27 Şubat 2015 Cuma

Yazamama girdabı


Blog’umu açtıktan sonra heyecanla yazmaya başlamıştım. Sekiz yazı yayınlamış ve on civarında da okuyucu ziyaret etmişti. Ne kadar heyecanlandığımı, ne kadar sevindiğimi anlatamam. İlk sekiz yazıdan sonra bir tıkanıklık oldu. On gün kadar bir cümle bile yazamadım. Olmadı. Bitti galiba diye düşünceler sardı beynimi. Olabilir, olabilir.

Sonra yeniden başladı. Bugün 800 yazı, eleştiri, deneme olmuş. Geriye doğru baktığımda, bir kısım okuyucuların da yazılarımızı okuma ihtiyacı içinde olduklarını anlıyorum. Bazı yazılara yapılan yorumlar veya eleştiriler de, hem açıklama hem cevap verme adına yeni yazıları doğurdu. Büyüme böyle oluyor zaten, kimse kendine yetemiyor. Komşu, komşunun külüne muhtaçtır sözü ne kadar doğru.

Sonra, Töre Dergisi Yazı İşleri Müdürü Ömer Faruk Beyceoğlu Bey telefonla ulaşarak, haberiniz.com.tr sitesine yazılarımı göndermemi ve sitede yayınlanmasını talep etti. Memnuniyetle kabul ederek, ilk yazıyı 2.11.2012 tarihinde gönderdim ve yayınlandı. O tarihten bugüne kadar, haftada üç yazı olmak üzere (4 olduğu da oldu) aralıksız yazı gönderdim ve yayınlandı. Tabi, her yazı için bir inceleme araştırma, okuma, sohbet etme gibi alt çalışmalar gerekiyor. Bundan kaçınmadan gereğini yapmaya çalıştım. Neredeyse 2,5 senedir hiç aksamadı. Harcadığımız bir emek varsa helal olsun.

Beklediğim gibi okunma sayılarına ulaşamadık, yorumlar alamadık, eleştiriler olmadı. Biz yine de çalışmaya devam ettik. Yine de ederiz. Bunu görev olarak üstümüze aldığımızdan görevden de yüksünmedik. Ama özellikle, yazı yazılması, okuyucu piyasasının da talebine bağlı olarak devam ediyor. Talep yoksa pazara mal arz etmenin de bir âlemi bulunmamaktadır. Böyle olmakla birlikte biz yazmaya, çalışmaya devam etmeye kararlıyız.

Lakin sebebini anlayamadığım bir hal içindeyim.

Yazamama girdabına yeniden yakalandım. Tam on gündür bir cümle bile yazılamadı. Bu durgunluk içinde yeniden yeis yaşayarak, galiba şimdi bitti, düşüncelerine bulaştım. Ve hala o düşüncenin esiri olarak, yine yazamama girdabındayım. Öylesi bir döngü içinde bulunan kişinin neler yapması gerektiği hakkında da bir bilgiye sahip değilim. Benzeri konuyu işleyen bir makaleyle de karşılaşmadım. Acaba büyük yazarlarımız da böyle bir hali yaşamışlar mıdır? Yaşamışlarsa, acaba nasıl kurtulmuşlardır? Selim İleri bir romanında “istediğim gibi yazamamaktan bitkinim” dese de o benden şanslı. Bırakın istediğim gibi yazmayı, bir cümle yazmaktan bile acizim içinde bulunduğum günlerde. İleri benden şanslıymış.

Osmanlıca’nın tartışıldığı günlerde, değerli filozof Ayhan Eralp; “Okumayanlar ve okuyanlar içerisinde yazamayanlar Cennet Alfabesi ile de okumayacak ve yazamayacaklardır. Hâlbuki okumamak ve yazamamak insanın cehennemidir!” dediğinde, bizde de şimşekler çakmış oldu. Öyleyse dümen kırmak en iyisi dedik.

Bendeniz, konuyu değiştirerek kitap okumaya yoğunlaşmayı denedim. Sonucun ne olacağı hakkında şimdilik bir fikrim yok.

Yeni konular, yeni yazılarda görüşmek üzere,

Allah Büyüktür.


24 Şubat 2015 Salı

Yönetim


Algı yönetimi, baskı yönetimi, baskın yönetim.

Borç yönetimi, borçlu yönetimi, borçlanarak yönetim.

Halk yönetimi, halkın yönetimi, haklanarak yönetim.

Alan yönetimi, talan yönetimi, ala-talan yönetim.

Veren yönetimi, alanın yönetimi, vererek yönetim.

Ara yönetimi, hara yönetimi, kara yönetim.

Dolaş yönetimi, dalaş yönetimi, hav hav yönetim.

Yalan yönetimi, çalan yönetimi, kibirli yönetim.

Kandırma yönetimi, çaldırma yönetimi, duran yönetim.


Kendimizi kandırmayalım..!!!...


22 Şubat 2015 Pazar

Yarına Doğru


Eğer bitirebilirsem planladıklarımı, rahat ve derin bir uykunun ardından gözlerimi açtığım vakit, daha iyi düşünerek, daha iyi idrak ederek,  daha iyi anlatmaya hazır olarak kahvaltı masasına oturacak ve dünyanın en mükemmel zevki sabah atıştırmalarını bir saat süre ile yapacaktım. Alışkanlıklar ve zorlamaların sebep olduğu lüzumsuz görevler cenderesinde boğulmak üzereyken, bir başka, yeniden başka bir işle görevlendirilmiş olmam, asla kırılganlıklara, üzüntülere sebep olmamıştır. Yapabilirim. Güçlüyüm. Ayaktayım.

Problem şuradan çıkmıştı: tarif ettiği yer, gül bahçesi ayarında anlatılmıştı. Biliyorduk ki, değil gül bahçesi, bizce bataktı. Tarif ettiği ‘istikamet’ ise, bataklığın dibiydi.

Ya, bulunduğu yerin ‘batak’ olduğunun farkında değilse?

O zaman istikametin de farkında değildir.

Öyleyse,

Ne tarafa gideceğinin bir ehemmiyeti yoktur.

Bulunduğu yerin en iyi yer olduğunu, kendi aklının en büyük akıl olduğunu iddia ederek yaşamak, mutlulukların en iyisidir.

Fakat filozofik akıl rahat durmuyor ki, ille de bir iğne, ille de bir sopa gösterip, yön buldurmaya çalışır.

İyi de ediyor bence. İyi ediyor. Fakat sıra iğneyi çuvaldız, sopayı da demir çubuk yapmanın zamanı olsa gerek.

Uyanmıyor, uyanamıyor bir türlü.

Olsun.

Yine de, ben kârlıyım. Her ne kadar, yorgunluktan gözlerim kapanacak olsa da, kâr haneme yazdıklarımın farkındayım. Hani epeyce zaman önceydi. Karlı ve eksilerdeki hava sıcaklığının olduğu bir gün. Ayakkabılarının altının olmadığını anladığında, dudakların titremiş, bu nasıl olur sorusunu sormuştun. Dalıp gitmişti gözlerin.

Bir-kaç gün sonra, yine aynı yerde, yeni potinlerini giyinmiş halde gördüğündeki sevincini hatırlıyor musun? Ne güzel geçmişti o gün, mutlulukla.

Küçük şeylerden mutlu olabilme sanatı, herkese tedris edilmeli. ‘Mutluluk oyunu’ değil bu. Duyumsama, onun gibi olabilme, onunla yer değiştirme ve o olabilme. Talepler karşıyı incitmeden de anlatılabilir. Kırmadan, dökmeden. Hayatımızdaki karışıklıklar, karşıya değer vermemekten kaynaklanıyor. Karşıya değer vermemek, kendine değer vermemekle eş anlamlıdır anlayana. Her zerreden işleyenin Hakk olduğu bilindiği vakit, sorunlar çözülüyor. Sıkıntılar def ediliyor. Genişlik sağlanıyor. İzan keskinleşiyor. Basiret açılıyor.

Şimdi sıra, bir dostuna, belki de hiç tanımadığın birine dua etmekte.

Şu içine düştüğümüz duruma bir bakın. Savaşlar, bombalar, kırıp dökmeler. Neler oluyor diye bir soralım. Neler oluyor? Vuran kim, vurulan kim? İkisi de ‘Allahuekber’ söylüyor. Gerçekten neler oluyor?

Hiç istememekle başlayabiliriz. Hiç istememek fakat karşı için durmaksızın istemek. İşte yücelik burada. Sonunda mutluluk da burada.

Köle, özgürleştikçe ayaklanma başlatır. Sistemin değiştirilmesi değildir mesele.

Kölelik zamanlarında kendisine verilen ekmeği arar.

Özgürlükte kendisi kazanması lazımken, bunu beceremez. Efendisinden ekmek dilenmesi, ona karşı ayaklanma isteğindendir.

Bu durum, Türkiye’nin Güney Doğu’sunda görülmüştür. Toprak dağıtılan köylülerin, topraklarını ‘AĞA’lara geri sattığı durumlar vakidir.

Bir başlarına asla becerili değillerdir. Ağa olmadan yaşamaya ayaklanma başlatırlar ve sonunda köleliği (maraba) yeniden bulduklarında mutlu hayatları tekrar başlar.

Bu itibarla Türkiye gibi ülkelerde ilk yapılması gerekenlerin en başında, tarım reformu gelmektedir. Ailelerin, köylülerin ağaya, şıha bağlı olarak yaşamalarının önü kesilmelidir.

Bunu siyasetçiler istemezler. Çünkü sekiz-on köy sahibi bir ağayla anlaşarak, ahalinin tamamının (firesiz) oylarını almak, siyasetçinin işine gelmektedir. Topu topu bir ağayı avlayacak, hoop, tüm oylar ona, ne güzel değil mi?

Ah, özgürlük!.. sen neymişsin bee!..

Yolculuk bitse de yol bitmez, daha gidilecek upuzun bir yol vardır. Yolculuk da bitmemiştir, biraz mola vermek dışında. Etrafı gezip görmek, biraz soluklanmak, karıncalanan ayakları dinlendirmek gibi kısa bir zaman beklemeleri. Sonra, devam yola, yolda yolcu olmak, en güzeli.

Menzil, sonsuza doğrudur. Kızıl Elmaya ulaşmak mümkün mü? Hayır. Menzil, kızıl elmadır. Ulaştığın nokta, sonraki hedefin başlangıcıdır.

Yorulmak yok, kırılmak yok, pişmanlık yok..

Ne kadar yol aldığın değil önemli olan,

Yolda gitme azminin kırılıp kırılmadığıdır. Daima ileri, daima yükseklere, daima hedefe.

Atatürk’ün verdiği hedef en doğru hedef olmalı bizim için:

“Yüksel Türk, senin için yüksekliğin hududu yoktur! İşte parola budur”.



20 Şubat 2015 Cuma

Birkaç Not


4 eski Bakan’ın Yüce Divan’a gönderilmesi-gönderilmemesi konusunu (sözde) soruşturan Meclis Araştırma Komisyonu, Bakanları Yüce Divana gönderme eğilimindeymiş. Başbakan bunu öğrendiğinde Bakanlara; “Kendiniz gitmek istediğinizi açıklayın” demiş. Bir Bakan’ın “AK Partiyle ilgili çok sayıda bilginin ortaya saçılacağını” söylemesi üzerine Davutoğlu: “Saçılacaksa saçılsın” demiş.

Bunun üzerine Bakanlar Saraya gitmişler, görüşmeleri sonunda Komisyonun da fikri değişmiş. (Bilgiler Deniz Zeyrek’ten)

****

“Ekrem, 1987’de Üniversiteyi bitirmiş, yüksek eğitiminde ülkücülüğüne dair hiçbir bilgi yok; güya öğretmenlik de yapmış, ama bunu da bilmiyoruz. Fakat 1993’te, tam İslâm’ın siyasallaştığı zamanda, şansı açılmış ve Zaman Gazetesi’nde işe başlamıştır. 3-4 yıl gibi kısa zamanda kendini ispat ederek ABD’ye gitmiş ve burada yüksek lisans yapıp, küresel siyasetle donanınca 2001’de Zaman’ın Genel Yayın Müdürü olarak “Hizmet Hareketi”nin ilk adamı haline gelmiş. Allah herkesin talihini açık etsin!” (Ali Bademci)


Demek ki,

Türkiye’de bir başarıyı yakalamanın ilk şartı, ABD’ye gidip, eğitim almakmış.

Şimdi, oraya kimler gitmiş, ne eğitimi almış, Türkiye’ye dönünce hangi işlere dalmış ve başarılı olmuş! Araştıralım bakalım, evvela kabineden başlayalım. Kimler, kimler ABD (NATO) eğitimli?

Hepsi çıkarsa şaşmam.

****

 “Saray’dan gelen talimat üzerine Bağış’ın kurtarılması için vekiller üzerinde baskı kurulmuş.” (Ahmet Ünal)

Böyle olmak zorunluluğu var. Bağış, ABD’nin (Bush) özel olarak yerleştirdiği baş aktördür. Korunması oraların isteğidir.

****

AKP Balıkesir Milletvekili Tülay Babuşçu, “600 yıllık İmparatorluğun 90 yıllık reklam arası sona erdi" demişti ya,

İki gün sonra yine sosyal medya hesabından uzun bir açıklama yapmıştı, hatırlarsınız.

O açıklamanın kendi kaleminden çıktığını var sayarsak, ilk mesajın kendisinin olmadığı kanaatine varırız. Her iki mesajın üslubu farklı. Ayrı kalemlerden çıkmış gibi. Bir de tahmin yapmak lazım: ilk mesajın yazarı hakkında iki kişiyi söylemek ihtimalimiz vardır: 1. Yalçın Akdoğan, 2. Mehmet Metiner: çünkü her ikisinin de İslamcılık damarı kuvvetlidir, yani her ikisi de Cumhuriyet karşıtıdır, PKK yanlısı olduklarını da tespit etmelidir.

Kendini kullandırmaya hazır milyonların bulunduğu topraklarda, biraz kıvırmalarla yapamayacağınız yoktur. (Kıvırma burada menfaat temini anlamındadır.)

****

“Çatışma ise kırsaldan çok şehirlerde gelişerek, yaygınlaşabilir.” (Nejat Eslen)

Kırsaldaki çatışmalardan kamuoyunun haberi olmuyor, medya baskı altında. Şehirlere yayılma istidadındaki terör eylemleri, başka bir örgüte üstlendirilerek kapatılmaya çalışılıyor. Ne hikmetse, hemen de o örgüt üstüne alıveriyor! Renkli medyamız da büyük harflerle o örgütün adını aralıksız tekrarlıyor.

İşte son halimiz budur.

****

Canlı bomba Ramazanova’nın üzerinde bir belge çıkıyor. Bu belgeye göre terörist IŞİD militanı. Hatta Ahmet Takan şöyle yazmıştı, “Sağlam ve de güvenilir MİT kaynaklarından aldığım bilgilere göre Sultanahmet’teki canlı bomba eylemi kesinlikle IŞİD saldırısı.”

Garip bir durum var: yetkililer IŞİD üzerinde hiç durmuyorlar, onların adını bile anmıyorlar. Şimdilerde (DEAŞ) diye sesleniyorlar. Sanki yeni bir örgüt ve Allahuekber diyerek kelle kesenler onlar değil. Bu çarpıtmaya neden gidiliyor öyleyse? İlk kafa karışıklığını mutlak surette en tepede oturan yapabilir. Kural budur.

Ve kabul edilmeli ki, yobaz sürüsü sadece memleketimiz ve milletimiz için değil, tüm dünyanın başındaki en büyük beladır. Lakin bizimkiler kabul etmiyorlar.

****

Ömer Sağlam, milletvekili hayalleri kuranların, rüyaları görenlerin Ankara otellerini doldurduğunu yazdı. Ne çok milletvekili olmak isteyen varmış öğreniyoruz.

Problem de burada değil mi zaten? Adam memleketinden kalkıp genel merkezlerin bulunduğu ilde çadır kuruyor ve genel başkan ile görüşme programları hazırlıyor. Belli ki, parasını, çevresini, ticaretini, sanatını anlatacak.

Bırak kardeşim, bırak. Sen kendini anlatmayı bırak. Seni, halkın anlatsın, onlar kuracakları bir komite ile gelsinler, partilerin kapılarını aşındırsınlar ve seni milletvekili olarak görmek istediklerini söylesinler. Biz buna tabii seçim diyoruz. Bu fikrimi söylediğim de Sayın Sağlam şunları söyledi: “Şimdi devir değişti, eskiden görev istenmez verilir ilkesi geçerliydi, şimdi ise, ağlamayan çocuğa mama verilmez bile değil, süt vermeyen ineğe saman verilmez ilkesi geçerlidir. Bilgi, beceri, kabiliyet, liyakat ise sütten sayılmıyor günümüzde.”

Ne denir, böyleyse (ki, böyle) bu milletin kurtuluş ümidi yok demektir. Buna ümitlerin kediye yüklenilmesi denebilir.

Kural şu olmalı: milletvekili aday-adaylarını halk seçerek partilere bildirmeli ve partiler de aralarından seçim yaparak, ön seçime götürmelidir. Bunun başarılmaması halinde siyaseten istenen yerlere gelinebilmesi mümkün görülmemektedir.

****

Notlarımız bu kadar.

Karşılıksız hizmet niyetiyle göreve soyunanların, Allah yardımcısı olsun.


18 Şubat 2015 Çarşamba

Hayvan; Hayvan Oğlu Hayvan!..


Geldiğimiz noktada tespit edilen sonuçlar:

1. Açıklanan değil, gerçek işsizlik oranı %27

2. Fakirlik sınırında yaşayan nüfus sayısı yaklaşık 30 Milyon kişi.

3. Açlık sınırında yaşayan nüfus sayısı yaklaşık 3 Milyon kişi.

4. Asgari ücret 950.-Tl.

5. Ne istediniz de vermedik diyebilen, har vurup harman savurmayı maharet sayan dangalaklar ülkesi.

6. Tecavüze uğrayan bir kadın için, tecavüzcüsüne ceza vermek yerine, kadının ruhsal zarar görüp görmediğinin incelenmesinin istenmesi!.

7. Vatanın bir bölümüne devletin girememesi, savunma güçlerinin kışlalarında hapis hayatı yaşaması.

8. Jeeplere binenlerin çoğunluğunun başörtülü Müslüman görünümlü kişiler olması, kenarda yürüyen halkın onlara kıskançlık ve haset ile bakmaları.

9. 90 yıl boyunca, dişinden tırnağından ayırarak kurduğu milli fabrikaların, ekonomik değerlerin, yok pahasına satılması, karşılığında alınan paraların nerelere harcandığının bilinememesi..

10. Aralıksız olarak üzerinde oynanan eğitim sistemi, bozarlar, yaparlar, yaptıklarını yine bozarlar. Vaktiyle eleştirenleri akılsızlıkla suçlamışlardı.

11. Okula gönderilen kızların fahişeliğe yürüdüğünün açıklanması ve yönetimden bir ikazın gelmemesi.

12. Pantolon giyen bir genç kızın, tahrik edeceği hesabıyla tecavüze uğramasının normal olabileceğinin yüksek ağızlardan bildirilmesi.

13. Halk içinde, kanunlara güvenin sıfırlanması.

14. İslamiyet’in başörtüsü, sakal, cüppe, namaz.. gibi şekil şartlarından ibaret öğretilmesi.

15. işsizlik, fakirlik, açlıkla uğraşan toplum, bir sabah kalkıyor görüyor ki, milyarlara mal olmuş bir sarayımız var ve iktidar gücüne sığınmış 1150 küsur kişi özel odalarında keyif çatıyorlar.


İsmin güzelliğine bakar mısınız: ÖZgeCAN.

****

Bataklıktan ancak sivrisinekler ürer. Kan emiciler, can alıcılar.

****

Yukarıda özetlenen ortamda ancak bataklık oluşur ve buradan da ancak sivrisinekler ürer.

****

Mesele cinsel dürtülerle işlenmiş sadece adi bir suç değil ki, bataklıkta üreyen sivrisinekler durmaksızın kan emmeye saldırıyorlar, saldıracaklar.

Çünkü hak olarak görüyorlar. Kendisine tanınmış bir hak. Ve tereddüde düşmeden yapıyor. Zihnine torpillenmiş hayvani dürtülerle. Bu hayvanların yaptığını, hayvanlar bile yapmaz. Bataklık sadece hayvan yetiştirir. Çokça örneğini yaşıyoruz…

İdarecilerimiz ise tedbir almaktan aciz.

İktidar günlerini uzatmanın çabasında!.

Yaşanan feci hadise, münferit bir olay olarak değerlendirilirse yanlış yapılır. Hatırlatması bile büyük acılara sebep olan vahim olay sosyolojik bir felakettir. Tüm toplumun bu acıyı yaşayacağını filan sanmayınız, öyle bir hal içindeki toplum, fırsat yakalarsa her bir ferdin bu vahameti yapacağını (varsayarak) düşünerek tedbirler üretilmelidir.

Zannımca ilk tedbir, bu iktidarın layık olduğu yere gönderilmesidir.


17 Şubat 2015 Salı

Türkiye Savaşı Kaybetti mi?


10 Aralık 2014 tarihinde ABD’nin adana 2. Konsolos’u James Michael Saxton Ruiz ve beraberindeki heyet, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki gelişmelerle ilgili olarak, Genç İşadamları Derneği başkanı Hakan Akbal’ı ziyaret ederler. Dernek başkanı ve yönetim kurulu üyeleriyle uzun bir toplantı yaparlar. Ne hikmetse görüşme basına kapalı olarak yapılır. Basına kapalı görüşmeler, tehlikeli konuların gündeme taşınması talimatının verilebileceği toplantılardır. Oysa bu gibi toplantılardan, devletin ve özellikle dış işlerinin haberinin olması ve görüşmelerin kayıt altına alınması gereken toplantılardır. Masum hatır sorma toplantıları bile olsa!. Alıştığımız ve bildiğimiz üzere, ABD Konsolus’u tıpkı CIA ajanı gibi davranmakta ve yükseklerde oluşturulan emperyalist politikaların uygulanmasında istasyon görevi yapmaktadırlar.

Söz konusu toplantıdan 26 gün sonra düzenlenen basın toplantısında, dernek başkanı Hakan Akbal, bir kanun hükmünde kararname çıkartılarak: “Diyarbakır, Şanlıurfa, Mardin, Batman, Şırnak ve Siirt illeri Osmanlı’da olduğu gibi Diyarbakır vilayeti olarak tanımlanabilir, Diyarbakır vilayetinin yönetim merkezi de Diyarbakır ili olabilir” dedi. Bu önerilerini de, hazır kurulmuş bulunan ‘Kalkınma Ajnsları’nın sınırlarına dayandırdıklarını da ilave ediyor.

Arslan Bulut çok sık yazdı itiraz da edilmedi, cevap veren de olmadı, “CFR’nin gönderdiği gizli memorandum ile kurulan AKP”, verilen görevleri istenildiği verimlilikte yerine getirmeye devam ediyor. Tayyip Bey’in yerine daha iyisini yapabilecek birisini buluncaya kadar da bu görevlendirme devam edeceğe benziyor. “Bugün üniter Türkiye’yi bölmek ve israilist Kürdistan’ı kurmak adına ciddi adımlar atmaktadır. Bu adımların kaynağı sistemdir. (sistem: dünyayı yöneten derin güç. Yani, CFR, Bilderberg, Trilateral ve bunların altında yer alan irili ufaklı örgütler ve bunların yönetici olan her milletten gelen ancak milliyet farklılığına önem vermeyen, adeta paraya tapan, İbrani asıllı yapı, şeytanın kralları.) (Tevfik Bir, www.tevfikbir.com)

12 Eylül 1980 tarihinde Türkiye’de bir ABD darbesi yapıldı. Bu darbenin gerçek yöneticileri ise “gerçekte Pentagon ve CIA’dır. Kenan Evren çıkardığı kanun kuvvetinde kararname ile Türkiye’nin 12 eyalete bölünmesini istemiştir. Fakat onanmasını seçimlerden sonra iktidara gelecek partiye bırakmıştır. Özal iktidarı ise ‘Halkın infialini kazanırız’ gerekçesiyle, bu kararnameyi onaylamamış ve ‘şimdilik’ kaydıyla rafa kaldırmıştır.

Günümüz iktidarı ise ‘AB Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nı imzalamış, Kalkınma Ajansları ile Türkiye’yi bölgelere ayırmış, devletin valilerini bu çalışmaların başkanı olarak atamıştır. Türkiye Başkanlık sistemine doğru hızla ilerlemektedir.” (Figen Özen, 21.03.2012, İlk Kurşun)

Şu artık iyice anlaşılmış olmalıdır. Terör örgütüne karşı duran ordu kuvvetlerinin kışlasına çekilmesi, komutanlıkların Valilerden talep ettikleri operasyona izin taleplerinin geri çevrilmesi veya hiç cevap verilmemesi, PKK terör örgütü elemanlarının il ve ilçelerde rahat hareket etmelerini sağlamış, silahlanarak ve eğitimleri yaptırılarak adeta ordusunu kurmalarına fırsat verilmiştir. Yol kontrolleri, öz savunma birliklerinin kurulması, okulların açılması, vergi toplanması, askere adam alınması askere gitmek istemeyenlerden, bedelinin tahsil edilmesi gibi olaylardan da anlaşılmaktadır ki, PKK artık bir devlet kurmuştur. Çünkü davranışları devlet davranışını anlatmaktadır. Bütün bu olaylar karşısında devletimiz suskundur. Hatta ne yapılması gerektiğini bile bilememektedir. Eğer biliyor da, yapılmıyorsa bunun adı ihanete varır.

Ergenekon, Balyoz, Casusluk gibi uydurma suçlamalarla orduya yapılan saldırıların sebebi şimdi daha iyi anlaşılıyor. Bir tarafın, kandırıldık, saflığımıza geldi gibi avamî laflarla kurtulması mümkün değildir.

Şimdi, federe devletin nasıl kurulması gerektiğini 25-30 üyeli bir sivil görünümlü derneğe söyletiyorlar. Başkanı sıfatıyla da konuşan kişi, ekranlara çıkartılarak güya ödüllendiriliyor. Sanki kendi araştırmaları ve düşünceleri sonuçta vardıkları kararları açıklar gibi. Sen, değil sosyolojik bir konu hakkında karar vermek, öneri getirmek, bir satır bile konuşacak ehliyette değilsin aslanım.

Seni, gizli toplantılarda Amerikalı ajanlar iğfal edip, ortaya salıyorlar, hepsi bu. Yani mührünü basına kapalı oturumlarda vurmuşlar.

Özerklik veya federasyonlaşma taleplerinin sonu, bölünmeye gidecektir. “Ameliyat yaptırmam” efelenmesiyle zaman tüketen idareciler, söyler misiniz, siz neyin, kimin ameliyatından bahsediyorsunuz? Hasta, yoğun bakımda, siz çay-kahve derdindesiniz. Bu nasıl idareciliktir, bu nasıl Türk idareciliğidir?


14 Şubat 2015 Cumartesi

Hayır, Ben ‘Charlie Hebdo’ Değilim


Sömürgecinin gönüllü olarak, işgal ettiği toprakları boşalttığı vaki midir? Rahatlıkla hayır cevabını verebiliriz.

İşgal altındaki toprakların sahipleri ne zaman uyanmaya başlar? Toplum içinde bir-kaç namuslu, şuur sahibi kişinin, “-Bu böyle gitmez” çağırışları, yayılmaya başladığı vakit. Bilincin uyanışı da diyebiliriz. Uyanış başlar ve hareketlenmeler, vatanları uğruna yığınlaşmalar, mitingler, bildiriler… Derken, sömürgecinin tutunacağı tek dal vardır onlara karşı: “-Terörist!” söylemini dünyaya yayması. Öyle mi acaba? Vatanını yabancı çizmelerinden kurtarmak isteyen, vatan zenginliklerinin sömürülmesine artık dur diyenler gerçekten terörist midir? İnsaf, insanlığın özelliğidir. Yıllarca, yüzyıllarca yer altı ve yer üstü ekonomik zenginliklerini sömür, memleketine taşı, o varlıklarla kendi vatandaşını refah ve mutluluk içinde yaşat ve fakat zenginliğini taşıdığın halk sefalet içinde yaşayarak, ölüme mahkûm olsun. İşte Avrupa’nın ve Avrupalının kısa tarifi. Üstelik sömürgeci, çıkarttığı ekonomik değerleri oranın yerli halkını geceli, gündüzlü, düşük maaşlarla ve zorla çalıştırarak sağlamıştır. Ülkeden kaçırılan değerlerde masum halkın gözyaşı, teri, emeği ve ahı vardır. Avrupa, ah üzerine kurulmuştur.

Sözü, Fransa’nın Cezayir’i sömürerek, kanını emmesi, ekonomik değerlerini bitirmesi, kültürünü yozlaştırması, halkını köle etmesi, kısaca emperyalist emelleri uğruna koca İslam devletini çökertmesi üzerine getirecektik. Bütün bunları yaptı, yapmasına yaptı da, koca Avrupa’da bu yapılanların namuslu olmadığı, sahtekârlık olduğu hakkında iki satır laf eden olmadı. Tamam, sömürgeci yapacaktı, fakat namuslu adamlar nerelere gitmişti? Onlarda mı susturulmuşlardı? Mesela, Cezayirlinin, Cezayir vatandaşı bile olamaması nasıl bir mantıktır, nasıl bir ahlaktır? Bu duruma nasıl susulur?

Acılar nasıl unutulur?

Yıl 1945. Fransa ‘sorun çıkaracağını öngördüğü’ liderleri tutuklamışlardı. Alman işgalinden kurtuluşu kutlayan Cezayirliler, bir yandan da tutuklu bulunan liderleri Messali Hac’ın serbest bırakılması için pankartlar taşıyorlardı, sloganlarla taleplerini iletiyorlardı. En tehlikeli sloganları ise ‘Yaşasın Bağımsız Cezayir’di. İşte bu masum talep ve tehlikesiz slogan, gözü kararmış Avrupa’nın beyi durumundaki Fransa’yı kızdırdı ve halkın üzerine ateş edilmesi emri verildi. Binlerce Cezayirli jandarma, polis ve göçmenlerden oluşturulmuş silahlı milisler ölüm kustular. Cezayirli resmi açıklamaya göre 45 Bin kişi katledildi. Suskun Avrupa’dan yine bir ses çıkmadı. Daha dün, 1998 yılında 4 ayrı köyde meydana gelen katliamlarda 412 kişinin öldürüldüğü olayına bile sessiz kalındı.

Bunları yapan Fransız’ın eliydi. Ama elinde maşa vardı. Sömürgecinin taktiği gereği, içerden devşirdiği kişilere acımasızca kardeşlerini öldürttü.

Türkiye’de çok defa meydana gelen, saldırılara da seslerini çıkartmadılar. 35 yıllık baş belası PKK’nın cinayetlerini görmezden geldiler, bırakın ses etmeyi, onlara kucak açtılar, beslediler, silahlandırdılar, alkışladılar. Demokrasi dediler, insan hakları dediler. Sustular… Dinci caniler, Allahuekber nidaları eşliğinde Sivas’ta 34 aydın sanatçıyı diri diri yakarken yine sustular. Herhalde akıllarında, Türkiye’nin zaafa uğraması, bir daha diriltilmemesi gibi hain düşünceler vardı. “–Bırakın birbirlerini yesinler” kabilinden düşünceler. Belki de onları bulundukları yerde provake edenler kendileriydi.

Benzerlik Suriye’de, Irak’ta, Afganistan’da, Pakistan’da, Nijerya’da da görüldü. 10 Binlerce masum katledildi. Binlerce küçük çocuk acımasızca katledildi.

Avrupa yine sustu. Namus fukarası Fransa yine sustu.

Yine böyle gidiyor. Maşalı elleriyle, yine içeriden devşirdikleriyle işlerini görüyorlar. Ne de olsa sömürgecilik zamanlarından kalma alışkanlıklarıyla, ‘Yeni Sömürgecilik’ döneminde de, dışarıdan devşirdikleriyle işlerini görüyorlar. El-Kaide, Boko Haram, IŞİD hep aynı bok soyunun belası. Hepsi aynı efendinin kulları ki, efendileri demokrasi kahramanı Avrupalı ve ABD’liler.

“Dedesi ekşi yedi, torunun dişi kamaştı” diye bir sözümüz vardır. Zalimlik yaparsan, zulme sessiz kalırsan bir gün senin de başına gelecektir. Bu kaçınılmazdır. Hem de besleyip, büyüttüğün ellerle.

Fransa’da yayınlanan bir karikatür dergisindeki bir-kaç yıl evvel yayınlanmış bulunan karikatürler sebep gösterilmek suretiyle, dinci kafanın, yobaz yorumlarından kaynaklanan terörist saldırı sonucu, 12 masum insan katledildi. Tarihin garip bir tecellisi olarak, saldırıyı yapan iki kardeş Cezayir asıllı Fransız vatandaşı. Hiçbir zaman kabul edilemez, bu katliamı kınamamak, acıyı paylaşmamak olamaz. Hangi sebeple olursa olsun, insan öldürülemez. Bu sebeple Fransa’nın acılarını paylaşıyoruz. Katilleri lanetliyoruz.

Peki, katil kim?

Yo, yo. Elbette yapan belli, biz gerçek katilin kim olduğunu, onların eline silahı kimin verdiğini, onları kimin yönlendirdiğini öğrenmek için soruyoruz. Katil kim?

Nasıl da, saldırı kendinize yapıldığında toplanı verdiniz? Nasıl da, pankartları hazırlayıp hemence ‘Charlie Hebdo’ oluverdiniz. Silah size doğrultulmuşken mi, terör karşıtı oldunuz? Vah, vah!

Hayır, ben Charlie değilim.

Acınızı paylaşmak, teröre lanet okumak üzere ülkenizde misafir bulunan Türk Başbakanı’na davranışınızı izledik. Ne kadar kaba idi, ne kadar kaba idiniz.

Tarihin derinliklerinde arayalım saldırının sebebini, utanç duyulması, dayanışmaya katılınması gereken yerde, zevkten dört köşe olunduğu zamanları hatırlayalım. Ve nerede yanlış yapıldığını kendimize itiraf edelim. Edelim ki, ellerinizle büyüttüğünüz katiller sürüsünün Müslüman milyonların canını alırken gülücükleriniz hatırınıza gelsin, sonra silahlar kendi üzerinize çevrildiğindeki riyakâr demokratlığınız…

Haydi, şimdi canavarınızı durdurun.

 “İşaretlerimiz hakkında uygunsuz konuşmalara dalanları gördüğünde, başka bir konuya geçene kadar, onlardan yüz çevir… Eğer şeytan sana unutturur ise, fark ettiğin zaman artık zâlimler topluluğu ile beraber oturma” (En’am Suresi/68)


NOT: “Türk Edebiyatı’nın hanımefendi yazarı Afet Ilgaz Hakk’a yürümüştür. Mekânı cennet olsun. Bıraktığı eserler ardından duaları olsun…”

12 Şubat 2015 Perşembe

Devlete Ne Olmuş?


Belki de kavganın (doymazlığın da diyebilirdik) esasında, klasik Yunan tanrılarıyla yarışma isteği yatar. Bilge iddiasındaki krallarla idareye el koyanlar, köhnemiş addedilen sistemi yıkarken, Firavun’a özenerek mezarlarını da hazır ediyor olabilirler. Buradaki çelişki, muhafazakârlığın karşısına koydukları müphem ve ne olduğu hakkında kendilerinin bile fikirlerinin olmadığı, karmakarışık bir sistem. Buna isterseniz, muhafazakâr bile olamamak diyebiliriz. Bilinenin ötesinde bir şeyler yapmak isteği, ayakları altına aldığı değerlerle resim çektirmeye, konuklarına tarihi kıyafetli askerleri göstermeye kadar götürüyor avamî yaşantı sahiplerini.

Gerçi, üç gün evvel söylediklerini yalanlayan laflarını sık duyduk. Başlangıçta önemsemediğimiz, çam devriklerinde de, korkumuzdandı galiba ne olduklarını söyleyemedik. İnanmak istediğimiz belki de, Müslüman olduklarını söyleyenlerin asla yalana başvurmayacaklarıydı. Her karşılaştığımız yalan, bizde derin hayal kırıklıkları yarattı.

Umarım aynı hataya bir daha düşmeyiz, ne de olsa imtihan sonsuz sayıda önümüze konan, ince ve keskin sırat köprüsüdür. Geç geçebilirsen.

Zamanının kıyafetlerine uygun olduğunun söylendiği, eski zamanlar asker giysilerine bürünmüş mankenlerin arasında verilen resim kadar sakil duran bir de ‘külliye’ kullanımı teklifi vardı. Teklif, tekliftir. Bunun bir zararı yok. Kabul edilir ya da reddedilir. Üniversite (medrese mi demeliydik!) mensuplarının bol akademik unvanlı hâzırunu önünde yapılmıştı bu teklif ve salon, profesör alkışlarından yıkılmıştı. Kısa bir süre sonra, Fransa’da 12 kişinin katledildiği bir olay vukuu buldu. Şimdi hatırlıyorum, bir dostumuz şu mesajı göndermişti: “Dün Fransa’da meydana gelen vahim olayın sebebini: ‘Külliye’ teklifini yaptıktan sonra salonda kopan Profesör alkışlarında arayınız.”

İskender Öksüz Hoca’nın 21. Yüzyıl Dergisi 73. sayısında yayınladığı “istikrarsızlık İndeksi” başlıklı makalesinden şu satırları okuyalım: “Toplumlarda da bir ‘değer kapitalizasyonu’ söz konusu. Değer kapitalizasyonu yüksek cemiyetleri öyle birkaç nutuk, birkaç kitapla yoldan çıkaramazsınız. Fakat değer (ve fikir) kapitalizasyonu düşük ülkeleri ki Türkiye, Müslüman ülkeler ve üçüncü dünyanın tamamı bu gruptadır, az bir gayretle istediğiniz gibi manipüle edebilirsiniz. Burada bir gün bir cemaat, ertesi gün komünistler, hafta başında da ihvan-ı Müslimin değer boşluğuna hâkim oluverir.”

İlkel kabile toplumlarında kişilik değiştirdiğini iddia eden tiplerle karşılaşılır. Bu durum, o toplum için önemli bir statü (şaman) iken medeni toplumlar için psikolojik bir rahatsızlık belirtisidir. Değişim genel olarak bir hayvana benzeme şeklindedir. Değiştiğini iddia edende ise, hayvani hareketler gözlenir. Günümüzde benzeri hareketler, uyuşturucu kullanımında, madde bağımlılarında görülmekle, toplumdan soyut bir hayat yaşamaya meyilli, kırsal bölge töreleriyle hemhal olan, eksik-yanlış felsefik veya yanlış dini inançlara (putlaştırılmış inanç diyebiliriz) kapılmış olan kişilerin bu şizofrenik hareketlere tutulmasının daha kolay olduğu bilimsel makalelerde bildiriliyor. Eski Yunan tanrılarına inat, tanrılaşan ve her talebinin emir kabul edilerek uygulamalara konulduğu geri kalmış ülke örneklerindendir.

Ama, tanrı Zeus ile bir benzerliğini de göstermek lazımdır. “Tanrı Zeus babasıyla kavga ederek onu tahtından indirir ve kendisi tanrı olarak onun yerine geçer.” (Metin Boşnak) Artık, cennete istediği gibi yerleşir ve istediği gibi üretimlerine devam edebilir… Hobbes, “Yasayı, hakikat değil de, otorite yapar.” Dememiş miydi? “Hobbes burada personalizm ve kararın önemine dikkat çekmektedir. Doğrusu emir, hak ve güç tümel iktidarın değil, şahsın nişanesidir.” (Dr. Aliye Çınar, Politik Teoloji)
Toplumun Binlerce yıllık değer birikimi un ufak edilerek, değersizleştirildikten sonradır ki, kıldan tüyden, üfürükten teyyarelerden yapılan siyaset malzemeleriyle aklının başından alınması işten bile değildir. Devlet bu oyunda başı çekerse, tanrılaşan siyasetçinin de işi kolaylaşır. Toplum bir kişinin ağzına bakar olur. O ne derse kanun ve hatta nas hükmündedir.

‘Allah’ın bütün vasıflarını’ taşıması, ‘ikinci peygamber gibi’ olması, ‘ondan yanlış bir işin’ zuhur edemeyeceği… hususlarının nasıl oldu da, milletin zihnine nakşedildiğini, bunların inanç haline nasıl dönüştürüldüğünü düşünün de, eleştireceksiniz ondan sonra eleştirinize açık olduğumuzu bildiririz.


7 Şubat 2015 Cumartesi

Niye Okunmuyor?


Bu, aslında ülkemizin temel meselesi.

Geri kalmışlık seviyesi ve okuma alışkanlığı karşılaştırması doğru orantılı olarak, birbirlerini takip etmekteler. Geri kalmak tanımını yalnızca ekonomik olarak algılarsak, yanılırız. Elbette, ekonomik gerilik, okullaşmada gerilik, hoca sayısında gerilik, kitap sayısında gerilik, yayın sayısında gerilik gibi pek çok başlıkla at başı gidiyor.

Kimi yazıları ‘yazının başlığı’ okutuyor. Sanki başlığı görünce, muhtevayı şıp diye anlayıveriyor okuyucu. Hemen karar veriyor: “-Bu yazı okunmaz.” Veya tersi.

Vaktiyle, haftada bir makale yazan, yazarların yazı gününü iple çekerdik. Neyi yazdığı değil, yazısındaki zevki tatmak isterdik. Üslubu, anlatımı, kıvrak cümlelerinin lezzeti, hikâyenin inceliği gibi hususlar hafta boyu konumuza hâkim olurdu. Onunla da bitmezdi, diğer farklı mevzuular tartışmaya alındıkça, yazarın cümlelerinden, paragraflarından alıntılarla tartışmaya iştirak eder ve konu üzerinde farklı açılımlara eski tarihli yazısı bile olsa katkı sunardı yazarımız.

Şimdilerde siyaset her yanımızı kaplamış vaziyette. Muhalefet ettiği siyasi oluşumun aleyhinde laf edilmediğini anladığı anda yazıyı ya açmıyor, ya da yarıda bırakıyor. Ezberine aldığı bazı cümleler var. Yazı başlığında o cümleleri çağrıştıran kelimelerle karşılaşırsa, o yazı iyidir, okunur. Aksi durumda yüzüne bile bakılmıyor. Siyaset dışı fikir, kültür, sanat, felsefe gibi konuları inceleyen veya atıflar yaparak düşünmeyi zorlayacak yazılar, okuyucusu en fakir yazılar grubuna giriyor. Magazin kültüründen örnekler sunamayan yazarlar, popüler satırlardan uzak kalarak kendinden bir şeyler anlatma isteğindeki yazarlar, okur zafiyeti içindeki yazarlar oluyorlar.

Sıkı taraftarlık, düşünceyi de bağlıyor. Tarafımızda olmayan yazılar, bizi hiç ilgilendirmiyor. O yazıları yazan yazarlara bakma zahmetine bile girmiyoruz. Medeniyet tek yanlı fikirlerle kurulurmuş gibi.

Karşı fikirler, kişinin sahip olduğu fikirlerin kırbacıdır oysa. Düşünceyi uykuya yatırmak, ilerlemeye set vurmak gibidir. Seli önemsemeyip, dere yatağına ev yapılırsa, umulmayan bir zamanda o evin yıkıldığını görmek kader değildir. Fikir selinin önünde kimse duramaz. Bir-kaç kişinin uykuya dalması, toplumun uyduğuna delalet etmez. Uyanık kalmak için, çimdiklenmek yeterli değildir. Kanıksanmış uykunun, üzerine üzerine gidilmelidir. Karşı fikri öğrendikçe, düşünce atölyesinde yeni ürünler boy verecektir. Uyanıklık, ancak karşı tezler üzerinde çalışmayla elde edilir. Lazım olan sıkı taraftarlık değil, saf, temiz, kaya gibi bir imandır. İman, ancak araştırma ve geliştirme metoduyla sağlamlaştırılır. Bu da karşı fikirlerin öğrenilmesi ve iman kalesine yeni, sağlam surların inşa edilmesiyle mümkün olacaktır.

****

Baş döndürücü bir hızla gelişen sayısal medya ortamı, iletişimi hem ucuzlatmış hem de daha yaygın hale getirmiştir. Vaktiyle haftalar boyu beklediğimiz yazarların yazılarını üstelik arşivlenmiş vaziyette bedava denilebilecek bir maliyetle ulaşmak mümkün olmaktadır. Doğru, yararlı, geliştirici bilgilere ulaşmak ise biraz çaba ve araştırmayı gerekli kılmaktadır. İnternet ortamının ucuzlaması haber ve makale-araştırma içerikli sayfaların (sitelerin) mantar gibi çoğalmasını sağlamış olmakla, hangi bilginin, yazının faydalı veya zararlı olduğu hususları da bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Bilgi kirliliği dediğimiz çarpıtılmış haber ve yorumlar zihinleri bulandırmakta, özellikle bir bela olarak dünyanın gündemine oturan terör örgütlerine taraftar, yandaş toplamakta da kullanılmaktadır. İnternet kullanıcısı bunları kendi becerisiyle bertaraf edecektir. Her ne kadar yasal korumalar sağlanmışsa da, yetersiz olduğu gerçeği göz önüne alındığında okuyucu korumasız durumdadır yargısına ulaşabiliriz.

“Haber, toplumun bilgi ve ilgisini geliştirecek, dönüştürecek, gerçekliğin, kurgusal olarak yayımlanacak medya organizasyonunun yapısına, teknolojisine ve ideolojisine göre yeniden kurgulanmasıdır. Haber, içinde barındırdığı çok katmanlı yapısı nedeniyle formel olarak düzenlenişi, tanımlanmasından ve kavramsallaştırılmasından daha kolay bir iletişimsel yapılanmadır.” (Doç. Dr. Hamza Çakır, Geleneksel gazetecilik Karşısında İnternet Gazeteciliği)

Korunma zorunluluğu da buradan doğmaktadır. Basit bir haberi bir-kaç değişik ortamda okuyacak olursak, haberin nasıl verildiği, niye verildiği, kime verildiği sorularını da doğru cevaplayacak olursak ne demek istediğimiz net olarak anlaşılacaktır. Haber sitesi, gazete, televizyon yöneticilerinin doğru haberi, çarpıtmadan sunma görevleri namus borçlarıdır.

****

Haber, röportaj, makale gibi ürünleri yayınlayan ortam yöneticilerinin, bu ürünlerin pazarlanmasında da gerekli çabayı göstermeleri, reklam, tanıtım, halkla ilişkiler yöntemlerini kullanmaları ve okuyucu sayılarını artırmaya gayret göstermeleri lazımdır. Okumama, okunmama problemlerinin başında internet gazetesi yönetimlerinin işi ağırdan almalarını da söylemek yanlış olmayacaktır.

Kaldı ki, mesela bu satırları okuduğunuz (haberiniz.com.tr) sitesi, belli bir grubun sahiplenmesi gereken nitelikte ürünler ortaya koymaktadır. Ülkücü grup, ülkemizde hatırı sayılır bir ağırlık merkezidir. Türkiye’nin her köşesine ulaşarak teşkilatlanması tamamlanmıştır. Hal böyleyken, okunma sayıları diğer rakiplerine göre neredeyse sıfır olan bu sitenin (veya kardeş sitelerin), pazarlanması, okunması, okutulması, tavsiye edilmesi de bu hareket mensuplarının üzerlerine atılı bir görevdir.

Her haber, her yazı, her röportaj için yorum yazarak işe başlayabilir, tartışma ortamı yaratarak kaleye bir taş da biz koyabiliriz.

İyi okumalar…


5 Şubat 2015 Perşembe

Bir komisyon Başkanı’nın Psiko-Trajik Tahlilidir


İşe, partiye kimin önerdiğini bulmakla başlardım. Önermekle kalmış mı, ısrarcı olmuş mu anlamaya çalışırdım. Duruşu, bakışı, gözleri, konuşması başkalarına ait değil kendine ait sırları kapatmanın telaşı içinde olduğunu açıkça anlatıyor. Öneren kişinin kendisi veya yakınlarının adliye ile ilgili işlerinin olup olmadığının mutlak araştırılması gerekmektedir.

Öyleyse yapılması gereken ilk iş, mesleğini bıraktığı yerden geriye doğru iki-üç yıllık dosyaları gündeme taşımak olmalıdır. “Soruşturmaya gerek olmadığı” yollu verdiği kararlı dosyalar, “Tahliye” talep ettiği dosyalar, “temyiz” ettiği veya temyize gerek görmediği dosyalar, hakim kararına katılmadığı veya ısrarcı olduğu dosyalar, kararı hemen kabul ettiği dosyalar.. İndirip raflardan yeniden incelemeye tutulmalıdır derim. Bu işte bir bit yeniği var, kesin olarak inancım budur. Son yaptıkları, evvelki yaptıklarına delalettir. Ve kendisi adına asıl felaket eskilerde yatmaktadır.

Gözlüğünü çıkarması, terlemesi, sorulara farklı açılardan yaklaşarak cevap vermesi, işin en kritik safhasında ev halkının hastalığını gündeme getirmesi… Çok enteresan. Yıllarını adliye koridorlarında, tozlu dosyaların üzerinde bitirmiş bir usta Savcı’nın böylesi hareketleri, geçmişinde çok ama çok önemli suçları barındırdığının resmidir.

Bir kere, işten anlayan bir-kaç Hâkim, Savcı emeklisi ile hareketler masaya yatırılıp, hangilerinin normal bir Savcı hareketi olmadığı hususları tespit edilmelidir. Böylece vaktiyle emir alarak yaptığı işlerin var olup olmadığına da hemen hemen kesin olarak karar verilebilir. Ve emir alarak karar verdiği sonucuna varılırsa ki, böyle olacağı kesindir, incelemeler derinleştirilir. Taa, kendisini partiye önerenin bulunmasına kadar. Burası önemlidir, çünkü öneren mutlak surette, ‘işe yarayacağını, ne de olsa Savcılık makamında yıllarını geçirdiğini, kirli işleri kapatmakta üstüne bulunamayacağını’ filan anlatarak, parti yönetimini ikna etmiş olmalıdır. Muhbir yumurtalarının ısıtılıp, yetiştirilip, sırası gelene kadar saklanması gibi, söz konusu kişi de, kendisine ihtiyaç olunacağı güne kadar özenle saklanmış ve zamanı gelince de, haydi bakalım denmiştir.

Şu ezikliği gördünüz mü, nasıl da süt dökmüş kediler gibi pısıyor. Gözlüklerinin ardında pek çok pişmanlık barındırıyor. Son yaptığı aklama-paklama işlerini çok öncelerden bellemiş ve ezberlemiş gibi. Emir alanların halet-i ruhiyesi içinde, yanlış yapmamaya özen gösteriyor, yanlış yapması halinde, geçmişindeki pislikler açılacak, en iyisi şantaja boyun eğmek. Besbelli, yaptığının suç olduğunun da farkında. Suç demişsek, kanunların verdiği yetkiyi kullanmak elbette suç olamaz. Vicdani bir sorgulamadan bahsediyoruz. Vicdanen rahat değil. Geceleri uykuları bölünüyor. Terleyerek yatağından fırladığına bahse girerim. Vicdanın kabul etmediği bir kararın altına imza atmak kadar, insanı bu dünyadan soğutan ve korkutan bir iş-işlem daha yoktur. Çünkü vicdan temizdir. Onun sesiyle iş yapılmayınca, zindan kesilir, dar gelir dünya…

Elbette uzun yıllar hizmet verdiği adalet teşkilatında sayısız adalet adamı tanıdığı var. Haydi, biz hukuk bilmiyoruz. Şimdi şöyle düşünüyor olmalı: “-Ya onların yüzüne nasıl bakacağım.”

Doluya koyuyor almıyor, boşa koyuyor sığmıyor. Bu nasıl davadır?

İçten içe kahroluyor. Saçını başını yoluyor. Özellikle memleketinin sokaklarındaki komşularının bile yüzüne bakacak hali kalmadı. İş soğuyuncaya, unutuluncaya kadar en iyisi memlekete gitmemek. Bu yüz kızarıklığını nasıl unutturacak, bu utançtan nasıl kurtulacak? Zor.

Ezik kişi, sömürülmeye, kullanılmaya müsait kişidir. Ezdikçe yasalara aykırı iş isterler, aykırı işleri yaparken iyice ezilir, ezildikçe yeni ezilmelere kucak açar, ezen yeniden devreye girer, kanuna aykırı (suç) işleri temizlemesi için emir verir, aldığı menfaatler, hayal ettiği makamlar aklından çıkmayan ezik tip, her emri yerine getirmeye amadedir. Yapar, yapar… Yorulmak nedir bilmez. Girmiş olduğu aşağılık kompleksi girdabından kurtulmanın yolu, suçluyu kayırmak, suçu karartmak, delili yok etmek.. böylece kendi gücünün nerelere vardığını filan da düşünerek teselli olmak. Kendini avutmak bir anlamda.

Sen ezik yaşamaya mahkûmsan, kullanılmaya da mahkûmsundur. Bir kere bile ezdirmişsen kendini, bir yığın uyanık, iş bilir, fırsatçı senin bu ezikliğinden istifade etmenin yollarını bulacaklar ve istediklerini sana hem de hissettirmeden yaptıracaklardır. Kuyruğu kaptırmaya gör!.

Ezik kişinin en bariz özelliği, otoriteye boyun eğmesidir. O kadar eğer ki boynunu, zaman içinde boyun ağrısından, özellikle gazeteci esnafına saldırgan tavırları görülür. Aslında geçmişini unutma gayreti içindedir, lakin her gördüğü bir tanıdığı ona suç ve suçluyu yani kendini hatırlatır. Tabii ki, yeniden utanç içine girer. Bu utanç içinde özeleştiriye vakit buldukça, bir parça da olsa ‘haklılık’ payı verir kendine. Hatta bu haklılık payı içinde saplantı haline gelince, neredeyse ‘yok mu bana emir verecek bir babayiğit’ efelenmesine bile girebilecek cesarettedir. Elbette kötü gecelerin bir karabasanıdır yaşanılan hal. Neden? Çünkü 7 milyarlık dünyada ‘haklılık payı veren’ bir kendisinden başkası yoktur. Ne kadar zor bir durum!

Suçluluk psikozundaki bu ezik tiplerde, zayıf ve takıntılı tiplerde kindarlık önemli boyutlarda şişmiştir. Bir yanda emir verenler, diğer yanda işlenen suçlar. Vicdana karşı sessiz, emir almaya alışmış bu kindar ve ezik kişilerin yapamayacağı suç, kıramayacağı kalp bulunmaz. Yazık ki, bu tipler hep iteklendiklerinden, hep hor ve hakir göründüklerinden daima suçluluk perdedesinde görünenler de onlardır. Verilen görevi hasarsız yerine getirdiklerinden, dünyalıkları yerinde ve dünyalık makamları da muhkemdir. Bir anlamda padişahın gözdesi durumundadırlar. Kin tutmak bir hastalıktır. Bu kişiler kinleriyle ayakta durduklarını sansalar da hastalıkları çoğunlukla kendilerine zarar verir. Güçleri yerindeyken, makamları altındayken bunu pek fark etmezler, zaman zaman geceleri kâbuslar bassa da, kendilerince buldukları geçici çözümlerle sabahı bulurlar. Sıcak bir banyo, demli bir çay, işte paylarına düşen mutluluk da budur.

Özetle,

İşlenen suçlar bir gün gelir sorulur. Hayır hayır ötelere kalmaz. Mazlumun ahı, anında devreye girer ve onun kıramayacağı zincir, açamayacağı demir kapı bulunmaz.

Hatırlatalım dedik!.


3 Şubat 2015 Salı

Şişmanlayan Dünyada, Savaş Zayıflarındır!


Umutsuzluk yaşamaya, aleyhte düşünmeye, kötü muhalefet dalgası geçmeye, acemi şoför gibi yalpalamaya gerek yok. Bir dağa çıkarsanız, terler ve yorulursunuz. Dizlerinizin bağı çözülür zaman zaman. Kendinizi taşıyamaz hale gelirsiniz. Önemli olan zirveye ulaşmaktır. Yanınızda bulananlarla birlikte, zirvenin keyfini yaşamaktır. Sırası gelir etrafınıza baktığınız da olur ve kimseleri göremeyebilirsiniz, olabilir bir durumdur bu, önemsemeyin. Zirveyi özleyenler size yetişecektir. Korkup geri dönenlerle zaten işiniz olamaz. Kim bilir o terk edenler belki de ‘hayatınızdaki fazlalıklardı’. Çöp deposu gibi tıkıştırdığımız fazlalıklar ve de gereksizler.

Niye seçici olamıyoruz? “Onda var da ben de niye yok” kıskançlığından öteye neden geçemiyoruz? İhtiyaç var mı? Sorusunu bir kere bile sormadan sahip olmak için belki de binlerce borca katlanıyoruz. Sahip olunduktan sonra da belki de hiç mi hiç kullanmıyoruz. Lüzumsuzluk ve fazlalık işte.

Bilgi de böyledir. Ne varsa çuvalda hepsini yüklenmiş götürüyoruz. Amaç belli değil. Hedef yok. Araçlar flu. Zayıf inanca nazire demek yanlış olmaz. Hayatın fazlalıkları, ziyadesiyle beyine yüklenmiş vaziyette. Tek idarecimiz, tek sorumluluk alanımız olan beyin.

Dolaplardaki eskimiş bez parçalarını alıp atmak kolay, işe yaramaz ve kullanmadığımız eşyayı çöpe göndermek basit, lakin beyine yerleşen ve hiçbir işe yaramayan mefruşatı çıkartıp atmak o kadar kolay olmasa gerek. Biriktirmek için yıllarını, ömrünü ver, zaman harca, maddi imkânlarını öğrenmeye seferber et ve bir gün anlamsız olduğunu anla, ne büyük hayal kırıklığı, ne büyük umutsuzluk kaynağı! Olsun, işe anlamakla başlanır. Başlanır ama hangilerinin lazım, hangilerinin işe yaramaz olduğunu ayırt edebilme nasıl olacaktır? Temizliğe nereden ve hangilerinden başlanılacaktır? İşin zoru burası.

Yanlışa nasıl düşmüştük hatırlıyor musunuz? Daha çok bilgi, daha ayrıntılı anlatabilme kabiliyeti, çok farklı alanlarda laf edebilme yetisinin bizi üst makamlara taşıyacağına ikna edilmiştik. Hırs ve kıskançlık önemli bir etkendi. Bu toplumsal bir kabuldü. Dolayısıyla biz de o eksen üzerinde eğitildik. Patlıcan alırken gözlerle, yetmez ellerle seçerek fileye incitmeden bırakıyoruz. Ya malumatı? Eğrisi ile doğrusu ile karışık bir vaziyette beyin çuvalını dolduruyoruz, önümüze ne geldiyse. Sistemin hatasına verip, sorumluluktan kurtulamayız. Sistem hatalı ise, hiç olmazsa kendi çabalarımızla, hatadan çıkmanın yollarının aranması ve mutlak bulunması zorunluluktu. Eğitim diye, önyargılar doldurduk, korkular biriktirdik, eskimiş malumatı sahiplendik, lüzumsuz ve fazladan bilgilerle aynılaştık, öyle bir vaziyete geldik ki, o malumat tüm hayatımızı doldurmuş ve biz o olmuşuz.

Madem zirveye çıkmaya niyetlendik. İşe temizlikle başlamalıyız. Tıpkı dağcıların heybesindeki eşyaların en hafifinden seçtikleri gibi, ağırlıklardan kurtulmalıyız, aslında bize ait olmayan ağırlıklardan.

Günümüz hastalığı olarak obezite anlatılıyor. Henüz ülkemizde çok yaygın değil. Özellikle ABD ve AB ülkelerinde sık görülen şişmanlamış insanlar için, yeni alışkanlıklar, yeni üretim tipleri geliştirilmek zorunda kalınıyor. Düz yolda yürürken bile ne kadar da zorlanıyorlar. Boyunlarını çevirmek, geriye dönmek ne kadar zor. Bir de şöyle düşünelim: acaba, dünya üzerindeki hareketleri bu derece zorlaşan bu insanların beyinsel faaliyetleri de dünyaya paralel olarak yavaşlıyor mu, hatta duruyor mu?

Mesela, İstanbul şehrini ele alalım. Kısa sürede (20-30 yıl diyebiliriz) ne kadar şişti, kaldırımlarında insanların hareketi ne kadar yavaşladı. Asık suratlı insanlar oradan, buraya koşuşturuyorlar anlamsız. Sağlıksız büyüme ve nüfus artışı, yağları durmaksızın artan obeze ne kadar benziyor. Kaldırımlarında, yollarında hareket yavaşlaması da normal olacaktır. Bu sıkışıklıkta, peşkeş çekilen hazine arazileri, belediye kaynakları, devlet gücünün, insan emeğinin boşa harcanması, verimsiz çabalar… Çabalar, genel çıkardan ziyade özel çıkarlara yönelen ve sonu yolsuzluklara bulaşan acelecilikler… dolayısıyla Hakk’ı tanımama, karşıya saygının yitirilmesi, büyüğün unutulması, küçüğün görülmemesi, varlığın Türk varlığına armağan edilmesinin küçümsenmesi, zorluklar, karışıklıklar ve unutulanlar….

Hep fazlalıklarımızdandır. Sıhhat hafiflikte, incelikte. Pehlivan yapısındaki incelik önemlidir. Göbekli asker bırakın cephe savaşını, kurmaylık geliştirmelerini bile yapamaz. Çünkü ne yiyeceğinin derdindedir.

Birde siyasi obezlik vaziyetinden söz edilebilir. Hiçte hak etmediği halde, hayallerinin ötesinde oy alarak iktidarı dolduran kuvvetlerin, bu şişkinliği taşıyamaması ve yoldan çıkması tehlikesi vardır ki, bu tiplerin kendi kendini tüketmesi ve bitirmesi neredeyse kaçınılmazdır. Çünkü obeziteyi taşımak zordur. Yüksek oy oranı, esnekliği kaybettirecek ve stabilleştirecektir. Bu durumda çöküş kaçınılmazdır.

Özetle, fazlalıklardan kurtulmak başarının ilk ve tek şartıdır.

Mademki, hedefte dağı tırmanmak var, yapılması istenenlerin zamanında ve eksiz yerine getirilmesi, söz dinlenilmesi gerekliliktir.

Ve işe, bir rehber bulmakla başlamak en iyisi.


Doğruyu Allah bilir.

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...