28 Şubat 2013 Perşembe

Dur Hele…



Uyansın derin uykusundan,

At binsin, kılıçlansın hele…

Düşman da nedir ki,

Son söz daima hükümdarındır.

Dur hele…

Şan alıp şan verenin Hakk’ı için,

Adını yaşatan ve oradan gören Türk için,

Muhammed Nur’undaki ziya-yı Hakk için,

Dur hele…

Dur hele gardaş,

Yol açılır, dal kırılır, yel durur.

Hain siner, ajan kaçar durulur.

Bir gün olur Divan-ı Hakk’ta durulur.

Dur hele gardaş, gün gelir hesapta sorulur.

Acele yok bu yolda kim,

Kıldı secde-i Rahman’a şeytanın.

Asan eder yolun, açar, kırılır beli iblis’in.

Türk hâkim olur,

Tahkim eder,

Daralır yolu düşmanın.

Dur hele…

Hele bir uyana Türk.

Emir almaktır uyanmak. Sakın yanlış anlaşılmaya.

Türk daima uyanık olandır.

Vesselam.

27 Şubat 2013 Çarşamba

‘İman Ehl-i’ Kimdir, Anlayabilir miyiz?



Farz edelim ki, inançlarım, bilgilerim, kabullerim yanlış. Genel kabul gören inançlara, bilgilere aykırı. Çoğunluğun kabul ettikleri gibi değil. Ayrı fikirler, aykırı görüşler.

Ben öyle biliyor ve inanıyorum. Hiç mi konuşmayacağım?

Peki, konuşursam ihanet etmiş mi sayılacağım?

Ağızlarını açtıkça demokrasiden, insan haklarından ve daha daha ‘Ülkü’den bahsedenler nelerden bahsetmiş olmaktadır? Konuştuklarının farkında mıdırlar?

İktidardakileri taklit ederek varılacak yer uçurum olabilir ancak. Onların yaptıkları doğrudur kabulü ile hareket edileceğine varıp onlarla birlik olmak yeğlenir. Siz onların yapamadıklarını, bilmediklerini ortaya koyup alternatif olduğunuzu bildirmelisiniz. Hatta alternatif kelimesi de yanlış oldu. Biz nevi şahsına münhasır bir politika takip ediyoruz. Sadece biz bunları yapabiliriz. Zaten Türk’lükten nasibini alamamış olanların Türk’e dâhil olup onun ulvi amaçlarına hizmet etmesi de mümkün değildir, diyebilmeliyiz.

“Yola çıktım Mardin’e / Düştüm senin derdine”

İşte size çözüm yolu. Gidilecek yer belli, gidiliş amacı aşikâr. Başka (yabancı) kültürlerin, başka diyarların verdikleri ile yolumuzu çizemeyiz. Bize, bizim birikimimizden fayda vardır ancak. Şimdi derler ki, peki ilimden, teknolojiden ve toplam kültürden istifade etmeyecek miyiz? Bu nasıl sorudur. Bu nasıl düşüncedir deriz biz buna. “Hikmet mü’minin yitiğidir” kelamına muhatap olunduktan sonra, nerde bulunursa oradan alınır. Alınır içselleştirilir. Bizim olur, bizim gibi olur. Kültürümüz olur. Aksi halde, başkasının aklı ile hareket ederek, aklımızı onlara esir etmiş oluruz. Bu ise akılsızlık demektir. Diğerlerinin işlerine, hareketlerine, düşüncelerine ‘şartlanma’ sonunda oluşur bu durum ki, şartlanma ezberciliğin bir sonucudur. Herkesin yaptığını yapmak, herkesin düşündüğünü düşünmek felaketlerin bir özetidir.

‘Mahfuz İlim’, asırların Milet hafızasında hıfz olunduğu toplam ilmi anlatır. Bize düşen görev, asrın ilmi gelişmelerini o hafızaya yerleştirmek ve toplam ilimle iman etmektir. Aksi halde duraklamak söz konusudur ki, bu durum şirke götürür. Eski bilgiler ders alınmak içindir. Yeni durumu değerlendirmek ve pozisyon almak için lazımdır. Eskiye dönmek ve onu tekrarlamak için değil. Yeni asır, ilmini açmış ve ilerleme son hızı ile yürümekte olup, çalışarak, tefekkür ederek asrın ilmine, idrakine ulaşarak geçmenin azmi içinde olmalıyız. Aksi durum hayal kırıklıkları getirir ve perişan eder hem kişiyi ve hem de milleti.

*****

Bi-haber ehli imandan Bi-ehil güruh doğar
Olsa, olsa kaçak güreşen pehlivan olur
Dallar çiçeklenirken bir bahar sabahında
Dalkavuk, varır önüne Haham’ın sert-ihvan olur


Yaralar açılır vurulur em, ilaç olur, derman olur
Sırrı kaçar, yasemin solar gün gelir bi - güman olur
Mey akşamlarında üst üste biner dertler
Âlem ağlaşır, hane çırpınır, millet perişan olur

*****
Buraya nasıl geldik? Bir dostumuz, bir tarafa hitap ederken; -“ey iman ehli (…)..” dedi. Bu hitabın üzerine yukarıdaki iki dörtlük döküldü.

“İman”! İman edecek ve imanın ehli olacak! Ayeti kerimeyi okuyalım:

“Bedevîler (kabileler – aşiretler hâlinde şartlanmalarla cahilce yaşayanlar): ‘iman ettik’ dediler… de ki: ‘iman etmediniz! Fakat Müslüman olduk deyin! İman henüz bilincinizde açıklık kazanıp yerleşmemiştir! Eğer itaat ederseniz Allâh’a ve Rasûlüne, (Allâh) çalışmalarınızdan hiçbir şey eksiltmez… Muhakkak ki Allâh Ğafur’dur, Rahiym’dir.” (Hucurat/14)

“İman ehli şu kimselerdir ki, varlıklarını esmâ’sıyla yaratan Allâh’a ve O’nun Rasûlüne iman ettiler; sonra da bunda şüpheye düşmediler; Allâh yolunda varlıklarıyla ve nefsleriyle (canlarıyla) savaş verdiler! İşte bunlar sadıkların (hakikati yaşamlarıyla tasdik edenlerin) ta kendileridir!” (Hucurat/15)

İman etmediği halde, Müslüman gibi davranış içinde bulunmak mümkündür. Hatta Müslüman gibi olup, imansız olmak da mümkündür. Bu hali ancak, Bilen bilir. Anlayamayız. Bu sebeple, riya denilmiştir. Bu sebeple gizli yaşayanlar anlamında kullanılan ve ülkemizde de mevcutları bulananlar vardır. Tıpkı yaşantıları Müslüman’cadır. Ötesini bilemeyiz. “Olduğu gibi görünmeyenler, göründüğü gibi olmayanlardır”. (Hz. Mevlâna) Doğrusu bizim, bol keseden dağıtılacak ‘iman ehli’ yaftamız filan da yoktur. İman ehli, imanından dolayı çok şeyleri kaybetmeyi göze alabilenlerdir. İnanmadığını yaşayan, yaşantısında yalanlar bulunan değil. Bu durum ne kadar zordur? Yaşayabilene de ‘Er Kişi’ denir.

Sahtecinin hayat tarzı bir gün son bulur. Artık yalan söylemeye gerek kalmadığında, çünkü menfaatleneceği ortam kaybolmuş ve kendisine bir fayda sağlamamaktadır. İşte o vakit ancak, millet tarafından hakikat anlaşılır fakat iş işten geçmiş olur.

Her neyse, sözlerimizi anlayan anladı.

“Olduğu gibi görünenlerden, göründüğü gibi olanlardan”

Olabilmek ümidi ile…

25 Şubat 2013 Pazartesi

Görgüsüz Yalaka!



Yazının başlığını “Görgüsüz Türkler..” koyacaksın ve ilk cümlende, “Yazının başlığındaki ‘görgüsüz Türkler’ ifadesini kullandığım için, öncelikle Türklerden özür diliyorum”. Diyeceksin. Ve sen, hem Türk olmadığını zımnen belirtecek ve hem de bir dönem evvelin milletvekili olacaksın.

Utanmaz yalaka, edepsiz…

Konjontür, Türk’e hakareti, Türk olmadığını söylemeyi, Türk’e ait ne varsa tamamının atılmasını filan baş üstünde taşıyor. Sen de bunun rantını yemek istiyorsun. Yıllardır yiyip, yiyip kıç büyütmenden belli değil mi zaten. Üstüne üstlük, bir de milletvekili yaptılar onlara yaranmak, onların emirlerinden çıkmamak sana daha büyük rantlar, baha fazla itibar, daha çok şan-şöhret kazandıracak değil mi?

Unutmayız…

Not edilmiştir.

Bir gün deli gelecek ve hesabını soracaktır.

Görgüsüz yalaka seni…

23 Şubat 2013 Cumartesi

En Güzel İsimler…



Zevk almanın imkânsız olduğu bir zulmet sabahına uyanıp, bulutlar arasından sızan ışıklar hürmetine günaydın diyebilmek cihana. Özlem pınarları sel olsa da yüreklerde, sevgi pınarlarına uğrayan her dost’a selam olsun.

Mecnun’a Leyla’yı sordular mı hiç, ne cevap verdi biliyor musunuz?

“Leyla’yı görmek mi istersin behey sersem. Bana bak!

Ben Leyla’yım, Leyla da ben.”

Sararmış kart üzerinde gördüğün resim bana aittir. Ne kadar geçti aradan kim bilir? Zamana dair sitemlerimiz yerli yerinde. Kızdığımız zaman, aslında kendimiz. Başarısızlıklarımız, ziyanlarımız bir başkasının üzerine atmada üstümüze yoktur vesselam. Niçin böyledir?

Niçin kendimize suç, hata atfetmeyiz? Zor soruya kolay cevap: Çünkü kendimizi seviyoruz.

Kendimizden kasıt ise, şu gördüğün beden, vücut. Kendimiz sanıyoruz. Derunundan haberimiz yok. Bedeni, kendine perde olmuş. Beden gözü ile görülen ‘dünya’sının dışına çıkamıyor. Günde bilmem şu kadar tevhit kelimesini okuyor, manasından bî-haber. Dünyası ve kendisi hepsi bu kadar. Dünyasından çıksa, bir füze bulsa kendine, fırlatsalar çıksa dünyasından, âlemlerden bir âlemde seyahat etse… Bu nasıl olacak? İşte günde bilmem kaç defa okuduğu “kelime-i tevhit” ile. Yeni âlemler, yeni manalar açılsa! Olmuyorsa, okumuyor demektir. Kendini kandırıyor demektir.

Ancak, ‘yok’luk ile ifade edilebilen mana, kelime-i tevhitte kendini bulur. Beden ayrılır. Dünya nizamında, bilinen beden ile varlığını sürdürür. Bedeni gören derinliğine düşünemediğinden, kendinden uzaktır, habersizdir. Zanlar (put) tevhit kelimesi ile kırılır bir bir. Ayrılık, aykırılık ile berhava edilebilir. Muhammed Nuru cihanı kaplayınca, artık görünür olur. Var olur. Göründüğü andan itibaren şaşı olmayan bir göz ‘Tek’likte (Zatından), ‘Bir’liğini (Sıfatını) müşahade eder. Umumiyetle ‘Bir’ denen varlık âlemi ‘sıfatın’ birlenmesi olarak zuhur eder. Bu itibarla, Mecnun; ‘Leyla Benim’ der ‘ben de Leyla’. Ayrılık, gayrılık yoktur.

Dünyadaki bütün hizmetleri bir insan eli ile görür. Her hizmet eden bir ‘İsmin’ sıfatlanmış hali iledir. İsimleri birleyen ve tamamını hayatında bir eden ise kendisidir. Nur-u Muhammedi’den ışığını alıp, kendi halinde, ‘hal’i ile yaşayıp gidendir.

Şifa nedir?

Öncelikle bir hastalığın vücuda tebelleş olması gerekir. Dünyadaki bazı bakterilerin vücuda yerleşmesi ve vücutta neşvü nema bulması ile bağışıklık sistemini alt etmesi üzerine vücudun insanı taşıyamaması halidir. Bu halden kurtulmanın şartı bellidir. Bir hekime müracaat etmek. Bir şartı daha var, doğru hekime gidilecek. Mesela, böbreklerinden şikâyeti olan bir hastanın göz hastalıkları uzmanına gitmesi halinde şifa sağlanmayacaktır, belki de yanlış tedavi sonucu hastalık daha da ilerleyecektir. Bir başka tür belirtebileceğimiz hastalık türü de, iç âlemi ile ilgilidir insanın. İçerilerdeki ters giden bazı hususların, beyinde (hayatın zehir olması hali) meydana getireceği arızalardan kurtulmak mutlak surette bir hekime müracaatı gerektirir ki, burada da doğru bir kapıya varmak şartı vardır.

Esma-ül Hüsna’nın, insan bütününde içselleştirilerek yaşatılması halinde, o ‘İsmin’ sıfatlanarak insanı fethetmesi üzerine, o isimle hizmet faslı başlar ki, bu durum bazı insanlarda bilerek, bazılarında da bilmeden icrasını devam ettirir. Bunun bir önemi yoktur. Elbette bilerek görevini yerine getirmek daha evladır, ama fark etmez her halükarda hizmet yapılacaktır. Yapılan hizmet Hakk’tır.

Bir arkadaşımızın ‘şaka’ yollu sorduğu bir soruya, belki cevap olabilmiştir umarız.

En doğrusunu bilen daima Allah’tır.

22 Şubat 2013 Cuma

Selçuklu, Osmanlı ve Hal-i Pür Melalimiz



Osmanlı, yıkılış fermanını taa kuruluşunda takmıştı boynuna. Asırlar boyu taşıdı ve fakat bir türlü çıkaramadı. Gözler böyle bağlanır, kulaklar böyle sağır edilirdi. Dünyaya diz çöktüren bir milletin, boynundaki yıkılış levhasından haberi olmadı. İlimden uzaklaşma, filozofik değerlendirmelerden soyutlanma, dünyanın idaresinde akılı uzaklaştırma nasılsa bir türlü anlaşılıp, çözüme kavuşturulamadı.

Osmanlı imparatorluğu, Selçuklu’nun ilmi büyüklüğünün (olgunluğunun) üzerine oturdu. Devlet idaresi, okullar, kışla yönetimi tamamen Selçuklu’dan intikal ilimle bulunan yöntemler ve usullerle uygulana geldi. Miras alınan ilmin üzerine çalışkan ilim adamlarının iteklemesi ile ne konulduysa, orada kalındı. Medrese geleneği ve ona verilen önem, akli ilimlerin, pozitif ilimlerin gelişmesini önledi. Köstek oldu. Bu garabeti bir türlü idrak edemediler. Fakat 400 yıl atadan kalan miras ile idare ettiler. Yıkılışa geçtiği zamanlarda bile, nelerin olduğunu fark edemediler. Dank ettiği tarih ise ancak 1908’dir. Bir-kaç yıllık dayanma gücünü kullanırken bile, birbirlerine düşmüşlerdi. Dank ettiği tarihlerde okullarda, yapılmak istenen reformlarda da başarılı olamadılar. 600 yıl boynunda taşıdığı yıkılış yaftası, sonunda uygulamaya geçti. Yabancı ellerde kendim ettim, kendim buldum türküsü söyleyerek geçirdiler son yıllarını.

Sonları acı olmuştu, ama bir Türk’e yakışır biçimde, hiç şikâyetçi olmadılar. Asalet soydandır hükmü uyarınca kaderlerine razı oldular.

“İslam tarihinde iki bilim ve eğitim geleneği belirleyici oldu: Biri deneysel bilimlerle ve felsefeyle ilgili ‘beyt’ül hikme’ (felsefe evi) ve ‘dar’ül ulûm’ (ilimler evi) geleneğidir. 12. Yüzyılın sonuna kadar bilimin evrensel meşalesi oldular. Öbürü, toplumda inanç birliği sağlamak ve devletlere hukukçu yetiştirmek için kurulan ‘medrese’ geleneği… Osmanlı kurulduğunda ‘dar’ul ulûm’ geleneği sönmüş medrese geleneği çoktan hâkim olmuştu. Medrese hiçbir zaman felsefe ve bilimleri benimsemedi. Osmanlı’daki büyük matematikçiler, mimar, hekim ve denizciler medreseden değil ‘enderun’dan ve bir de usta-çırak ilişkileriyle yetişti, bir Ebul Vefa, bir İbni Sina çıkmadı. Siyasi yapı da önemlidir, Roma medeniyeti de bir Aristo, bir Öklides çıkaramamıştı! Var olan bilgiler devletin ve toplumun o sıralardaki pratik ihtiyaçlarını karşıladığı için fazlasına pek ihtiyaç da duyulmadı, Avrupa’da yeni bir bilimin geliştiğini, mağlup düştüğümüz savaşlarda fark ettik.” (Taha Akyol, hürriyet, 28.05.2012)

Selçuklu’dan intikal eden ilim, sanat ve edebiyat hiç mi ilerlemedi? Olur mu öyle şey. Elbette muazzam ilerlemeler kaydetti. İlk dönem Osmanlı Medreseleri Fahrettin Razî anlayışı üzerine oturduğundan gerekli ilerlemeler kaydolunmuştur. Ancak bu anlayış zamanla yerini akli ve felsefi ilimlerin yerine, ‘skolastik ve tepkici’ bir zihniyete bıraktığından, hâkim olan kabul tamamen geriye giden, ilerleyemeyen medreseler olup çıkmıştı. Medreselerde ise fıkıh ve dini ilimler (!) tedris ediliyordu. Medreselerden mezun olanlar bilahare sair (yönetim, matematik, hukuk…) ilimlerini tahsil ediyorlardı.

On yedinci yüz yıl da ilimden bunca uzaklaşılmasının yanında, ‘hoşgörüsüzlük ve bağnazlık’, Kadızadeler ve Fakılar tarafından sosyal hayata dayatılmıştı. Kullanılan argüman ise ‘şeriatı kurtarma’ idi.

Sanayide, mimaride, sanatta, edebiyatta, musikide ilerlemeler ise tüm hayatı kapsayıcı şekle bir türlü evrilememiş olup, sınırlı bir sosyal grup içinde kalan bir alışveriştir.

Mesela, Fatih Sultan Mehmet Han’ın yaptırdığı Fatih Külliyesi gibi bir mantıkla ilim tedrisi ve geliştirilmesi devam ettirilmemiştir. Devasa İmparatorluğun yöneticileri mütekebbir bir anlayış hali ile Devlet-i Aliye’nin en büyük olduğunu, yıkılamayacağını filan düşünüyorlardı. Aslında dünyanın diğer devletleri de böyle biliyor ve düşünüyorlardı. Bu itibarla, 20. Yüz yılın başlarına kadar hayatiyetini devam ettirebildi Osmanlı. Tehlikeyi görenler de oldu, fakat çırpınışları kâfi gelmedi. En zayıf olduğu zamanlarda bile dünya biliyordu ki, Osmanlı ilime, sanata değer verirdi, evet verirdi lakin içerideki taassubu bir türlü gereği gibi kıramadılar. Yapılmak istenen refomlara karşı, ‘istemezük’cüler, ‘şeriat isteriz’ çığırışları ile halkı galeyana getiriyorlardı. ‘Din elden gidiyor’ lafı sığındıkları gerekçeydi. Fakat taraftar toplayabiliyorlardı.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen Osmanlı, kütüphanelerini kitaplarla (el yazması) doldurmuş, fakat okuyucusundan yoksun kitaplar tozlu raflara mahkûm edilmişti.

Külliyeler sonraları eklentilerinden ayrılır olmuştu. Medreseler, aşevleri, hanlar, hamamlar, birer birer zamanla külliyeden ayrıldılar sonunda kala kala bir tek cami kaldı. Pek çoğunda bir şadırvan, bir abdesthanenin bile bulunmadığı.

Yusuf Dülger, haberiniz com tr’de, 16 Ocak tarihinde yayınladığı “Osmanlı’yı medreseler yıkmıştı Türkiye’yi diyanet yıkıyor” başlıklı yazısının başlığı bile ne büyük felaket anlatıyor. Bu yazıdan sonuç bölümünden birkaç satır alalım buraya: “Türkiye’de akıl ve emeği tüketen, ayrıştıran, inancı sömüren, dedi-kodu üreten bir Diyanet İlahiyat kesimi var. Bu kesim din, devlet ve toplumumuza zarar veriyor. Biz bu kesimden kurtulmadıkça kaybederiz. Görevlerimizden birisi de bu kesimin etkisinden kurtulmaktır. Bu düşüncem Diyanet’e/dine saldırı değil, öze dönüş isteğidir”.

Osmanlı’yı yıkıma götüren ne ise, bugünkü berbat halimizin temelinde de aynı problemlerin olduğunu belirtmeliyiz.

Hak, hukuk, adalet hak getire…

Makam, mevki, şan, şöhret, para getire…

19 Şubat 2013 Salı

“Pazarlık”


‘At pazarlığı’ lafından başlamak gerek ama bu yolu denemeyeceğim. Geçmişte kalan ve milletimizin küçültülmesine sebep olan bu tanımı hatırlamak bile istemiyorum. Orada kalsın, bir daha ‘politik’ hayatımızın argümanı olmasın diyelim yeter. Not edip, gelecekte defteri açmak üzere kapatalım, nasılsa tarih yazacaktır.

Şimdi ‘derin pazarlık’ zamanları…

Her pazarlığa tutuşma zamanında, derin acılara gark olurum. Sonunda, gidecek vardır, gelecek vardır. Alan götürecek, satan eli boş dönecek. Alan çocuklarına, torunlarına ve gelecek nesillere pek tatlı şeyler anlatacak ve fakat satan, çocuklarına, torunlarına gelecek nesillere anlatacak bir yalan uydurmanın telaşında olacaktır. Ömrümüz olursa birlikte takip ederiz…

Mirasyedinin satması çok zevkli ve rahattır. Alnı terlememiştir, yorulmamıştır. Niye satıyor? Kısa vadede rahatını temin için.

Satılık mallar arasında neler vardır? Seçmece bunlar mantığı ile ne geçerse eline satar. Hiç düşünmez, kısa vade getirisinin tadı hayallerini süslemektedir. Satış zamanında bir tür bukalemun oluverir. Renkten renge girer, kardeşi bile tanıyamaz kendisini. En yakın takipçileri bile akıl erdiremezler. Bu durumu yakın geçmişte, anayasa referandumuna giderken yaşadık. “Cumhuriyet modernleşmesinin toplumsal tepkilerini yöneten muhafazakâr-pragmatist-piyasacı siyasi yapı, ‘demokratikleşme yolunda’ bünyesine aldığı otoriter milliyetçi söylemle Türk sağını yeniden tahkim ederek kapladı”.(Nihal Kemaloğlu, 16.09.2010, Akşam) Kısa vadeli kazanç peşinde gidenler, sadece o günü kurtarmaya dönük uygulama içindedirler. Satış kabiliyetlerine yakınları bile parmak ısırmışlardır. “Referandum meydanlarında şaklayan milliyetçilik kamçısının sonuçları iç bölgelerden dolgunca gelmişti”. Böyle olmuştu, yakinen tanıdıklarımız bile o milliyetçi söylemlerin, gerdan kırmaların tesirinde kalmışlardı. Hepi topu, 12 Eylül müsebbiplerini yargılayacaklardı, ne getireceğine bakmadan, gidenin kıymetini akıl etmeden. Satıcının, satışına gelmişlerdi, aslında satışa sunulan kendileriydi, fark edemediler.

Bazı geceler kâbusla uyanır satıcı. Kendisiyle kavga etmeye koyulur. Başarısız salvolar havada kalır. Lüzumsuz gayretler, boşa harcanmış emekler… Kamuoyu dikkatinin başka yönlere toplamak üzere kurgulanmış ve ezberlenerek hayata geçirilmiş diskurlar birbirini izler, konuyla hiç ilgisi olmayan bir saldırı merkezi bulunur, genellikle de medya tercihtir. Zengin hayatların yaşandığı, bol tabaklı ziyafetlerin verildiği zengin medya ortamlarından birkaç değişik isime hücum yapılır. Dinleyenler (halk) memnundur. Geçmişteki satışlar unutturulur. Millet zihinlerinde oluşan mutlu hayatı yaşamaya devam eder. Satıcı galiptir. Elinde malı kalmayan, nelerin olduğunun farkında bile değildir. Onlarda mutludur.

Farkında olmayan ise mutludur. Mutluluk farkında olmamakla mı elde edilmekte? Enteresan! Öyle ya, ‘fark’ edenler, ‘fark âleminin farkındalığını’ kavrayarak, tefekkür ufuklarında yeni hedefler belirlerler ve bu nedenle de rahatsızlıkları artar. Karanlığın içindeki zavallılara ise ışığı anlatmak ne mümkün!

Düşünen adam rahatsızdır. Etrafına da rahatsızlık verir. Satışları ilk o görür. Satıcı ise düşünen adamı etrafında istemez. İfşa edebilir çünkü.

Artvin Milletvekili Uğur Bayraktutan’ın şu cümlelerini okuyalım: “Üniter devlet pazarlık konusu oldu. BDP 20 özerk bölgeyi dayatınca, ‘Başkanlık sistemini kabul et, 20 özerk bölgeyi vereyim’ pazarlığı başladı”. (2 Şubat 13 Y.Çağ) Nerede oluyor bu pazarlıklar? Türkiye’de. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde! Bir yalanla başladı bu çalışmalar, dediler ki, “milletin büyük çoğunluğu anayasa’nın değiştirilmesini istiyor”. Yok böyle bir şey. Millet kendi varlığını, kendi egemenlik haklarını başkalarına ölmüş eşek fiyatına satar mı hiç? Pazarlığa milleti inandırarak başlamak için söylenilmiş büyük bir yalan. Halkın içindeyiz, çarşıda, pazarda, otobüste, dolmuşta bir tek kişinin bile böyle düşündüğünü görmedik, duymadık. Siyasetin büyük yalanı.

Bu kadar tavize, bu kadar yalana rağmen ‘terör’ün kaynağını, sebeplerini tespit edebildiniz mi? Sanmıyoruz. Çünkü amacınız terörü filan bitirmek değil. Türk’ü tarihten silmek. Öteden beri AKP idarecileri, milletvekilleri, yandaş kalemler, bir ağızdan “dağdan taştan sileceğiz”, “anayasa’dan Türk’ü çıkaracağız” demiyorlar mıydı? Öteden beri Türk olduğunu bir defa bile söyleyemeyenler değil mi bunlar? “Aziz milletimiz” derler. Hangi millet olduğu belli değil. “Türkiyeli”lik ile başlamadı mı tüm bunlar. Birde uydurdular “Türkiye toplumu” bırakın Türkçe’yi, dünyanın tüm dillerine aykırı bu tanımlamayı da güya alıcıları küstürmemek üzere ortaya koydular. Ne de olsa ‘satıcı’mız iyi, başarılı bir satıcı!

Hazırlanan anayasa taslağı evvela ABD’ye götürülmüş ve orada onaylatılmıştır. Ne hazırlanan metinden haberi oldu milletin, ne de yabancı ellerde onayladığından. Harala gürele, anayasa uzlaşma komisyonu kurup, güya orada hazırlanmış gibi milletin önüne getirecekler. Şimdilerde “Bizim anayasa metnimiz hazır” dediklerine bakmayınız. Hazır dedikleri ABD’den onay almış oldukları metinden başkası değil. “Bülent Arınç, Kürtlere eğitim, dil, bilgi, kültür ve kimlik hakkı vereceğiz demiştir. Arınç’ın bu saydığı başlıklar anayasa değişikliği yapılmadan verilebilir mi? Hayır yapılamaz, bu durum yapılmak istenen değişikliğin, Oslo protokollarının anayasalaştırılması sürecidir..” (Ümit Özdağ, 23 Kasım 2011, Yeniçağ). Ya, şu cümleleri nasıl anlayacağız:“Geçen yıl Şubat ayında bir hükümet üyesi öcalan’a gitti ve açılımı konuştu. Karayılan devam ediyor. Hükümet üyesi Öcalan’ın açılıma ilişkin hükümete sunduğu yol haritası çerçevesinde müzakere edebilecek tartışmaların başlayabileceğini ifade etmiş ama gerisi gelmemiş. Evet, yapılan bu beyan ile kesinlik kazanmıştır ki, AKP Kürt açılımı işini Abdullah Öcalan’la beraber tezgâhlamıştır”. (Sabahattin Önkibar, 18 Nisan 2010, Yeniçağ)

Milletten kaçırılarak, milletin aleyhine olacak anayasa değişiklikleri, milletin egemenlik hakkının satılmasıdır. Siz, ne kadar usta satıcı olursanız olunuz, millet malının sahibidir ve asla amacınıza ulaşamayacağınızı biliniz. Saplandığınız bataktan çıkışın yolu, milletin bekasının temin edilebileceği, millet hayrına çalışmalardır.

Uyarıyorum:

“Mü’min aynı delikten iki defa ısırılamaz.”

Üstat Durmuş Hocaoğlu satırları bizlere bir şeyler anlatıyor:

“Eğer Türkler bu memleketin her tarafını bir ‘bütün’ olarak vatan toprağı kabul ediyorlar ise –zaten aksi ihtimâl, üzerinde konuşulamayacak noktaya gelinmesi demektir –bilinmelidir ki, vatan toprağı, asla pazarlığa bahse mevzû edilemez; çünki, burası ‘mülk’tür. Ama kantiyen bir terimle söylersek bir ‘baba mülkü’ (patrimonium) değildir; yani bir meta gibi pazarlıklara konu edilemez ve ‘vatan’ın herhangi bir şekilde pazarlık konusu yapılması, Türk Demosu’nun hakkı da değildir. Türklerin böyle bir hakkı yoktur ve olamaz; olamaz, zira bir kere O, evvelen, bir patrimonium değildir dediydik; sâniyen, bu vatan ataların kanlarıyla bıraktığı mirastır ve ölülerin de diriler üzerinde hakkı vardır, bu hakkın îfâsı emanete sadakattir. Ve kezâ, aynı şekilde, sâlisen, doğacakların da yaşayanlar üzerinde hakkı vardır ve bu hak da, evlâtlarımız, için temiz, yâni hür, müstakil ve hükümran bir vatan bırakmaktır ve bu hakkın îfâsı da, kezalik, vatanın hiçbir şekilde pazarlıklara bahse konu edilmemesidir. Binâenaleyh, Türk Demos’unun böyle bir pazarlığa muvâfakat vermesi O’nun iktidarı ve meşrûiyeti dâhilinde değildir; aksi, ap-açık ihanettir ve ecdadın ve ahfadın lânetine mâruz kalmaktır.”

(Durmuş Hocaoğlu, 2023-İkibinyirmiüç Dergisi/ Sayı:101, 15 Eylül,2009)

18 Şubat 2013 Pazartesi

Red ve İnkâr


Mehmet ÖZ-Türk Ocağı Genel Başkanı
Pazartesi, 18 Şubat 2013 10:22
Cumhurbaşkanımıza ve Milletvekillerine hitaben yazıp Ekim ayında seçimlerde parti olarak aldıkları oylarla grup kuran üç partinin gönderdiğimiz ve 28 Ekim 2012 tarihinde web sitemizden de yayınladığımız mektupta, yeni anayasa çalışmaları bağlamında üzerinde durduğumuz üç temel noktada  ısrar edişimizin sebebi son gelişmeler ışığında giderek daha iyi anlaşılmaktadır. Yoğun bir propaganda neticesinde “kimliksiz daha doğrusu Türk’süz bir anayasa” konusunda sonuç alınma ihtimali kuvvetlenmektedir. Bizzat Başbakan “kimse bizim karşımıza Kürtlükle çıkmasın” dedikten sonra “Türklükle de çıkmasın” diyerek bu konudaki kararlılığı ifade ediyor. Türkçenin resmî dil oluşu ise sadece lafta kalacağa benziyor. Anadilde savunma hakkının yasalaşması ve İmralı sürecinde yükselen talepler en azından ülkenin bir kesiminde ikinci bir resmî dile gidileceğinin bütün işaretlerini veriyor. Ve nihayet büyükşehir belediye yasasının yürürlüğe girmesinin akabinde başkanlık sistemi ve temyiz mahkemesi tartışmalarının gölgesinde, federal bir yapıya yöneliş de açıkça kendisi hissettiriyor. BDP sözcüleri açıkça Özerk Kürdistan taleplerini dillendiriyor ve böylece sözde barış ve halkların kucaklaşması retoriği altında dört parçalı Büyük Kürdistan projesini hayata geçirmenin yolları aranıyor.


Tekrar tekrar vurgulayalım.  En başta yöneticilerimiz olmak üzere herkesin şunu lâyıkı veçhile anlaması lazım: Türklük etnik veya ırkî bir temele indirgenemez. Türklük millî bir kavramdır ve millet, etnik bir temeli olsa dahi ancak bu etnikliğin aşıldığı, farklı etnikliklerin bir şemsiye altında toplandığı aşamada ortaya çıkar. Türkler için bu en azından Göktürklerden beri böyledir. Yine belirtmek gerekir ki, Türk doğulduğu gibi Türk olunur da…Tıpkı Osmanlı döneminde Müslüman olanlara “Türk oldu” denmesi gibi. Koçi Bey’in ifadesiyle Türkçe’yi ve İslam’ı öğrenmek için “Türkistan”a yani Türk köylerine ücret karşılığı satılan acemi oğlanlar gibi… 17. Yüzyılda IV. Mehmed’e hocalık eden Vanî (Vanlı) Mehmed Efendi’nin tefsirinde Türk fetihleri ve Türkçe’nin yaygınlaşması sonucunda daha önce başka başka olan pek çok halka mensup olan insanların Türk olduğunu ifade edişi gibi… Bugün, 21. yüzyılda biz maalesef, aslında tasfiyeci bir İslam anlayışına sahip Kadızadeliler ekolünden bir Osmanlı âlimi olan Vanlı Mehmed Efendi’nin kapsayıcı ve içerici Türklük telakkisinden çok uzağız.


Türk milleti kavramının telaffuz edilmekten imtina edilmesi, sadece tarihî ve sosyolojik bir olguyu red ve inkâr etmek değil aynı zamanda kimliğimizi ve kişiliğimizi de inkâr etmek demektir. Apaçık bir hakikati ispat etmek gibi hakikaten tuhaf ve sıkıntı verici bir durumla karşı karşıyayız. Bu topraklarda 1000 yıldır yaşanan ve Anadolu mayasında karılan kardeşliği berhava etme girişimleri ve etnik bölücü terörün tehditleri karşısında çözüm anahtarı taviz siyasetinden değil, entegrasyonu güçlendirici gönülleri kazanma siyasetinden geçiyor. Kürt kökenli yurttaşlarımız olsun diğer etnik kökenlere mensup vatandaşlarımız olsun bu topraklarda yaşayan herkes, tarihin bize verdiği adla Türk milletinin mensuplarıdır. Farklılıklarımız ortaklıklarımızı ve birliğimizi gölgelememelidir. Yöneticilerimiz de milletimizin adını telaffuzdan çekinmemelidir. Bu milletin adını tarih vermiştir. Milletimiz vakur ve akl-ıselim sahibidir. 


Bu ülkenin insanları arasına sokulmaya çalışılan etnik fitnenin etkisiz hale gelmesi, insanlarımızın barış ve huzur içinde yaşaması hepimizin ortak dileğidir. Bununla birlikte şunu ifade etmek gerekir ki, Türkiye, otuz yıla yakın bir zamandır enerjisini tüketen, gençlerinin hayatlarını karartan, halkı arasında giderek artan bir psikolojik ayrışmaya sebep olan terör hareketinin mahkum lideriyle müzakereye mecbur  değildir. Kanın durması ve iç barış gibi masum gerekçeler sunularak kendi içinde bile en acımasız infazlara imza atan bir terör örgütünün liderinden Nobel Barış Ödülü kahramanı ortaya çıkarma gayretlerini  tarih ve Türk milleti asla tasvip etmez. Yapılabilecek vahim yanlışlar sonucunda Türkiye bin yıllık bir terkibe dayalı birliğini muhafaza edemezse, vaat edilen ütopik emperyal hayallerin sonu kocaman bir hüsran olur.


İçeride 10 yılı aşkın bir süredir yakalanan siyasî istikrarın ve “ustalık” döneminin sağladığı güven duygusu ile milletin, yapılan her şeye her hal ve kârda destek vereceği zehabına kapılmak hatasına düşülmemelidir. Türk milletinin kahir ekseriyeti PKK ve siyasî uzantılarıyla varılacak mutabakat sonucunda önüne konacak çözüm projelerine itibar etmeyecektir. Otuz yıla yakın bir zamandır devam eden etnik fitneye rağmen bu ülkede etnik bir çatışma yaşanmadıysa bunda bizim millet ve milliyetçilik anlayışımızın kapsayıcı ve kuşatıcı niteliğinin oynadığı merkezî rol iyi anlaşılmalıdır. Bütün tahriklere rağmen Türk milletinin sağduyu ve akl-ı selimle hareket ettiğine tarih şahittir. Bu da çok tabiidir çünkü Türk milliyetçilerinin millet anlayışı etnik ayırımcılığı reddeder.

**************

Türkiye’de yaşananların bazı insanları nerelere savurduğunun en son örnekleri, bu ülkenin ileri gelen aydını sayılan bazı zevatın bırakın Türk milleti ortak adını, “Türkiye vatandaşlığı” kavramının bile içinde Türk kelimesi geçtiği için kullanılmaması gerektiğini, PKK’nın bir terör örgütü olmadığını ileri sürecek noktalara gelişidir. Onların demokratik ve ılımlı yaklaşımları ile teskin etmeye çalıştıkları etnik bölücü hareketin “ayna”sını yansıtanlar ise dört parçalı Kürdistan’ın emperyalistler tarafından bölündüğünü haykırarak şimdi yapmaya çalıştıklarının aslında ne olduğunu açıkça anlatıyorlar. 


Türksüz ve Türkiye’siz bir anayasa arayanlara bir hakikati tekraren hatırlatalım: XI. Yüzyıldan bu yana bu topraklara dışarıdan bakanlar sadece demografik açıdan değil esas itibariye siyasî açıdan da bu topraklara Türkiye, Türk İmparatorluğu demişlerdir. Bizim devlet olarak kendimizi ifade edişimiz Selçuklu (Âl-i Selçuk) Osmanlı (Devlet-i aliyye veya Devlet-i aliyye-i Osmaniye gibi)  kelimeleriyle olabilir ama bu dışarıdan bakış, yani “Selçuklu=Türk ve İslam”,  “Osmanlı=İslam=Türk” anlayışı hiçbir anlam ifade etmiyor mu? 


Türkiye’nin bu kritik dönemecinde Türk Ocaklarının kapatılmasını dillendirenlerin ve bekleyenlerin ise şunu idrak etmesi lazım: Türk Ocaklarına tam da bundan dolayı 1912’dekinden farklı bir tarihî bağlamda ama o zamankiyle büyük ölçüde aynı sebeplerden dolayı her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır. Türk Ocakları olarak, önümüzdeki süreçte geçmişin tecrübesini hasbî, iman ve ihlas sahibi genç aydınların enerjisi ile birleştirerek Türk milletine, İslam alemine ve insanlığa iman, ahlâk ve adalet temelinde yenilenmiş bir medeniyet tasavvurunun  fikrî altyapısını oluşturmak gibi büyük bir gayretin içinde olacağız. 


**************

İçinden geçtiğimiz kritik süreçte yalnızca iktidar partisine değil bütün siyasî partilere, aydınlara ve sivil toplum kuruluşlarına düşen temel görev, Türk milletini oluşturan unsurları ayrıştıracak bir dil yerine gönül beraberliğini sağlayacak birlik dilini inşa etmeye katkıda bulunmaktır. Türk milleti ecdadının, tarihinin ve kimliğinin red ve inkâr edilmesine müsaade etmeyecektir. Adsız ve kimliksiz bir toplum tasavvurunun bizi götüreceği yeri görmek isteyenler bir zamanların Yugoslavya’sına bakabilirler. Tarihin ve geleceğin bu kritik kavşağında, iyi niyetle de olsa, vahim sonuçlar doğuracağı aşikâr olan çözüm planlarının uygulamaya geçirilmesine katkı veya izin verenler yarın tarihî bir vebalin sorumlusu olarak anılacaktır.

http://turkocagi.org.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=4995%3Ared-ve-nkar&catid=202%3Agenel-bakandan&Itemid=320

17 Şubat 2013 Pazar

Kendi Halinde Bir Ülkücü’nün Notları



Sıkıntılı bir sohbet ortamından arda kalanlar.

Niye muhaliftir Ülkücü, neye muhalif? Muhalif olmalı mıdır? Muhalefet nereye kadardır?

Olmak, düzenin içinde var olmak mıdır? Kurulu düzen nereye kadar hizmet eder Ülkücü’ye, düzene hizmet ihanet midir davaya?

Sorular beynime saplanıyor çıkmamasına. Cevap bulamıyorum.

Peki, cevap bulunsa rahatlayacak mı Ülkücü? Sanmıyorum. Yeni problemler deryasına doğru kulaç atmaya devam edecek, yeni sorunlarla boğuşma devresi başlayacaktır. Bu yüzden, ‘uykusu haram edilen’ şeklinde tanım getirmişlerdi eskiler. Dinlenmek için bir ağaca sırtını verdiği anda, rüzgârın da tesiri ile sallanan ağaç, uykusundan uyandırmıyorsa Ülkücü’yü, bir eksiklik aramalı kendisinde, derdi büyüklerimiz bir zamanlar.

Aslında düşünen kişidir rahatsız olan. Düşünceleri sorunsuz açıklandığı zaman yeni düşünceler üşüşür beynine, düzene karşı durmak buradan geliyor. Düzen, stabildir, muhafazakârdır. Ülkücü, hareket halinde ve daima ilerici, inkılâpçı. Duraklamak yoktur onun kafasında, bilir ki, ‘dinlenmemek üzere yola çıkanlar asla ve kata yorulmazlar’, dinlenmeye geçmek, stabilizasyona uğramak olup, hayatını dumura uğratır Ülkücü’nün. Bu itibarla, daima düzen ile ülkü adamı arasında kavga vardır, düşünen ile düzenin adamı arasında.

Kanunları uygular, yasalara tabidir ve fakat hukukun insan tabiatına aykırı olan tarafları törpülemek, insanın huzuru ve mutluluğu için durmaksızın çalışmak onun ideallerini süsleyen bir çaba olduğu için kanun adamları tarafından durmaksızın rahatsız edilirler. Bilerek ve isteyerek çalışmalarını aralıksız sürdürür.

Ülkücü dâhil olduğu grup(lar) içinde de muhalif damarları daima kabarık duran kişidir. İlle de muhalefet değil, aklına (ilmine, irfanına) yatmayan fikirlere, uygulamalara, kanunlara aykırı faaliyetlere, yasalara yazılmamış ve fakat kanun bellenilmiş örflere-törelere aykırı bulunan davranışlara asla tahammülü yoktur ve tavizkâr olamaz. Doğru bildiğini, doğruyu sultanların yüzüne karşı korkusuzca söyler. Yalandan kaçar. Bilir ki, yalan dünya yıkar, hayat karartır, düşmanlık yaratır.

Sistemin tek amacı vardır: Diğerlerini kendine benzetmek. Ülkücü’nün tek amacı vardır: Huzuru aramak ve bulmak. Diğerlerini de Huzur’da görmek. Kavgası şeytan, günah, haram iledir. Sistem ise, şeytanı, günahı, haramı kullanarak insanların safiyetlerine, iyi niyetlerine mütecavizdir.

Sistem (düzen) daima galiptir. Yenileceğini bildiği halde kavgasından dönmeyi asla düşünmez Ülkücü. Düzen değişse bile, yeni gelenler kendi statülerini hemen kuracaklarından, yeni bir muhalefet alanı kendi içinde derhal gelişecektir. Bitmez tükenmez bir kavgadır onun için. Yeni gelenin, inancı, kabulleri, fikriyatı ne olursa olsun Ülkücü için kavga cephesi asla kapanmaz. Rahatladım dediği andan itibaren yeni bir kavga başlamıştır bile…

Aslında, ‘kavga’ değildir onunki, kavgası Hakk’ın hâkimiyetinin tescili, anlatılması, kabul edilmesi, kabul ettirilmesi. Halk içinde gördüğü Hakk’tır. Onun ‘kavga’ silahı kelamdır. Sözdür. Kelimelerdir. Kavramlardır. İlimdir. Bilgidir. Hakk’tır… Düşmana karşı kalkanı sevgidir. Güzelliktir. Edeptir. Sabırdır…

Bu resmin kapsadığı dimağlarda yer bulmuş büyük ve muazzam bir medeniyet tasavvuru, ulaşılmaz gibi görünen ulvi bir mahiyet arz eder. Tasavvurlardaki mükemmeliyete ulaşmak tabii ki zordur. Zorluk, onun için basamak basamak olsa bile durmadan yürünerek halledilebilecek bir basit problemdir. Hangi medeniyet sorusu pek sık cevap verdiği değerli bir sorudur. Onun medeniyeti henüz tamamlanmamıştır ve tamamlanamayacaktır. Kendini bu yolda sadece bir ceht ehli olarak görür. Yapabileceği kadarını duvarın üstüne koymaya çalışır. Israrcı değil fakat azimkârdır. Hırstan, tamahtan, kıskançlıktan geçmiş, yardımlaşmayı, birlikte çalışmayı, bir olmayı seçmiş iyilik ve güzellik yolcusudur. Cemil Meriç üstadın bildirimiyle “bir devrin şuuru olmaya” adaydır.

Yolu İnsan’a doğrudur.

Yolcusu İnsan.

Hz. İnsan.

Nuh, Put, Şeytan ve Kurtuluş



Asrın cümlesini (ifşasını) Ayhan Eralp yazdı:

“Putlarımın kaidesine La İlahe İllallah yazacağım”.

Bu cümle de, problemi çözen talebenin aldığı zevk ve heyecanı görmek mümkün.

Problem, “nasıl kandırıyorlardı”. İz sürerek, dirsek çürüterek, kalem tüketerek çözmüş Eralp Hoca.

İnsanları kandırmanın en kolay yolunu bulmuş. Kaideler üstünde yükselen putlar, kişinin kendisini kandırmasını sağlayabilmesi için, beyinlerin şekillendirilmiş, tek düzeleşmiş hallerinin, en kolay düzeltilmesi yoludur. Zaten herkesin putu kendine değil midir?

Sanıyorlar ki, cahiliye döneminde şekerlerden yapılan, önce tapınılan sonra acıkınca da yenilen putlar hala yapılıyor ve işlevleri devam ediyor. İşlevlerinin devam ettiği bir gerçek. Ancak, şekilleri, yapılış serüveni değişti. Kullanılan metalar farklılaştı. Cahilliyenin hamur, çamur, şekerlerinin yerini şimdilerde para – pul, şan – şöhret, makam – mevki, ev, tarla, at, kat, yat… aldı. Şimdi put yapımında yardımcılarımızda çoğaldı. Örgütlendiler hatta. Her gün milyonlarca telefon mesajı ekranlarımıza düşüyor. Yok, şunu yaparız, yok, şöyle kazanırsınız, yok, sizin menfaatiniz için… kandırmacanın yollarını düşünüyorlar ve buluyorlar. İnsanları midelerinden, kıçlarından yakalayıp bağlıyorlar kendi yaptıkları putlara. Çoğunun kaidesinde de Ayhan Eralp’in cümlesi yazılı. Bunların içinde cennet vaadi bile var. Kesin, biletleri ayrılmış.

“Mağlup ve vakur kalbim
Yenilmedik henüz
Soluklanma
Az kaldı Nuh’un gemisine”

Aslında kurtuluş ümidi her an vardır, mesele ‘Nuh’un Gemisi’ni’ akıl edebilmede. Nasıl ki, şeytan putlarını her an sevk ediyorsa dünyada, bir Nuh’ta gemisini daima inşa etmekte, şeytana inat. Yolcularını, kurtuluşa azmedenleri bekler, sel baskınlarından kurtarmaya, helak olmaktan arındırmaya, şeytandan Hakk’a.

Gemide yer hazır.

Nuh bekler.

İhvan düşünür.

Haydi, herkes yerlerine, gemi ha kalktı, ha kalkacak.

Hû ile…

16 Şubat 2013 Cumartesi

Kimliksizler…



Bilirsiniz, sık sık “referanslarının din olmadığını” söylerler.

Dindar görünümlü sahtekârlardır bunlar. İki laflarının arasına bir ‘dini’ çağrıştıran kelime koyarlar, gerdan kırarak, gırtlak patlatarak bunu millete dinletirler, tek dertleri milleti kandırmak ve desteklerini istemektir. Bunu da başarırılar. Çünkü cahil bırakılan millet evladı, düşünme yetisini yitirmiştir. Sanır ki, bu kelimelerle konuşanlar dindardır!

Kendileri ne demişlerdi: “referansımız din değildir” geliniz bu cümle üzerine biraz kafa yoralım.

TDK sitesinde, tavsiye mektubu, kaynak, tavsiye manaları verilmiş ‘referans’ kelimesine. Söylenilen bu cümlenin manasını, ‘biz dinden mana almıyoruz, kaynağımız din değildir’ şeklinde anlayabiliriz.

Biz biliyorduk zaten. Bunların kaynakları, beslendikleri kaynaklar yabancı ellere aittir. Bizden değildir, bizi bilmiyorlar, bizi anlatamıyorlar. Anladıkları da biz değil.

Kaynakları neresidir, nereden besleniyorlar?

Yer ismi vermenin anlamı yok, şöyle söyleyebiliriz. Türk olmasın, Türk’e ait olmasın da neresi, kim olursa olsun. Özeti budur.

Niye Türk’ü sevmezler?

Sadece tek sebep vardır. “Tekke ve Zaviyeler” kapatılmıştır. İstedikleri gibi at oynatma alanları daraltılmıştır. Hepsi bu.

Bunların ‘Osmanlı’lıkları da yalandan ibarettir.

Çünkü bunlar Türk’ü reddediyorlar, oysa Osmanlılar Türk idiler ve Türk’e laf ettirmezlerdi.

Abdülhamit Han’ın, Türkçe bilmeyen bir Tunuslu paşaya, Türk’e yaptığı hakaret üzerine söylediği söz dillerdedir: “Paşa! Paşa! Ben Türk’üm ve Türk kalacağım”.

Buna benzer bir sözü ne yetkililerde ne de onların borazanını çalma yarışında olan ve İslâmcı geçinen kalemşorlardan duyamazsınız.

Tek bir resimleri vardır:

Kimliksizlik.

Biraz düşünelim:



1.İsrail uçakları Suriye’yi vurdu. Konuyla ilgili hükümet yetkililerinden bir açıklama gelmedi. Oysa “Suriye bizim iç işimizdir” lafını hatırlıyoruz.

2.Suriye içindeki Türkmenlere yapılan saldırılar bizim idarecilerimizi pek ilgilendirmiyor.

3.Cilvegözü saldırısı iplerin iyice koptuğunu anlatıyor.

Bir video kaydından söz ediliyor. Bu kaydı üç bakan incelemeleri üzerine çeşitli açıklamalarda bulundular. Muhalefet milletvekili inceleme istemesine rağmen mahkemece ‘yasaklama getirilmesi’ itirazı ile karşılaştığından inceleyememiştir.

Dikkat!

Bakanların seyrettiği video kaydı, muhalefet milletvekiline yasak.!!

Arslan bulut’un bildirdiğine göre, yabancı basının “Suriye’deki çatışmanın Türkiye’ye taşınması gibi yeni bir taktik korkusunun Ankara’yı sardığı” yorumunu yapmış.

Bu yorumun, yorumu şöyledir. Birileri Türkiye’yi de Suriye savaşına karıştırmak istiyor. Birileri kimdir? Hükümetimize her istediğini yaptırandır bu birileri. Bazı zamanlarda söyleyerek, bazı zamanlarda sopa göstererek, bazı zamanlarda bombalı saldırılarla.. Başka izahı yok.

Peki, neden muhalefet milletvekiline gösterilmez video?

Çünkü saldırı kendi adamları tarafından, ifşa edilirse hükümete zarar verecek insanlar tarafından saldırılmıştır. Yani, Türkiye’nin destek verdiği gruplar tarafından. Korkarım ki, bu saldırının altından Taliban çıkar. Bu takdirde asla açıklanamaz, kendi elleri ile yerleştirdiler çünkü.

Teröriste destek verenler hakkında neler söylüyorlar görüyoruz. Bu terör hareketi değil midir? Hala ekmeklerini vermeye devam ediyor musunuz? Hala sınırlar yol geçen hanı mıdır? Hala savaş eğitimlerini veriyor musunuz? Hala yetimin, fakirin, fukaranın, garibin, gurebanın parasını harcamaya devam ediyor musunuz?

Bu nasıl zihniyettir, bu nasıl izan?

14 Şubat 2013 Perşembe

Ergin Paşa: “Zahmet Ettiniz!”


“Büyük devletle oyuna girmek, deve ile dans etmeye benzer. Madem deve ile dansa kalktın, bir yerlerinin kırılmasına da razı olacaksın.” Mealen böyle söylemişti eski Cumhurbaşkanlarımızdan Süleyman Demirel.


***
O günlerde memleketin ahvali şudur:

Irak işgal edilmiş, her gün binlerce Irak’lı Müslüman can vermekte… Irak’ın Kuzeyinde bir Kürt Devleti kurma gayretleri var. Ermenistan gemi azıya almış, sözde iddialarını dünyaya dayatma niyetinde, Türkiye’nin bazı bölgelerini sahiplenmek isteğinde. PKK bütün azgınlığını göstermekte, eylemlerine devam etmekte, Türk ordusu kışlasına tıkılmak istenmekte, bu aşamada Irak’ta bulunan Türk birliğine 100 kadar ABD askeri peşmergelerle birlikte saldırmış, başlarına çuval geçirerek sorgulamaya götürmüşler. İçeride ordunun darbe yapacağı ayyuka çıkmış, medyanın İslamcı geçinenleri ve neo-liberalleri (aslında bunlar neo-conlardır) durmadan darbeci generalleri konuşuyor. Zeyno Baran nam kadın darbenin tarihini bile veriyor 2007. Milletin beyni uyuşturulmuş.


Ordunun kışlasına hapsedilmesini söylemiştik ya, Irak’taki kurulmak istenen Kürt devletinin harçlarından birisi de Türkiye’de eylemlerine aralıksız devam eden PKK’dır. PKK’nın işini daha rahat halletmesi için yapılacak nedir? Elbette askerin kışlaya tıkılmasıdır. Askerin siyasetten uzak durması başka bir konudur, iç güvenliğin terk edilmesi, dış politikaya kurmay bakışıyla yorum getirmek ve çözümler üretmeyi bıraktırılarak kışlaya razı edilmesi başka bir durumdur. O günlerde konu hakkında tartışanlar bu iki kısmı birbirine karıştırmışlar ve siyasetten uzak durması gereken askerin, kışlasına tıkılması aşamasına vardırmışlardır. Çeşitli isimlerle (balyoz, eldiven, sarıkız.. gibi) gündemde tutularak darbe söylemlerini sıklaştırmaları da bu amaca hizmet etmiştir.

İşte böyle bir zamanda Genel Kurmay II. Başkanı Orgeneral Ergin Saygun  Washington’a bir ziyarette bulunur. “…Gerçekten Washington’u ve Amerikalıları rahatsız eden bir mesaj getirdi anlaşılan. Çünkü Washington adına bugüne kadar konuşanlar bu ziyaretle ilgili neler ortaya atmadılar neler? Bu kez karşılıklı satrançta kirli oyunlar da gündemde, amaç karalama ve itibarı zedelemek bana göre.” (Savaş Süzal 28.11.2006) Ziyaretin önemi, ziyarete gidenle başlar. Genel Kurmay, taşı gediğine koymak ve Türk Devletinin mesajını en uygun yerde ve zamanda vermek amacıyla ziyaretçiyi seçmiş olmalıydı. Amerikalıların rahatsızlığı bu yüzdendi. Her cepheden Türk’e saldırı olanca hızıyla devam ediyordu.

PKK’nın temizlenmesi, susturulması gerekirdi ve çözüm, Kuzey Irak’a girilerek Kandil’in halledilmesidir. O günlerde ABD ile ortak koordinatörlük kurulmuş ve fakat ABDliler bu koordinatörlüğün çalışmasını bir türlü hayata geçirmemişlerdir. Koordinatör emekli Orgeneral Başer’de Kuzey ırak’a girilmesi taraftarıdır. ABD’liler ise “Kuzey Irak’a askeri seçenek en istenmeyen durumdur” diyerek Türkiye’nin önünü kesen görüşlerini belirtmişlerdir.

Amerika’da çeşitli eyaletlerde askeri üsleri ziyaret eden ve görüşmeler yapan Ergin Paşa, ABD Ulusal Güvenlik Başkan Yardımcısı tarafından Beyaz Saray kompleksinin içinde bulunan ofisine davet edilmiştir. Kararlaştırılan gün ve saatte beraberindeki askeri heyetle binaya giden Paşa kapıdaki görevlilerce aranmak istenmiş, bunun üzerine Ergin Paşa üzerini aratmayarak heyetle birlikte geri dönmüştür. Dolayısıyla görüşme de olmamıştır. Orgeneral Saygun’a öteden beri mim koydukları bir gerçektir. Üst aratmak istenmesi de bunun bir delilidir. Zaten rütbeli misafirin üstünün aranmak istenmesi, bir hakaret olarak kabul edilmelidir ve bu bilerek ve isteyerek yapılmıştır hem de eşiti olmayan birisi tarafından. ABD’nin bir dış politika uygulamasıdır söz konusu olan. Mesaj Ergin Paşa tarafından alınmıştır.

Türk Hükümeti tarafından bu hakaret üzerine hiçbir laf edilmemiştir. Sineye çekilmiştir, tıpkı başlarına çuval geçirilen askerlerin durumunda olduğu gibi.

Mesajı alan Ergin Paşa’nın mesajını da bırakması lazımdır değil mi?

Öyle yaptı. Amerika’da “Son PKK’lıya kadar savaşa devam” (Gözcü 17 Kasım 2006) dedi. Dedi ama okları bir kez daha üzerine çekti. Amerika’nın sesi olan Yasemin Çongar o günlerdeki bir yazısında, “Saygun’u dinleyen bir ABD’li yetkilinin, TSK komuta kademesinden AB yanlısı mesaj işittiğimiz gün, Türkiye’nin geleceğinin parlak olduğu inancımız artacak” şeklinde bile yazdığını hatırlıyoruz.

Artık, ne kadar darbe hazırlığı varsa içine yerleştirildi. Yandaş medya hazırdı zaten. Yayınlarını artırdılar. Taa Ergin Paşa hakkında tutuklama ve ceza kararı verilene kadar da unutmadılar. Bu saldırılar acımasızca devam ederken, sanırım hükümet yetkilileri ve AKP idarecileri kıs kıs gülüyorlar ve yandaşlarını destekliyorlardı…

Şimdi ne oldu da, Başbakan hasta yatağında ziyarete gidiyor, ne oldu da Cumhurbaşkanı Gül, telefonla geçmiş olsun dileklerini sunuyor? Ergin Paşa’nın ‘zahmet ettiniz’ (10 Eylül Hürriyet) kibarlığını manşete çekiyorlardı gazeteler.

Sakın bu, PKK’ya istenen af senaryosunun giriş tiradı olmasın!

Bence de “zahmet ettiniz”, Paşa’nın ayaklarının kırılması deveyle dans etmesindendir. Bunu da kendi isteği ile gönüllü olarak yapmıştı.

Her Türk’ün, gözünü kırpmadan yapabileceği gibi.

12 Şubat 2013 Salı

Lozan II. Hudeybiye’dir


Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışının son evresinde, hürriyet, müsavat, uhuvvet lafları nasıl da pik yapıp tüm milletin beğenisine vurulmuşsa ve bu laflarla milleti kandırmışlarsa, bugün de, eşitlik, demokrasi, sivil anayasa laflarına pik yaptırdılar. Bu kelimeler üzerinden yeniden bir parçalanmanın provaları yapılmaktadır.

Bu aşamada ABD mukimi bir Hocafendi ağzıyla Hudeybiye anlaşmasına atıf yaptırıldı. Biliyorlar, bizim milletimize manevi çağırışlar yaptıran kelimeler söylenildiğinde hiç itirazsız kabul eder ve hatta gözyaşları içinde söylenileni dinler ve uygular. Çocukluk çağlarından beri manevi, dini kelime ve kavramlar üzerinde hassasiyetli yetişen milletimizin bu vasfı bilindiğinden, özellikle yıkıcı kesimler tarafından kullanılmaktadır. Saf ve temiz bir milletin kandırılması, kandırılarak yanlış yollara saptırılmasından başka bir şey değildir yapılmak istenen. Yalanları, manevi tedailer yapan kelimelerle süsleyip sunarsanız evet, millet kanar. Lakin istediğiniz faydayı bu kelimeleri kullanarak sağlayamazsınız. Ters teper. Kendi ayağınıza kurşun sıkmış olursunuz. Bunun tarihte örnekleri pek çoktur. Çok kısa geçmişe bile baksanız görürsünüz eğer görme melekeniz yitmemişse.

Hocaefendi’nin söylediklerini tekrar edelim: “Problemler çözülecekse, işte o Hudeybiye Sulhu mülahazasıyla, Hudeybiye sulhu’ndeki mantık ve muhakemeyle, gereken şey neyse onu yapmak lazım”. (internethaber com/8 Ocak 2013)30 yıldır içine düşürüldüğümüz terör belasından kurtulmanın yolunu Hudeybiye anlaşmasını örnek göstererek bize dayatması ne anlama geliyor? Hem hoca sıfatı ile konuşuyor hem de dinler tarihinden Peygamber (sv) efendimizin yaptığı bir anlaşmaya atıfta bulunarak milletin zekâsını bağlıyor, dillerini lal ediyor. Karşı gelenleri adeta dine karşı geliyormuş çizgisine düşürüyor. En kolay yaptıkları iştir, dini kavramları kullanarak milletin beynini işlemez hale getirmeleri.

Hocaefendi’nin diskurundan da cesaretle hükümet yetkilileri ve medya borazanları da aynı konunun üzerinde durdular. Anlaşmış gibi bir ağızdan benzer lafları ettiler. Medyada muhalif sesler duyulmadığından (yer vermediklerinden) sadece kendileri konuşup, kendileri çözümler ürettiler. Dolayısıyla hoca ağzıyla söylenen dini kavramlar onlarında ağzından tekrar edilerek milletin uyutulması sağlanmış oldu. Türkiye Cumhuriyeti, terörist PKK militanlarıyla eşit olarak masaya oturup anlaşma imzalayacaklar, nitekim PKK dayatmaları birer birer kabul görerek, kanunlaştırılmaktadır.

Bu durumun Hudeybiye ile ne ilgisi vardır?

Hiçbir ilgisi yoktur. Hudeybiye kelime olarak, halkın, evladı vatan’ın kandırılması için kullanılmıştır. Teröristlerle yapılan anlaşmanın Hudeybiye örneğine benzer hiçbir tarafı da yoktur, olamaz.

Medine Şehri artık bir devlet olmuştu, kanunları olan bir devlet. Mekke şehri ise öteden beri devlet olarak kendi kanunları yürürlükte idi. Mekke’ye ziyaret (umre) için gelen Müslümanlar, Hz. Peygamber’in devesinin Hudeybiye denilen mevkide çökmesi üzerine duraklamışlardı. Orada kamp kurmuşlar ve Mekke müşrikleri ile aleyhlerine olduğu halde, anlaşma yapılarak ertesi yıl Mekke’ye gelinmek üzere oradan Medine’ye geri dönülmüştür. “Sulh’ta hayır vardır”. Elbette hayır vardır. Aksini söyleyen mi var? Nitekim Resulullah (as) orduları (Müslümanlar) daha da güçlenerek ertesi yıl Mekke’ye yürümüşlerdir.

“Hudeybiye Anlaşması, inananlar açısından hikmetler içeren bir örnektir. Bu hikmetli örneğin, kendilerini dindar olarak nitelendiren politikacılar tarafından bugünün olaylarını yorumlamada kullanmasından daha doğal ne olabilir?” diyor Ahmet Hakan (13 Ocak 13, Hürriyet). Biz olabilir diyoruz. Kendi âlemindeki kavramlar değil Sayın Hakan, milleti kandırmaya yönelik kullanılan bu kavramlar, ancak kendinin niteliğinden bihaber cahil politikacılar ve hocalar tarafından milleti kandırmak için kullanılmaktadır.

28 Ekim 1922 tarihinde başlayan ve Britanya imparatorluğu, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Sırp – Hırvat – Sloven Devleti temsilcileri ile bir araya gelen Türkiye (dikkat tek başına) Temsilcileri arasında bir barış anlaşması görüşmelerine başlanıldı. 24 Temmuz 1923 tarihine kadar süren bu görüşmelerden bir anlaşma ortaya çıktı. Lozan antlaşması. Türkiye’nin karşısında olanları görebiliyor musunuz? Kimlerle nasıl anlaşma yapıldığını anlayabiliyor musunuz? Söylemeliyiz ki, bu anlaşmanın da Türkler aleyhinde hükümleri olmuştur buna rağmen antlaşma imzalanmıştır. Çünkü Türkler zayıf durumdaydı, yeni kurdukları Türkiye Cumhuriyeti devletini kabul edenler olmamıştı. Birçok verilen tavizlere de rıza gösterilmişti. Çünkü devlete sahip olmak her şeyden önemliydi. Antlaşmadan sonra dünya devletleri birer, birer Türkiye Cumhuriyeti Devletini kabul etmişlerdir.

1920 yılında Mustafa Sabri tarafından kaleme alınan ölüm fetvası, (Padişah’ın da onayı ile) Mustafa Kemal hakkında çıkarılır. Fetvayı Şeyhülislam’lığa atanan Dürrizade Abdullah imzalar ve Anadolu’ya uçaklarla atılarak dağıtılır. Kurtuluş Savaşı’na destek veren Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi ve 153 Müftü karşı fetva hazırlarlar. Bu fetvada kayda değer cümle şudur: “…Düşman devletlerinin zorlamaları ve kandırmalarıyla olaylara ve gerçeklere aykırı olarak çıkarılmış bulunan fetvalar İslam halkı için şeriatça muteber olurlar mı? Beyan buyrula. Cevabı budur: Hakikati Allah bilir ki, olmaz”. Dikkat ediniz! Esaret altında çıkartılan bir idam fetvasına karşı, hür Müftüler eli ile çıkartılan bir fetvadan bahsediyoruz. Fetva bile olsa, esir iken söylenilenlerin kabulü mümkün değildir, çünkü ifsat vardır.

Bir, esir edilmiş cahil Hoca’nın ağzından PKK ile yapılacak anlaşmaya Hudeybiye antlaşmasının örneğini vermek densizliktir denebilir.

Bizim için Hudeybiye örneği Lozan antlaşması için tam yerine oturur.

Âlem-i İslam için Lozan II. Hudeybiye’dir.

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...