyi hizmet vermek olan gençlerin, asıl görevlerinden uzaklaştırılarak siyaset cambazlarına yardımcı yapılması, olmaması gereken işlerdendi. Açıyoruz sosyal medyayı, hiç alakası olmayan, hiç işi olmayan, hiç bulaşmaması gereken gençlerin, hem de isimler vererek yalan-yanlış bilgileri paylaşmaları nasıl izah edilecektir? Bu cür’eti nereden ve kimlerden almaktadırlar? İmam-cemaat ilişkisi olmasın?

Vakti-zamanı gelince elbette iş yapabilme, fikir üretebilme becerisi olanlar siyasete de atılacak ve hizmetlerini o alanda yürüteceklerdir. Siyaset herkese tamamen kapalı bir alan değildir (bu mana olması gereken manadır. İçinde bulunduğumuz devirde aslında siyaset herkese eşit fırsatlar sunmuyor, burası ayrı bir inceleme konusudur!.), her şey zamanında güzeldir. Siyaset de zamanında olacaktır, olmalıdır.

Mezun olduğu meslek alanında kendini geliştirmeden, siyaset dehası kesilenler, gün gelir, okuyamadıkları kitaplar sebebiyle ancak en geri saflarda ve kahvehane sohbetlerinde günlerini tüketeceklerdir.

Şimdiden, bir an evvel işine, gücüne, mesleğine, kültür gelişimine, medeniyet geleceğinde yer ayıramayanlar, sırası gelende boynu bükük olayları izlemek istemiyorlarsa bir an evvel, üstlerine vazife olmayan siyaset dalaşmalarını bırakıp, kütüphanelere, kitaplara dönmelidirler.

Bataktan çıkmayı öğrenmeden saplanmak, telafisi çok ama çok zor zararlar doğuracaktır.

Hatırlatalım dedik.


25 Haziran 2016 Cumartesi

Neden Kabul etmiyorlar?


Şu cümleyi hatırlarsınız siz bizi, halkımız Müslüman olduğu için kabul etmiyorsunuz…”. Şimdi mantık bu. Bir başarısızlık, bir savsaklama tespit edilirse,  dış politikada dostlarımızı kaybeder, iç yatırımcılarda geri çekilmeler olursa sebep söylemek kolay. Müslümanlığınızı söylersiniz ve siz bizi bunun için kabul etmiyorsunuz dersiniz. Dolayısıyla suçu karşının geri düşüncelerine bağlar ve kendinizi kurtarırsınız. Müslümanlığınızı vurguladığınız için de, içeride büyük destekler sağlarsınız.

Hayal içindeki birinin hayatıdır anlattığımız, gerçeklikle alakası olmayan!.

Biz nasıl bilirdik;

Nerede bir Müslüman yaşıyor, yaşantısıyla, davranışlarıyla, ahlakıyla, toplum meselelerine olan ilgisiyle, bilgisiyle, düşünceleriyle, sabrıyla, güvenirliğiyle… o beldede sevilen, aranan, güvenilen, onsuz olamayacağına inanılan bir zat-ı muhteremdir. Müslümanın tanımıdır anlattığımız. Eğer o beldede, istenmeyen, korkulan, güvenilemeyen bir kişiyse ve bu sebeplerle de aralarına kabul etmiyorlarsa, o kişiye değil Müslüman, insan bile diyemeyiz.

O halde, “Müslüman” olduğu için kabul edilmemek fikri havada kalıyor, dayanaksız kalıyor.

Hayalen, vehimlerin esirindeki birinin feveranından başka bir anlamı da yok.


18 Haziran 2016 Cumartesi

Prof.’un Acziyeti!..


‘Hayvan’ sözüne takıldık, ne söylemek istediğini ve fakat ne söyleyemediğini ıskaladık. Konuşmasına bir daha bakalım Sayın Profesörün:

“Bakın, Avustralya hayvanat bahçesine gittik Ethem Hocamla. Hacı Gedikli abi rahmetli de vardı. Üç kişiydik. Dünyanın en büyük hayvanat bahçesi. Orda dedik ki, “alnı secdeye gelen bir varlık var mı insanın dışında? Yok.” İnsan namaz ergonomik yaratılmış. Secde eden tek varlık insan. O zaman ben düz söyleyeyim. Ayette de bunu söylüyor. Ağır gelmesin. ‘Yani, namazı hayvanlar kılmaz. Namaz kılmayan da hayvandır. (..kel en’ami belhüm edall). İşte ayet. Bjz böyle dedik ama Allah, ondan da aşağı diyor.” (TRT Ramazan Sevinci programı, internette videoları var.)

Hayvanat bahçesine Ethem Hocasıyla gitmişler besbelli o’da Prof. olmalı, bir de yanlarında Hacı Gedikli ağabeyleri var. O’da hacı-hoca takımından, ee kendisi de Prof. Olunca grup tamamlanıyor. Birisi hık dese, diğeri balta savurur. Ortak özellikleriyse, hep aynı mekânlarda bulunmuşlar, aynı hocaların önünde diz çökmüşler, aynı kitapları okumuşlar, aynı havayı teneffüs etmişler. Taa, Avustralyalarda ve hayvanat bahçesinde ne işleri varsa? Birisi rahmetli olmuş, sözümüz yok ona. Ya diğeri Ethem Hocası, eğer çıkıp bir düzeltme yapmaz ve susmaya devam ederse, aynı suçlamalara Ethem Hocası da muhatap olacaktır. Neyse kendisi bilir!. Konuya dönelim.

Zat-ı muhterem tasavvuf hocasıymış. Bu kafadan nasıl tasavvuf öğrenilecekse! Ayet uydurmuş diyenler oldu, yanlış yorumlamış, okuduğunu anlamamış, anladığını ifade edememiş diyenler oldu. Doğrusu şu; bilmiyor ve bilmediğini konuşuyor. Tam da içinde bulunduğumuz asırda, Türkiye ve İslam âlemi ilahiyatçılarının ve muhafazakârlarının içinde bulunduğu durum bu. Bilmiyorlar ama bilmediklerini hoyratça anlatıyorlar.

Bir kitabı okuyarak tasavvuf öğrenilemez. Tamam, bazı kelime ve kavramlar kitap okuyarak hıfz edilebilir. Ancak, o kavramların derununa inmek için ‘ER’ olmak lazım gelir. ‘ER’ O’na denir ki, benliğinden zerre miskal eser kalmamıştır. ‘Fakr’ıyla iftihar eden Hz. Resulullah’ın halidir. ‘Fakr’ ki, nefsin sıfırlanıp, Hakk ile olunmasıdır. Er ancak bu basamakta olunur. Bu halin dışındakiler, hariçten gazel okuyan ukalâlar (bilgiç) olmaktan kurtulamazlar, tıpkı fakir gibi.

Bu Prof. unvanlı kişi tartışmalar başlayınca, yavuz hırsız becerisiyle, “Ramazan Sevinci programında, konunun önemini vurgulamak amacıyla kullandığım ifadeler maalesef yanlış anlaşılmıştır. Yanlış anlaşılmaya ve maksadını aşan yorumlara sebebiyet verdiğim için kamuoyundan özür diliyorum. Hayırlı ramazanlar.” Dedi (gazeteler). Yanlış anlayanların dinleyenler olduğunu söyledi. Kendisi hatasız, sorumsuz, la yüs’el ya!. Zaten bu gibi durumlarda hep anlamayan, yanlış anlayan hep biz oluruz, (bu duruma siyasilerin konuşmalarındaki potlardan sonra sık rastlıyoruz). Madem, yanlış anlayanlar bizleriz be Profesör, ne diye özür diliyorsun? Söylediklerin doğruysa ve inandıkların ise neden savunmaya devam etmiyorsun? Bunların yiğitlikleri bu kadardır işte. Sıkıyı görünce kaçarlar, kendisinden daha iyisini karşılarında bulunca pusarlar, hep böyleydiler… Madem söylediğin Hakk idi, madem söylediğin doğruydu, madem söylediğin yiğitlik idi neden kaçıyorsun? Eğer söylediğin doğru değil de insanları yanıltmak için, topluma fitne salmak içinse, neden söyledin?

“Fitne (insan) öldürmekten daha şiddetlidir.” (BAKARA/191)

Bilmiyorlar demiştik, buradan devam edelim:

Prof.’un sözlerinde ‘SECDE’ kavramı öne çıkıyor ve kullandığı kalıplar dikkatle incelendiğinde, kendileri ‘Secde’ kavramından bihaber olduğu anlaşılıyor. Şer’an belirlenen vakitlerde ‘namaz kılarak’ secdeye varmanın anlamından başka bir bildikleri de yok: “Az çok bildiğiniz konularda tartışıp durdunuz, neyse… Fakat hiç bilmediğiniz bir konuda neden tartışırsınız? Oysa Allah bilir, siz bilmezsiniz!” (Âl-u İmran/66). Hayallerini, zanlarını ve egosunun (nefsinin) dayattıklarını efkârı umuma hoyratça aktarmak ne zamandır ilim sayıldı?

Konu derin, şöylece basitleştirmeye çalışalım. “Yerde ve gökte ne varsa Allah’ı zikretmektedir”. Baş gözü ile gördüklerimize madde diyoruz bugünün ilmi ile. Madde, dağ, taş, madenler, nebatat ve hayvanat hepsi zikir halindedir. Fakat biz onların zikrini anlayamayız, duyamayız.

Muhiddini Arabi Hazretlerinin, Füsus’l Hikem isimli eserinden birkaç satır okuyalım: “Ve âlemin suretinden Hakk’ın zevali asla mümkin değildir. Böyle olunca ulûhiyetin haddi, onun için hakikat iledir; mecaz ile değildir. Diri olduğu vakit insanın haddi gibi. Ve insanın suretinin zahiri, kendisini müdebbir olan ruhuna ve nefsine, kendi lisanı ile, nasıl ızhar-ı sena eder ise, kezalik Allah Teâlâ dahi suret-i âlemi, Hakk’ın hamdi ile müsebbih kıldı; velakin biz onların tespihini idrak edemeyiz. Zira biz, âlemde suretlerden olan şeyleri ihata edemeyiz.” (*)

‘Hayvan’ kelimesi üzerinde duralım biraz da;

‘Hay’ + V + ‘An’

Anda yaşayan, anda hayat bulan. ‘Hay’ olan kimdir diye soralım?

Yukarıda Füsus’tan aldığımız paragrafı şerh eden Ahmed Avni Konuk (Allah ondan razı olsun), “Ya’ni insanı tarif ederken ‘hayvan-ı natıktır’ deyip, ‘hayvan’ ta’biriyle onun cesedini, zahirini; ve ‘nâtık’ ta’biriyle hüviyyet-i bâtinesini, ruhunu alırız. Ve insanın zahiri bâtınından ve bâtını da zahirinden zail olmaz. Bunun gibi Hak dahi âlemin suretinin bâtını ve âlemin sureti O’nun zahiridir. Ve Hak bâtıniyeti cihetiyle suret-i âlemden asla zail olmaz. Eğer zail olsa, insanın ruhu cesedinden zail olduğu vakit nasıl fani olursa, suret-i âlem dahi öylece fenaya gider. İmdi insan, hayatta olduğu vakit nasıl ki, zahir ve bâtını ile ta’rif olunursa, ulûhiyyet dahi öylece zahir ve bâtın-ı Hak alınmak suretiyle hadd ve ta’rif olunur. Ve hadd-i ulûhiyyet Hak için, mecazen değil, hakikaten sabittir. Zira me’luh gibi değildir. Hak, me’luhun, yani suver-i âlemin Kayyum’udur. Çünkü ilâh olmayınca, me’luhun kıyamı mutasavver olmaz.”  (*) Şeklinde açıklama getirmektedir.

Bu açıklamalardan da anlaşılıyor ki, İnsan’a hayvan diyen muhterem, ‘Hayvan’ kelimesinin anlamını da bilmemektedir. Ve hayvan kelimesini, güya insanı aşağılamak üzere kullanmaktadır. Ne kadar acı, yazık ki, ilahiyatlarımızın durumu budur!

Konuşmasında ‘aşağıların aşağısı’ anlamı verilen bir ayet-i kerimeyi zikrediyor bu Prof. Zikrediyor lakin yüklediği anlam tamamen yanlış. Bu ayeti kerimeyi anlamak istiyorsa, semayı, yeryüzünü, cihanı, dünyayı ve dünya üzerinde yaşayanları, Allah’ın insanı halife olarak seçişini incelesin. Bütün bunlar anlaşılmadan o ayetin anlaşılması mümkün değildir. Bu noktada sayın Prof.’a şu soruyu soralım: insan dünyada yaşıyor. İnsanın (elbette insan-ı kâmil) kalbi Hakk’ın mekânıdır. Nasıl oluyor da, aşağıların aşağısı oluyor? Tam aksi, yücelerin yücesi olmaklığı gerekmez mi?

Hâsılı, bilmedikleri konularda bırakın televizyonlarda konuşmayı, bir de tasavvuf dersi vermesini nasıl anlayacağız? Bile isteye devletin, bu halkın inançlarını tarumar ettirmesinden başka ne anlamı var?

Allah’ı vekil tayin ediyor ve gereğine iltica ediyorum.

Her şeyi en iyi bilen Allah’tır.



(*) (Fususu’l Hikem tercüme ve şerhi, Ahmed Avni Konuk, hazırlayanlar Prof. Dr. Mustafa Tahralı, Yrd. Doç. Dr. Selçuk Eraydın, sayfa 270)


15 Haziran 2016 Çarşamba

Edeb, Edeb, Edeb…


“Maneviyatımızın güzelliklerini, milli varlığın asaletini görmek isteyen varsa gelsin Konya’ya baksın.
Alimlerin, gönül elçilerinin, hikmet ve hidayet ehli büyüklerimizin muazzam mirasını tanımak, bilmek ve özümsemek isteyen Konya’ya başını çevirsin.
Konya Hz. Mevlana’nın evidir.
Konya; Şemsi Tebrizi’nin, Sadrettin Konevi’nin ilim ve irfanıyla yoğurduğu vicdan tekkesidir.
Konya tarihtir, ecdat yadigârıdır, Selçuklu kudretinin beşiği, Osmanlı ihtişamının ruh gıdasıdır.
Ve Konya parlayan yıldızımız, haksızlığın mağlup olduğu milli kıvanç ve direncimizdir.”
(Devlet Bahçeli’nin, Konya’daki iftar yemeğinde yaptığı konuşmadan.)


Bu cümlelerde itiraz edeceğim pek çok fikir var. Sanırım, konuşmanın yapıldığı yer olması nedeniyle, Konya’ya övgüler yağdırılıyor.

Evet, Hz. Mevlana'nın evidir. Evet, Tebrizi’nin, Konevi’nin yaşadığı ve irfanını yaydığı yerdir. Lakin ne Tebrizi’den, ne Mevlana’dan, ne Konevi’den zerre miktar ilim-irfan almamış ve almamakta direnen koca bir boş kitledir.

Varın bakın, inceleyin.

Adı geçen uluların irfanından bir miktar bulabilecek misiniz?

Sakal bırakmakla, sarık takmakla, Cuma ve Bayram namazlarında camileri doldurmakla bu irfana ulaşılabileceğini sanıyorsanız yanılırsınız.

1. Konya, adı geçen uluları sevmez.

Eğer sevseydi onlar gibi olmaya çalışırdı. Yol kenarlarına Mevlana’nın sözlerini tabelalara yazmak, üretilen şekerin adını Mevlana koymak, caddenin ismini Mesnevi’den alınan bir kelimeyi koymak Mevlana severlik midir?

Evet, severeler Mevlana’yı. Ne zaman yaptıkları şeker, sattıkları börek, milyonlar ederse severler, ne zaman Konya kaldırımları turistlerle dolarsa Mevlana’yı sever.

2. Dinleyin sakallı hocalarını hazır Ramazan ayındayız. Televizyonlarda onlar var mebzul miktarda. Bakalım, ara-sıra Mevlana’dan okudukları bir-kaç beyitten başka Mevlana’yı bulabilecek misiniz? O’nun ısrarla istediği, ‘kendini bilme’ yolunda her hangi bir kelamını duyabilecek misiniz? Asla. Çünkü bilmezler, bilemezler ve söyleyemezler. Zira kendileri de inanmıyorlar!.

3. Politikacının ağzında ucuz propaganda malzemesi olmaktan maada, Konyalıyı aldatmaktan başka bir amacı olmayan, Mevlana söylemleri, bilesiniz ki, artık Konyalıyı da bıktırmıştır. Karışın halkın arasına ve sorun, isminden başka bildikleri ve inandıkları bir Mevlana hususiyeti var mıdır?

Öyleyse, politikacılar, sırf oy kazanma uğruna Konya’da Mevlana, Sivas’ta Sivasî, İstanbul’da Eyüp sultan güzellemeleri yapması, artık bizleri tatmin etmemekte ve hatta kendilerinden soğutmaktadır.

Ne yapmalı?

Adı geçen uluların, ne söyledikleri, niye söyledikleri, içselleştirilmeden ve hayata geçirilmeden asla ve kat’â politika meydanlarında kullanılmamalıdır.

Hazretler küstürülür. Ve onlar küserse (ki, küstükleri halimizden belli) girilen badireden çıkılması neredeyse imkânsız bir hal alır.

İnanmadığın, inanarak yaşamadığın uluların, arifanın kelamını politika meydanlarına meze etme. İnanmadığın, yaşamadığın hiçbir olguyu, yaşıyormuş, inanıyormuş gibi halka anlatma. Bunun adına riya denir. Bunun adına şirk denir.

Sözümüz yalnızca kendimizi bağlar, büyük politikacı üstatlarımızı tenzih ederiz.

Her şeyi bilen Allah’tır.


12 Haziran 2016 Pazar

Nefret Körüklemesi, Kimleri Nasıl Yetiştirecektir?


Yıllar önceydi, 2002’nin sonunda yapılan genel seçimlere yaklaştığımız zamanlar. AKP’nin çoğunlukla seçimi kazanacağı ve iktidarı paylaşan partilerin meclis dışında kalacağının hemen hemen belli olduğu zamanlar. Birkaç dostumuzla oturup dertleşiyorduk. Sıra seçimlere geldiğinde, anlaşmış gibi hep birden AKP’nin çok önde olduğu kanaatimizi paylaştık. Konu bunun üzerine döndüğünde, “kazansınlar, demokrasinin fendidir. Kazansınlar, yalnız bunlar gerilimi çok severler, gerginliği körüklerler, yumuşamayı asla istemezler” gibi fikirler ortaya konulmuştu. ‘Fent’ (hile) kavramı bilinçli kullanılmıştı. Zira o güne kadar onlarca yazıda, AKP ile ABD işbirliği yazılmış, çizilmişti. Nitekim sonraları anlaşıldı ki, ABD yakinen ilgilenmişti, AKP ve Erdoğan’la.

Yanılmışız demeyi arzu ederdim. Varılan yargının doğru çıktığını sayısız defalar test ettik.

Başörtüsü, çözüm süreci, balyoz-Ergenekon soruşturmaları, KCK’nın düzenlenmesi ve tecrit edilmesi çalışmaları, Oslo görüşmeleri, Habur ve benzeri süreçler, PKK’nın şehir yapılanmasına göz yumulması, PKK’yı yok etmek üzere girişilen iç savaş manzaraları, Gezi Parkı olayları, Ortadoğu ve Suriye gerilimi, AB ilişkileri, dış politikadaki boynu bükük hale bırakılmışlığımız… Sıralamada bile zorluk çektiğimiz daha onlarca sebeple gerilimi üst noktada tutma gayretleri…

Üstüne üstlük, yaptıkları hatadan asla dönmeme inatları da tuz-biber ekiyor. Bunun en belirgin göstergesi, arapsaçına dönmüş Suriye politikası ve ilişkileridir. Biliyorlar yanlış içinde olduklarını ve asla söylediklerinden dönmüyorlar. İşte gerilimin sürdürülmesinde kullandıkları psikolojik dayatma. Yanlışı biliyorlar ve fakat ısrarla devam ettiriyorlar. ‘Kandırılma’ kavramını çekinmeden ileri sürüp, yapılan hataları birisinin, birilerinin üstüne yıkıp, zeytinyağı gibi üste çıkmayı iyi becerebilmeleri de bu gerginlik siyasetinde önemli bir tespit olmalı.

“%50’yi zor tutuyorum” lafı, adeta ‘ne duruyorsunuz, haydi kalkın’ der gibiydi. Böyle anlayanların sayısı da az değildi, polis koruması altındaki eli sopalıları, palalıları, kuytularda sıkıştırılan garibanların ölesiye dövülmeleri… Bunlar uzak tarih değil, daha dün yaşanmış hatıralar.

Benzer yanlışlar yeniden yeniden yapılmaktadır. Ahaliyi saraylarda toplayıp, mesajlar ulaştırmak sanırım bir Cumhurbaşkanı’nın işi olmasa gerek. Üstüne, verilen mesajlarda, “milletin iradesine bırakmak gibi”, ne dediği anlaşılamayan ve duyanın nasıl isterse öyle yorumlayacağı ve provokasyon kokan mesajlar.

Nitekim şehit cenazelerinde CHP Genel Başkanı’na yapılanlar, hiçbir mazeret kabul edilemeyen ve birilerinin dolduruşuyla, üzerine vazife olarak yükletilmiş hoyrat saldırılardır. Şuna bakar mısınız, mafyanın uzattığı mesajlar gibi, mermi çekirdeği, Kılıçdaroğlu’nun üzerine atılıyor. Normal şartlarda büyük bir tehdittir bu. Ve tehdit, Ceza Yasasında suçtur. Ne yaptılar bu kişilere, karakoldan salıverdiler!. Sanki bir örgütün idaresinde gelişen olaylar…

Hele, MHP muhalefetinden kurtulmuş bir AKP’nin, taraftarlarının arasını sıkılaştırmak için saldıracağı tek parti ve genel başkan kalmışsa karşısında, gerilimi tetiklemek için, yapamayacağı yoktur kanısına ulaşıyoruz böylece. En tepede oturanından, en alt düzeydeki siyasetçisine kadar tek düşman olarak CHP belletilmişse ve her konuşmalarında ağızlarından o tarafa karşı düşmanlık zehirleri saçılıyorsa, bir nokta (zaman) gelir ki, mermi elden değil, Allah Muhafaza namludan çıkar olur. İşte o zaman pişmanlıklar fayda vermeyecektir.

Yandaş köşe yazıcıları, TV ve radyo çalışanları da yangına körükle gitmektedirler. Saraylardan aldıkları işaretle olsa gerek, yazılarının, konuşmalarının arasına mutlaka bir CHP düşmanlığını köpürtecek laflar sıkıştırmaktadırlar. Bu duruma bir örnek vermek gerekirse: TGRT Radyo’da öğleden sonraları bir program yayınlanmaktadır. Yöneticisi de radyonun genel yayın müdürü olsa gerek, Ataullah isimli birisi. Yayında güya halk ile canlı bağlantı yaparak onların dilinden, CHP ve liderine bir şeyler söyletiyorlar. Bu ülkede hiç mi Basın Savcısı kalmadı, kanunlar çöpe mi atıldı? Aylardan beri her gün o radyoda suç işlenmektedir. Hakaretin, yalanın, kışkırtmanın bini bir para.

Şu bir gerçektir, kışkırtma tezgâhına bulanan beyinler, karar verdikten ve ayaklandıktan sonra, durdurulması neredeyse imkânsızdır. Sonuç kanlı olur. Tarih bu örneklerle doludur. IŞİD militanlarının neler yaptıkları tazecik önümüzde duruyor. Pislik, haşereleri üzerine çeker. Kışkırtılmış güruh ise, pislikten bin kat daha pislik içerir. Etrafı kolayca çoğalır çünkü aylak dolaşan, cebinde ekmek parası bile bulunmayan binlerce, on binlerce delikanlı, ne olursa olsun havasına kolayca girebileceklerdir. IŞİD’in çoğalması bu sebeptendir.

Afganistan, Pakistan, Irak, Libya ve Suriye’de üreyen katillerin geçmişte aldıkları dersleri bir incelemekte yarar var. Nefret ettirmek için tekfir tezgâhının çalıştırıldığını bilmeyen yoktur. Yapılan yazılı ve sözlü yayınlar, pek çok insanı düşman cepheye karşı birleştirmekte ve kinlerini dürtüklemektedir. Yapmayınız, etmeyiniz, bu sistematik çalışmaların, kara propagandaları sonunda, özellikle gençleri karşı durulamaz katiller sürüsü haline getirme faaliyetlerinin bir parçası olarak görmekteyiz. Yapmayınız, etmeyiniz…

Son pişmanlık fayda vermeyecektir!..



2 Haziran 2016 Perşembe

Tel tel dökülen, yerlerde sürünen dış politika


 Son Üç yıldır bir paraleldir tutturdular. Tutturdular da, kendilerinden başka kimseyi ikna edemediler. Dost bildikleri ABD bile, stratejik ortak olarak tanıdıkları ABD bile onlara inanmadı.

Buyurun haber şu:

“ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü John Kirby, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti Hükümeti’nin, terör örgütü olarak ilan ettiği Fethullah Gülen hareketini, ABD’nin terör örgütü olarak görmediğini söyledi.”

Hadi vazgeçtim paralelden, PYD’yi bile anlatamadılar. Nasıl anlatsınlar ki, daha dün PYD liderini ala-yı vala ile Ankara’da, Başbakanlık’ta ağırlamadılar mı?

Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu denecek vakit.

Geçelim;

Aylardan beri Almanya Şansölyesi Merkel ile bir orada, bir burada görüşüyorlardı. Yandaş kalemler, her görüşme sonrası, adeta Almanya’nın dize geldiğini bildiriyorlar, öylesi kahkaha atıyorlardı ki, neredeyse bağırsakları görünecekti.

Bir Ermeni meselesini anlatamamışlar. Daha dün Başbakan böyle bir kararın çıkmayacağını söylüyordu. Ne oldu?.

Sizin Dış Politikanız budur işte.

Doğru dürüst iki kelimeyi yan yana getirip, problemleri ifade edemiyorsunuz.

Bu başarısız adamları tutup, bir daha, bir daha Bakanlık koltuklarında oturtuyorsunuz.

Olacağı buydu:

Almanya sözde Ermeni Soykırım’ını kabul etmiş.

Gözünüz aydın Türk Düşmanları, Ermeni sever güruh. Bir yandaş daha buldunuz yanınıza.

Konuyu iyi incelersek, ermeni tehcirinin ardında Almanları bulmayalım sakın!

Kendi yaptıkları, Yahudi Soykırımını unutturmanın bir yolu olarak sözde Ermeni Soy Kırımını öne çıkartıyorlar. Bunu bile anlatamamışlar.

Şu Çavuşoğlu, ne işe yarar? Şu Davutoğlu ne işe yaramışsa o işe yarar.

Başarısız oldukça kişiler, makamı yükselen kaç ülke vardır dünyada?

Ehliyetsiz, liyakatsız, senin-benim adamım, karısının başı örtülü diye göreve getirmeler, yüksek okul diploması çöpe atılmış, lise diplomasına bakılarak adama iş buluyorlar…

Böyle olunca, politikalar yerlerde de sürünür, amuda da kalkar, takla atar…

Ne bekliyordunuz?...

Böyle başa, böyle tarak.


1 Haziran 2016 Çarşamba

Küçük Beyinliler Kitlesi…


“Irkçılık’la, “Milliyetçilik”in karıştırıldığını pek çok akademisyen sıfatlı koca ağızlardan duyduğumuzdan biliriz. Lakin bu kavramları en çok karıştıranların dinciler olduğunu yazık ki, ıskalarız. İşlerine öyle geldiği için, hazır lop bilgi kırıntılarını hayâsızca söylemek onlar için zor değildir. Ne de olsa, karşı oldukları milli birikim, milli devlet, milli örf-adet ve alışkanlıklardır. Onların, ‘Türk olmasın da ne olursa olsun’ diye düşündüklerinde, ‘sen kimsin’ sorusuna nasıl cevap verdiklerini hep biliriz. Beslendikleri kaynakları, Türk’ü tarihten silmeye çalışan İngiliz palavralarıdır çünkü. Türk silinirse, dünya hegomanyası rahat kurulur. Bu sebeple Türk’ü yok etmek elzemdir. Türk’ü yıkabilmenin yolu, içeriden edinilmiş, cahil bırakılmış, düşünebilme yetisi elinden alınmış, ucuz yoldan diplomalandırılmış, ne istenirse onu söyleyecek, söyledikçe makamı yükselen, parası, malı artan küçük beyinliler kitlesi…

Gelecek olan, bizim için küçük ve değersiz, onlar için önemli ve çok değerli hediyelerin hayalleri, kolayca yalan söylemeye sevk eder. Hiç inanmadıkları ve hatta kuvvetli olduklarını hissettikleri zamanlarda düşmanca tavırları sergilemekten çekinmedikleri, Türk düşmanlığını, gün olur rahatça unutup, tam da milliyetçi ve millî güçlerin benimsedikleri kelime ve kavramları rahatça kullanabilmektedirler. Onlardan birisi, ‘Kurtuluş Savaşı filan olmamıştır’ dediğinde, susanlar, gün olur, ‘biz istiklal ruhunu taşıyoruz’ diyebilmektedirler. Yine, çok çeşitli zamanlarda Atatürk aleyhine konuşma yaptıkları zamanlarda seslerini çıkarmayanlar, birilerini avlama yolunda ilerlerken çok rahat bir şekilde, ‘Atatürk’ün emanet ettiği’ hedeflerden bahsedebilmektedirler.

Çelişki dolu hayatlarında, huzuru bulabilmeleri neredeyse imkânsıza yakın bir ihtimaldir.

Zira daima düşündükleri, Türk’ü alt etmektir. Tüm benlikleriyle bu hedefe kilitlenmişlerdir. Gün olur, ‘ulus Devletlerin sonuna gelindiğini’ söylemekten çekinmezler, gün olur, ‘Devletimiz üzerinde ameliyat yaptırmam’ nutuklarını rahatça atabilirler. Gün gelir ’36 etnisiteyi pervasızca sıralarlar’, gün gelir ‘federasyonun da bir yönetim şekli olduğunu’ söylerler, bunları söyleyenler kendileri değilmiş gibi, ‘tek bayrak, tek devlet’ nutukları atmaktan da çekinmezler. Zamanını ve sırasını yakaladıklarında ‘BOP eş-başkanlığı’ ile övünürler, bu sözlerin devri geride kaldığında ise ‘milli ve yerli’ söylemleri unutkan millete haykırırlar. Bütün sözleri ve davranışları, karşıyı kandırmaya yöneliktir. Ağızlarından çıkan iyi hasletlerin hiç birisine sahip olmadıkları halde, rahatça yalan söyleyebildiklerinden, samimi, işinde gücünde, geçim telaşında boğulmuş saf ve temiz Müslümanları çok kolay kandırabilmektedirler.

Aslında, kendileri de çok kereler kandırılmışlardır. Kandırmaya odaklandıklarından, etraflarındaki kandırıcıları göremez olmuşlardır. Ne zaman ki, dirgenin sivri tarağı kendilerini bulmuştur, güya kandırılma faslından uyanmışlardır. Yine rahatça ‘kandırıldıklarını’ söylemekten hiçbir hicap duymamışlardır. Kandırılıyorsan eğer ne işin var devletin üst makamlarında laflarını kulak ardı etmişlerdir. İşlerine gelmeyen lafları duymamakta çok mahirdirler. Bütün dost oldukları onları rahatça kandırmışlardır. En başta da, stratejik ortakları…

‘Öz’ü kavrayamadıklarından, ‘Kabukla’ idare etmektedirler.

Öz ve kabuk.

Sulandırılmış bir ahlak anlayışı, görünüş itibariyle insana değer verme, ahlaki kişiliğin zımparalanması. Kendi görüşündekileri, kendine yakın olanları, kendisini alkışlayanları el üstünde tutmak ve diğerlerini dışlamak. İşte bunları sözde başarıya götüren en önemli davranış şekli. Bütün başarılarının altında, hoyratça kullanılan hazine varlığı söz konusudur. Devlet aleyhine borç yazar, istediğiniz harcamayı yapabilirsiniz. Hazineyi kefil yapar, istediğiniz kadar yatırım adı altında lüzumsuz harcamaları yapabilirsiniz. Bir kere bile ahlakı öteleyebilirseniz, gerisi kolayca gelir.

Görgüsüzlük başa beladır. Bilmez, konuşturur, görmez tarif ettirir, duymaz işittiğini bildirir. Üstündeki eğri elbiseyi, yalap şalap bir ütü ile dünya harikası olarak takdim eder. Ve daima teksif olduğu nokta, dünyalık kazanımı içindir. Bir gün oy avcılığı, bir gün şahsi hazinesini doldurmak, bir gün sayısız malikâneye sahip olma, bir gün evlatlarına artık sayısını bile unuttuğu gemicikler alınması çalışmalarıdır.

Ara-sıra dava filan dese de, onun davası insanların omuzuna basarak, yükselmek, yükselmek ve yükselmektir.

O yükseldikçe, ihtişamı seyredenler de yanında durarak, yükseldiklerini sanırlar. Omuzlarındaki rahatsız edici sızının farkına varmadan. Yükseleni seyir, bulunmaz bir uhrevi zevktir onlar için. Omuzlarındaki sızı ise, yükselenin ağırlığındandır.


Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...