29 Eylül 2012 Cumartesi

Garip Bir Tecelli



Dünyanın orta bölgesinde, bütün yaşayan insanların ve devletlerinin gözünün olduğu bir ülkede Tahhab Deryan isimli bir padişah tahta oturur. Kardeşlerinden tahtı alması için dünyanın en büyük devletinden yardım almış, onların isteklerine göre hareket edeceği yolunda taahhütlerde bulunmuştur. Önemli işler yapmayı aklına koyduğundan, ilk iş olarak geçmişte atalarının ve kardeşlerinin yaptıkları işleri eleştirme yoluna girmiş, onların yaptıkları her şeyin yanlış olduğunu daima anlatmış. Halkının insanlarının beyinlerini böylece değiştirmek istemiştir.

Tahhab’ın göreve gelişinden 70 yıl kadar evvel ülkelerinin bir bölümünde, dağlarla çevrili, sarp kayaların çevrelediği Kerzip isimli bu bölgede, parçalanmayı teşvik edici bir ayaklanma olmuştu. Ülkesini kuran atalarından birisinin tahtta oturduğu dönem idi bu dönem. Devlet olarak ordularını göndererek ayaklanmayı bastırmışlar, biraz da kanlı olmuştu. Her konuşmasında Tahhab o dönemi gündeme getirdi. O zamanda yapılanların haksızlık olduğunu, devletin halkı katlettiğini anlattı durdu. Bir seferinde ise, devlet adına özür diledi. Hatta Konuşması sırasında da, yönettiği devlete ve atalarına adeta lanet okumuştur. O olayları yapanlar hakkında ağza alınmayacak laflar etmiştir.

Garip tecellidir.

Sen bir devlet adamısın. Dünyaya örnek olmuş bir Milletin Devletini yönetiyorsun. Her adımın hesaplı, her lafın ölçülü olmalıdır. Yaptığın seninle gitmez. İntikamını ertelemez. Ağzından çıkanı kulağın duysun. Hatta ağzından çıkmazdan evvel düşün düşün ve aklına vur, fikir et sonra söylenecek lafları söyle. Böyle yapmıyorlar tabii. Aklına geleni, dilinin ucuna geleni çıkartıyor ağzından ve söylüyor.

Eleştiri, hür beyinlerin üreteceği fikir dolambacıdır. Hür değilsen yapabileceğin ancak iftiradır, bühtandır, yalandır, dolandır…

Ertelemedi.

Mühleti ancak düzeltebileceği zamana göre ayarladı… Fırsat verildi, kullanmadı, kullanamadı. Sonuç;

Ve… Tıpkı hakaretleri gibi bir durumu kendisinin yaratmasına vesile oldu.

Büyükkoyağzı… Evet, garip tecellidir. Ülkenin bir sınırından gelen kaçakçı topluluğunun üzerine uçaklarını göndererek, tıpkı 70 yıl evvelki, lanet okuduğu olaya benzer bir katliam (madem sen katliam diyorsun) yaptı. Tam 34 kişi katledildi.

Unutulmayacak.

Büyükkoyağzı, Kerzip hakkında Tahhab’ın desteksiz konuşmaları ve iftiraları üzerine vukuu bulduğu ve kendisine bir fırsat verildiği, ama verilen bu şansı kullanamadığı kanısına ulaşılmaktadır.

Madem iftira atarsın… Al bakalım aynısını sende yaptın. Madem, bir katliamdı al bakalım aynı, benzer katliamı sende yaptın.

Bakalım seni tarih nasıl tasrif edecek.

1.    Eleştirilerin insanî olacak.
2.    Eleştirilerinde Allah’ın Hakkını unutmayacaksın.
3.    Türk’ün eleştirisi, başka milletlerin eleştirisine benzemez. Türk Hakkında konuşurken, Allâh ahlâkını unutmayacaksın. (aleyhinde konuştuklarının içinde Türk olduğunu bildiklerin varsa, kırk düşünüp bir söyleyeceksin!)
4.    Verilen ceza, senin için bir rahmettir, iyice anla.
5.    Kısır düşüncelerden, esaretteki yaşam biçiminden vazgeç.
6.    Aklını başına topla. Koca bir milletin idaresi sana verildi. Akıllı ol.

Öğüt insana verilir. Tutup tutmamakta serbestsin.

En doğrusunu bilen ancak Allâh’tır.

28 Eylül 2012 Cuma

Yarım kalan hikâye II.



Ayağını sürüyerek yaklaştı kaymakam.

“Doktor oğlum”, dedi. “Neler oluyor”? Doktor Süha’nın etrafında pervane olan Onbaşı lafa atıldı. “Kaymakam Bey, her şey kontrol altında, merak etmeyin, başından beri karakolumuz her şeyi biliyor…” sert, sert olduğu kadar ters bir bakış fırlattı Kaymakam. Niye bunlardan haberim yok dercesine. Uyanık Onbaşı, “Sizi heyecanlandırmak istemedik Kaymakamım, bir terslik olursa sizi haberdar etmek üzere anlaşmıştık” dedi. Doktor Süha, arkaya dönerek tepeden aşağıya baktı uzun uzun. Bitmeyecek bakışlarını yere doğru eğdiğinde Kaymakam ondan duymak istiyordu, “doğru mu bunlar, neler yaptınız, ben ne cevap vereceğim üstlerime” dedi. Başını sallayarak “her şey milletimizin talebi ve menfaati doğrultusunda gelişmiştir, çeteler, çeteler dersiniz olur biter. Haberim yok dersiniz olur biter.” Dedi. Biraz da sertçe söylediğini bir süre sonra anlayınca Kaymakam’dan özür dilercesine, “Kaymakam Bey, bunların ne işi vardı bizim köyde, ne arıyorlar dersiniz. Burayı da salimen geçselerdi neler olacaktı bilir misiniz?”

Bilmez miyim? Diyemedi Kaymakam. Yedi yıl önceki Çanakkale günlerini hatırından geçiriverdi. Oğlu, tüm sınıf arkadaşları birlikte askerlik şubesine giderek savaşa gitmek üzere yazılmışlardı. İki yeğeni, komşularının çocukları, mahalledeki delikanlılar onlar niye ise, bu da oydu. Her şey apaçık ortadaydı. Şimdi bu gençleri teşyi etmeliydi, bu gençleri kucaklamalı, gözlerinden öpmeliydi. Ama o bir kaymakamdı, biraz da ağırdan almalıydı. Aslında, devletin yapması gereken bir görev, kasabanın delikanlıları tarafından yapılmıştı ve memleket büyük bir badireden kurtarılmıştı belki de. Aslında alkışlanılması gerekirdi. Aslında kendisinin neden dışarıda kaldığını da sorgulaması, kendisine ceza vermesi de lazım gelebilirdi.

Doktor Süha vakit kaybetmeden Sağlık Ocağına gitmek niyetini bildirdi Kaymakam’a. 20 civarındaki yaralılar hemen taşınırdı, hiç olmazsa onlarla ilgilenmeli, imkânları ölçüsünde tedavilerine bakmalıydı.

Kaymakam oradaki ölüler üzerinde kimlik tespiti yapılmasını emretti. Silahların toplanılması, tasnif edilmesi ve depoya kaldırılmasını da Onbaşıdan istedi.

Kaymakam talimatlarını bitirdikten sonra geriye dönerek Doktorla birlikte kasabaya doğru yürürken dudaklarından, doktorunda duyabileceği bir sesle “Buna er meydanı derler, bunda söz olmaz, yandım aman aman” türküsünü mırıldandı. Doktor can kulağı ile dinledi. “Sağ ol Kaymakam Bey, gerçekten buna ihtiyacım vardı”. Dedi Süha. Gerçekten söz olmaz, artık plan ve hareket zamanıydı. Tam zamanında yakaladık. Bereket versin bizden böyle bir hareket beklemiyorlardı, tedbirsiz davrandılar, rastgele serildiler vadinin ortasında, bir tarafları dağ kaçmaları imkânsız, diğer üç tarafı da biz çevirdik, kıpırdamaları mümkün olmadı. Ne yapalım savaştır bu… Düşünceleri ile birlikte sağlık ocağına gelmişlerdi. Sokaklarda ahali slogan atıyorlar, alkışlıyorlardı, fakat Doktor ve Kaymakam oralı olmadılar, bir an önce yaralıların başına varmalıydılar.

Yaralılar teker teker sağlık ocağına getirildiler, kasabadan hasta bakımından anlayan kişilere haberler salındı, iki hemşire ve bir doktor ile yaralıların tımarları bitirilecekti. Bu sırada da on şehit camiye getirilmiş, bir yandan da ağıtlar yakılmaya başlanılmıştı.

Onbaşı toplanan silahları şöyle rapor etti. Yüz tabanca, seksen piyade tüfeği, iki makineli tüfek, el bombaları, yüz tane kasatura, kullanılmamış bol miktarda mermiler. Yüz adet ölü düşman askeri. Kaymakam hükümet merkezine şifreli bir telgrafla olayı özetlemiş ve el konulan silahların listesini de bildirmişti.

Doktorun aklı bir taraftan da, öncü birliği takip eden daha büyük bir birliğin olup olmadığındaydı. Bunu ne yapıp edip komutanla acilen görüşmeli, bir tedbir düşünmeliydiler. Düşman bir daha böyle tedbiri elden bırakmazdı, eğer gelirlerse işleri zordu. Köroğlu dağlarının tepelerinden doğru iki atlı göndererek, öncü birliğin geldiği istikamette gözleme yapmalarını istemişti. Oradan gelen haber şimdilik iyiydi.

Eskişehir ve Ankara birlikleri Sakarya üzerine varmışlar, mevzilenmişler ve meydan muharebesine hazırlık yapmışlardı. Aslında bu da iyi bir haberdi. Düşman kolay hareket edemezdi. Önleri kesilmiş, önünde duran bir ordu vardı. O orduyu geçmeden kasabalarına gelemezlerdi. İçinden “Allah’ım yardım et” şeklinde dua geçirdi. Daha birkaç yıl evvelinde yirmi milyon kilometre kare olan topraklarımız, böyle böyle elden çıkmıştı. Anadolu içlerine sıkıştırılmış, çaresiz kalmıştık. Millet fakirdi, bir yandan da büyük borçların altında iniliyordu. Üretim imkanları yoktu, borç bulma imkanı hiç yoktu, ülkemizi parçalayıp bölüşmek niyetindeki düşmanlar dört taraftan kuşatmışlardı, dünyanın diğer ülkelerinde yaşayan Müslümanların gönderdiği yardımlar, zar zor da olsa ulaşıyordu.. “Allah’ım komutanlarımızın, kurmaylarımızın aklını dinç tut, hata yapmalarına imkân verme, yüz yıllarca senin bayrağını taşıdı milletimiz, boynunu eğme” âmin.

Kuytu köşelerde bir başına kalmış Allah Dostlarının yaptıkları duaları bilir misiniz?

***

Eskişehir Komutanı cephede aldığı telgrafı okuyunca bir tebessüm kapladı yüzünü. “Güzel..” diyebildi. Öyleyse, tahminlerimiz tuttu. Örgüt iyi çalışmış. Çok güzel.. bir savaş sadece ordularla kazanılamaz. Milleti top yekûn savaşa sokmak, ordu ile birlikte olmalarını sağlamak, ordunun planlamaları çerçevesinde halkın yardımını sağlanmak gerekirdi. Genel Kurmay’dan gelen bu emir bu örnekte kendini göstermişti. Yazdığı raporu Genel Komutanlığa ulaştırdı. Raporunda, kasabaya takviye bir birlik gönderilmesi de vardı. Düşman eğer Sakarya’yı aşarsa bir kısmının o kasaba üzerinden Ankara’ya inmesi işten bile değildi. Fakat Genel Komutanlık buna gerek görmemişti. Çünkü Sakarya üzerinde işi bitireceklerine inanılıyordu. Doktor Süha’ya daha dikkatli olmaları ve dağ başlarındaki nöbetlerini daima, savaş bitene kadar devam ettirmelerini bildiren bir emirname gönderildi. Süha, gençleri toplantıya çağırıp, nöbet mahallerininin tespiti, bir tehlikenin görülmesi halinde nasıl haberleşileceği, nöbetçilerin denetimi gibi hususları gözden geçirip karara bağladılar. Hemen ertesi günü alınan kararlar uygulamaya konuldu. Bu sefer Kaymakam’da toplantılarda hazır bulundu, her şeyden haberdar edildi. Böylece devlet işin içindeydi artık. Kaymakam’ın Süha ve Gençler üzerinde sevgisi artmaya başlamış, onlara saygı göstermek zorunda kalmıştı. Bu insanlar karşılıksız, hatta hayatları pahasına vatan savunması yapmışlar ve memleketlerinin Başkent’ini büyük bir beladan kurtarmışlardı. Onlara sonuna kadar güvenebilirdi.

Doktor Süha gündüzleri sağlık ocağında bulunuyor, akşamları ise toplantı için ayrılmış bahçeli büyük evde geçiriyordu. Bazı geceler bir hastalık ihbarında hemen ya hastanın evine kadar, ya da sağlık ocağına giderek yardımcı olmaya çalışıyordu. Hiç yüksünmüyordu, resmi ataması olmamasına karşılık zevkle, ibadet edercesine çalışıyordu.

***

Telgrafçı Yalçın sağlık ocağına gelerek elindeki kâğıdı Süha’ya uzattı. Gözleri parlıyordu, dili tutulmuştu adeta. Telgraf komutan’dan geliyordu. Kısa not şöyleydi: “Düşman, Sakarya’da darmadağın edildi. Artık rahatlayabilirsiniz. Kasabanız ve sizin yiğitliğiniz cephedekilere örnek oldu, herkesin ağzında sizin zaferiniz var. Genel Komutanlık seni çağıracak. Gözlerinden öperim.” Zaman kaybetmeden Kaymakam’a bu haberi vermeliydi, güvenini kazanmışken, artık işler yoluna girmiş, zafer Türk insanın evlerinde, hallerinde yaşanır olmuştu. Her şey yolunda gidiyordu.

Haber alma kaynakları sınırlı olduğundan, gecikmeli olarak kendilerine bilgiler geliyordu. Ankara’da meclis daima toplantı halinde, savaşı idare ediyordu.

Gazi Paşa ordunun başında, milletinin başındaydı.

Memleket sathını saran çeteler birleştirilmiş, vatan müdafaasında birlik olmuşlardı.

Düşmanın Akdeniz’e doğru kaçtığı, İzmir’e yığınak yaptığı haberleri dillerde dolaşıyordu.

***

Kasabada işler yolundaydı, tereklerindeki mallar kısıtlı ve az sayıda olmasına karşılık esnaf dükkânlarını açıyor, nalbantlar, at arabası tamircileri sabahtan işlerinin başına koşturuyorlar, köylü tarlalarında, bahçelerinde ekim, çapa, ilaçlama gibi günlük işlerini yapıyorlardı. Milletin keyfi yerine gelmişti.

O gece yapılan Gençler toplantısında Doktor Süha, “Arkadaşlar, belki de son toplantımızı yapıyoruz. Gelen haberlere göre İzmir’den düşman denize dökülmüştür. Artık bizim savaş, müdafaa benzeri işlerimiz son bulmuştur. Bundan böyle, günlük işlerimize bakacağız, her kes dükkânına, okuluna gidecek. Nasıl ki, savaşta birlik-beraberliğimizi koruyarak düşmana gerekli cevabı ve derslerini verdik, bundan böyle de işimizde aynı hassasiyetle çalışarak gerekli üretimimizi, tamiratımızı yapacağız, hizmetimizi vereceğiz. Bizden istenen bundan böyle budur.

Sizlere bir haber vereceğim. Gazi Mustafa Kemal imzası ile gelen telgrafı okuyacağım.

Doktor ‘Süha Beyefendi; Savaşta göstermiş olduğunuz başarıdan dolayı tüm kasaba halkını kutlar gözlerinden öperim. … Tarihinde Millet Meclisi’nde görüşmek üzere beklerim.’

Gazi Paşa beni kasabamız adına toplantıya çağırıyor. Verilen tarihte gideceğim. İsteklerinizi, temennilerinizi, eleştirilerinizi belirtir bir yazı hazırlarsanız götürür elden teslim ederim.

Unutmayınız ki, yaptığımız iş belki de koca bir milleti kurtarmıştır. Azımsanamaz.

Mücadelemizde şehit olan arkadaşlarımızın ruhuna Fatiha.”

Benzer konuşmaları pek çok yaptığından fazla uzatmaya lüzum yoktu. Gençlerin hemen tamamı ağlamaklı olmuş, içlerinden bir kısmı bırakıvermişti kendisini.

Sevinç gözyaşları, kayıplara gözyaşı birbirine karışmıştı.

26 Eylül 2012 Çarşamba

Hastalık, Frenler ve Balatalar



Frenler tutmaz oldu, balataların değişmesi gerek.

“Çok açık ve ağır konuşuyorum. Kurumlara yönelik, milleti galeyana getirmeye yönelik bu davranışlar şerefsizliktir. Kurum personelinin moralini kırmaya yönelik bu girişimler en hafif tabiriyle sorumsuzluktur, alçaklıktır.”

“Bakıyorsunuz bu güzel bir teklif demiyorlar. Niye, öbür taraf çok daha tatlı da onun için.”

“Yahu bugüne kadar siyer-i nebi yoktu da kaç tane gönderdiniz aya be. Bu zihniyet 10 yıllar boyu Kur’anı yasakladı, ezanı yasakladı. Türkçe okunacak dediler. Bu zihniyet şimdi aya insan göndermekten bahsediyor.”
 (10.09.2012 tarihli gazeteler)

Abdüllatif Şener Hulki Cevizoğlu ile yaptığı televizyon sohbetinde şunları söyledi:

“İlk başladığı andan itibaren kavgacı bir üslubu benimsedi. Öfke oyunuzu artırabilir ama ülkenize zarar veriyorsa sorumlu siyasetçi böyle davranmaz.

Tepki görmeyeceği bakanlarını azarlardı.

Çok yoğun bir yolsuzluk ortamı vardı. Bu ortamda olmak istemedim. İhale kanunundaki değişiklik yirmiyi geçmiştir. Bakanlıklardaki teftiş kurulları hâkimiyetini yitirmiştir. Demokrasi dediğiniz şey bir kişinin her şeye hâkim olmadığı sistemdir.

Suriye’de yaptıkları tam bir İsrail tezidir. İsrail ne istiyorsa katmeri ile yapan bir Erdoğan var. Ama İsrail’le kavgalıymış gibi bir görüntü vermeye çalışıyor.

Suriye Politikasının tek sorumlusu Başbakan’dır. İşler iyiye gitmedi deyip Dışişleri Bakanı tasfiye edilecek. Kemal Unakıtan dediniz. Ona o işleri yaptıran Başbakan’dır. Unakıtan yıprandı, Başbakan tertemiz duruyor. Dışişleri Bakanı’na aynı şeyi yapmaya çalışıyor şimdi.

Türkiye’de terör olaylarının artmasının bir numaralı sorumlusu Başbakan’dır.

Bu kadar yanlış yapan bir iktidarın kalabilmesini anlamak mümkün değildir.”
(10.09.2012 tarihli Yeniçağ Gazetesi)

 Frenler tutmaz olunca artık, makinenin diğer parçalarına da güven kalmaz. Vardığınız tamirciye “-ya usta bir de şuraya bakıver” diye aklınıza gelen parçayı da söylersiniz. Usta bu, sizin sözünüze göre hareket edecek değil ya! Bildiğini, anladığını uygulayacak.

Böyledir. Mevsim sonbahara ulaşınca küpler temizlenir yeniden, pazardan gelecek taze sebzelere, meyvelere yer açılır, bu kışa doğrudur. Yeni ürünlerle yapılacak turşular, kurutmalar, kızartmalar küplerde yerini almaya hazır beklemekteler. Hep sebep frenlerin tutmaması halidir. Hazır kışa girerken temelli bir bakıma ihtiyaç vardır.

Usta, her şeyi en iyi bilir maşallah. Artık danışmanların, uzmanların, işi bilenlerin lafları, raporları, konuşmaları bir hiçtir. Usta bu, her şeyi herkesten iyi bilir.

Bu sebeple makinenin parçalarını istediği gibi değiştirecekmiş (değiştiriyormuş) oysa tamircisinin böyle bir ihtiyaç duyduğu yok, hatta gerek yok diyor. Tamiratı gereken balataları değiştirsek yeter diyor, ama duyan yok. Aslında motordaki arızaya kulak veren yok. Motor arızalı motor. Blok patlatmış bir motorla bir metre bile gidemezsiniz. Siz asıl motoru değiştirin. Veya tamirci motor yenilesin.

Usta’nın, bir zamanlar bağır-çağır yanına çektiği medyanın büyüklerinde de bir hareketlilik var bu günlerde ve hatta bugüne kadar kesin olarak kendisine biat eden ve asla sözünden çıkmayan yandaşlarda bile bir haller var. Usta’nın gidiciliği yüzünden okunur olmuş olsa gerek. Zira onlar iyi koku alırlar ve gidiciler ile gelicilerin görüntülerini iyi bilirler. Pozisyon alırlar, işleri budur. Onların vatan, millet, din, insanlar, halk… Gibi bir dertleri yoktur. Varsa da, yoksa da kazançlarına kazanç katmak dertleridir. İster eskiden olduğu gibi patron medyatörlerden, ister yandaştörlerden olsun fark etmez. Para ılıman limanlarda demirlemeyi sever. İsteyen, yandaş medya sayfalarına dikkatlice olmak kaydıyla göz atabilir, göreceklerdir.

En mühim problem olarak, demokrasinin yarattığı diktatörlük önümüzde duruyor. Bu hastalığa öncelikle Ustalar yakalanır ve peşinden yandaşlarını da sürükler. Hastalık budur. Tedavisi ise imkânsız. Çünkü kendileri hastalıklarını kabul etmezler, doktora gitmeyi kabul etmezler, bir hekimle karşılaştıklarında da hikâyelerini anlatmayı ret ederler. Çünkü kendileri en sağlıklı, en bilgili, en iyidirler. Böyle görürler. Bu sebeple de hastalıkların en ağırıdır bu durum. Çürüme yavaş yavaş tüm bedeni sarmaktadır, fakat kendileri iyilikten, sıhhatten, afiyetten bahsetmektedirler yazık.

Usta’ya şifa diliyorum.

Açıkçası;

Ben de bu yazıdan bir şey anlamadım.

24 Eylül 2012 Pazartesi

Milli Bir İhtilal Bekliyorum



Mehmet Ali Birand 14 ağustos tarihli yazısında;

“İnanamıyorum, etrafıma bakıyorum, herkes darbe edebiyatı yapıyor. Tekrar darbe olur mu? Darbeler nasıl önlenir? Gizli gizli darbe bekleyenler var.
Bir türlü kendimize güvenmiyoruz. Ortaya çıkıp ‘Hadi arkadaş, bundan sonra darbe olmaz. Eğer buna kalkışan olursa karşısında bizi bulur…’ diyen sayısı çok az.
Sürekli bir kuşku… Hala yaşadıklarımıza, değişen Türkiye’ye alışamayanlarımız var. Hala yorumlarda, TV tartışmalarında ‘asker şimdilik pusuda, günü gelince ayaklanacak’… Diyenlere rastlıyoruz.
TSK, geçmiş dönemde siyasete karışmanın cezasını fazlasıyla ödediğinin farkında. Daha da ötesi, bugünkü Türkiye’nin eskisi gibi, kolaylıkla kışlaya dönüştürülemeyeceğini görüyor. Belki içlerinde bazıları hala darbe rüyası görüyor olabilir, ancak Genel Kurmay’ı ve üst düzey komutanları aşabilmeleri artık imkânsızdır.
Eğer birileri askeri göreve davet eder, askerde bu görevi emir sayar ve harekete geçerse; bu olasılığa karşı da bu ülke insanları başkaldırmazsa, meheldir bizlere…”

Söyledikleri bunlar.

Kimdir bu darbe beklentisi içinde olanlar? Bildirmiyor Birand, anlatmıyor. Soyut cümlelerle anlattığından kim oldukları, kimler oldukları da anlaşılamıyor.

Fakat ben üstüme alındım bu lafları. Niye mi?

7 Mayıs 2012 tarihinde Facebook’a yazdığım bir mesaj yüzünden alındım.

AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik; “emin olmalıyım ki, üniforması ve elindeki silahı benim paramla alınan ordu mensubu, günün birinde bu silahı bana doğrultmasın, cuntalar hazırlamasın” şeklinde verdiği bir beyanat üzerine, biz de şunları söylemişiz:

“Ben de diyorum ki, bir ihtilale daha ihtiyaç var. İsterseniz darbe diye de söyleyebiliriz. Bu bizim darbemiz olacak. Milli olacak. Ne AB-D’den ne de başka bir dünya devletinden emir almadan tamamen milletimizin isteklerine, ihtiyaçlarına odaklanmış. Türk’ün hâkimiyetine hedeflenmiş, tam bağımsız ve milli bir ihtilal. Korkuları bundandır.”

Cümleyi bir daha yazmayayım, dönünüz bir daha okuyunuz lütfen, milli bir ihtilal.

Ordunun bir yerden onay ve talimat alarak silahlarını milletin, devletin ve Meclisin üzerine çevirmesi değildir milli ihtilal. Hep böyle görüldüğü için sözlerimiz hep yarım anlaşıldı. Ordunun tek başına yaptığı da değildir, bunu zaten bilirsiniz darbe denen ve yıllardır zihinlerimizi iğdiş ettirmiş bir söylem olan darbe. Ruhsuz, ne idiğü belli olmayan, ithal ve manası da ithal olan bir kelime darbe. Bu söylenilen darbenin içinde millet yoktur, toplumsal birliktelik yoktur oysa bizim anlattığımız darbeyi (ihtilali) top yekûn millet yapar. Derdimiz darbe değil.

Devletin içlerine yerleşmiş yabancıları, ajanları, düşman elleri kırmakla başlayabiliriz bizim darbemize. Bunu kim yapacak? Mevcut hükümet yetkilileri mi, yoksa bir yerlerden onay alarak darbe girişimi sonucu iktidara gelen ilgililer mi? olmaz, yapamazlar. O makamlara onları çıkartan kuvvet kendi adamlarının, kendi hedeflerinin başına bir şeyler gelmesini istemez.

Her istenen zamanda olmaz, her istenildiğinde ortaya çıkmaz bazı durumlar vardır. Milli ihtilallerin yaşanılabilmesi o durumların zuhuru ile mümkün olabilmektedir. Mesela, hiç düşünülmeyen bir zamanda milletin tamamında bir iyimserlik, bir beraber olma arzusu, bir aynı düşünebilme birlikteliği… Olabilmektedir. Gözlediğimiz zaman, bu zamandır bizim. Vaktiyle yaşanmış ve tecrübeyle sabittir. Hareketin başladığını müjdeleyen zaman. Bir kere başladığında da durdurulması imkânsız bir hedefe yürüyüş.

Böyle olmalıdır demiyorum, bir örnek vermek isterim:

‘Amasya Tamimi’ adı ile tarihe geçmiş bildirgenin tarihi maddelerini şöylece özetleyebiliriz: “1)Milletin istiklalini, gene milletin azim ve kararı kurtaracaktır. 2) Anadolu’da her türlü tesir ve murakabeden azade bir milli heyetin vücuda getirilmesi lazımdır.”

Bu azim ve kararlılıkla yola çıkılırsa, kim bozabilir gayeyi.

Bu araya Elmas Yıldırım’dan bir bölük şiir iyi düşer:

Karanlıkta gözlerim dikilmiş ufuklara,
Bir fırtına sesi var, bulutlar gökte dal dal..
Açmış doğu bağrını sökecek şafaklara,
Kop ey deli fırtına, râşeni gönlüme sal,
Ihtilâl istiyorum, mukaddes bir ihtilâl!..

Demek ki, Birand’ın darbe diye anlatmak istediği ile bizim ihtilal veya darbe diye anlatmak istediğimiz yapılar da, anlamlar da farklılık arz ediyor.

‘Askeri göreve davet’ ederek bizim istediğimiz ihtilal yapılamaz. Milletin birlik, beraberliği sağlanmadan (ki bu kendiliğinden oluşan bir durumdur) olabilecek oluşumlar ancak kuru darbe olarak tarihte yerini alır. Birand darbe isteyenleri biliyorsa (ki biliyor olmalıdır) bizlere açıklamalıdır, yoksa muhayyel bir yazı olduğunu ve asla darbe isteyenlerin bulunmadığını da açıklamalıdır. Çünkü darbe yapacakları iddialarıyla tutuklu bulunan emekli ve muvazzaf askerleri ayrıca düşünmek ve bir yerlere oturtmak gerekecektir. Darbe isteyenlerle darbeyi savunanların suçları aynı olmalıdır.

Aksi halde Birand için iftira iddianameleri ileri sürülebilir.

Bu noktada;

 “Bazı ulusalcı ve solcu girişimlerde Kemalizm ve sosyalizm milli demokratik devrim adına sunulsa” da (‘Anıl Çeçen, Yanlış Atatürkçülük’)

Bizim anlatımımızın, söylemimizin bunlarla herhangi bir alakasının olmadığı en azından kullandığımız kelimelerden ve varılan yerlerden anlaşılmış olmalıdır.

Evet;

Milli bir ihtilal bekliyorum:

Darbe -darbeci- çığırtkanlığı yapanların korkuları bundandır.

23 Eylül 2012 Pazar

Özel Kamplar



Sanki Dış İşleri Bakanlığı görevlisi, sanki Hükümet yetkilisi, ‘küçük atta sinekler de yesin’ dememiz lazım. 29 Ağustos tarihli makalesindeki şu sözlere bakınız:

“Hatay ve komşu illerdeki kamplar gözlem heyetlerinin incelemelerine açıktır. Öncelikli hedef olan kişilerin bulundukları kamplar da tamamen ailelerin, çoluk-çocuğun kaldığı kamplardır. Bunlar ne eğitim kampıdır, ne de askeri bir amaç ve fonksiyon taşımaktadır.

“Türkiye’ye hiçbir mülteci silahla giremez, kampta silah bulunduramaz, şehirlerde silahla hareket edemez. Tamamen insani maksatlı bu kampları askeri üs gibi takdim edenler, buralarda silahlı unsurların eğitildiğini iddia edenler tam anlamıyla hezeyan içindedirler.

Türkiye’deki Nusayrileri tahrik ederek hükümeti sıkıştırmak istiyorlar…”

Yahu Sayın Profesör Yasin Aktay, bırak bu açıklamaları Davutoğlu yapsın, sana ne, sen otur ilmi çalışmalarını, makalelerini, düşüncelerini ortaya koy. Okuyalım biz de istifade edelim.

Birinci cümlen yanlış, değil gözlem heyetlerine Türkiye’nin bir milletvekiline açılmamıştır. İkinci cümlen yanlış, değil aileler orada omuzu silahlı bir kişi karşılamıştır. Silahlıdırlar ne diye yırtınırsın. Ne kazanacaksın AKP’yi savunmakla.

Değer mi?

Şahsiyetini, onurunu, haysiyetini ‘yalancılıkla’ ayaklar altına almaya değer mi?

Haa değer mi?

Milletvekili Hurşit Güneş Apaydın Köyündeki konaklama kampını gezmek ister ve kendisine, AFAD ve Hatay Valiliğince; “Bu kampları gezemeyeceği, özel olduğu, bu kampı kimsenin hatta milletvekili de olsa gezemeyeceğini” bildirirler. Şimdi, Sayın Aktay bu durumun nesini yalanlıyorsunuz, açarsınız AFAD Başkanı Suat Oktay’a sorarsınız olur biter. Ne diye iddialı bir şekilde yalanlarınızı sıralarsınız anlayamadık.

Milletvekili Güneş’in bu olayı Başbakana soru önergesi olarak sorduğunu işittik, Başbakan veya Dış İşleri Bakanı cevaplar olur biter, bizde doğrusunu öğreniriz. Türkiye sınırları içinde Milletvekili’nin bile giremeyeceği, çok özel bir kampın esbabını da böylece öğrenmiş olacağız.

Aslında Prof.umuzun Kadir Gecesi ile ilgili Mekke’den yazdığı yazısı üzerine bir şeyler söyleyecektim. Bu yazısını gördükten sonra değmeyeceğini, çünkü kendilerinin her şeyi bildiğini sandıklarını ve bizim sözlerimize asla değer vermeyeceklerini düşündüğümüzden vazgeçtim.

Gerçekten değmez.

21 Eylül 2012 Cuma

Dış işleri ve Dini Terimler



Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Ramazan Bayramını memleketi Konya’da geçirmiş. Bayramlaşma sırasında gazetecilere yaptığı açıklamaya bakınız. “Suriye’ye Birleşmiş Milletler müdahale etmelidir.” Sırası mıdır? Derin strateji profesörü Davutoğlu için sırası. Bayramın kardeşliği, affediciliği, çirkinlerin kapatılacağı, güzelliklerin ortaya çıkarılacağı, küslerin barışacağı filan unutulmuş. Taa damarlarına zerk edilmiş anlamsız bir kin, bir hırs var. Maksat Esad’ı göndermek de değil, ileride bin pişmanlıkların yaşanılabileceği, tarifsiz acılara gebe kardeş kavgalarının fitillendiği bir garip uygulamalar bütünlüğü. Referanslarının İslam olduğunu söyleyen bu bedbahtlar, bu uygulamaların İslam’ın neresinde bulunduğunu da bir söyleseler bari. Uyguladıkları politikaların İslam’ın hangi bölümlerinde belirtildiğini bir anlatsalar da anlasak! İsrail’e çekilen van miynıt palavrasını nasıl da yutturmuşlardı, nasıl da insanımızı avlamışlardı? Artık yemiyorlar. Artık, kendi milletvekillerini bile ikna edemiyorlar olmalılar. (Böyle giderse parçalanma kaçınılmazdır.) (Gerçi Hüseyin Aygün’ün verdiği pası iyi kullandılar. Milliyetçi damarlardan gelen söylemleri yüksek sesle dillendirdiler, milletin gazını böylece aldılar)

Bir projenin memurları olarak hareket etmekte bir beis görmüyorlar. Projenin sahibi dünyayı tek kutuplu olarak idare etmek niyetindeki ABD. Adını demokratikleştirme projesi koymuşlar.

Projeye ilk muhatap ülke Irak olmuştu. Orada olanları biliyoruz. Son günleri ise kardeş kavgasına sürüklenen bir ülke. Şii ve Sünni savaşı kapıda. Bombalama olayları, sayısız insanın hayatına mal oluyor. Arkada bıraktıkları gözyaşı sel oldu aktı. Bizim taraflardan da destek verilen gruplar var olduğu tahmin ediliyor. Nitekim Sünni toplum liderinin Türkiye’de misafir edildiği bilinmektedir. Irak yönetimi sanki birilerinin verdiği emri yerine getirircesine tutuklamalara karar verebiliyor. Her tutuklama kararı ardından da bombalamalar geliyor, sonuç facia. Demokratikleştirme dedikleri bundan başka bir şey değil. Kan ve gözyaşı. Demokratikleştirme adına yapılanların tamamı boştur.

Libya’da yakın geçmişte olanlar, proje sahiplerinin ne kadar demokrat, ne kadar insan sever olduklarını göstermiştir. Masum halkın üstüne bırakılan bombalarda kaç kişinin hayatını kaybettiğinin hesabı daha yapılamamıştır. Maalesef bizim hükümetimiz de bu suça ortak olmuştur.

Mısır’da kardeş kavgasını başlatmak pekte zor olmayacaktır. İşbaşına getirilen hükümet ile devrilen Başkan arasındaki benzerlik hayretle karşılanmaktadır. Ne değişti Mısır’da? ABD’nin desteklediği, Mısır hareketleri sırasında toplum liderlerinin tamamının ABD’de eğitim almış dernek üyeleri olan Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimin) teşkilatının yetkilendirilmesinden başka. Seçilen başkan bu derneğin üyesidir.

Kardeşim Esat’tan düşman olunan Esat’a. Ne değişti? Kardeş dediğimiz günlerde de diktatör değil miydi Esad? Ne yapmak istiyoruz? Suriye’yi ABD’nin istediği yönde yönetecek bir yönetim oluşturmak. Sonuçta hedefte duran İran’a saldırının kolaylaştırılması. İsrail üzerinden İran’a tehdit yağdırmak.

Neo-Liberal fikirlerle yüklü muhafazakâr iktidarın ne yapmak istediği apaçık ortada duruyor. Kendi ifadeleridir. BOP Eş Başkanlığı görevleri henüz sona ermemiştir. Ortadoğu’da (tamamı İslam ülkeleri) 22 devletin sınırlarının değiştirileceği ABD’li yetkililer tarafından deklare edilmiştir. Yapılmakta olan da budur.

Bu görevleri yapılırken kullanılmakta olan da genel olarak dindar insanlar topluluğu olan ve dini inançlarını elden geldiğince yaşamaya çalışan Türkiye de dini veriler, dini söylemler, dini resimlerdir. Hoyratça, bu değerler insanlarımızı avlamakta kullanılmaktadır ve başarılı da olmaktadırlar. “1990 sonrası dünya sisteminde din yeniden geri dönerek siyaseti belirleyen bir unsur olarak karşımıza çıkmıştır. İçinde bulunduğumuz çağda din ve bunun yorumu olan mezhepler siyasi bir unsur olarak önemli yere sahiptir. Bu nedenle Ortadoğu’nun jeopolitik tanzimi din üzerinden yapılmaktadır.

Böyle bir tablo karşısında Irak dağınıktır. Etki alanı giderek genişleyen İran, oluşturulan Sünni-Selefi ağın kendisine yönelik olduğunu düşünmekte ve oyunun kurallarını buna göre oluşturmaktadır. Suudi Arabistan, Mısır ve Türkiye içinde bulundukları projenin gereği olarak Irak üzerinde etkili olmak istemektedirler. Topraklarımızda İran’a karşı konuşlandırılan Füze Kalkanı, ABD-Suudi Arabistan ekseni durumu daha hassaslaştırmaktadır. Irak üzerine yoğunlaşan bu baskı ve siyasi-stratejik hamlelerin bir mezhep çatışmasına doğru seyretmesi kaçınılmazdır”. (1)

Ramazanlarda kurulan iftar çadırları, hükümet yetkililerinin Cuma Selamlıkları merasimleri, her Cuma Namazından sonra cemaatin arasında yapılan TV röportajları, cami inşaatlarına hız verilmesi, İmam Hatip Liselerinin düzenlenmesi ve Orta Kısımlarının açılması harekâtı, yetkililerin verdikleri nutuklarda dini terim ve kavramları sık sık kullanması dini nasıl kullandıklarına çarpıcı örneklerdir. Maalesef dini söylemlere çok çabuk kanmakta olan insanlardan da oylarını kolayca almaktadırlar. Ülke yönetiminde bulunanlar ise dini siyasi ideloji kalıplarında kullanmaya devam etmektedirler.

Yeniden başlayan İslamcılık tartışmalarında siyasi ideloji olarak din konusunun da gündeme getirilmesi isabetli olacaktır.

İslami kavramları kullanarak, İslam Ülkelerini haçlıya teslim etmek oyunu işte budur.

+++++++++++++++++++++++++
(1)    Nadim Macit, 31.01.2012 Ortadoğu

19 Eylül 2012 Çarşamba

Terör ve İnsanımız



Devlet kurma ideali terörle desteklenirse varılacak yer kaostur. Terör ideali destekleyemez.

Devlet medeni bir kuruluştur, medeniyettir. Terör ise medeniyeti bozan, kısırlaştıran, insanların düşünebilme yeteneğini elinden alan bir araç, bu itibarla terörle kurulmasına çalışılan devletler doğmadan ölüme mahkûmdur. Nitekim terör ve destekçileri ülkenin içinde karmaşa çıkarmak isteyen dış düşmanlardan başkası değildir. Acı olan taraf dış düşmanlar, içeride destekçi bulabilmektedir. Ama köşe yazarları vasıtasıyla, ama medya marifetiyle, ama dernekler aracılığı ile destek sağlamaktadırlar. Milletin ortak kullandığı kelime ve kavramları değiştirerek, insanların algısında farklılıklar yaratmaktadırlar. Farklı algılar ise, problemlerin çözümünde farklı farklı çözüm önerileri getireceğinden (getirdiğinden) kaos ortamı kendiliğinden doğmakta ve insanlar ‘artık olsun da ne olursa olsun’ şeklinde düşünmeye başlayacaktırlar. Varılacak sonuç ancak karmaşa, kaos, çatışma, anlaşamama, mücadele, hırs, kıskançlık… Olabilmektedir.

Fetih zamanlarını terör olarak adlandıran gafillere sözümüz şudur. Tarihi yorumlamalar tarihin yaşandığı zamanların içselleştirilmesi ile olabilir. Bir kere bile herhangi bir sözlüğe bakmadan fetih ile terörün benzerliğini söylemek ahmaklıktır.

Terörden amaç, yılgınlık yaratmaktır, pişmanlık meydana getirmektir, korku salmaktır, can ve mal güvenliğinin olmadığını belleklere kazımaktır. Bu nasıl olur? Dağlarda, kırlarda, ıssız köylerde, kasabalarda dış düşman tarafından tedarik edilmiş silahları ile saldırılar planlı bir şekilde yapılır. İnsanlara gına gelir. Korku sarar her yanı. Tam bu sırada, işi, terörün bitirilmesi yolunda kanun çıkartmak olan bir iktidar milletvekili tarafından şu sözler söyletilir. Tam da Türkiye’nin artık güvenli bir ülke olmadığı tezleri tartışılırken:

AKP Milletvekili Mehmet Metiner: 23.8.2012 CNN-Türk Enver Aysever’in aykırı sorular isimli programda;

- Uludere’ye gitmek ister misiniz sorusuna;

-“Seyahat özgürlüğüm yok” cevabını verir. Tam da terörün söyletmek istediği, vardırmak istediği yeri bir iktidar milletvekili ağzından milletin duyması sağlanır. Ki, böylece korku dağları saracaktır. Milletvekili bile böyle söylediğine göre!..

MHP Milletvekili Özcan Yeniçeri 22 Ağustos 2012 tarihli makalesinde şunları söylüyordu: “PKK, Şemdinli’de gerçekleştirdiği terörist eylemler, Türkiye’deki PKK terörünün yeni bir aşamaya ulaştığı mesajını verdi. Böylece PKK, TSK ile ‘cephe savaşı yapacak kadar güçlendik’ demiş oldu. Ardından Tunceli Ovacık’ta şimdiye kadar en stratejik bir kişiyi, milletvekilini dağa çıkarmayı başardı. Foça’da yaptığı mayınlı eylemle yalnız Güneydoğu’nun değil ‘Türkiye’nin hiçbir yanı teröre karşı sigortalı değil’ mesajını verdi.”

Yeniçeri’nin tespiti ülkenin ne hale getirildiğinin özetidir. En güvenli şehirlerimizden birisi olan Gaziantep olayı ise tuz biber ekmiştir. İnsanlarımız artık kendisini ortaya sürecek duruma gelmiştir. Nitekim İzmir ve Gaziantep olayları üzerine yaralılar için kan vermeye koşan insanların halini G. Fırat şöyle özetlemektedir. “Türkiye’yi kan yerine çeviren teröristlere de yandaşlarına da bir uyarı olmalı bu. Halk bir çağrı beklemeden sadece kan vermek için değil kan dökmek için meydana inmek üzeredir. Tercih sizin” diyerek hem örgüte hem de görevini bihakkın yapamayan devlete uyarısını göndermiştir.

Oslo görüşmeleri sızıntısından, istihbarat elemanın ağzından çıkan aklımızda kalan söz nasıldı? “Memleketin her yanına koyduğunuz bombaları biliyoruz”. Böyle miydi? Ee sormazlar mı, biliyordunuz da bunlar nasıl oluyor?

Öteden beri tartışılan istihbarat zaafı böylece ortaya dökülmüyor mu?

Fırat’ın sözünü tekrar edelim: Millet, sadece kan vermek için değil kan dökmek için meydana inmek üzeredir.

Tercih sizin.

17 Eylül 2012 Pazartesi

İçeriden Fetih



Avusturya’nın psikolojik propaganda sonucunda, bir tek kurşun sıkmadan Almanlar tarafından 1938 yılında işgal edilmesini anlatır 27 Ağustos tarihli makalesinde Servet Avcı. “Viyana’ya silahlı birlikler girmeden yıllar önce evlere radyolar yoluyla giren Nazi propagandası işgali başlatmış, zihinleri çoktan teslim almıştı… Domenach’a (Fransız psikoloji uzmanı) göre Avusturya halkı, ‘bugün yarın Alman orduları gelecek’ şeklindeki bıktırıcı, usandırıcı tehdidin sürekli tekrarlanması karşısında ‘artık ne olacaksa bir an önce olsun’ noktasına planlı bir şekilde getirilmiş, sindirilmiş, muhtemel direnci kırılmış ve olacakları kabul hale gelmişti…”

Ne olacaksa olsun!

Bu söz tanıdık geldi bana. Yanımda konuşuldu çünkü. Öyle bir imanla söyledi, öyle bir inandırmak isteği ile söyledi ki, “bu sözünüze katılmıyorum” şeklinde yaptığım itiraz duyulmadı bile. Şırnak, Şemdinli ve Hakkâri il ve ilçelerinde ve son olarak Gaziantep’te PKK militanlarının yaptıkları silahlı ve bombalı olaylar ve şehitler üzerine söylenmişti. “Nedir ki, Şırnak, Hakkâri ver gitsin ve kurtul. Bu kadar basit bir çözümü ne diye göz önüne almazlar ki?” söz bu. “Ver kurtul”. Söyleyen ise (ki, vahim olan da budur) otuz beş yıllık bir hâkim. Neye göre ve niye verilecek? Peki, Van ne olacak? Bitlis kime kalacak, ardından da Siirt gelecek oralar ne olacak? Sorumuz ise cevapsız kaldı. İtiraz yükseltildi. Hayır hayır bu kadar değil, diyorlar ki, “en büyük Kürt Şehri İstanbul’dur. Söyler misiniz İstanbul ne olacak?”. “O kadar da değil”, dedi. Lakin laf ağızdan çıkmıştı bir kere.

Propaganda önemli bir savaş silahıdır. Irak’ta, Libya’da içinde bulunduğumuz günlerde de Suriye’de şahit olduğumuz gibi. Özellikle son günler karşılıklı propaganda savaşlarının ne kadar önemli olduğunu, siyasilerin konuşmalarından bu konuşmaların medyadan verilmesinden anlıyoruz. Etkili kullanıldığında birkaç atom bombası tesirini gösteren acımasız bir bomba.

Yeni bulunmuş bir silahta değil, insanın dünyaya düşüşünden sonra ortaya çıkmış, fitne kelimesi ile belleklere kazınmış bir bomba. Savaşlar öncesinden, kurulu bulunan teşkilat aracılığı ile millet içine haber salma, yanlış bilgi verme veya istedikleri bilgileri istedikleri şekilde verme gibi çalışmalardır. Bunlar için koca koca medya şirketleri kurulur, dev televizyonlar yatırımları (El-Cezire gibi) yapılır, haberin veya bilginin o halkın kültürüne göre nasıl verilmesi gerektiği çalışmaları yapılır ve bomba salınır millet içine. Bu çalışmalardan en etkilisi ise, çalışma yapılacak millet içinden akademisyenler, itibarlı gazeteciler, iş adamları, sivil toplum kuruluşu yöneticileri, devlet kademelerinde görevli üst düzey yöneticiler gibi etkili ve yetkili kişileri bulup, çeşitli yöntemlerle kendi saflarına çekilir ve düşman milletin istekleri onlar vasıtasıyla millete aktarılır. Kaleyi içten fethetmenin yoludur bu ve daima bu yol denenir.

Türk Devletlerinin parçalanmasında kullanılan yöntemleri 2500 yıl evvel General Sun-tzu Savaş Sanatı isimli kitapta belirtmiştir. (*)

“-Hasım ülkelerde iyi olan şeyleri gözden düşürün.
–Hasım ülkelerin hakanlarının başarılarını küçük göstererek şöhretlerine gölge düşürün ve zamanı geldiğinde, kendi halkının onları hor görmesini sağlayın.
–Adi ve aşağılık kişilerin işbirliğinden yararlanın.
–Düşman halkın kendi aralarında olan uyuşmazlık ve kavgalarını yayın.
–Hasmınızın geleneklerini gülünç hale getirin.” (*)

Uygulama ve uygulanan hep aynıdır. PKK’nın kanlı eylemleri yoluyla milletin ‘artık yeter’ dediği bir noktaya doğru sürükleniyoruz. ‘Ne olacaksa olsun’ düşüncelerinin oluştuğu, halkın içine yayıldığı günler içindeyiz. Kirli propaganda etkili ağızlarla söyletiyor bu lafları, dinleyiciler ise kafa sallayarak, baş eğerek onaylıyorlar. Zor durumlardayız. “Vermem ondan ben bir karış” günlerinden, “Ver kurtul” günlerine evrilmişiz.

Milletin iman gücünü zayıflatma çalışmaları sonuç vermiş gibi görünüyor (veya sonuç vermek üzere).

Lazım olan ne ise, yetkililerin tedbir alması gerekmektedir.
++++++++++++++
(*)Prof.Dr. Mehmet Erdaş Facebook paylaşımından alınmıştır.

14 Eylül 2012 Cuma

Düğümcü Demokratlar



“Saçaklı darbe”; “Çelişir gibi görünen çift yönlü duruma” tekabül eden bir süreçtir…

“Saçaklı darbe İslâm’ı siyasî söyleminin merkezine alan muhafazakâr dindar kesimi / yani Fazilet Partisi’ni tasfiye etmiş yerine liberal – kapitalist sistemin siyasî ve iktisadî esaslarıyla buluşan ABD yapımı ılımlı islâm’ı ve bunun siyasî izdüşümü olan AKP’yi üretmiştir. Post-modern düşüncede ‘süreç’ önemli bir kavramdır. Bu yönüyle saçaklı darbe devam etmektedir. Devam eden darbenin temel özelliği ‘ileri demokrasi’ adı altında her türlü baskı ve şiddeti meşrulaştırmak ‘dindarlık’ adı altında da İslâm’ın ve bütün değerlerin içini boşaltmaktadır.” (Nadim Macit,02.03.2012, Ortadoğu)

Öyle bir düğüm at ki, çözdüklerinde yeni, yepyeni problemler o düğümün içinden çıksın, boy versin ve büyüsün. Çözdüklerine, çözeceklerine, pişman olsunlar. Ne ilginç, PKK düğümü böyle atılmış, dinciler düğümü böyle atılmış, hırsızlar düğümü böyle atılmış, özelleştirme düğümü böyle atılmış, yabancı dille eğitim düğümü böyle atılmış,… Çözmeye uğraştıkça, yeni sorunlar karşılıyor, çözüm yolunda atılan her adım da karşına taptaze problemlerle çıkıyor. Nadim Hocanın işaret ettiği problemde böyle, bir derdi halletmek için yola çıkan dış destekli darbe girişimi, güya o an için problem olarak ortaya konan durumu çözdü, fakat öyle bir düğüm atmış ki, çözüldükçe kendinden daha büyük bir dert sürüyor önümüze. Fazilet’i tasfiye et, yerine gül gibi AKP gelsin. Ne plan ama.

Dini terimler, dini resimler, dini hikâyeler, dini ritüller… Yapılarak, söylenerek, uyularak insanların kandırılması hali. Yeniden düzenlenen veya düzenlenmeye çalışılan insanımızın zihin yapısındakileri alt üst etmenin telaşı. Nasıl da, yüzlerinden nur akan insan tipini televizyonlarda resm ediyorlar. O resimleri gören insanlar da anında kanıyorlar. Ne isterlerse yapıyorlar, yardım kampanyalarına sorgusuz katılıyorlar, oylarını düşünmeden veriyorlar…

Hz. Ali verdiği hutbesinin bir yerinde, insanları sınıflandırırken şunları söylüyor (bir sınıf insandan bahsederken):

 “Din ameliyle dünyayı talep eder, dünya ameliyle dini değil. Kendini sakin ve vakarlı gösterir, adımlarını yavaş ve birbirine yakın atar, cübbesinin eteğini takvayla toplar, kendini doğru iş yapanlardan gösterir, Allah’ın kusurları örtüşünü, günah işlemeye ve kötü işler yapmaya vesile kılar”.

Öyle bir söz et ki, binlerce yıl sonra, sanki bugün için söylenmiş olsun.

Tanıdığımız tiplerden bahsediyor, bildiğimiz insanları anlatıyor Hz. Ali.

Kimdir bunlar?

Yakın zamanda Ramazan Ayı’nı geçirdik. TV’lerde, radyolarda, gazetelerde, basın yayın organlarında örneklerini pek çok gördüğümüz bu tipler, 1400 yıl önce de aynıymış, aynı tipler, aynı kişiler. Tarih mi tekerrür ediyor ne?

Olan hep aynı.

Verilen örnek, anlatılan çözüm her devir için aynı, O devirde de olan ve olagelen olaylar, zaman ve mekân farkıyla aynıdır. Tabir edilen, tasvir edilen ve çözüm önerilen.

Ne ki, geçen zaman içinde nesneler farklılaşmış, putlar farklılaşmış, ama fonksiyonları aynı. Tapıcıları aynı.

Elbette insanlar önlerine kendi elleriyle yaptıkları heykelleri koyarak tapınacak değiller. Ne heykeller yapıyorlar ki, fonksiyonel olarak aynı.

Helvadan, undan, çamurdan yapılan heykellerin yerini şimdilerde para, pul, makam, mevki, şan, şöhret… Almıştır. Sonuç aynı.

Atılan düğümleri, düğüm atanları, çözüm için birbirini yarıştıranları iyice görmeliyiz. Anlamalıyız. Boş işlerle, boş sözlerle bizleri kandıranları deşifre etmeliyiz, bir yandan Allâh kelâmını söylerken diğer yandan, harama bulaşanları acımasızca insanımıza anlatmalıyız. Yıkıcılık yapıyorlar, bölücülük yapıyorlar, iki kişinin arasını açmaya uğraş veriyorlar, fitne salıyorlar…

Uyanık olup, uyandırmalıyız. Vesselam.

12 Eylül 2012 Çarşamba

Üvendire ne işe yarar?



Ne işe yarayacak, uyandırmaya, uyandırmaya yarar.

Boğa soy isimli bir AKP Milletvekili, “bütün liseler imam Hatip Lisesi olacak, bu trend yakalandı” gibi bir laf etmiş. Tuhaf olan ise şu, torunu bir Fransız mektebinde okuyor. İmam Hatip de değil. İmam Hatip okulları bu kadar canhıraş çalışan ve destekleyen bu kişinin torunu neden o okula gitmez?

Şöyle de söyleyebiliriz.

Boğa’nın torunu gittiği yerde “en”lenecek, büyüyünce artık öküz olacak. Kağnıya koşulacak.

İşte üvendire tam bu noktada lazımdır.

Boğa’nın torununu dürtecek ve uyandıracak.

Yalan dolan ile insanları nasıl da kandırıyorlar. Bir dönem daha milletvekili olsan ne yazar, olmasan ne yazar Boğa Efendi? Senden ne görecek bu millet. Dava arkadaşlarından ne gördü ki?

Niye insanımızın değer verdiği özellikle İslâm’ı çağrıştıran değerler üzerinde durarak politika yapıyorlar? Hem de son günlerde hız verdiler bu kabil davranmalara.

Bir tek şekilde yorumluyorum.

Artık, denizin bittiğinin farkına vardılar. Ne AB konuşuyorlar, ne Ermenistan, ne Kıbrıs’taki haklarımızın dile getirilmesi var ne de duble yollar. Varsa da yoksa da dini terimler, dini resimler ve dini çağrıştıran konuşmalar.

Bitmişler. Son noktayı millet koyacak.

Ve doğruca yaptıklarının hesaplarını vermek üzere Yüce Divan’a.

Korkmayın canım. Hani siz Müslümansınız ya, yaptığınız işlerde asla kul hakkı yemediniz, asla rüşvet yemediniz, adam kayırma yapmadınız, haksız ihale vermediniz, devletin malını peşkeş çekmediniz…

Ee.. Niye korkuyorsunuz. Ne var bunda.

Varırsınız (nasılsa sizin atadığınız hâkimler) yargılanır ve aklanırsınız olur biter.

Hadi bakalım bir cesaret.

Sonraki hesabı ben bilemem. O konuda sizin elinize su dökemem. Sizler o konuyu sular seller gibi ezbere bilirsiniz. Oranın hesabını da muhakkak nasıl vereceğinizi, hocalarınızdan, hacılarınızdan sorup, soruşturup öğrenmişsinizdir.

Sizlere kolay gelsin.

Devlet, Yönetim ve Din



Hep karıştırdığımız bir husustur devlet yönetimi ve inanç.

İnanmak kişiyi insan yapar, inanmamak da kişinin bir halidir, ne isterse ona inanır. İnanmamak da bir inanmak meselesidir. Bir devlete hâkim olmak, bir devletin yönetim şeklini belirlemek, bir devlette çok çeşitli kuralları koymak devletin yönetim sistemini oluşturur. Kanunlar, yönetmelikler, tüzükler, kanun hükmündeki kararnameler hep devleti yönetme üzerine yapılan çalışmalardır. Basit bir örneklendirme yapalım. Hırsızlık hemen bütün devlet yönetimlerince suç olarak tanımlanır, bu suçu işleyenlere de bir ceza uygulanır. İşte kimi devletler aynı suça farklı cezalar öngörebilir. Farklılıklar budur. O milletin gelenek ve görenekleri, kabulleri, inançları verilmesi öngörülecek cezanın belirlenmesinde rol oynarlar.

Milletlerin geleceklerini tayin etme arzularının içinde, memleketlerinin daha da büyümesi, ekonomilerinin gelişmesi, ilim ve fen düzeylerinde ilerlemeler olması hep hayal edilen bir durumdur. Aslında hiçbir millet mensubunu böyle düşünüyor diye suçlayamayız. Milletlerin gelişme, büyüme talebi kutsal bir haktır ve gayet tabii bir durumdur. Çünkü o milletle birlikte dünya da gelişecektir, medeniyet de gelişecektir. Yine tabiidir ki, milletlerin gelişme arzuları diğer milletlerin gelişme arzuları ile çelişir. Bir milletin üretim kaynaklarında gözü olan diğer milletin amaçlarına ulaşamaması için iç düzenlemelerinde gerekli tedbirleri alması da doğaldır.

Bugünkü dünyanın büyük devletleri de pastadan daha fazla pay almak ve halkına dağıtmak! Üzere dünyanın diğer devletlerinde hâkimiyet kurmak, oraların ekonomik değerlerini sömürmek ve kendi ülkesine taşımak ister. Bu isteğine ulaşabilmek babında uyguladıkları çok değişik ve çeşitli politikalar barındırırlar. Bu politikalardan bir kısmı işgal etmek, ele geçirmek istedikleri ülkelerin iç ahalisi ile ilgilidir. Öncelikle o ahaliyi kendi saflarına çekmek savaşta üstünlük olmaktadır. Çok bilinçli ve bilimsel çalışmalar sonucunda her ülkenin ahalisi hakkında bilgileri toparlarlar, alt alta, üst üste getirerek sonuçlar çıkartırlar ve kendi politikaları doğrultusunda uygulamaya yönelik veriler elde ederler ve uygularlar.

İşte yıllardır Türkiye ve İslam ülkelerini ele geçirip, sömürü düzenlerini icraya koymak üzere uygulamaya geçirdikleri bir sonuçtur Ilımlı İslam ve Ilımlı İslam söylemi. Yöre halkını İslam’dan alınma kelime ve cümleleri söyleyerek avlarlar. Tüm konuşmalarında ve davranışlarında İslam adamlarının tavır ve davranışları vardır. Onları dinleyen ahali, kendilerini anlattığını sanır. Dini anlattığını sanırlar. Bu itibarla halk kesimi tamamen kendilerini teslim etmişlerdir. Aslında anlattıkları kendi hayallerinde olan devlet nizamıdır. Konuşma aralarına sıkıştırdıkları bir ayet veya hadisle amaçlarına ulaşmaya çalışırlar.

Yani, anlattıkları din değildir. Dini bilgiler değildir ama dini bilgilerle, karıştırılan devlet nizamıdır. Bizim saf ve temiz insanımız onların din anlattığını düşünerek, kendilerinin ne önemli ve büyük insanlar olduğunu düşünür. Hatta onlara manevi güç bile verenler olabilmektedir.

Araştırmacı yazar Emrah Bekçi sosyal medyada yayınladığı bir paragraflık mesajında, İbn-i Haldun’dan alıntı yapar ve devleti Haldun’un beş bölümde incelediğini vurgular. Bunlardan ikisi dikkat çekici özeliliklerdir. Buraya derç etmekte fayda umulur.

“Aşırı tüketim durumu (israf tavrı) diye adlandırılan tutum. Gelir gider dengesizliğinin, devletin kazanç sağlayan kuruluşlarını ele geçirme yarışını, borçlanmaların, vurguncuların birbirini kayırmaların, deyim yerindeyse devlet malı deniz yemeyen domuz anlayışının geçerli olduğunu dönemdir.

“Çöküş tutumu (Müsalamet tavrı) diye adlandırdığı tutum. Yönetici kurumlarda, toplumun çekirdeğini oluşturan ailede ve öbür toplum kurumlarında (bilim, sanat, v.b.) çöküntüye yönelmenin başladığı dönemdir; bu dönemde sözü edilen kurumlarda başıboşluk, sığlık, düzensizlik, verimsizlik başlar; ayaklanmalar, çatışmalar, anlaşmazlıklar çoğalır.”

Bu iki madde de belirtilen durumlara gelinmesinde diğer devletlerin (büyük) rolü önemlidir. Uğraşmaya başladıkları devletlerde öncelikle devletin ekonomisini bozarlar ki, kendilerine mecbur kalmalarını sağlamak içindir, borç vererek (borç vermek için de) ve bazı ekonomik planların kendilerinin istediği biçimde yapılması ve uygulanmasını sağlarlar. Halk içerisinde, ‘canım adam çalıyor ama iş yapıyor’ gibi bir milletin geleceğini ipotek altına alan düşünceleri yayarlar ve inandırırlar. Rüşvet, adam kayırma, ehliyetsiz kişileri işbaşına getirme gibi devletin sonunu getirecek uygulamalara göz yumulmaya başlanır. Artık, bilimde, tefekkürde, sanatta, ticarette, sporda ve diğer ekonomik ve sosyal alanlarda duraklama başlamış ve çöküşe doğru gitmektedir. 680 yıl evvelinden İbn-i Haldun’un formülleştirdiği, maddeleştirdiği devleti tanımlayan sistemin maddeleri bugün ülkemizde racidir.

Milletimiz bir savunma refleksi olarak, dinini geçerli ve güvenilir kaynaklardan öğrenerek, imanını tazelemelidir, yoksa daha çok düşman devletlerin taarruzlarına hedef olacaktır.

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...