29 Ağustos 2013 Perşembe

Mehmet Ali Öztürk'ün Sorusu


Mehmet Ali Öztürk, düşünen ve düşüncelerini açıkça yazan ve yayan bir kardeşimiz. Soru da sorar, cevap da verir. Yalnızca düşünce de kalmaz, aynı zamanda eyleme de geçirir yani.

Pek bir isabetle sormuş gecenin bir yarısı: “Düşünüyorum, öyleyse varım: Descartes, Hissediyorum, öyleyse varım: Gide, isyan ediyorum, öyleyse varım: Camus. Ben neyim?”. Sorusunu bizatihi adımızı da zikrederek yönlendirdiği için biraz fikir antrenmanı yaptık soru doğrultusunda. Ve aşağıdaki kısa metin çıktı ortaya. Belki sorularına cevap olmayacak ama az da olsa düşünce semalarında dolaşmaya yardım edebilir ümidiyle…

Dikkatli göz şunu görür:

Yukarıdaki tanımlamaların tamamında ‘var’ olduğunu ispata çalışanlar mevcut. Hatta, ‘inanıyorsam varım’ diyenler bile bir ‘var’lık iddiasında. Ve hatta Sait Bey bile hep ‘var’lık iddiasının çeşitli tanımlamalarını yapmış. Herkes, ama herkes ‘var’ olduğunun ispatı derdinde.

Koca bir yılı bin bir zahmet içinde ve kozasının sınırlarında geçiren böceğin, bir günlüğüne ama sadece bir günlüğüne kanatlanarak dünyayı teşrifi ve bu zaman içinde yapması gereken hizmetlerini bilfiil ve tamam olarak yapması ve gitmesi, hiçte varlık iddiasında bile bulunmadan.

Kozasında yaşayan insanların, kozasını delerek dışarıyı görmesi ve oradaki hayata intibak etmesi pekte mümkün görülmüyor. Öncelikle, kozayı fark edip kendisinin kim olduğuna karar vermelidir.

Mehmet Ali Öztürk sorusunu şöyle sormuştur: “Ben neyim?”

Ben, kimim? Şeklinde sorsaydı daha anlamlı olurdu. Kim, insanı tarif eden sorudur. ‘neyim’ ise maddeyi tarifler ve amaca eksik hizmet eder.

Erenler şöyle sormuştu bir makalesinde: “Dünya da mı yaşıyorsun, dünyan da mı?”

Kendi hayallerimizde kurduğumuz bir dünyadır bizimkisi. Kelebek böceğinin kozası kadar. Fakat o kozasını delip çıkar da, biz kendimizin sınırladığı küçücük dünyaya razı olup gideriz.

“Kim”, ‘kimlik’ iddiasından evvel, ‘Kim’den olduğunu fark edip, ‘Kim’e doğru yollandığını anlar ve yolunu bilinçli olarak yönlendirirse, artık onun ne var olduğunu ispata, ne de kendisinde bir varlık olduğunu düşünmeye ihtiyacı kalmaz. Öyleyse ‘Sonsuzluğun’ bile artık sınır kabul edildiği düşünce dünyasında ilerleyebilmek, ancak ‘Kim’ ve ‘kim’den olduğunu bilmekten geçiyor.

Bunun yolu da daima söylenildiği gibi:

“Türk, titre ve kendine dön’

Manasında gizlidir.


27 Ağustos 2013 Salı

Ölümlü Dünya


Ölüm;

İki dudak arasında, iki hecelik hadise,

Nefes aldın veremezsin, verdin alamazsın.

Adını ölüm koymuşlar;

Hepsi bu.

Ne yaptın dersen?

Yedim, içtim, gaz yapıp, rahatladım.

İşte benim hayat hikâyem.

Ne boş, ne heva bir hayat!

Yok, öyle deme.

Malım mülküm de oldu,

Şanım şöhretim de.

Hiç gitmeyeceğim sandım dı…

Paramın gücüyle, en iyi doktorlar ilgilendi.

Çevremin haykırışlarıyla tabut içindeyim şimdi.

Ağlayanlar var, gülenler var arkamdan.

Her ikisi de yakınlarım benim.

Olsun.

Ben hatayı, dünyadayken yapmışım.

Ölümü düşünmeden, hiçliği bilmeden yaşamışım.

Günahı işleyen, ceremesini çeker demişlerdi.

Benim günahım.

Allah’ı unutmak olmuştu.

Hatırlatanlar olsa da,

Evet deyip geçmiştim, hiçte önemsemeden.

Oysa gönderilmek dünyaya,

Bir nimet imiş.

Şimdi anladım.

Bir daha mümkün olsa bile diyemiyorum.

Bir Hakk’ı kullanmak,

Başka Hakk’ın kullanmasına mani değilse de,

Artık,

Yüzüm yok. Bir daha talep etmeye.

Şimdi razıyım olacaklara.

Eğdim başımı gecikmeli de olsa.

Bir öğüt olsun kalan dostlara.

Baş, dünya da eğilmeli.

Padişah karşına çıkınca,

Ne yapacağın besbelli.


26 Ağustos 2013 Pazartesi

Tarikat mı?

Biliyorum, o gençlerin usulüdür, boşa zaman geçirmezler. Kahvede, parkta otururken, yolda yürürken, dolmuşta, otobüste seyahat ederken konuşurlar, tartışırlar. Herhangi bir konudur, özel seçimlik konular değildir. O anda nasıl olduysa, ne geldiyse, açılan konu ne ise odur konuştukları. Şehrin bir parçası, bir köprüsü, kesilen bir ağaç, yapılan dev bir gökdelen, hızlı giden tren, banliyö treninin gecikmesi, kahvede yapılan çayların kötülüğü, baştan savma hikâyeler, hecesi tutmayan hece şiirleri, aruza uymayan mısralar, kahramanı uygun olmayan romanlar, bir gazete makalesi, makaleyi yazan yazar, çok çeşitli ve daima değişen konular. Çoğu zaman seslerin yükseldiğine, birisinin sinirlenerek çıkıp gittiğine bile tanık olmuşluğum vardır.

O günkü tartışma konuları bir yazarın makalesinin başlığı olan ‘yarı tanrı’ idi. Hatta sadece yarı tanrı değil, ‘velayet-yarı tanrı’ koymuştu yazısının başlığını.

Mitolojik çağları hatırlatan bir başlık. İnsanların daha düşünebilme ve izah edebilme yetilerinin tam olarak olgunlaşmadığı dönemlere atıf. Hemen neredeyse 3000 sene evvele giden tarihlendirme. Nitekim yazısında başka bir yazardan alıntıladığı şu cümle ile vurgulamanın ilkel dönemlere götürüldüğü anlaşılır: “Fevkalâde vasıflarla donanmış bir ‘yarı tanrılar’ panteonu ile karşı karşıya..” .  Tarikat kelimesini kullanır yazar ve fakat sanırım tam da manasını bilmediği bir kelime. Kasabasında, etrafında gördüğü ve ‘tarikat’ ile ilişkilendirdiği bazı kişilerin hayat tarzlarının aslında İslami olamadığını gözleyerek bir sonuca ulaşmak ister. Kendi ilkel mağaralarından çıkamayan zavallı gölgelerin, kâinatı mağaradan ibaret görmeleri hali. Bir de ‘tasavvuf’ kelimesi vardır kullandığı. Hatta ‘tasavvuf’ ve ‘tarikat’ kelimelerini peş peşe kullanır. Ne alakası varsa! Sanırım yazar, tasavvufun tarikatlarla yaşamaya çalıştığını düşünmekte, ne dersiniz?

Parmak bastığın nokta sadece söz konusu yazar tarafından değil, konunun içinde olması gereken İlahiyatçılar, tarihçiler ve edebiyatçılar tarafından da böyle algılanmakta. Mesela Yazar’ın şu cümlesine bakınız: “Tarikatların geçmişteki örgütçülüğünün nasıl işe yaradığını tarihten biliyoruz. ‘Kolonizatör Türk Dervişleri’nin Anadolu’nun Türkleşmesindeki rolü tartışılamaz.” İşte, hata burada. Yesevi Hazretlerinin Anadolu’ya gönderdiği Dervişlerin bir tarikatın mensubu olarak, tarikat görevlileriymiş gibi anlatılması, kaldı ki, bu hatayı belki yüzlerce yazarda, akademik unvanlı onlarca yazarda görebiliriz. Sanıyorlar ki, tasavvuf, tarikattır. Heyhat!..

Mesela, 25 midir, tarikatların kapatılması? 1925 evet. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasının derin manasını anlamadan, aslında bu konularda kalem oynatmak hatalara götürüyor. Hayallerindeki ama anlayamadıkları bir âlem hakkında konuşmak, yazmak hatanın başlangıcı.

‘Yarı tanrı’ diyerek hakaret etmek, doğru bir tespit olamaz. Mesela, bir evliya ismi söyleyiniz? Sorusuna verebileceği isimlerin hemen tamamı artık dünyada yaşamayanlardan olacaktır. Görevlerini tamamlamış ve göçmüş isimler olacaktır. Peki, artık gelmiyorlar mı? sanırım onlara göre gelmiyorlar. Bu dünya kendi haline bırakılmış ve nasıl akıyorsa akıp gidecek…

Tabi, anlayış ve algılayış böyle olunca kısır, gelişmesi mümkün olmayan, durağan bir dünyaya hapsedilerek yaşamak gibi bir şey… Zevksiz, tatsız.

Aslında bu sırada, Hz. Muhammed’in dünyayı terk edişinden sonra idareye gelen dört halife ve sonrasındaki 16 İmam hakkında da konuşmak gerek. Ama uzatmayalım derim ve şu soruyu sorarak kapatalım: - Niye 16 İmam? Devamı yok mudur? Bu kadarı kâfi.

“İlim adamlarının tarikatları masaya yatırmaları” isteniyor. Yatırsınlar. Biz de bir şeyler öğrenelim. Ama şunu bilerek yatırsınlar. Yunus Emre, Hz. Mevlâna, Hacı Bektaş-ı Velî Hazretleri, Hz. İbn-i Arabî, Geylanî Hazretleri’nin onların ağızlarındaki Tarikatlarla hiçbir alakaları yoktur. Dağın eteğine kadar varmış, dağı görüyor ve dağ hakkında anlatıyor. Daha zirvesine çıkmamış. Ahkâm kesmek böyle bir şeydir.

Henüz heceleri vurarak okumaya alışan bir kişiye ulu zatların eserlerini okumayı ve anlatmasını istemek doğru değildir. Daha dört işlemi öğrenen kişiye Kuantum Fiziği nasıl anlatılır?

Şu satırlara bakar mısınız: “Çevremiz ‘tarikat ehli’ diyemeyeceğim, ancak ‘tarikatçı’ diyebileceğim insanlarla dolu… Tavırlarını gördükçe ‘Din bu mu?’ diye soruyorsunuz ister istemez! Tarikat İslam’dan önce geliyor. Allah var ama -sümme haşa!- Allah’tan önce şeyh var”. Nasıl, tam da eleştiri konusunu kendisi anlatıyor Yazar. Çevresinde gördüğü bir takım zavallıların -tarikatçıların- halleriyle, tasavvufu anlamaya çalışıyorlar. Ne boş bir çaba!

Tartışma konusunun başka mecralara evrilmeden bırakılmasını istediler.

Söylenebilecek lafların tamamı da belki söylenmişti.

Birisi: aslında bu Yazar’a Sevgi, Gönül, Aşk, İnsan ve Allah kelimeleri üzerinde ödev verilmeli ve sonucunu da bize yazılı olarak vermesi istenmelidir. Tanıyanınız varsa iletebilir mi?

Tanıyan yoktu.


Vazgeçtiler.

23 Ağustos 2013 Cuma

“Mısır’dan sonra sıra Türkiye’de”


Ne talihsiz bir söz. Öteden beri bizim söylediklerimiz de bu değil miydi? ABD Dış işleri Bakanı Condoleezza Rice vermişti sırrı; “22 İslam Ülkesinin sınırı değişecek” ve Türkiye Başbakanı “bize bu görev verildi” diyerek, BOP eş başkanlığını işaret etmişti. Şimdi hangi  insiyakle ağzından kaçırıverdi kim bilir? Peki, biz sırada Türkiye de var dediğimiz günlerde, kendisi ve yandaşları koro halinde niçin karşı çıkıyorlardı dersiniz? Şimdi niye dillendirdiler?

Çünkü dostları ve stratejik ortakları ABD, artık siyasal İslam destekçiliğinden vazgeçmişe benziyor. Yok, Geziymiş, yok darbeymiş, yok Mısırmış, Suriye’ymiş bunlar lafı salata yapmaktan, birbirine karıştırmaktan başka manası olmayan boş sözler. Darbe ile uzaklaştırılmak elbette sonu acılara varacak(mış) örnekler biliyoruz. Bu yüzden, milli irade, sandık, demokrasi kelimeleriyle, öteden beri yaptıkları gibi yine halkın aklını, beynini bulandırıyorlar. Burada, mağduru oynamaya devam oyunu da seziliyor. Eğer bir istihbarata dayanıyorsa Başbakan’ın (başlıktaki) sözü söylemiş olması, müdahale tarihinin yaklaştığını mı anlatıyor acaba? (Şimdi bu sözleri yazdık ya, bize de darbe sever tanımını yakıştırabilirler)

***

Babasının ağladığını gördüğünü söylemiş bir hanımefendi:

Niye ağlamış ki?

Çok çeşitli sebeplerle ağlayabilir kişi;

Ağlamak günahları hatırlamakla da oluşur.

Gözyaşı, bir bakıma temizlenme, arınma aracıdır.

Ölüm(ler)ün günahını üstlendiği için ağlamış olabilir mi?

Bu soru;

İnsanlık vasfını anlatır.

Hatayı kabullenmek, yanlışı görmek insanın işidir.

Yanlışı görerek, ağladıysa,

Ne mutlu.

***

Başpehlivan da doping çıkmış!

Çok güldüm.

11 yıldır dopingli pehlivanlar, sırtımızı yere getiremedi bir türlü.

Onların analizlerini kimler yapacak?

Dopingili olduklarını halka kimler anlatacak?

Hilesiz-hurdasız bir işimiz yok, yalan gırla, Hakk gasp etme normal bir iş, çalıyor ama çalışıyor vurdumduymazlığı, başına kuş pisliği düşse milli piyango, adam kayırmalar, işini bilen kişilerin küstürülmesi…

Bütün bunlar hep dopinglilerden ileri geliyor.

Dopinge savaşımız hep vardı…

Bundan böyle de olacak.

Onların ilaçları varsa, bizim de Allah’ımız var.

***

Eleştiri yapabilmek:
  1. O kafanın özgür olmasına,
  2. Konu hakkında düşünmeye zaman ayırmasına,
Bağlıdır.

Önemli bir husustur eleştiri ve katkı yapmaya çalışmak. Camianın (aslında) eksikliğidir. Biz eleştiri denince kişiler (insanlar, bireyler) hakkında atıp-tutmayı anlamamalıyız, ileri sürülen fikirler üzerinde düşünerek, o fikrin geliştirilmesine çalışmaktır eleştiri.

***

Kadir Gecesi Münasebetiyle Yazılmıştı:

Bilgisayara bir program, bir veri, bir dosya yüklersiniz ya,

“İnsan’ın”

Tam haliyle,

Yek vücut,

Bir olarak,

Vahid-ül vücud olarak,


Yüklenip,

Çözümlendiği gecedir.

‘OKU’, Allah adı ile;

Kendini, kendinden oku,

Ve,

Okunup,

Tebliğe açık gecedir.

Hayırlı olsun.

Hû…

Eyvallah.

***

Öncelikle, anlamaya çalış.

Ola ki, anlayamazsın.

Hazım süreci geçirmelisin. Hazmetmek ne de olsa zaman ister. Bunun için üzülmene gerek yok, birisi vardır hemen anlar, diğeri zaman ister. Gayet tabii bir gelişimdir bu. Alınmaya, üzülmeye, niye o anladı da ben anlamadım demeye gerek yok. Kıskançlık yapma, haset etme. Zamana bırak hallolur gider.

Kendiliğinden çözüldüğünü göreceksin.


21 Ağustos 2013 Çarşamba

Önyargı


Bilgisizlik, bilememezlik, kuru kuruya inanmışlık var kelimenin derinliklerinde. Eksik bilgiyle varılan yer, umutsuzluk olmalıdır. Hayal kırıklığı.

Hayallerin yıkıldığı an ise, ellerimizle yaptığımız sahte tanrıların aşikâr olarak sana göründüğü, eyvahların başladığı an. O halde sus. Öğrenmeye, anlamaya çalış. Anlayamıyorsan da oranın zevkine varmaya alıştır kendini. Fikir beyanından evvel, araştırma, düşünme safhasını atlama. Hatta beyan öncesinde, düzgün cümlelerin kurulup kurulamadığını da kontrol et. Sonrası kolay. Hayat ezberlenmiş üç-beş cümleye sıkıştırılabilecek kadar küçücük değil. Daimi olarak değişen, gelişen, “her an bir şen”de olan’ı sınırlayıp, küçültmek, O’nu değil, kendini sınırlayıp, küçültmekten başka bir işe yaramaz. Söylenildiği gibi, susmak ve seyretmek en iyisi ki, ariflerin mesleğidir bu.

Her fikir beyanı, her iddialı tutum, nizama müdahale olarak adlandırılır. Nizamı içselleştirememiş bir beynin müdahalesi acemi duvarcı ustasının örgülerine benzer, eğri büğrü bir sonuçtur. Şakül kullanmak, hayatın en değerli bilgisidir. Uzunluk metre ile ağırlık kilo ile ölçülür. En, boy, yükseklikten bihaber kafa küp hakkında konuşsa sonuç nedir?

Maymunun taklit yeteneği, önyargılı kişinin akıl vermesinden evladır. Çünkü maymun taklidini, önyargısından değil, fıtratının gereği sergiler. Önyargısıyla taklit eden kişinin ise tabiatındaki maymunluk bile noksandır. Ne anlatabilir, ne de güldürebilir!

Dolayısıyla, önyargılı taklit sonucu üretilen kötü -tehlikeli- enerji, başlangıçta yayılım alanı kısıtlı da olsa, etrafına zarar vermeye, yakınlarını yıkmaya müsait konumda olacaktır. İyilik yapmak üzere davranan önyargılı da, o andaki niyeti kötü olmasa bile istemeden de olsa kötülük etrafına yayılacaktır. Yayınladığı olumsuz enerji, en yakınlarından başlamak üzere dalga dalga yayılacaktır. Allah Muhafaza, tarihten silinmiş devlet ve milletlerin siliniş temelinde eksik bilgi iktidarı yatar. Firavun’un eksik bilgiyle Tanrılık iddiası gibi.

Prof. Nurullah Aydın Hoca ne güzel ifade eder: (haberiniz.com.tr 29 Ocak 2013) “Düşünen İnsan; Daima gerçek arayan ve onu buldukça, bulduğuna inandıkça ifadeye cüret gösteren insandır. Bu bakımdan düşünen insan akla değer verir, olaylara bilim gözüyle bakar, gerçeği kavramaya çalışır. Hayal gücü ile sorunlara yaklaşmak, ön yargılarıyla hareket etmek, bilimsel düşünce ile bağdaşmaz. İnsanlık temel sorunlarını akıl ve mantıkla çözerek ilerlemiştir.” Böyle midir? Evet.

Kimi zaman önyargılar, ilerlemenin de başlangıcı durumunda olmaktadır. Araştırma ve düşünme faaliyetleri ne de olsa bir önyargının tetiklemesiyle başlar. İlle de ilk düşüncelere kapılıp, onun değişemez, gelişemez olduğunu kabul etmemek kaydıyla. Böyleyse eğer, ne diye düşünüp, araştırıp zahmete katlanıyorsun, kendine eziyet ediyorsun?

İçteki sıkıntı, önyargıların eseridir. Gücün ve kuvvetinin yetmeyeceğini bile bile ağırlığının altından kalkamayacağın işlere girişmek, önyargılarının esiri olduğunu anlatır. Ki, bu esaretten kurtulmadıkça ne planlanan işi yapabilir, ne de başka işlerde başarıya ulaşabilirsin. Testiyi boşaltmadan, taze suyu dolduramayacağın gibi…

“Bedenle ruhu bir arada işleten nedir?” sorusunu hem sorar hem de şöyle cevaplar Hacı Ahmet Kayhan: “Akl-ı selim, kalb-i selimdir. İnsanda beş duyu vardır: Görmek, işitmek, tatmak, koklamak, dokunmak.

Bu beş duyuyu insan, gene ancak akl-ı selimle anlar. Ruh ile beraber bu duygular, bir hayvanda da mevcuttur. İnsan, hayvan ve bitki âleminin üstüne, akl-ı selimle çıkar.

Cenab-ı Allah, insanı akıl ile bütün varlıklara üstün kılmıştır. Allah’ın verdiği akıl olmasa Âdemoğlu bitkiler gibi yaşar.

İnsanlar, ulvi akl-ı selimle, kalb-i selimle yeryüzüne hâkim kılınmıştır. Bununla beraber, Kur’an’ı Azimüşşan’a ayet-i kerime ile hadis-i şerif ile uyması gerekmektedir ki, bu akl-ı selime ve kalb-i selime ulaşabilsin.”

O halde, hayvanat ve nebatat âleminin üstüne çıkabilmek İnsan olmaktan geçiyor. İnsan hürdür. Bütün önyargılarından arınmış ve sadece Allah’ı ve kendisi olan, kitabı Kur’an’ı Kerim ve yol göstericisi Hz. Muhammed yolunda ilerleyen ulvi bir yapıdır.

Bu yapının temel taşı: Akl-ı selim (Sağduyu, sağlıklı ve dengeli düşünme) ve kalb-i selim (temiz gönüllü) dir.

Son söz: Hz. Mevlâna Mesnevisinden iki beyit açıklaması ile…

“Can ayağından ten bukağısını çıkar da meclis etrafında dönüp dolaşsın. Hasislik zincirini elinden boynundan at eski felekte yeni bir baht bul. Lütuf Kâbe’sine uçmaya kanadın yoksa çare bulana arz et. Ağlayıp inleme kuvvetli bir sermayedir, külli rahmet pek güçlü bir dadıdır. Dadı ve ana çocuk ne vakit ağlayacak diye bahaneler ararlar.


“Hakk’ın cebrinden agâh isen feryadın nerede? Cebbarlık zincirini görürsün hani? Zincire bağlanan nasıl olur da neşelenir? Hapiste esir olan nasıl hürlük eder? Eğer ayağını bağladıklarını, başına padişah çavuşlarının dikildiğini görüyorsan… Gayri sende acizlere çavuşluk etme. Çünkü bu vazife acizlerin huyu ve tabiatı değildir. Mademki görmüyorsun; Tanrı’nın cebrinden bahsetme! Görüyorsan hangi gördüğünün nişanesi?”

19 Ağustos 2013 Pazartesi

Kardeş Kavgasına Mehel


Adil düşünebilme yetisini kaybetmiş kafalar, daima geçmişin ıvır zıvır hatalarını hatırlar. Hatta bu hataları, kendisinin ürettiği de vakidir. Suç var mı? Şüpheliyse, cezalandıramazsın. Vicdan, küllidir. Tamamının, topyekûn hepsinin görülemediği durumlarda kanaat belirtmek zayıflık işaretidir. Peşin hükümlerin, zanların bir-iki edebi cümlelerle açıklanması hakikati ortaya koymaz. Açıklanan senin ‘korku’, ‘endişe’, ‘acelecilik’, ‘kandırılmışlık’, ‘vehim’ gibi kuvvetlerin zihninde yarattığı zanlardan başka bir şey değildir.

Ne olursa olsun adalet ile hükmetmek, insan olmanın da bir zaruretidir.

İftiralarla, kara çalmalarla suç isnat edip mahkûm etmek, ortaçağ karanlığının, kilise baskısının hala yürürlükte olduğunun bir kanıtıdır.

İnandığını söylediklerin, senin zanlarından ibaret olan deli saçmalıkları. İman, insanı arşa çıkartan mücevherlerden yapılı nadide merdiven. Karşıyı koruyan, sakınan, zulmetmeyen, basamaklarının her çıkışta bir mana ve bir kademe yaşatan muazzam ilahi yapı.

“Aslı olmayana” iman ise, ataların yadigârı. Hamur teknesine doldurulmuş küflü karışımın taze hamur olduğunu iddia ile geçen beyhude bir ömür. Biliyorum şimdi sen bu ‘ataların yadigârı’ sözünü de yanlış anlayacaksın. Varsın olsun. Zaten bizi böyle, böyle birbirimize düşürdüler. Düşünme yetimizi elimizden alıp, şeytan tuzaklarına bastırıp şeytanlaştırdılar. Yazık ki, bizde de buna uygun fıtrat varmış…

İslam adına kavgaya çıkanların, amaçlarından bihaber yaşadığı, zavallı, geri kalmış koca bir yığın.

Haydi, buyur. Savaş ortada. Düşman içine yerleşmiş. Çıkar çıkarabilirsen. İman safsatasıyla sarıldığın hurafeler nasıl yardım edecek görelim bakalım.

Yanı başımızda patlayan bombalar bile uyandıramadıktan sonra. Bir yerden gelirdi patlama sesleri önceleri, şimdi sıkıştırıldık iki-üç taraftan üst üste gelmekte. Uykular bölünmekte lakin uyanmak, uyandırabilmek hayal. Ne isterler? Aynı patlamaların bizde de olmasını. Ve hatta aynı dava arkadaşlarının birbirleriyle kavga edip, ellerini kana bulamasını. Arkadaşlardan bir taraf ise, koşar adımlarla düşmanın hedefine yardım etmekte.

Heyhat!

Buyurun size adalet: mahkûm ettiğin insana “son söz” Hakk’ı bile vermiyorsun! Nerede görülmüş, hangi divanda var böyle bir durum? Son söz Hakk’ı, kim bilir, davayı baştan yenileyecek muazzam bir sözün edileceği Hakk’tır, kim bilir? Ve sen, adaletin, üstelik ilahi Adaletin tahakkuk ettiğini yüksek sesle savunacaksın, kuşları güldürme bari.

Adalet’i bir gün sana da lazım olacağı için değil, adil olmaya mecbur olduğun için uygulayacak ve isteyeceksin. Dağ başlarındaki, yaylalardaki otlar niye kurur biliyor musun? Adalet ile o otun dibine bir bardak su veren olmadığı için. Bari sen, kendi bahçendeki otları, ağaçları sulamayı ihmal etme.

Gazali, “adil olmayan bir iktidarı değil, dinsiz bir iktidarı yeğlerim” sözünü niçin söylemiş olabilir? Düşünülmeye değer.

Şu satırları Prof. Hasan Onat’tan okuyalım: “İnsanoğlu, kendi yarattığı dünyaya kendisini zincirleyebilen; kendisini mahkûm edebilen bir varlıktır. Bunun adı, bazen kendi kendini kandırmadır; bazen akla uygun hale getirmedir; Kur’an dilinde ise, kalbin mühürlenmesidir. Kendi tercihleri, yapıp ettikleri yüzünden kalbi mühürlenen insan çelişkileri göremez, doğrudan yana tavır alamaz ve insan ilişkilerinde adaletli davranamaz.”

***

Konuyla ilgili Ayet-i Kerimeler:

“Ey iman edenler, adaleti uygulamaya aziymli olun! Ana-baba veya akrabanız aleyhinde de olsa, zengin veya fakir fark etmeksizin Allâh için şahitlik edin; Zira Allâh hakkı, ikisinin de önündedir! O halde adaleti sağlamada geçersiz kabullerinize tâbi olmayın! Eğer gerçeği çarpıtırsanız, muhakkak Allâh yaptıklarınızın yaratanı olarak Habiyr’dir” (Nisa/135)

“Ey iman edenler… Allâh için dosdoğru durun, âdil şahitler olun… Bir topluluğa olan nefretiniz sizi adaletsizliğe sevk etmesin! Adil olun, bu anlayış korunmaya daha yakındır… Allâh’tan korunun! Muhakkak ki Allâh tüm fiilerinizi (onların yaratanı olarak) Habiyr’dir. (Maide/8)

“Değerlendirmeyi (Uluhiyet hükümlerine göre) adaletle yaşayın ve mizanı dengelemede yanlış yaparak hüsranı yaşamayın!” (Rahman/9)

“Sen körlere doğru yolu gösteremezsin, saptıkları yanlış yoldan çıkarmak için! Sen sadece teslim olmuşlar olmaları dolayısıyla, varlıklarındaki işaretlerimize iman eden kimselere işittirirsin” (Neml/81)

***

Değerli ilim adamı ve düşünür Zekeriya Kökrek’in “S. Ahmet Arvasî’yi anlamaya çalışmak başlıklı makalesinden bir cümleyle bitirelim yazımızı, (haberakademi):

“Bizim açımızdan önemli olan, kapitalizmin ve komünizmin iddialarının ve birbirlerini tenkitlerinin bütün olarak değerlendirilmesi, önemli ve değerli verilerin kendi düşünce sistemimiz içerisinde yorumlanmasıdır. Bunun yanında, modern dönemde onlarla ortak yanlarımız olması kadar doğal bir durum yoktur, ancak farklılıklarımızın onlardan eksiklik olarak görülmemesi, bunların bizim asıl gücümüz olduğunun bilinmesi gerekir. İnsanlığın aradığı hakikat, hakkaniyet, adalet arayışına cevap verebilecek bir hayat tarzının, yönetim anlayışının ve dünya tasavvurunun ortaya konması ülküsü yolunda çabalar devam etmelidir.”


14 Ağustos 2013 Çarşamba

‘Korku imparatorluğu’, Korkularından Kurulur

3 Ağustos tarihli Milliyet Gazetesi’nin arka sayfasına sıkıştırılmış bir haberdir:

“ABD’de satın almak istediği bir düdüklü tencere için internet araması yapan ***’nın evine FBI yetkilileri sorgu için geldi.***’nın eşinin de bir sırt çantası araması yapması, oğlunun ise Boston Maratonu bombacısına dair haberler okuması ailenin bir anda şüpheli olarak görülmesine neden oldu. Ailenin evine gelen FBI müfettişlerinin, 45 dakika süren sorgu esnasında ‘bombanız var mı?’ ve ‘bunlarla bir bomba yapabilir misiniz?’ gibi sorular sordukları ve evi aradıkları belirtildi.”

Haber bu.

Ah devir!..

Hastalıklı tabiatlı kişilerin devlet idarelerine yerleştirilip, yükseltildiği zamanlara denk gelir bu tür olaylar. Bize çokta yabancı değildir. Sultan II. Abdülhamit Han’ın vehimler içinde yaşadığı ve ülkeyi koyu bir istibdat ile ajanlarını şehirlerin içine, halkın yaşadığı bölgelere salarak yönettiği bilinmektedir. Osmanlı’dan sonra Sovyetlere kayar bu hastalık. Uzun yıllar KGB’nin, herkesi birbirinin ajanı yapmış olduğu hikâyelerini okuyup durduk. Korku içinde yaşamak gerçekten zordur. Ama elektronik izlemeyle, varılacak sonuçta budur. ABD’li ajanlar, düdüklü tencere, sırt çantası ve bombacı haberlerinin okunması ile nasıl bir ilişki kurmuş olabilir? İlişkinin başlangıcının ‘korku’ olması muhtemeldir. Demek, şimdilerde korku ABD’ye yerleşmiş vaziyette.

Garabete bakınız ki, ilmini, medeniyetini, kitaplarını, üniversitelerini alıp örnek yapmamız gereken gelişmiş (her yönüyle) ülkelerin kötü, hastalıklı taraflarını alıp baş tacı etmekte üzerimize yok. Devletin en tepe noktasını işgal eden muhterem zat “komşunuzu Savcılığa şikâyet edin” diyor bağırarak ve sıkça tekrar ediyor. Söylediğinde gerçekten ciddi, dil sürçmesi değil, düşünülmüş ve uygulanmasını istediği bir karar.

Sonra, Emniyetten bir bomba haber aldık: “Polisin uygun gördüğü sokak ve mahallelere yazılı ve sesli ‘ihbar kutuları’ yerleştirilecek. Kimliğinin deşifre olmasını istemeyen vatandaşlar, mahallelere kurulacak sistemle, ister sözlü olarak isimsiz bir şekilde ihbarlarda bulunabilecek.” (29 Temmuz tarihli gazeteler). Daha sonra, futbol oynan statlarda alınacak tedbirler açıklandı, kanları durduran, öne sürülen sebep makul gibi görünse de, eğlencesi, maç seyretme zevki sıfırlanmış insanların ne hallere geldiğini anlamak yürek ister: Statlara kameralar yerleştiriliyor, sesli çekim yapılacak, kombine biletleri satın alanlardan imzalı taahhütname alınıyor, seyircilerin içinde polisler yerleştiriliyor.. falan filan. Korku dağları sarmış…

Derken, Ergenekon ismi verilen mahkemenin kararlarının açıklanacağı güne denk gelen demokrasilerde görülmesi hayal bile edilemez dikta kararları. Mahkeme kararlarını açıklarken dinleyici almadılar. Mahkemenin etrafını esir kamplarına çeviren düzenlemeler yaptılar. Polis yeterli gelmedi, jandarmadan takviye getirdiler. Gaz bombaları, tomaların su sıkma faaliyetleri, biber gazı saldırıları… Sebep? Mahkemenin rahat çalışması!..

Bu yasaklamaların, ajan yaratmaların, gaz bombardımanına tutmanın altında ‘korku’ yatıyor. Peki, neden korkuyorlar?

Söylediklerine, yaptıklarına kendileri bile inanmıyorlar da ondan.

Bir gün yaptıklarının hesabının sorulacağını biliyorlar da ondan.

PKK ile ortaklaşa, Türkiye Cumhuriyeti Devletini idareye talip oldukları ifşa edildi de ondan.

Yazımızı yazarken, müebbet hapis cezasına çarptırıldığı açıklanan eski Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ, bir gün önce şunları söylemiş: “Sıkıyönetim dönemlerinde bile görülmemiş, ailelerin dahi gelmesi yasaklanmış bir ortamda mahkeme kararını açıklayacak. Peki niye? Çünkü aklıselim kimsenin itibar etmeyeceği bir mütalaa üzerinden karar verecekler. Çünkü kamu vicdanını rahatsız edeceklerini, masum insanların cezalandırılmasını kamunun kabul etmeyeceğini biliyorlar. Çünkü Türk Devleti ve Ordusunun şanlı tarihine bugüne kadar görülmemiş bir kara leke süreceklerini biliyorlar.” (4 ağustos tarihli gazeteler)

Bundan korkuyorlar. Demokrasi lafını ağızlarından düşürmezler, özgürlükleri genişletmekten bahsederler lakin ne özgürlük, ne özgürlük! Evlere şenlik… Galiba onların özgürlük dedikleri bizim bilmediğimiz, farklı bir şey. Sandıktan aldıkları güçle başları daima yukarıda, asla yanlış yapmazlar inancına sahipler, en iyisi kendileridir, bu arada korkularını da gizlemeye çalışsalar da, aldıkları bazı tedbirlerde korku (vehim) kendini açıkça belli ediyor. Mehmet Birgül, Nurettin Topçu’da Felsefe-Din Problemi adını verdiği çalışmasında bakın neler söylüyor: Kendi irade ve özgürlüğünü gerçek anlamda idrak eden insan, kendisini insanlıktan sorumlu hissetmeye başlamaktadır. İnsanın, kendisini aşması anlamına gelen bu yoğun kavrayış,-kuşkusuz dünyevi yaşamın maddiliği nedeniyle- tahammül edilemez bir konuma ulaştığında, sonsuzluğun vecdine ulaşmış olmaktayız. Metafizik alanı imleyen böyle bir mistik vecd olmaksızın özgürlük, bir vehim, bir kibir, bir benlik ifadesinden başka bir şey değildir.”

Hükümetin yaptıklarını-ettiklerini protesto etmek ve muhalefet güçlerini göstermek için sokaklara çıkan gençlerin (vatandaşların) “müebbetle yargılanmasını” istedi iktidar partisinin bir yöneticisi. Hukukçu olduğunu bildiğimiz bu zatın nasıl böylesi bir demeci verdiğini düşünürken, bir de baktık, polis işaret almış gibi, gezi parkı eylemlerine katılanları evlerinden topladı. Akıl alacak gibi değil. Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu; “Türkiye de zulüm dönemi yaşanıyor. Her olay hukukun bittiğini çok net ortaya koyuyor.. Yargının bağımsızlığı da hukuk da kalmadı” (5 Ağustos, Yeniçağ) derken Hakk’sız mı?

“Her yönüyle iflas bayrağını çeken ABD’nin” (Kerem Doksat) yaptıklarını taklit etmek, maymunun ağaçtan düşmesine yarayacaktır.


Bizden hatırlatması.

13 Ağustos 2013 Salı

İki Partili Sistem: AKP ve PKK


“Türkiye’yi kucaklayacak sol parti”; Bölücü Kürt çetesi elebaşı Öcalan ve kendilerine talimat veren ağababaları, artık BDP’nin misyonunun tamamlanmış olduğunu düşünmekteler ki, bir sol! Parti kurulmasını kararlaştırmışlar. Niye sol? Hani İslami mesajlar ver(diril)mişti?

Oyun böylece oynanıyor, oyun dışında bırakılmak istenilenler var.

Önce, ‘niye sol’ sorusuna cevap arayalım; karşısında AKP var sağ düşünce olarak şeklinde cevaplayabiliriz. Kendisini ‘sol olmayan -sağ-’ olarak tanımlayan diğer partilerin tamamını eleyen ve tamamının yerine AKP’yi yerleştiren bir anlayış. Sol’a gelince; kendini ‘sol’ olarak tanımlayan partilerin tamamının yerine geçirilecek parti olarak ise, PKK’nin alt yapısını oluşturduğu ve yeni kurulacak bir parti sol’un yerine oturacaktır.

Türkiye’de ‘İki Partili’ sistemi oluşturmak için planlanmış olduğu ve PKK lideriyle yapılan görüşmelerde, bu sözün verildiği sonucuna ulaşıyor ve PKK’nın Meclis’teki temsilcisi BDP’nin itiraz etmemesinin de kanaatimizi desteklediğini düşünüyoruz.

Uzun süre tartışılmış, yazılmış, çizilmiş bir sistem iki partili demokrasi. Akşam Gazetesi’ne konuşan Başbakan, “iki partili Meclis sistemini istediğiniz uzun süredir konuşuluyor, gerçekten istiyor musunuz” sorusuna 2011 Ocak ayında şunları söylüyor: “Doğrusu evet. Bu sistemi faydalı buluyorum. Çünkü ikili sistemde parlamentolar daha etkin işliyor, yönetiminde de istikrar söz konusu oluyor. Amerika’ya bakın. Aynı sistem olsun anlamında değil ama kanunların nasıl çıktığını görürsünüz.” (Akşam,28 Ocak 2011)

Sanki kanun çıkartma zorlukları var, hangi kanunun komisyonlarda kıran kırana tartışıldığını hatırlarız? Yok, böyle bir şey. Hem de gece yarıları milletvekilleri uyur uyanık halde iken araya sıkıştırılan kanunlar… Amerika’yı örnek veriyor. Sizin bakacağınız, ders alacağınız 5 bin yıllık (bilinen) bir tarih varken! Belli ki, örnek verdiği yerden dikte edilmiş kararlar. İki partili sistemin olmazsa olmazı ise Başkanlık sistemi.  AKP’nin Anayasa Hukuk’çusu Milletvekili Profesör Burhan Kuzu’da bu sistemin savunucularından. “Biri sağda ve biri solda olmak üzere iki partinin bu memlekete de diğer memleketlere de yeteceğini, aklı başında bir hükümet, adam gibi bir muhalefet ve her iki tarafı da sürekli denetim altında tutan STK’ların varlığıyla demokrasimiz ayakta tutulabilir”. (CNNTÜRK, 15.9.2012). Plan başkasının, uygulanmasını isteyen başkaları olunca, bizimkilere de farfarası düşüyor.

“Noam Chomsky; 1787’de ABD Anayasa Konferansı’nda James Madison’ın vurguladığı şekilde ABD, zengin azınlığı çoğunluktan korumak ilkesi üzerine kurulmuştur demektedir.

“Amerikan rejimi bir demokrasi değil hegemonyayı elinde tutan zenginler tarafından yönetilen, onlara hizmet eden ve nesilden nesile geçen bir tür ‘plutokrasi’dir.

“ülkedeki değişimler güç, zenginlik ve imtiyaz peşinde koşan plutokratlar tarafından belirlenmektedir. Bu elit kesim kendi kontrollerindeki medya ve hükümet dairelerini kullanarak (kızıl korku taktiği) son seçimlerde Obama yönetiminin sosyalizm ya da komünizme doğru gittiğine ikna edebilmiştir.

“Amerikan seçimlerinde ancak iki büyük partinin birinden aday olduğunuz takdirde seçilme şansınız yüksektir ve bu adaylık için büyük bir para gücüne ihtiyacınız vardır.”. (Yard. Doç. Sait Yılmaz, (ABD’de demokrasi ve iki partili sistem)

Plutokrasi sözüne bir açıklama getirelim. “Yönetme erkinin maddi açıdan üstün kişilerce paylaşılmasını öngören oligarşik bir yönetim biçimidir”. (Wikipedi)

İki partili sistemde, iki partiden başka partiler olmayacak demek değildir. Mesela ABD’de “Cumhuriyetçiler ve Demokratlar dışında, Libertiyenler, Yeşiller, Komünistler, Sosyalist işçiler ve Sosyal demokratlar gibi sayısız parti vardır.” (günceltarih.org) fakat sistem, kurulu diğer partilere kördür. Medya onları görmez, demeçlerine, tartışmalarına yer vermez, onlarla ilgili ilanları yayınlamaz, toplantılarına katılmaz, zaten maddi güçleri de sınırlı olduğundan, diğer zenginlerin karşısında da daima yenilmeye mahkûmdurlar. (İlginçtir, Türkiye’de de bazı parti, vakıf ve derneklerin toplantıları, eylemleri, bildirileri, demeçleri basın tarafından görülmez! Siyonist taktiği!)

Türkiye’de her seçimde 15 civarında siyasi parti seçime katılabilmekte ve bu durum da hemen tüm siyasi görüşlerin seçime katılabildiğini belirtmektedir. “Hal böyle olmasına rağmen dünya jandarmalığına soyunmuş olan ABD’nin bir türlü Türk demokrasisinin çok partili yapısını kabul etmek istemediği ve aynaya bakıp kendinde gördüğü iki partili demokratik sistemi bir çuval gibi Türkiye’nin de başına geçirmek için fırsat kolladığı çeşitli gelişmeler sonucunda kesinlik kazanmıştır.” (Anıl Çeçen, 2 Haziran 2011, gazetevatanemek.com) ABD’de demokrasi bir oyundan ibarettir. Küresel sermaye babalarının istediği biçimde başlayıp ve biten küresel bir oyun.

“Her ülkenin kendine özgü koşulları bulunduğu ve bu özel durumun dünya haritasındaki konumlara göre değiştiği, ülkeler üzerinde kurulu bulunan devletlerin jeopolitik konumlarına göre farklı özellikler arz ettiği, bu durumları dikkate almayan politik yaklaşımların ise hiçbir biçimde etkili olmadığını, nedense Amerikalı dostlarımız görmek istememekte ve hala kendi bildikleri doğrultuda uyguladıkları sistemlerini on bin kilometre ötedeki Türkiye’de devreye sokarak iki partili demokrasi yaratabilmek için zorlamalar yapmaktadırlar.” (Anıl Çeçen, 2 Haziran 2011, gazetevatanemek.com)

Oyun çözüldü.

Güya ‘sağ’ kulvarda koşan bir AKP ve ‘sol’ kulvara çıkaracakları PKK tabanlı bir (yeni) parti ile hangisi iktidar olursa olsun ABD’deki gibi;

İki partili, küresel çetelerin sözünden çıkmayacak, zenginlerin korunduğu, halkın unutulduğu, oluşturucularının ve onun korumasında bulunan ülkelere yakınlık içinde çalışan düzmece bir (Plutokratik ve oligarşik) demokrasi oyunudur istenilen.

Avucunuzu yalarsınız.

Yakın bir gelecekte belinizi bağladığınız AKP ve PKK’nın yok olup gittiğini beraberce takip edeceğiz.

O zaman tarih şunu yazabilir.

Zavallı ABD ve ona bel bağlayanlar!...


12 Ağustos 2013 Pazartesi

Eleştiri, Yorum ve Biz


120 civarında beğen tuşuna basılır ve bazı yazılara da yorumlar yapılırdı. Son yayınlanan yazıda eleştiri okları, doğrudan okuyana yöneltilmiş, canımızı acıtan ve acımasız eleştirilere layık olmadığımız vurgulanmaya çalışılmıştı ama gizlice.

Beğenilme (okunduğu ve anlaşıldığının belirtilmesi anlamı da vardır) tuşuna basılmasının azlığından ve yorum yapılmamasından yazının okuyucular arasında anlaşıldığı ve çoğu yerlerinin kabul edilmediği sonucuna vardık.

Olsun.

Madem, kabul edilmedi, yazının altındaki yorum kısmına yorum yapılmadı, bari e-posta adresimize yazarak görüşler belirtilmiş olsaydı çok güzel olurdu. Hem yazının konusu gelişmiş olurdu, hem de yeni bir düşünme alanı meydana gelebilirdi. Birlikte düşünerek, birlikte hatayı tamir etmek, elbirliği halinde yeni fikirlere kanat vurmak daha kolay olmaz mıydı?

Yazımızın yayınlandığı ortamın okurları arasında, yorum yapma, eleştiri getirme, katkı da bulunma özellikleri sınırlı. Ya bilmiyorlar, ya da çekiniyorlar. Yalnız, isimlerin ve resimlerin gizlendiği ortamlarda acımasızca eleştiri geliştiriliyor. Öyleyse bir korkudan bahis mümkündür. Sosyal medya alanı genellikle takma isimlerle (lakap) faaliyet gösteriyor. Bilinmeyen ismin arkasına saklanarak eleştirmek kolay gibi görünse de, kurulan cümleler, seçilen kelimeler, ileri sürülen fikirler saklanamayacağından, bilinmeli ki, apaçık ortada duruyor insan. Gizlendiğini sanmak kendine işgüzarlıktır.

Eleştiri ve yorum neyi getirir?

O fikrin gelişmesi, üzerinde tartışmaya, yeni fikir ve görüşlerin konuya katılmasıyla mümkündür. Özgür ve cömert kişilerin işidir. Özgür olması, bir başka fikrin tesiri altında kalmadan kendine ait ve o konu üzerindeki düşünme talimlerinden ibaret, cömert olması, hanesini ve aklını başkalarına bedava ve sonsuz olarak açmasıdır.

Kendimizi alıştırmalıyız. İleri sürülen fikir üzerinde talimler yaptıktan sonra varılan kararı açıkça anlatabilmeli ve çeşitli ortamlarda yazabilmeliyiz. Kendimizi bu hususta alıştırmalıyız. Bu durum bize, 1. Kendine güven ve 2. Karşının fikirlerini rahatlıkla alıp işleyebilme yeteneği kazandıracaktır.

Kolay gelsin.



10 Ağustos 2013 Cumartesi

Dert Bir Değil ki!


Haram yazar kalemler zindan kalplere hece hece
Hem işler haramı hem haram der yer ama gizlice
Yürüyüşü salınışı hoplayıp zıplayışı yer gök arası
Sızar haramiler katı kalplere inceden ince

***
***********

Derinlerde gizli, yüzüm O’na perdedir,
Sırrı çöz aynada cam O’na perdedir,
Candan bir bakış Hû ile bir olup
Her ne var ise kam O’na perdedir.

***
*********

Özel not:

2002 yılında başlayan bir davam vardı. 10. Yılın sonunda yine yanlış (hükümeti –devleti- tatmin eder yönde)karar verildi,

Yolların tamamı bitmediği halde, takipten vazgeçtim. Yeniden itiraz yoluna gitmedim. Bıraktım.

Bıktım çünkü.

Anlayamadım çünkü.

10 yılda, 182 kişinin katilleri ellerini kollarını sallayarak çıkıp gittiler, evlerine, başka diyarlara.

10 yılda bir benim, statüm hakkında karar veremediler.

Bu nasıl el terazisiymiş?

Bu nasıl göz mizanıymış?

Demek ki, teraziye vurmadan yapılan tartılar, göz kararı ile hepten yanlış olmaktadır.

Kendileri de biliyor bu durumu nitekim.

Adalet, tatile çıkınca, kapat gitsin tüm daireleri…

Hele başına, ‘onun sınıf arkadaşı’, ‘benim mahalle dostum’, ‘senin yoldaşın’ gibi kriterlerle seçilenler gelirse…

Devleti kilitle gitsin.

Adaletmiş!

Hadi canım sende!..


9 Ağustos 2013 Cuma

Merhamet ve Yöneticilerimiz


Ergenekon Mahkemesi’nin açıkladığı kararlar hakkında, CHP genel Başkanı:

“Bu kararlar gayr-ı meşrudur, bu mahkeme gayr-ı meşrudur”

Açıklaması yapmıştı.

Bayram namazı! çıkışında Başbakan’ın, Kılıçdaroğlu’nun sözlerinin “suç olduğunu” tespit ettiğini gördük.

Yakında Savcıların harekete geçerek, bir soruşturma açmasını bekliyorum. Ne de olsa Ergenekon soruşturmalarının Başsavcısı “Suç”u tespit etmiştir.

Şimdi görev dağılımında hangi Savcıya denk gelecek ona bakacağız.

İktidar partisi bir yöneticisinin, gezi eylemcilerinin müebbetlik suç işlediğini ifşa etmesinin üzerine, pek çok gencin bir-kaç gün sonra toplandığını biliyoruz da!

Ne olur ne olmaz not edelim ve takip edelim.

Gerçi Devlet Bahçeli’nin 7 Ağustos tarihinde yaptığı basın toplantısında; “TSK’nın terör örgütüyle eşdeğer görülmesi, şerefli isminin terörizmle bir anılması ve bu Peygamber Ocağı’na terörist yetiştiren çete muamelesi yapılması en nazik ifadeyle müfterilik olarak damgalanacaktır” sözleri de, ‘gayr-ı meşruluk’ iddiası kadar ağır, en az onun kadar suçlu sınıfına sokacaktır. O halde Bahçeli hakkında da bir soruşturma talimatı bekliyoruz… Hele hele “Türk milleti bu rezil tezgâhı inanıyorum ki bağışlamayacak ve kimsenin de yanına bırakmayacaktır” sözlerindeki tehditvari anlam irdelendiğinde, idamına bile karar verilebileceğini düşünüyoruz!..

Artık, farklı bir yönetim tarzı uygulanıyor Türkiye’de. Hiçbir şey eskisi gibi değil. Yargı, yönetim ve yasama aynı kişinin dudakları arasına sıkıştırılmış vaziyette. Onun merhametine, onun yardımseverliğine, onun çalışma azmine kilitlenmiş durumdayız. Lakin ne merhametinden, ne de yardımseverliğinden hiçbir vakit örnekler göremiyoruz. İlle de ben, ille de biz… diyor da başka bir şey demiyor. Yardımseverlikten, çocuklara oyuncak dağıtmak anlıyor, merhametten ise partisine oy verenlerin pohpohlanması, kayırılması!...

“Rahmet, Kur’an terminolojisinin o esrarlı kavramıdır ki, Yaratıcı Kudret’in varlık ve oluşa uzanan sınırsız sevgisini bize iletir ve gözlerimizin önüne, güzelliklerden, şefkatten, sevgiden, vecd ve cezbeden bir evren koyar. Rahmet, aşk, şefkat ve merhamet gibi üç temel unsuru kucaklayan bir ulûhiyet (tanrılık) vasfıdır.” (Y. Nuri Öztürk, 14.10.2012, Yurt Gazetesi)

Cennet mekân Hacı Ahmet Kayhan’dan şu satırları okuyalım: “Vicdan, hukukun amiridir; Kalpte yankı yaparak, insanı harekete geçirir. İnsan, her hali hukuk yönünden gerektiği gibi, her işi hukuk gözeterek yapar; mutlak olarak doğruluğun inanır; kalben şüphesiz bir biçimde emin ve müsterih olursa, işte bu vicdandır. Buna, hukukun aslı derler; bir adı da imandır. Bu hal, insanın kalbinin derinliklerinden gelen bir emrin sesidir. Doğruluğundan şüphe edilmeyen, saf ve temiz bir duygunun ürünüdür. Merhamet denizinin coşarak getirdiği bu hali, Allah cümlemize nasip etsin. (Amin)”

“Eğer bir insanda iman yoksa, vicdan da yoktur. Vicdanı olmayanın insanlığı da yoktur. Eğer bir kimse hukuk tanıyor ve vicdanen gerçekten müsterih oluyorsa, o kimseye müjdeler olsun, çünkü Allah onunladır.”

Söze gelince en güzel nutukları irad ederler, uygulamaya gelince ‘adamına göre’ ilkesince. Söylediklerine bile inanmadıklarını tespit pek de zor değil.

Bir uyarı ile bitirelim yazımızı:

“İmdi, hükümeti halka ve Hakka hürmete davet ediyorum, insana hürmete, ve Cenab-ı Hakk’ın son elçisine, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Efendimize öğrettiği bir ilkeyle, bu ülkenin bütün yöneticilerini uyarmak istiyorum”. (Dücane Cündioğlu, 16 Haziran 2013, Hürriyet, Pazar)

Allah’tan bir rahmet ile halkına yumuşak davrandın, eğer sen katı yürekli bir nobran olsaydın, çevrendekiler elbette senin etrafından dağılıp giderlerdi. (Alû İmran/159)



Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...