30 Temmuz 2015 Perşembe

Kıbrıs için Alarm Çalıyor!..


Devletlerin dış politikaları elbette halklarının menfaatleri doğrultusunda şekillenir.

Türkiye aleyhine yapılan uygulamalarda kendi devletlerinin ve halkının menfaatlerini önde tutan dış odaklar, önümüze serdikleri IŞİD, DHKPC, PKK gibi taşeron terör örgütleri vasıtasıyla, bizleri havasız bırakıp istediklerini yaptırmak peşindedirler. İçeride devşirilen yandaşları sayesinde de, özgürce kullandıkları devasa medya organlarıyla milletin zihnini bulandırmayı başarmışlardır. Öylesi bir hal yaşanmaktadır ki, devletin üst düzey idarecileri bile dün söylediklerini bugün kendi sözleriyle yalanlamak durumunda kalmışlardır.

Boğazına kadar teröre batırılmış bir Türkiye’den beklenen ilk taviz KIBRIS’tır.

Doğu Akdeniz hâkimiyeti, AB, ABD ve ortaklarının hayallerini süslemektedir. Hatıralarımızda kazılı bulunan, ‘Akdeniz, bir Türk gölüdür’ sözü ve çağrışımları sözde ortaklarımızı çıldırtmaktadır. Kıbrıs bu yüzden istenen ilk taviz olacaktır ve başarmak üzereler. Onların başarısı ise bizim yenilgimiz olacaktır.

Kıbrıs’ta yeni seçilen ve Birleşmiş Milletler ile Yunan tezlerine ram olmuş Cumhurbaşkanı’nın sürdürdüğü ‘çözüm’ (orada da çözüm deniyor!) görüşmeleri, anlayabildiğim kadarıyla, Türkiye aleyhine gelişmektedir. İki devletli bir federasyon konusu, Cumhurbaşkanı’nın da talep ettiği bir sonuçtur, sanırım Türkiye yetkilileri de bu sonuç üzerinde mutabık görülüyorlar.

Bu ne demektir?

Orta ve uzun vadede, Kıbrıs üzerinde hiç hakkının olmadığını şimdiden tescil etmektir. Ki, görüşmelerin ana maddesi, Türkiye Garantörlüğünün sonlandırılmasıdır.

Görüşmelerin ana konusu içinde, işgalci! Türk askerinin Kıbrıs’ı boşaltması da vardır. Zaten bu konu seçilmiş Cumhurbaşkanı’nın da propaganda malzemesiydi. Kıbrıslı soydaşlarımızın beyinlerini nasıl tuzaklar içine çekmişler anlayabiliyoruz. İki önceki Cumhurbaşkanı Talat ile şimdiki aynı meşreptendir. Talat’a bizimkilerin yaptığı destek ve Rahmetli Denktaş’a yapılan terbiyesizlikleri de hatırladığımızda, içimiz burkuluyor.

Türk Dış İşleri’nden konuyla ilgili bilgi basına yansımıyor. Ne düşünüyorlar bilmiyoruz. Bizim havuz, boyalı, mütareke, merkez isimleriyle sulandırılmış basınımız, halkı oyalayıcı haber ve yorumların peşinde.

Uyarıyorum tüm yetkilileri ve milletimi:

Yavaşça, elimizden kayıyor Kıbrıs ve Doğu Akdeniz!...


29 Temmuz 2015 Çarşamba

Ne de Çok Davetçi (Tebliğci) Var!.


Bu dünyanın en zor işi, Allah’a davettir.

İki yönlü düşünerek cevaplandırılabilir.

1. Davet edenin, abdestine, namazına, orucuna, yazdıklarına-çizdiklerine bakarsınız, söylediklerinin doğruluğunu düşünür ve peşine takılırsınız.

Yandınız.

2. Ezberlerinizin peşine düşer ve bildiklerinizin doğruluğunu iddia ederek, sıradan, herhangi bir makamı, mevkii, parası-pulu olmayan bir garibin söylediklerine aldırış etmezsiniz, davetini görmezsiniz, duymazsınız.

Yandınız.

Durmaksızın işi gücü davet olanın, bilgisizliğine hükmedin.

Çünkü Ehl-i Hak Muhammedî, düşünür, taşınır, basireti ile görür ve ilmi ile davetini yapar. Zaten, bu davet reddedilemez. Üzerinde düşünülür. Kabul edilir veya edilmez. Burada, davet edene karşı bir sorumluluk yüklenemez. Çünkü seni tanımıştır, sen seni tanıyana bir anlam veremediğinden ve An’ı değerlendiremediğinden, daveti reddettin. Olay budur. Teklif edenin ise görevi sadece tebliğdir. Ortada herhangi bir suç yoktur.

Muhammedî’lik adına, fakat Muhammed’i tanımadan, durmaksızın konuşan ise, ne seni tanır, ne de hangi durumda olduğunu bilir. O sadece konuşur. Aslında ne konuştuğunun bile farkında değildir. Bir takım kitaplardan okuyarak öğrendiğini sandığı veya bazı zatların sözlerini tekrar ederek seni avlamaya çalışır. Sözleri zahiren, doğruymuş gibi görünür. Dinleyen o sözlerin manasını da tam olarak idrak edemediğinden ve itiraz da etmeye cür’et edemediğinden, saçı sakalı, sarığı, cübbesi filan da gözleri kararttığından araya kaynar gider. Avcı, başarmış ve bir kişiyi daha şeytani yola sevk etmiştir.

Aslında avcı kelimesiyle anlattığımız kişi, şeytani bir çalışma yaptığının bile farkında değildir. Zaten en kötüsü de burasıdır. Memleketimizin şeyhler, dervişler, müritler, bilhassa sakallılar, birbirine hacılar diye seslenenler dünyasına evrilmesini biraz düşünmenizi isterim. Atatürk’ün tedbirlerinden sonra bu duruma nasıl gelindi?

Kendini bilmeyenlerin, Rablerini tanımayanların, Allah’ı bilemeyenlerin davetleri ve bu davetlere uymaları sonucu yaşananları, atom bombaları, hidrojen bombaları asla yapamaz.

Ne olur, sırf ağzından ilahi kelamlar, ayetler, hadisler çıkıyor diye, sarığı, cübbesi yerinde diye sakın ola ki kimsenin davetine filan icabet etmeyin. Kelamın çıktığı ağzın sahibini tanımak çok zor iştir. Milyonlar kere dinleyin ve milyarlar kere düşünün öyle karar verin.

Hayatınızı, dostlarınızı, eşinizi, ayalinizi, itibarınız, sevginizi… Kaybedersiniz.

En kötüsü:

Allah’a ulaşan yolları kapatırsınız.

Allah, kötülerin önünü kessin. Basiretimizi artırsın.

Amin…


28 Temmuz 2015 Salı

Millîlik, Çözüm, Süreç ve Selam…


Ertuğrul Gazi, Cihan imparatorluğunun temelini atarken, hangi devletin projesinde eş başkanlık yapmıştı da, kurmayı hayal ettiğin, Yeni Osmanlı için BOP eş Başkanlığını kabul ettin?

Bu nasıl milliliktir?

Tarihin derinliklerinde hangi devlet büyüğü, içerideki bir problemini kurutmak üzere, yabancı devletlerle işbirliği yapmıştı?

Hangi Han, hangi Padişah, hangi vezir zayıflığını, beceriksizliğini, iş bilmezliğini hangi yabancıyla paylaşmıştı ve hangi yabancıdan yardım talebinde bulunmuştu da siz bu yolları deniyorsunuz?

Bu nasıl milliliktir?

Cihana hükmederken Türk, yılların emeği ile inşa edilmiş hangi kurumunu, işlevsiz hale getirdi, hangi ehliyetsiz yandaşını işbaşına getirdi? Herhangi bir mektebi bitiren kişinin ehliyetine nasıl karar verirsin? Kaldı ki, iş, işbaşında öğrenilir, bu basit bir kuraldır.

Bari susun. Susun da, bir şey sansınlar.

Konuştukça batıyorsunuz.

Yıllardır eli-kolu bağlı olan Türk Silahlı Kuvvetleri, yaptığı üç-beş harekâtın ardından, Cengiz Çandar’ın başı çektiği bir grup, ‘Çözüm Süreci’nin bittiği ve savaş yıllarına dönüldüğü çığlıkları atıyorlar.

Biz, sözünü ettiğiniz sürece zaten inanmamıştık ki!. Çözüm, sağlıklı kafalara sahip kişilerin karşılıklı konuşarak vardıkları sonuç üzerinde anlaşmaları ile olur akıllım. Taraflardan birinin elinde silah, bomba, dilinde tehdit olduğu sürece, çözümden değil, olsa olsa çözülmeden bahis olunur. İşte siz bunu göremediniz. Ya da, gördünüz de, ‘müstevlilerle’ iş tutma hevesiyle, görmezden geldiniz.

Durmadan konuştuklarından, dinlememe özelliklerini iyice geliştirmişler.

Şahsen gitmelerini tasvip etmediğim heyetin içinde MHP milletvekilleri de varmış ve o vekillerden birisi, “çözüm sürecinin yanlışlığından” bahsetmiş. Dinlemediği şuradan belli ki cevap olarak: “Bahçeli’ye selam söyleyin” demiş. Güler misin, ağlar mısın.

Lakin bu cevapta; ‘İnadına biz bu süreci götüreceğiz’ mesajı da gizli. Bilmem artık, mesajın sahibi nasıl algılayacak, nasıl bir cevap verecek, göreceğiz. Ancak belirtmeliyiz ki, devlet işleri ve milletin menfaatleri inatla götürülemez.

Her inadın altında bir başarısızlık, bir yenilgi, bir ümitsizlik yatar.

Hâsılı, bu kafa karışıklığını bir süre daha yaşayacağız anlaşılan.

Hayırlısı olsun…

Allahuekber.



Ülkücü’ye Esef…


Onu bilir, onu söylerim.

Vazgeçemiyorsan eğer,

Ne davadan söz et, ne davam var de.

Dava dediğin ‘hedefi’ bir an, bir kenara bırak.

‘Ben kimim’, ‘Burada ne işim var’ gibi sorulara cevap vermeye çalış.

Verdiğin cevaplar,

Kendini tatmin ediyorsa eğer,

O,

Bir kenara bıraktığın ‘Davanı’ git ve al.

Sana yollar açıktır.

Açıktır dedikse;

Bataklar, dağlar, çukurlar, denizler, çöller…

Eh artık,

Bunlar da senin için bir içim su olur…

Tabi ki,

Ülkücüler için.

Derler ki,

‘Dünyanın en ahmaklarıdır Ülkücüler’, kimileri için.

‘Kazanç sahibi olmadan,

Harcamaya başlarlar hayatından.’

Kazanıp, biriktirmeyi isteselerdi kahramanlar,

Güzeller;

Hangi dağ kalırdı büyüklenecek,

Hangi ırmak kalırdı şaha kalkıp haykıracak!

Ne cür’et!

Varsa etrafında bir Ülkücü,

Durma,

Ziyaret et.

Hatır sor.

Yarın, kapısına varıp,

Yalvar yakar olma…

Nasıl da kaybettin, öz evladını;

Ey devlet!..



27 Temmuz 2015 Pazartesi

Bir Tevhid Cümlesi


Kader başa geldiği zaman gönderene kafa tutmak, inancı öldürür; Tevhid nurunu söndürür; tevekkül ve ihlası yok eder.

İman sahibinin kalbi, niçin ve neden oldu, gibi sözleri bilmez. Belki ‘şundan veya bundan oldu’, gibi yersiz lafları da dile getirmez. Bildiği tek şey vardır, oda;

-Baş üstüne, hoş geldi; safalar getirdi…

Diye karşılamaktır.


Abdülkadir Geylânî



26 Temmuz 2015 Pazar

Üç Cümlede, 13 Yıl!..


Güzel olduğunu sanarak, ezberlediğin üç cümle ile devleti yönetmeye kalkarsan, rüyadan uyanır gibi, o üç cümlenin yanlışlığını anladığın vakit!..

Ve hala yanlışına rağmen, o üç cümleden başka söyleyeceğin kalmamışsa…

Ne duruyorsun orada, ne oturuyorsun o koltuklarda? Demezmiyiz?

Adamsan,

Gereğini yaparsın.

Orduyu dağıttın, polisi birine düşman hale getirdin, yargıyı perişan ettin, dış işlerini düşünemez konuma ittin, milli eğitimin sadece tabelası kaldı, sağlık işleri milletin bildiği gibi yürümez halde, üretime yönelik yatırım sıfır, borç gırla, yolsuzluk almış başını gitmiş…

Hala rüyalarda mısın, a benim görmeyenim, rüyalarda mısın?

Yanlışlığını bile bile ezberindeki üç cümleyle nereye kadar?

Yürütemiyorsun devlet denen o koca vapuru. Çalıştıramıyorsun, devlere ilham veren motoru, öğretemiyorsun muhtaçlara lazım gelen ilmi, okulların ilimden ziyade seni anlatır olmuşlar, şehirleri teslim ettiğin idareci kılıklılar senin emirlerine intizardalar, kanunlar ne diyor, teamüller ne söylüyor bakan yok.

O Üç cümlenin içine sıkıştırılmış bir hayatın esiri iken sen, nasıl olurda hayat vermeye kalkarsın koca millete!.

Nerede bir yanlış varsa, sen varsın orada. Yanlış yapanı da, yanlışa sevk edeni de sen müsaade ettin oralara oturmasına. Hatayı kendinde ara, pişmanlıkları yaşa ve kararını ver.

Yeniden kalkmak sırasıdır.

Hayatını ve sonsuzluğu üç cümleye mahkûm etme.

Ufuklarda arama aradığını, içine yönel, varı da, yoku da içinde bul. Hataları da, sevapları da içinde yaşa, kendinde bul…

Ne yaptım diye dövün.

Affetmek şanındandır.

Haydi, ne duruyorsun, kırık-dökük tamire muhtaç vasıtayı yeniden havalandır.

Artık,

Uçmak vaktidir.



25 Temmuz 2015 Cumartesi

Oh! Devlet Varmış…


‘Demokrasi’ ve ‘barış’ yaveleriyle, hürriyetimize kastedenler tam ON Üç yıldır kollanmışlar mıydı sorusunu sormadan edemiyoruz. Devletin üst kademelerinde seçimle veya atamayla görevlendirilerek görev yapanların tabi oldukları kurallar, kanunlarla, yönetmelikle, tüzüklerle bildirilmiştir. Yazılı olan bu kurallar, tam olarak ve eksiklik bırakılmadan uygulanmak zorunluluğu vardır. kanunların uygulanmaması veya eksik uygulanması nedeniyle oluşacak, ekonomik ve sosyal zararlardan dolayı ilgililer takibata uğrarlar, muhakeme edilirler ve suçlu görülmeleri halinde de cezaya çarptırılırlar. Biz böyle biliriz. Devletin yaşaması kurallarının tam olarak ve adil bir şekilde uygulanmasıyla mümkün olacaktır. Adalet, Hakkın teslim edilmesi, adaletsizlik mazlumun hayatının gasp edilmesi sonucunu doğurur. Nitekim, yıllardır terör elemanlarına karşı susan devlet güçleri, onların serpilip büyümesine, yüksek sesli tehditlerini devamlı artırmalarına, büyük şehirlere kadar varan hakimiyet gösterilerine, bulundukları alanlarda devlet güçlerini etkisiz hale getirmelerine, yol kontrollerini yapmalarına, iş makinelerini yakmalarına, barajları çalışmaz hale getirmelerine, karakolları yakmalarına, yapılacak yollara mani olmalarına.. gibi çok çeşitli ve sayısız sonuçların doğmasına sebep olmuştur. Haliyle bu durum, arkasına devlet gücünü göremeyen halkın sinmesine, korkmasına kadar varmıştır. Eli silahlı terör örgütü elemanları silahlarıyla, göstere göstere mitingler yapıyorken, masum taleplerini bildirmek isteyen küçük halk grupları polisin acımasız ve aşırı kullandığı güç ile karşılaşmışlar ve susmayı tercih etmek durumunda bırakılmışlardır.

Dış politikada yapılan basiret yoksunu yanlışlar neticesi, yeni yeni ismini dahi bilmediğimiz terör örgütlerinin doğumunu sağlamıştır. Beceriksizler sonucu, başarısız olan fiillerini anlatmakta Şeffaf olamayan devlet yönetimi, yaptığı yanlışların bedelini, savunmasız asker, polis, yargı mensubu kişilerden çıkarmaya çalışarak, kendisinin masumluğunu halka anlatmak yolunu seçmiştir. Üstelik yargı sistemiyle temelinden oynayarak, insanların adalete güveninin sarsılmasına yol açmıştır. Yıllarca, kurmay subaylarımızın Yüzlercesini terör örgütü mensubu suçlamasıyla zindanlara tıkanlar, sanki hiçbir şey olmamış gibi, bu eylemleri başkalarının sırtına, ‘kumpas’ kuruldu suçlamasını atarak ve ‘kandırıldıklarını’ söyleyerek milletin bir kez daha güveninin yitirilmesine neden olmuşlardır. Çünkü millet başlarına, kandırılmayacak, kumpas kurulmasına mani olacak insanları seçtiğini zanneder ve bu insanların asla kandırılmayacağını ve adaletten asla ayrılmayacaklarını düşünür ve öyle olmasını arzu eder.

Dış ve iç politikada yapılan ihmaller ve hatalar neticesi, terör örgütleri içeride gemi azıya aldılar. Bunların durdurulması gerekirdi. Ve devlet, devletliğini hatırladı.

Niye hatırladı, ne oldu da hatırladı bunun önemi yok. Hatırlaması bizim için gereklilikti. Lazım olan budur.

Ancak, burada çok önemli bir itirazımız olacaktır.

Devletin, PKK ve IŞİD katillerine karşı yaptığı harekatın, ABD’ye verilen tavizler neticesi olduğu sözleri seslendirilmektedir. Hükumet sözcüsü tarafından, incirlik üssünün ABD uçaklarına açılmasıyla ilgili kararın Bakanlar Kurulunda imzaya açıldığını açıklamasından bir gün evvel Suruç saldırısının olması, 32 gencin hayatının sonlanması, saldırıyı bahane ederek güya protesto etmek maksadıyla PKK yandaşlarının, ülkenin hemen tarafında ayaklanma denemeleri yapması ve İngiliz gazetesinden yayınlanan bir yazıda, incirlik üssünün şartsız olarak açılması talebinin pervasızca bildirilmesi üzerine, hükumetin bu kararı imzaya açması anlaşılır değildir. Her ne kadar, NATO ve ABD’nin talepleri üzerine IŞİD ile mücadele safında yer alan devlet görevlerini kutlamak ve başarılar dilemek zorunluluğundayız.

Devlet, devletliğini gösterecektir. Mazluma karşı yumuşak, zalime karşı sert yüzünü bundan böyle de göremeye devam etmek isteriz.

Yok, çözüm sürecine zarar gelecekmiş, yok, mezhep yoldaşlarımızla aramız açılacakmış gibi düşüncelere düşülürse, devlet işlemez hale gelir ve dünden daha kötü sonuçlara gark olur. Verilen kararın üzerinde cesurca durulmalı ve Kandil temizlenmelidir.

Bu noktada, Türkiyelileştirilmek hayaliyle, HDP’nin yüceltilmesi saçmalıklarına da son verilmelidir. Terörden beslenenlerin, demokratikleşmesi ancak siyasi bildiriler içinde kalan cılız cümlecikler olabilir.

Ayrıca, devletin gücü, yakında yapılması planlanan seçim kazanma üzerinde kullanılmamalıdır. Hiç beklemediğiniz sırada bir darbe yersiniz ki, nerden geldiğini bile anlayamazsınız.


23 Temmuz 2015 Perşembe

‘Suruç Patlaması’ Deyip Geçmeyin


Bir kere, o 300 genç adamı Türkiye’nin her tarafından, uyduruk bir derneğin organizasyonu ile bir araya getirmek, gençlere bir hedef yüklemek, ne amaçla gittiklerinin bile farkında olmadan, bombanın patlayacağı yere getirmek ve bombayı patlatmak...

Bu gençleri toplayan, kandıran, seyahat ettiren ve bombayı patlatan aynı akıl.

Amaç, Türkiye’yi batağa çekmek.

Nasılsa, analiz yeteneği olmayan bir takım insanlar memleketi yönetiyorlar. Nasılsa her istediklerini ama tehditle, ama baskıyla yaptırıyorlar.

IŞİD ve PKK’nın ortak oldukları; bu patlamayla birlikte katledilen 32 gencin intikamını almak bahanesiyle PKK’nın terör eylemlerini artırması, savunmasız insanları katletmesi, iş makinelerini yakması, büyük şehirlerde korku salmasıyla anlaşılmıştır. Zaten Kandil canisi Karayılan, bir hafta kadar önce İMC televizyonunda yaptığı röportajında, Kobani’de kurulmakta olan Kürt koridorunun Türkiye tarafından desteklenmesini, aksi halde militanların hareketlerinin Türkiye’ye çevrilebileceğinin işaretlerini vermişti.

Suriye kuzeyindeki yapılanma da IŞİD’in, PYD’nin hüküm sahasını genişlettiği ve yardımcı olduğu muhakkaktır. Neymiş, ABD uçakları havadan IŞİD sürüsünün üzerine bomba yağdırıyormuş, geri çekilen teröristlerin boşalttığı alanı kahraman Kürtler dolduruyorlarmış. Ne güzel oyun, biz de yedik!

Emperyalizme askerlik nasıl bir şeydir?

Ya, BOP ve eş başkanlığı nasıl bir şeydir?

Yazı burada kaldı.

Ve sınırımızdaki askeri karakola IŞİD saldırısı ve bir askerimizin şehadeti haberi yayıldı…

Bundan sonra ne yazılır?

Gençliğe Hitabeden şu cümleler…

“…Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.

Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır!

Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!”

Fazla söze hacet var mı?


“Kimi terk-i nâm u şâne kimi it`ibare düştü”


Cenaze merasimlerinde göze çarpan hakikat; törendeki kalabalık, zenginlerin iştirak ettiği törenler, erkân-ı devletin katıldığı törenler, ahalinin ekseriyetle iştirak ettiği törenler…

Derler ki umumiyetle, -“ne kadar kalabalıktı, Allah’ın sevgili kuluymuş. Filanca bile vardı cenazede..” gibi laflar. Üzerinde durulmaya değer. Böyle mi acaba?

“Bir garip ölmüş diyeler / Üç günden sonra duyalar / Soğuk su ile yuyalar / Şöyle garip bencileyin” (Yunus Emre)

Yunus’un tarif ettiği cenaze merasimine kaç kişi katılmıştır acaba?

Şimdi ilçenin adını vermeye lüzum yok. Gerçekten o ilçeden olanlar, ilçenin ileri gelenlerinden olanlar, vefat ettiklerinde öteden beri hazırlanmış olan ilçenin büyük mezarlığına gömülürler. Sonradan o beldeye göç etmiş olanlar veya kimsesi olmayanlar ise ‘garipler mezarlığı’ denen kabristana defin edilirler. Duyduğumda ben de hayret etmiştim. Gariplik böyledir. Fakirlik böyledir. Eşraftansa uygulama başka, itilmişlerdense uygulama bambaşka. Cenaze merasimindeki görevli imam bile, cenazenin eşraftan veya zengin bir aileye mensup birisi olmasına göre edeceği duaların uzunluğunu ayarlıyor. Herhalde alacağı nakdi hediye ve ahaliden alacağı övgülere göre… böylesi bir durumda cenazenin iyi birisi olduğu, takva sahibi olduğu, hayırlı bir kimse olduğu hakkında ahalide kanaat uyanıyor.

Ya, kimsesi olmayan belki de, Belediye’nin görevlileri tarafından mezarlığa götürülen ve bir-kaç kişi ile defin edilen bir garibin durumu nedir? Ahali için; -“kötü bir durum. Günahkâr birisi. Cenaze namazına bile üç-beş kişi kılmış. Allah nazarında sevilmeyen birisi. Sağlında çok kötülükler yapmış birisi…” gibi anlatılır zan’a dayalı olarak.

Tarih boyunca cenaze merasimleri, şehirden şehire, köyden köye, hatta aynı şehir içinde camiden camiye, mahalleden mahalleye farklılıklar gösteriyor. Ama bir ortak yanları var. Cenaze zengin ise, makam-şöhret sahibi ise her tarafta aynı, muhteşem ilgi, gariban ise yine her tarafta aynı, muhteşem ilgisizlik.

Görüldüğü gibi, toplum nazarında ‘seçkinlik’ mefhumu tamamen içeride yaratılan, vehimlerden kaynaklı bilgilere dayanmaktadır. Asıl seçkin olanlar, mal-mülk, şan-şöhret sahipleri olmayabilir. Kim bilir belki de, asıl seçkinler, malsız mülksüz, şanı şöhreti olmayanlardır. Gizli ilimlerin kimin kalbinde gömülü olduğunu nasıl anlayacağız da, düşmanlıklarımızı sürdüreceğiz. Zordur. Gerçi, anlayan anlar. Bilen bilir. Yaşayan hem anlar, hem bilir. Zaten onlar birbirlerini, bir bakışta bilirler ki, onların yüzünde Nur-u Muhammedî parıltısı zahirendir bilen bilir.

Yazımıza başlık aldığımız mısra Şeyh Galib’e aittir ve beyit şöyledir:

“Reh-i Mevlevîde Gâlib bu sıfatla kaldı hayrân
 Kimi terk-i nâm u şâne kimi it`ibare düştü “

Dünya zenginliği, şan-şöhret sahiplerinin cenazeleri de varlıkları! gibi kuvvetli olur. Gariplerin, Allah’tan başka dostu olmayan kimsesizlerin ise son yolculukları da bir başlarına olur. Kimi itibar peşinde iken, kimi de şan-şeref biriktirir. Artık farkını da okuyucu kendisi anlasın.

Bu dünyaya gelen herkes, kendine biçilen elbiseyi giyiyor ve üzerine yüklenilen vazifeyi yapıyor. Kimisi bilerek, kimisi farkına varmadan vazifenin uygulayıcısıdır.

Son hafta iki önemli vefat haberi aldık. Sanatçı Zeki Alasya ve eski Genel Kurmay Başkanı olup, kendisini o göreve layık görenlere karşı yaptığı darbe ile yönetimi ele geçirerek, Cumhurbaşkanı seçilen Kenan Evren.

Çok söz söylendi her ikisinin de haklarında. Okuduğumuz ve kulağımızla duyduğumuz arifiyetten yoksun sözler asla o kişiyi (ölüyü) bağlamaz. İyi idiler, kötü idiler. Geçtikten sonra bu dünyadan haklarında sarf edilen sözler, o sözü söyleyeni bağlar ve onları asla ilgilendirmez hakikat bile olsa. Acı tarafı şudur ki, söylenen sözleri İslamiyet’in hediye ettiği bazı kelime ve kavramlarla süsleyerek inandırıcılıklarını artırmak istemişlerdir. Böylece, taraftar kazanmak amaçları da gerçekleşmiş oldu.

Kenan Evren’in yaptıkları cümlenin malumudur. Sakın ola ki, şunu yaptı, bunu yaptı diyerek bizi eleştirmeye kalkmayın. Bunlar bilgimiz dâhilindedir ve biz başka şeyler söylemekteyiz. Biraz dikkatle ve düşünerek bakılırsa anlaşılmayacak derin şeyler de değil sözlerimiz.

Törenlere gitmeyenler için hiçbir sözümüz olamaz, biz de gitmeyenler arasındayız. Lakin merasime giderek, cemaatin insicamını bozmak ne manaya gelir? Ne oldu yani, yüksek sesle 12 Eylül’e karşı durduğunuzu söylediniz de, hakkınızı helal etmediğinizi söylediniz de bir şey mi oldu, insanlara bir şey mi öğrettiniz? Hayır, ölen kabrine yerleştirildi, dualar edildi ve herkes evine döndü. Bir sözümüz de, güvenlik sağlayıcılara olsun. Nasıl ki, İmam Efendinin –“Hakkınızı helal ediyor musunuz” sözüne, bir kısım kişiler –“Helal olsun” demişlerse, bir kısım kişiler de –“Helal etmiyoruz” deme hakkına sahiptir. Niçin itip kaktınız, gözaltına almaya kalktınız insanları? Bunlar yanlıştır.

“Harabat ehline hor bakma şakirt
Defineye malik viraneler vardır” (Erzurumlu İbrahim Hakkı)

Son sözümüz şu olsun. Beyitteki ‘virane’ kelimesini ‘İnsan’ manasıyla anlayıp, defineciler kadar akıllı olarak ‘İlim’ kazmaya nasipdâr olalım.


22 Temmuz 2015 Çarşamba

Alışkanlıklarımız ve Hayatımız Üzerine


Televizyon seyre daldığımızın bile farkına varmadan, gece yarısını etmiştik. Film, ‘son’ bildirimini yazana kadar, uykusuzluktan yanan gözlerimize inat ‘acaba esas oğlan ne yapacak’ merakıyla sonuna kadar oturmuştuk. Uyku vakti diyerek, uyuşmuş ayaklarımız üzerinde sekerek ama alt kattaki komşularımızı da rahatsız etmemeye özen göstererek yatağa doğru gitmiştim. Saatin alarmı çaldığında henüz uykusunu alamamışların haliyle, biraz da nefretle yataktan çıkmaya mecbur olduğumu düşünüp, hızla kalkarak tıraş, duş, giyinme ve alel-usul üç beş lokma kahvaltı yapılarak, koşar adım dışarıya savrulmak ve iş yerine götürecek servis otobüsünün saatini kaçırmamak.

İş başı. Alışılagelen davranışlar. Günaydınlar, çay lütfen, iyiyim, iyiyim sen? Lakırdıları. İmzalar, telefon sesleri, birisinin kızarak “müdür beyle görüşeceğim” tehditleri. Öğlen yemeği için ara. Yemek sonrası yarım saat kadar parkta gezinti. İş saatini kaçırmadan geri dönüş, çaylar, sohbetler, imzalar, müdürler.. genel müdür eleştirileri, hükumet kurmalar, hükumet yıkmalar ve akşam mesai sonu.

Servis otobüsü ile eve dönüş. Yemek, balkon muhabbeti. Çay, kahve sırası ve televizyonda bir film (veya dizi filim) aramalar… uyku vakti, yatak…

İşte bir günümün özeti.

Aaa, ne garip! Dün de, önceki gün de, bir ay evveli de, üç yıl evveli de… hep aynı hayat, hep aynı minvalde gidiş gelişler.

Benim hayatım bu.

Yaş, kemaline erince anladım ki, bu tür bir hayattan bir bok olmuyormuş. Hep yalan, hep lüzumsuz, hep işe yaramayan ne varsa onların peşine düşülmüş.

Hep unutulan, hep ihmal edilmiş bir yanı varmış hayatın.

Varmış, lakin iş işten geçmişti.

Artık bu saatten sonra yapılacak da bir şey kalmamıştı.

Kısaca, hayvan gelip, hayvanca yaşadık ve hayvan gibi gideceğim bu dünyadan.

İş hayatından emeklilikten sonra, geriye dönüp hatırladıkça geçmişi bir güzellik bulamıyorsun. Yaşadıklarımız olmasa ne olurdu hiç, yaptın da ne oldu hiç…

Ya, neler yapılmalıydı?

Şunu fark ettim; insan doğumuyla birlikte, köleliğe alıştırılıyor.

Aile, çevre, okullar, öğretmenler hep iyi insan ol, yararlı insan ol, işini iyi yap, bol para kazan, evler al, otomobiller al, çocuklarını yetiştir, onları yüksek mekteplerde okut, iyi para kazansınlar…

Derken, talep edilenlerin kölesi olup ve ne emir verilmişse onun dışına çıkamadık. Geçmişte yaptığımız her iş, her eylem, her ne var ise tamamı, çevrenin, dışarının beynimizi yıkamaları dolayasıyla içselleşmiş ve benliğimizde huy, alışkanlık olarak oturmuş, insanın sonsuz hayat geleceğinin kurulmasına dair hiçbir katkısı olmayan, malayani şeyler.

İyilikte olmak, iyiliğe katkı olmazsa olmazıdır dünya evinde insanın. ‘İyilik’, kötülüğün karşıtı olarak değil, olmazsa olmazıdır huzur içindeki hayatın. ‘Kötülük’, iyiliğin bulunmadığı andadır, yerdedir. Olması lazım gelen ‘iyilik’tir. Yoksa karşıtı zuhura gelmektedir. Susuzluktan yanmak üzere olan bir fidana su vermemek, iyiliği yapmamaktır, bu iyiliği yapmamak ise kötülüktür. İyiliğe yöneltmek, çocukluktan başlayan bir meslek. Her ana-babanın çocuklarından istediği ve olunmasını arzu ettikleri halin adı. İyi yaşamak, iyilik doğurur, kötü yaşamaksa kötülük. Peki, yaşamanın iyi veya kötü olduğunu nasıl tefrik edebiliriz? Bu zor bir sual. Her insan bulunduğu duruma göre ayrı bir tanım geliştirebilir. Herkesin iyisi de, kötüsü de ayrı olabilir. Ama bir ortak tanımda buluşmak da mümkündür. Ortak tanımın öznesi ise Hak olmalıdır. İnsan Hakk ile halk edilmiş olmakla, Hakk’a yönelişin iyilikler, uzaklaşmaların da kötülükler neşet ettireceğinde buluşmak zor olmayacaktır. Burada bir nokta var üzerinde düşünülmesi gereken; yukarıda hayatın boşa geçirilmiş olduğunu söylemekle, aileden, çevreden ve okullardan iyi insan olmanın tembih edildiğini ve onun için çalışıldığını ve o minval üzere hayatın devam ettiğini söylemiştim, yine de boşa geçirilmiş olduğunu söylemek çelişki gibi görünüyor. Ama değil;

İnsan ne gibi işleri ve tarzı hayatına içselleştirmiş ve huy edinerek hayatında bir süreğenlik kazandırmışsa, bunlar insanın sonsuzluk geleceğinde, araştırmalarımız sonucu anladığımıza göre, birer engel oluşturmakta. Ne gibi bir ihtiyacı, alışkanlık eseri yapıyorsa istenmeyen bir olgu olarak kabulü gerekir. Kaldı ki, hayat üzerinde alışkanlıklar değil, akıl ile tartarak yapılması gerekenler veya yapılmaması gerekenlerin tefrik edilmesi ve hayata geçirilmesi ile yapılacak ve yapılmayacakların bilinçli olarak ve insanca yapılması en doğru olanıdır.

Bu konuda bir miktar Esma-ül Hüsna çalışması yapmak önerilmektedir.

Nasıl çalışılacak?

En doğrusu, bu ilimleri hıfzetmiş ve imtihanları geçerek, çalışmaları yaptıracak makama yükselmiş, işinin ehli bir İnsan-ı Kamil aranıp, bulunarak talim, terbiye ve tedrisatına dâhil olmak gerekecektir. (Aramak için yola çıkılmalı ve talebiniz iletilmelidir. Gerisi kolay, Onlar Duyarlar ve sizi bulurlar!)

En doğrusunu Allah bilir.



21 Temmuz 2015 Salı

Üleş Sahası


Anlamak istemiyorum...

En güzeli,

Köşeme çekilip, televizyonu kapatmak.

Sizin olsun tüm dünya güzellikleri.

Güzel!

Dediğiniz hanlar, katlar, yatlar, makamlar, şan, şöhret…

Bir de bunlara ulaşmak için,

Baş vurulan gayret.

Zorlama karalamalar, lüzumsuz yorumlar.

Ola ki,

Doğrudur!

Doğru olsa, ne yazar?

Sırası mıdır?

Hala, eşek hızına mecbur muyuz?

Merih’te koloni kurarken dünya,

Biz,

Bunlara, gerilemelere layık mıyız?

Ya da, kendimizi layık görüyor muyuz?

Nedir bu tartışmalar, atışmalar…

Neyi bölüşemiyorsunuz..

Akıl’ın vazifesi ne?

Ne işe yarar? Niye verilmiştir?

Sen ve akıl!

Anlaşılıyor ki,

Ha var, ha yok.

İşe yaramadıktan sonra!...


20 Temmuz 2015 Pazartesi

Muhafazakâr Kafanın Medeniyet Telakkisi


Medeniyet kurma iddiasındaki dinci kafanın düşüncesi şu: “On yıllardır aşağılanan, kendi yurdunda köle muamelesi gören insanlar, mütevazı bir devrim yapıyor. Kendi ülkelerini, vatanlarını, devletlerini yeniden temellük ediyor. Bir örtülü sömürge düzeninden bağımsız ve büyük ülkemize doğru yelken açıldı. Büyük doğu, kendi iradesiyle tekrar bütünleşme yoluna girdi. Kemalist sömürge düzeni adım adım yıkılıyor. Darağaçlarında, rakı sofralarında kurulan kanlı, kibirli bir rejim, milletimizin o temiz, mütevekkil ve sabırlı yüreğiyle kansız, sessiz ama derin bir değişimle yok ediliyor.” (Ahmet Özcan, 12 Mayıs 2014, Haber 10, Röportaj) Bundan sonrasını okumadım yazının. Maksat belli, mesaj belli, zihniyet belli.

Bu paragraftaki bütün cümleler yanlış. İftira. Gıybet. Bozgunculuk… Açıktan şöyle dese: “-Biz Atatürk’ü istemiyoruz. Kurduğu devleti yıkıp, yerine teokratik bir devlet kuracağız.” Dese, daha namuslu olurdu.

“Örtülü sömürge düzeninden bağımsızlığa doğru yelken” açıyormuş. Güler misin, ağlar mısın? Tam da tersi değil mi? Bağımsızlıktan, sömürgeleşmeye doğru. Yazara; “bize bir tane bağımsız alınmış bir karar söyleyiniz desek şu On Üç yıldır”, ne anlatırdı acaba? Neyi, hangi kararı örnek verirdi?

Bazı kararlardan ve uygulamalardan örnekler biz verelim: “Tezkere geçmezse memura maaş ödeyemeyiz”, zam isteyen memura “IMF’ye gidin” diyebilenler mi bağımsız? Domuz kesimini serbest bırakmak mı? Eleştirdiği 79 yıllık Cumhuriyet devrinde, halkın tasarruflarıyla yapılan ekonomik değerleri har vurup harman savurarak, ona-buna peşkeş çekmek mi bağımsızlık? Yer altı zenginliklerini özellikle yabancılara uzun vadeli devretmek mi bağımsızlık? Yahudi düşünce kuruluşundan cesaret ödülü almak mı, Petrol Kanunu ile yabancılara 50 yıllık imtiyaz vermek mi bağımsızlık? Yoksa BOP eş başkanı olduğunu söylerken “bize bu görev verildi” demek mi bağımsızlık?

Siz, bağımsızlıktan ne anlıyorsunuz arkadaş, yoksa biz farklı manalar üzerinde mi tartışıyoruz? Kesinlikle bu kavramın manasını bilmiyorsunuz.

Bir de ‘kansız’ kelimesini ilave etmiş. Son sekiz yıldır dökülenler, hayvan kanı mı? Son sekiz yıldır Silivri kamplarında ıstırap çekenler, mallarını, kanlarını vermediler mi? Gezi direnişçilerinin üzerine atılan gaz fişekleri kan dökmek için değil miydi? Afyon’da patlayan cephanelikte yiten yiğitlerin hesabı verildi mi? Uludere unutuldu mu? Anlaşılan o ki, siz ‘kan’ kelimesinin manasını da bilmiyorsunuz.

Üstelik bu lafları edebilen kişi, en münevveri, en entelektüeli, kitaplar-makaleler yazmış, güya düşünen birisi.

Diyeceksiniz ki, münevveri buysa!.

Hayırhah bir cümle var mı bu sözlerde?

Münevver, Hakk’ı görür, Hakk’a riayet eder, Hakk’ı tutar kaldırır, Hakk’a giden yoldadır, Hakk’ı duyar, Hakk’ı söyler. Yoksa, bir-kaç dil bilen, kitap dağlarını devirmiş, kitaplar yazmış, binlerce makaleler yazmış bir kişiye münevver değil, kitap yüklü, malumat yüklü .şek derler, ar-hayayı bir tarafa bırakmışlardan münevver çıkmaz, iftiracıdan münevver olmaz, bozguncu münevveriyetin yanına bile uğrayamaz. Kim diyorsa bu tiplere münevver, yanılıyor.

Boşa uğraşıyor medeniyet kurmak ve ahfadına medeniyeti anlatmak için. Bu kafadan Medine’nin aydınlığı değil, olsa olsa Yesrib’in karanlığı çıkar.

****

Kitabını Süleyman Demirel’e sunuyorken Cemil Meriç, aklındakini korkusuzca ve nereye varacağını düşünmeye zahmet etmeden şunları yazar:

“Muhterem Süleyman Demirel Beyefendi’ye;

Siyasetle ilim el ele vermedikçe buhranlarımız sona ermeyecektir. Her iki zümrenin temsilcileri de günahkâr.”

İşi gücü siyaset olanların, ilmin yanına uğramayanların, edepsizce medeniyetten bahsetmelerinin, çocuklara masal anlatma ötesinde ne manası olabilir, günah çukurunda debelenmekten başka…

****

Şimdi bu yandaş yazarın sözlerini alarak, Cumhurbaşkanı’nın “Cumhurbaşkanlığı çökmüştür, demokrasi bekleme odasındadır” sözleri ve bir kendini bilmezin “90 yıllık Cumhuriyetin reklam arası” sözlerini birlikte değerlendirelim. Bilerek ve isteyerek Türkiye Cumhuriyeti Devletini yıkmak üzere kurulmuş bir örgüt ve bu örgütün bilinçli faaliyetleriyle karşılaşırsınız.

Durum vahim.

Yalnızca ‘Paralel Yapı’ mücadelesi olamaz, yargı sisteminin bilerek bozulmasının başkaca sebepleri olsa gerek!..


18 Temmuz 2015 Cumartesi

Savaş, Savaşçı, Birlik


İyi savaşçı olmak, kazanmak için yeterli değildir.

Savaşacağın düşmanı da en ince ayarlarına kadar bilmek de başlıca gerekliliktir.

Dağınık, parçalanmış güçleri birleştirmek, en yakınını amaçlarına bağlamakla mümkün olabilir. Sen, aynı hane içindeki kardeşini hedeflerine kilitleyememişsen, nerde kaldı ki, sınır uçlarındaki işbirlikçileri ortak hedefler etrafında toplayabilesin.

Savaşçının iyisi, kardeşini yanına almayı becerebilendir.

Evet, bir yandan birliği sağlama çalışmaları yapılırken, diğer yandan da, yeni düşmanlar ve yeni muhalif gruplar yaratmamaya dikkat gösterilmelidir.

Düşman menfaatlerini savunma yarışında bulunanları etkisizleştirme faaliyetleri, yine onların etrafını zayıflatmayla mümkün olabilir. Kesinlikle inanılmalıdır ki, onların etrafı kendilerine sağlanmayı taahhüt edilmiş ufak menfaatler sebebiyle tahkim edilmiştir. Bu tavizlerin neler olduğu tespit edilerek, bu tavizlerin bertaraf edilmesi çalışmaları ile işbirlikçilerin korunduğu surlar yıkılmalı ve açıkta bırakılmalıdırlar. Yalnızlık içine düştüğünü gördükçe her biri, savundukları yıkıcı fikirleri terk ettikleri ve milli savunma mekanizmalarıyla ortak çalışmalar yaptıklarını müşahede ettikçe, etrafın da sağlamlaşacaktır.

Bir davaya gönülden inanmış bir kişi, başlangıçta yalnız bile olsa, zaman onun haklılığını ortaya koydukça, kısa bir süre içinde etrafı çelikten surlarla örülecek ve başarıya kilitlenilecektir.

Allah daima doğrularla birliktir.


17 Temmuz 2015 Cuma

Amaç, MHP’yi Baraj Altında Bırakmak!.


 “Neyin mutabakatını nasıl yapıyorsunuz. Ülkemizin geleceğe yönelik atılacak bir adımsa bunun yeri parlamentodur. Bu parlamentodan güçlü bir şekilde çıkınca onun bir değeri olur. Bölücü örgüte sırtını dayamış olanlarla bir mutabakat asla yapılamaz böyle bir şey düşünülemez.” (CB’nin Bayram Namazı çıkışı gazetecilere söylediklerinden – Kaynak Hürriyet Gazetesi)

Rüya mı görüyorum, hayaller içinde miyim, konuşan kim? Demokrat kimliği ile ünlenmiş bir İsveçli Bakan mı?

Bu cümleyi parçalara ayırmak, her biri üzerinde kafa patlamak lazım:

1.(Neyin mutabakatını nasıl yapıyorsunuz) : gerçekten, gerçekten neyin mutabakatı? Dolma Bahçe Sarayı’nın geniş salonunda, klasik koltuklara kurularak, neredeyse dalakları, ciğerleri görülme derekesinde zevk içinde gülerek açıklanan o mutabakat metni. Tarafları kimlerdi? a) İmralı Canisi Apo, b) TC’yi temsilen CB Tayyip Erdoğan görevlendirdiği yetkililer ve hükumeti… Gerçekten neydi o mutabakat?

2. (Bunun yeri parlamentodur) : Allah, Allah!.. Yıllarca, ‘eğer bir çözüm varsa, eğer bir mutabakat varsa bunun görüşüleceği yer parlamentodur’ diyenler kimlerdi ve siz ne cevap veriyordunuz? Peki, bir kere bile olsa, parlamentoyu toplayarak, nedir şu çözüm süreci, hedefi nedir, varılmak istenen yer neresidir? Anlattınız mı, bilgi verdiniz mi? Ee, bu cümlenin amacı, manası nedir o zaman?

3. (parlamentodan güçlü bir şekilde çıkınca onun bir değeri olur) : Aynı konu, defalarca kendisine söylenilmiş bir söz. Bir kulağından girdi, öbüründen çıktı gitti. Bildiğim bildik, çaldığım düdük diyerek, taleplere ve eleştirilere kulaklarını kapattı. Şimdi tutmuş, kendisi seslendiriyor. Kendisinde öylesi bir güç vehmediyordu ki, 2071 planlarını bile yüksek sesle seslendiriyor ve kendisinin asla oturduğu koltuklardan indirilemeyeceğini var sayıyordu. Böyle olunca, muhalif sesleri duymamak yaptığı en iyi işlerdendi…

4. (Bölücü örgüte sırtını dayamış olanlarla bir mutabakat asla yapılamaz) : Bir kez daha hayretler içine giriyoruz. Bu sırada, Oslo müzakerelerini, Habur girişlerini, terörle mücadele eden ordunun kışlalarına tıkılmasını nasıl ve kime söyleyebiliriz? Sanki tüm bunları muhalefet yaptı da, kendisi de eleştiriyordu?

Bu düşüncelere nasıl varıldı? Bakalım:

****

7 Haziran milletvekili genel seçimlerinin gecesinde MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli gece yarısı yaptığı açıklamada, tek parti iktidarının yıkıldığını ve önümüzde koalisyon hükumetinin kurulacağını, en uygun hükumetin AKP-HDP koalisyonu olduğunu, gerekirse CHP’nin de bu hükumete dâhil olabileceğini,  MHP’nin de muhalefet görevini yapacağını, bunlar gerçekleşmezse Kasım ayında seçime gidilmesi gerektiğini söylemişti.

Aradan geçen bir aydan fazla sürede, sözlerinin tuttular ve fikirlerini değiştirmediler. Bu arada HDP’nin yok hükmünde olduğunu, onların devleti ve vatanı bölmek peşinde olduklarını sık sık hatırlatarak gündemde tuttular.

Çözülme sürecinin AKP-HDP ortaklığı ile bugüne kadar getirildiği ve koalisyonun bu iki parti tarafından ve CHP’nin de ortak edilerek kurulmasını tekrarladılar.

Yeni hükumeti kurmakla görevlendirilen Davutoğlu’nun yaptığı ilk tur görüşmeler büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Sonuçta koalisyon kurulamama ihtimali güçlendi.

45 günlük süre hızla ilerliyor. CB’nin öteden beri ‘tekrar seçim’ isteği biliniyor ve kesin olarak seçime gidiyoruz. Öyleyse seçim hazırlıkları şimdiden başlamalı. En kısa yol ise, MHP’ye giden AKP oylarının geri alınması, milliyetçi söylemlere sarılarak (PKK ve HDP düşmanlığı gösterilerek) MHP oylarına göz dikilmesi ve MHP’nin baraj altında kalması sağlanarak, onların oylarının, seçim sisteminin bir getirisi olarak birinci partiye kaydırılması.

Plan bu…

Milliyetçi söylemlere ağırlık verilmesinin sebebi budur. Yoksa Bayram Namazı çıkışı söylenilecek sözler midir bunlar? Kutlama yapılır, sağlık dilenir o kadar.

Kazanmak için her şeyi yaparlar, gözü kara saldırırlar…

Yalnız bu durum, bir akıl tutulmasını, basiret eksilmesini anlatır. Her şeye rağmen seçime gitmeyi düşünenlere hatırlatırız. Aceleyle karar verilmesi, telafisi zor durumların meydana gelmesini sağlar ki,

Son pişmanlık da fayda vermez. Bizden hatırlatması…

NOT: Bayram tebriki konulu bir yazı yazmak üzere oturduk. Şu çıkana bakınız? Bayramınız kutlu olsun…


Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...