28 Kasım 2013 Perşembe

İhtardır…

Hayatımızdaki sıkıntılar, bunalımlar, kırıklıklar, mutsuzluklar, kavgalar… Bize dayatılan yanlış doğrulardan kaynaklanıyor olabilir.

Dayatmak; doğru olmayan, Hakk olmayan (yok ya, bizim algımıza göre), tümden kabulü olmayan, üzerinde itirazları olan fikir, kanun, birilerinin kabulleri gibi verilerin herkes tarafından kabul görmüş gibi işlem görmesi halidir diye tarifi mümkün müdür? Sanırım mümkündür.

Yıllar boyu hakikat ehli, tasavvuf ehli, edebiyatçı, Hakk aşığı.. gibi sıfatlarla televizyon ekranlarına çıkartılarak, bizi kandırmışlar. Mutasavvıf dediler. İnandık. Edebiyat ehli dediler inandık. Her çıkışında ekranlara dikkatle dinledik. Ne söylüyor, neler anlatacak merakıyla ağzına tüm dikkatimizle baktık.

Şimdi şunu söylüyor: “Durduk yere vatan haini damgasını yemek istemedim”. (*)

Ne acayip, ne gayr-ı imanî, ne kafir, ne anlamsız, ne lüzumsuz.. bir cümle!...

Durduk yere Yezit’in Halifeliği’ne karşı çıkmamıştı Hasan-Hüseyin,

Durduk yere derisini yüzdürmek istememişti Nesimi,

Durduk yere kellesini vermek istememişti Mansur,

Durduk yere idama gitmemişti Galileo,

Durduk yere Kurtuluş Savaşına girmemişti Mustafa Kemal,

Durduk yere cenaze namazı kılınmamıştır Öktem’in,

Durduk yere yüzlerce ilim adamının işine son verilmemiştir,

Durduk yere…

Ne diyor bu büyük tasavvuf ehli?

“Durduk yere vatan haini damgasını yemek istemedim”.

Ben söyleyeyim.

Sen ne tasavvuf ehlisin, ne de hakikat ehli.

Yıllardır bizi kandırmışsınız. Biz de yedik.

Söyleyeyim sana be hey gafil.

İşin içinde ‘vatan haini’ damgası yemek bile olsa, hakikati zamanında söyleyeceksin.

Aksi halde sana, yalaka derler, yalak derler, yağdanlık derler, lüzumsuz derler, anlamsız derler, koltuğunu sağlamlaştıran derler, makam yükselten derler…

Sana öğüdüm olsun:

Vazgeç bu mutasavvıf dedirtmekten, vazgeç hakikat ehli söyletmekten, vazgeç ilahi ve manevi kavramları kendinde varmış gibi anlattırmaktan…

Vazgeç.

Otur,

Paranı kazan, makamını götür, mevkiini ihata et, edebiyat, kitap, yayınevi, yazar, yorum, eleştiri filan diyerek koltuğunu sağlamlaştır…

Ve,

Fakat asla şu tasavvufa filan bulaşma.

Hele, hele hakikatten asla bahsetme.

Tavsiyemizdir.

Otur, oturduğun yerde. Ye, iç, nefes al, nefsini bastır.

Fakat asla, tasavvufu, hakikati karıştırma…

Be hey cahil;

Bu, fakir, bu, her gördüğünü kabul eden, bu, garip millet evlatlarına yalan söylemeyi bırak.

Yeter artık.

Radde’yi bitirmeyin.

Adam olun.
(*) Rasim Özdenören, 6 Ekim 2013 Yeni Şafak

26 Kasım 2013 Salı

Kılıçdaroğlu Cumhurbaşkanı Adayıymış

“Sarıgül, CHP üyelik kartını almış.

Kılıçdaroğlu, “çare elbette Sarıgül” demiş.

Söz konusu olan İstanbul tabii.

İyi de, Sarıgül’ü İstanbul ile doyuramazsınız. Onun gözü CHP Genel Başkanlığı koltuğunda.

Soros abileri ona genel başkanlık sözü verdiler.

O vakit Sayın Kılıçdaroğlu, söyler misiniz;

Bir yanda Tayyip, diğer yanda Sarıgül,

Ohh.. al gülüm ver gülüm.

Ne olur bu memleketin hali?

Tekrar ediyorum: Sarıgül’ü, İstanbul Belediyesi tatmin etmez… onun gözü CHP genel başkanlığı koltuğunda.

Yapmacık, güvenilmez, konuşurken yalan söylediği aşikâre belli olan bu zatı başımıza kim musallat ettiyse…”

***

Ogün bunları yazmışım sosyal medya sayfalarında.

Sarıgül’ü artık kesmez İstanbul Belediyesi, onun gözü daha da yükseklerde. Yüksek dedikse, öncelik tabii CHP Genel Başkanlığı. Zaten içindeki hırsı bilmeyen yok. Hırsı, kendisini itekleyenlerden kaynaklı. Karanlık çevrelerin kahramanı Sarıgül. Doğrusu, istedikleri gibi de başarıya koşuyor. Tard edilmişliğin verdiği gizli çekememezlik ise karakterinin oluştuğu nokta.

Bir türlü cevabını bulamadığım soru şuydu: nasıl olurda, ihraç edilmiş bir kişi şap diye kabul edilir üyeliğe? Yanlış hatırlamıyorsam on kadar aleyhte oy vardı. CHP Genel Başkanı’nın aklında bir şeyler olması lazım.

İktidar partisinin topallamaya başladığı şu günlerde, tam da partisi gaza basacakken ne diye kendisine büyük bir rakibi alır partisine?

Siyaset zor zanaat. Kırk tilkiyi kafanın içine yerleştireceksin ve dar alanda koşturacaksın ama hiç birinin kuyruğu birbirine değmeyecek. Zor iş. Başarabilene ise ‘usta’ diyecekler.

Öyle gümbürtü kopardı ki Sarıgül, 400 Bin kişilik destekçi ordusu daima arkasındaymış resmini verdi. Medya desteği ise öteden beri belliydi. Yaptığı köy ziyaretleri, taziye ziyaretleri, güreş meydanı ziyaretleri… bile önemli haberler sırasında ekranlara taşındı, belgesel nitelikli anlatılara girişildi.

Kılıçdaroğlu bir belayı bile-isteye aldı başına. Peki, düşüncesi nedir, siyasi satrançta hangi taş ileri sürüldü?

Genel Başkan olarak girdiği seçim sonuçları başarılı değil. Bir genel seçime daha girer ve maazallah başarısız olursa, CHP tarihine kara harflerle yazılacak.

Tedbir nedir?

Hürriyet’teki, 17 Kasım tarihli yazısında Tolga Tanış problemi çözüyor. Doğrulattığı haber şöyle:

“Kılıçdaroğlu Cumhurbaşkanı adayı olmak istiyor, büyük bir finale hazırlanıyor, ya kazanıp Cumhurbaşkanı olacak, ya da emekliye ayrılacak”.

Bingo!..

Yani, koltuğunu elleriyle Sarıgül’e ikram edecek, Cumhurbaşkanı adayı olarak istifa edecek, kazanırsa iyi, kazanamazsa Sarıgül’lü CHP başarısızlık yaşayacak. Ayrıca balonu sönmüş bir CHP’nin genel başkanı olarak da genel seçimlere katılmayacak.

Bu siyaset zor zanaatmış zor zanaat.

24 Kasım 2013 Pazar

Tarihe Bakış

Tarihi hadiselere bakışı;

1-   Muhafazakâr bakış,
2-   İlmi (akli, ahlaki)  bakış:

Olarak ayırdığımızı düşünelim.

Gözden göze fark vardır ya, biz de böyle kabul edelim. Şimdi, şöyle söylüyor tarihçi sıfatıyla anılan birisi. “Dünyanın en zengin başkanı Atatürk”. Sonra şöyle söylüyor utanmadan: “Devletin memuruna maaş veremediği zamanlarda, Atatürk’ün maaşı bugünkü parayla 60 Milyar liraydı.” Bu bir bakış açısı, böyle de açıklanabilir, böyle de anlanabilir ve anlatılabilir, “geriye kim için, kime ne bıraktı”? Sorusunu sorarak da anlatılabilir. Durduğu yere, hizmet ettiği fikre, para kazandığı, statü edindiği topluluğa göre anlattıkları kendilerine göre doğrudur.

Sonra, demokrasi denen algının günümüzde kazandığı irtifaya göre düşünerek, 90 yıl önceyi eleştirmek de mümkündür. Hatta bu zavallı bakış sahibine niye sadece 90 yıl, 150 yıl, 300 yıl, 1000 yıl önceyi niye bu mantıkla eleştirmiyorsun diye soramazsınız. O zaman, demokratlığı aklına gelir! Demokrasi ile sizi vurmaya kalkışır.

Muhafazakâr kelimesi ile vurguladığımız tarz, ‘izm’ler tarafından sıkıştırılmış, idelojilerin tuzağına düşmüş, neyi korumaya çalıştığının bile farkında olmayan zavallı bir tarzdır. Okuduğu değil, okunandan kendisinin ne çıkarttığı ve nasıl yorumladığı önemlidir. Dahil olduğu toplum (cemaat, menfaat topluluğu) içindeki statüsünü kaybetmeme ve hatta daha da perçinleştirme çabası da vardır, tek amacı bulunduğu çıkar topluluğu içindeki statüsünü sağlamlaştırmadır. Tarihte olan olayların, ne, niçin, nasıl olduğu ve kim tarafından, niye yapıldığı değil, beynine yerleşen (yanlış veya doğru) fikirlerini o tarihi olayı nasıl değerlendirir ve yorumlarsa destek sağlayacağını düşünür ve ona göre işlem yapar. Onun için tarihteki hadise, “ne oldu, gerçekten ne oldu” (Ömer Faik Anlı, Postmodern dünyada tarih yazımına karşı eleştiriler) sorusuna cevap aramak değildir. Tarihi olay her ne ise, menfaat topluluğuna nasıl hizmet edeceği sorusu, asıl onun davranışlarını ve yönünü belirler. Örnek mi; hiç çocuğu olmayan tarihi bir şahsiyetin torunlarından aldığı mektubu yayınlamakta beis görmez, yeter ki, kendi ideolojisine hizmet etsin. Tabii, dahil olduğu cemaatin hoşuna gidecek sözler ve cümleler dizdiği için, el üstünde tutulur ve yazıları, kitapları okuyucu rekoru kırar, bu aradaki kazancına karışamayız. Onun amacı, para, menfaat değil yalnızca Allah’ın Rızası’nı kazanmaktır!. Hâsılı, muhafazakâr tarih yazıcısının amacı, hakikati belirleyip gün yüzüne çıkartmak değildir. Zaten böyle bir amacı veya gücü de yoktur. “Geçmişi görünür kılan tanıklıklar taraflı ve eksikken, bunun üzerine tarihçinin mensubiyet bağları ve tarafgirlikleri devreye girmektedir. Tarihçi, seçtiği metinlerden (tanıklıklardan), bu metinleri bir araya getirme yöntemine kadar epistemolojik, ideolojik, dini, felsefi aidiyetlerinin etkisi altındadır. Daha da önemlisi bu aidiyetlerin bir bileşkesi olarak belirli ‘iktidar’ların bilinçli ya da bilinçsiz ‘uygulayıcısı’dır. (Ömer Faik Anlı, aynı çalışmadan)

Hakikatin su yüzüne çıkması, görünür ve bilinir hale gelmesi, beynini kiraya vermişlerin çabalarıyla önlenebilecek midir? Asla. Çünkü tarihin aktarılmasındaki bilerek veya bilmeden yapılan hatalar, hakikati asla kapatamaz. Belgeler, olaylar, bilgiler bir gün su yüzüne, namuslu tarihçiler eliyle çıkacaktır (çıkar). Çünkü tarihi yapan halktır, gerçek tarih halkın zihninde, genlerinde saklıdır. Her dönemde bulunan, emperyalizmin paralı askerleri ne kadar çabalasalar da hakikati örtemeyeceklerdir.

“Yanlış algılamaların yaygınlaştırılması, halkın elini kolunu bağlayıp beklemesini sağlamanın yollarından birisidir. ‘tarihin sonunun geldiğini’ dolayısıyla artık yapılacak bir şey kalmadığını söyleyenler de aynı amaç doğrultusunda tavır almışlardır.

Allende, gerçeğin bu olmadığını, canını almak amacıyla başkanlık sarayını kuşatmış olan emperyalizmin hizmetindeki güçlerin ayak seslerinin ortalığı kapladığı bir sırada şöyle haykırmıştır: ‘tarihi yapan halktır, halkın bu görevini sürdürmesini hiçbir güç engelleyemeyecektir’.” (Prof. Alpaslan Işıklı, 3 Ocak 2012 İlk Kurşun)

“Atatürk’ün mirasını bilim ve Türk milletinin geleceği için kullanmayan adamlar, iktidarlara yağdanlık olmak için millete ve Cumhuriyet’e ihanet için yarışıyorlar.” (Mustafa Önder, haberiniz.com.tr, 29 ekim 2013)

Emperyalizmin sesini dillendirenlere, manda talep edenlere karşılık, Sivas Kongresi’ne tıp okulu temsilcisi olarak katılan Hikmet Boran’ın, Mustafa Kemal Paşa’ya hitaben yaptığı konuşmayı, Prof. Nurullah Çetin, 3 Kasım tarihli yazısıyla haberiniz.com.tr de yayınladı, okunursa tarihin nasıl yapıldığı ve bu tarih yapanların bıraktığı miras nasıl nesilden nesile aktarıldığı anlaşılmış olur. Bu sebeple, hainlerin olması ne kadar doğal ise, karşı duranlar da olacak ve daha sağlam, daha inançlı olarak karşı durmaya devam edeceklerdir. 


Tarih yazıcısı, ilimden, akıldan, vicdandan uzaklaştıkça, emperyalizmin kucağına düşmesi kaçınılmazdır.

21 Kasım 2013 Perşembe

‘Yükselen’ler korkutur Beni!

Mustafa Önder Hoca 25 Ekim tarihli yazısında “yükselen milliyetçilik” tanımını kullanmış. Nedense korkutur beni bu “yükselenler”. Çünkü yükselenleri, bir yükselten vardır. Altında sehpa, odun, vinç… ne bileyim işte bir şeyler, birileri vardır diye hep korktum. Krikonun düğmesini bir tarafa çevirirseniz, koluna bastıkça yükselir, bir başka el gelip düğmeyi aksi yönde çevirirse inmeye başlar. Yükselenler hep korkutmuştur beni.

Nitekim 1980’den sonraki siyaseten yükselenler böyledir. Hangisini söylerseniz söyleyin. Yükselerek işbaşına gelenler, alçalarak ayrılırlar. Tabiî büyümenin, gelişmenin dışındaki yükselmeler, çabucak düşmeyi de beraberinde getirir.

‘Yükselen’lerde ‘put’laşma, ‘put’laştırma ve tapınma gidişatını da görürüz. Kimi zaman, hatta çoğu zaman ‘diktatör’leşmeler de ‘yükselen’lerin kaderidir. Dalkavuklar ‘yükselen’lerin etrafında pervane olur ve daima ayaklarında prangadırlar, inancı ve kabulleri hiçte onlarla ilgili olmasa da öyle zavallılar idareleri doldururlar ki, ‘yükselen’in uğrunda gecesini gündüzüne katanlar dışarıda kalırlar ve gönül kırıklılıkları yaşanır istenmeyen bir durum olarak. ‘Yükselen’e dokunmak bile ibadetten sayılır, nikâhına girmiş gibi addedilir, hatadan ari kabul edilir, her yaptığında bir hikmet aranır…

İyi, ama çok şeyler (hizmet) yapmak istediğinde yükselen, tıpkı hızla yükseldiği gibi yapmak istediklerini de onu yükseltenler (güç, iç veya dış) ele alarak küresel çetelerin kucağına yuvarlar. Bu duruma hayır diyemez çünkü onlar getirmişlerdir ve onların direktiflerini yerine getirmek mecburiyetinde hisseder kendini, düşünme yetisi, yükselme hızı ile orantılı olarak, yükseltenlere devredilmiş durumda olur.

İdaresine memur edildiği millet evlatlarını harcamaya, tüketmeye özendirir. Kolayca borçlandırılacağı sistemi düzenler ve halk az çalışıp, kolay tüketme alışkanlığı kazandıktan sonra, ‘yükselen’e meyil edenlerin de sayısı durmaksızın artar. Destek arttıkça ‘yükselen’ onların sözde rahat ve huzuru için kolayca satın alınan evler, otomobiller, tüketim malzemelerini emre amade kılar. Görüntüde refah arttıkça, battıklarının farkında olmayan halk uykudan uyanana kadar, birileri (terör örgütü diyebiliriz) atı alıp Üsküdar’ı geçmiştir artık. Halk için yapacak tek şey vardır, yeni bir ‘yükselen’ aramak. (Bu paragrafın ana fikrine karşı fikir geliştirmek isteyen okurlarımıza, bankaların bilanço kârları, kredi kartı satışları, tüketici kredileri dağıtımı, bankaların sanayi ve ticarete değil, bireysel kredilere ağırlık vermesi, ödenemeyen kredi kartları ve bireysel kredi taksitleri ve haciz işlemlerine muhatap olan zavallılar araştırmasını yapmasını öneririz.)

Her neyse, ‘yükselen…’ tanımlaması korkutur beni.

Oysa yükselmek isteyenin yükseklere bakması, zirvelere tırmanırken de ayaklarının, ellerinin, vücudunun parça parça olmasını isterim ki, vardığı yerin idrakinde olsun. Oradan aşağılara bakınca zavallılar sürüsü değil, kendisinin geldiği yeri görsün. Oradakilerin kendisi olduğunun idrakinde bulunsun. Zirveye çıktıktan sonra, aşağıdakilere alaylı tebessümler fırlatmasın. Yükseldiği için, devleştiği zehabına kapılmasın, altından bir sebeple iteklendiği için yükseldiğini anladığı anda büyü bozulur, öyleyse kendisi ‘büyük’ olsun, ‘büyük’ olduğu için tepelerden bakma alışkanlığında bulunsun, yani büyük düşünsün, büyük işler yapsın. O zaman işlerin rengi değişecektir. Yapılacakların, olacakların ‘yerli yerinde’ ve Bi-Hakk’ın olacağı, yapanın edenin bir sahibinin olduğu ve kendisinin ancak aracı olduğu bilinci ile hareket etsin.

O zaman her şey güzel olacaktır.

17 Kasım 2013 Pazar

Çıkış Yolu


Daima karmaşık, har zaman çapraşık soruların en başında gelir çıkış yolu. Bu soru, hem muazzam ufukların göründüğü kişi açısından, hem de önünde hiçbir şey göremeyen kişi açısından doğru bir sorudur. Yolun görünen ve veya görünemeyen ilerileri için gözün görüş açısı, bakanın bakış kesinliği ile ilgilidir. Önce çıkış mı düşünülmelidir, yol mu? Çözülmesi gereken soru belki de budur. Badireden çıkış önemli ise de, çıkışa giden yol daha önemli değil mi?

Yol önemliyse, yolcuyu ne yapacağız? Yolcunun, ayığı var, sarhoşu var, delisi var, akıllısı var… Hangisi?

Nitekim yola çıkanın, çıkış yolunu daha kolay ve çabucak bulacağı sonucuna varmak mümkündür.

Heeyy… özgürlük diyenler!..

Özgürlüğün, ilk iki harfi olan ÖZ’den haberli misiniz?

Öz’ü bilmeyen, anlayamayanlar bahsetmesin ‘özgürlük’ten.

Öz’üne dost olamayan bahsetmesin özgürlükten.

Özgür insan (Veli) özündeki öz ile âlemlerin Rabbi ile bir olup, özüne güvenerek, bütün güzel isimlerin açıklandığı, açığa çıktığı, göründüğü, evrensel bir izahın özetidir. Özüne güvenen, aynı zamanda güvenilen, eminlik makamındaki zattır o. Özüne vakıf olamayan bahsetmesin özgürlükten.

İşte, çıkış yolunda arayacağımız bir garip yolcudur rehberimiz. Yola çıkmak, çıkışı bulmak ancak Öz’ünü bilen, Öz’üne dost, Öz’gürlerle olabilir ancak.

Öz’gürlüğün belirtisi sessizlikte gizlidir. Olaylara vukufiyet, sessizce seyir halinde ve belki tebessüm ederek. Bunun aksi kibir ve iblislik. Hakk’a diretme, inat etme. Kendini onun yerine koyarak, firavunluğunu ilan etmek. Etrafımız bu tiplerle dolu. Bize kalan onlara kanmamak, aldanmamak.

Öz’den ayrılmamaya çalışmak.

Öz’gürlük için,

Unutulmaması gerekeni tekrar edelim:

Öz’ünü bilmeyenler, Özgürlükten bahsetmesin.



15 Kasım 2013 Cuma

Maden İşçisi

Benim babam,

Sollon ve Drakon’u tanımayan bir maden işçisiydi.

Gün ışığı görmeyen dehlizlerde salladı kazmayı,

Ekmeğe değene dek.

Ekmeğini eline, gri olmayan,

Açıkça helalinden aldı.

Gri gökyüzünün mavi görünümünde,

Sevgi dolu,

Kucağında ekmeğiyle akşamüstü…

Defterleri dürülesice kan emicilerin sultasından kurtulunca

Soluk soluğa huzurla,

Alın terini,

Verip karısına,

Şöyle bir uzanırdı sofaya…


Sarı baretin altındaki inanç,

Sollon ve Drakon’dan bihaber.

“Ekmeği için”

Vurduğu -pençeler- gelirdi yadına an be an.


Mülk.

Adalet.


?

Mülk; Benim.

Adalet; Benim.

Peki temel?

Yüzyıllardır süregelen kandırmaca savaşlarının kanlı bilançosu.

O halde temel de benim.

Ey devlet yetkilileri!

Adalet; sizin elinizden dağıtılıyor.

Mülkümü size emanet ediyorum.

Mülkümün temeline adaletinizi koyuyorum.

Ve,


Babam, öylece derin uykuya varırdı.

Mayıs/2005

13 Kasım 2013 Çarşamba

Türkler ve Göç

Biliyor musunuz, dünyanın hemen her devletinde, her ülkesinde olan, oralarda ticaret, siyaset, spor, sanayi dallarında faaliyet gösteren ve konularında başarılı olmuş tek millet ve o millettin insanı kimdir?

Türk’tür biliyor musunuz?

Göç, kaderidir Türk’ün.

Göçmek zorunda hisseder kendini. Misyonudur. Bu, ama ticari, ama geçinme, ama idari lüzumlarla başlar ama göçer Türk. Şu bizim neo-liberallerimiz ve siyasi dincilerimiz tarafından iğrenerek anlatılan Türk var ya, onlar dünyanın hemen bütün devletlerinde yurt edinmişler ve aynı zamanda kendilerini de kabul ettirmişlerdir.

Bunun ne anlama geldiğini, o gülümseyerek, küçümseyerek anlatarak bilen sıfatını saydıklarımız bilirler. Ve niye, öyle davrandıklarını da bilirler, bilirler ama izah edemezler. Niçin, Türk’e karşı olduklarını bir türü izah edemezler. Çünkü kendileri de güya Türk’türler. Bir türlü Türk olmayı kabul edemezler. Bu durum, sosyologların, sosyal psikologların araştırmasına, incelemesine, analizler yapmasına muhtaçtır. Doğrusu bu durumu biz de anlamakta zorluk çekiyoruz. Çünkü bu durum öyle parayla, pulla, şanla, şöhretle filan izah edilecek bir durum değil. Bir insan nasıl olur da, anasına, babasına, kardeşine, komşusuna düşman olabilir, bu anlaşılabilir bir durum olamaz..

Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum, ‘Türk olmak’tan bahsediyoruz. Etnik kökeni ‘Türk’ olandan değil. Bizim böyle bir derdimiz yok. Milletimizi etnik yapılarına göre ayırarak, ayrı, çok ayrı devletçiklerin kurulması bizim amacımız değil, olamaz.

Göç ve Türk’ü anlatmaktır, kalemimize geldiği kadarıyla.

Bilinen tarihin başlangıcından itibaren çok çeşitli sebeplerle Türkler vatanlarını terk etmişler ve yeni alanlar zapt ederek vatanlaştırmışlardır.

“Hiçbir göç sahası tamamen boş ve sahipsiz bir yer olmamaktaydı. Göç hareketinde bulunan kütle, buradaki yerli topluluk veya devlete karşı hâkimiyet mücadelesi vermek ve bu mücadeleyi de kazanmak zorundaydı. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, göç hareketinde bulunan kütlenin, yeni göç sahasındaki yerli halkı ya hâkimiyeti altına alması ya da onu buradan sürmesi lazım geliyordu.” (Prof. Dr. Salim Koca, Türklerin Göçleri ve Yayılmaları)

Göç sebepleri neler olabilir?

“1. Tabii (doğal) afetler ve salgın hastalıklar, 2. Nüfus artışı ve otlak yetersizliği, 3. Siyasi anlaşmazlıklar, 4. Ağır dış ve iç baskılar, 5. Fetih arzusu ve yeni vatanlar” (Koca, aynı eser)
Tarihin kaydettiği göç sebepleri günümüzde de ayniyle süregitmektedir. Benzer sebepler yüzünden vatanını terk ederek dünyanın hemen her devletine kadar gitmişlerdir. Tarihte göç edenler vardıkları yerin ahalisini iterek ve onların yerlerine sahip çıkarak olmuştu. Zamanımızda, devletlerarası siyasi ve ekonomik ilişkiler göçleri karşılıklı anlaşmalarla kurallara bağlamıştır. İşçilerin göçü, öğrencilerin göçü, sermayenin göçü, ilmin göçü, beyin göçü.. gibi çeşitli kategorik göçlerle karşılaşmaktayız. Sonuç göçtür ve izlendiği, gözlendiği kadarıyla, Türklerden başka millet yoktur ki, dünyanın hemen tamamına kadar varsın. Vardıkları ülkelerde, onların örf adetlerine intibak süreleri kadar bir zaman geçtikten sonra da, tıpkı oraların ahalisi gibi ekonomik çevreye, ilim çevresine, spor çevresine, siyasi çevreye derhal intibak (entegrasyon) etmekte ve de çok başarılı örneklerini görmekteyiz.

Göç uğraşında vahim bir tehlike vardır. Göç edenlerin vardıkları yerin kanunlar, kültür, töre, adetlerini uygulamaları ve kendilerini yeniliklere intibak ettirmeleri istenen, olması gereken olsa da,göç edenlerin kendilerini, girdikleri çevrenin cazibesine kaptırarak, kültür ve kimliklerini kaybetmeleri de ihtimal dahilindedir, nitekim:  “Avarlar, Peçenekler, Uzlar ve Kumanların Karadeniz’in kuzeyindeki bozkır sahalara, Orta Avrupa’ya ve Balkanlar’a sahip olarak, Kiyef Knezliği’ni ve Bizans İmparatorluğu’nu baskı altına almışlardır. Zaman zaman da Bizans politikasının oyununa gelerek birbirlerini kırmışlar ve yok etmişlerdir. Daha da kötüsü onlar, askerî alanda gösterdikleri başarıyı kimliklerini ve kültürlerini korumakta gösterememişler, yeni kültür çevresi içinde eriyerek, ebediyen Türklük dünyasından kopmuşlardır. (Koca, aynı eser) (Aynı durum an itibariyle, Hindistan, Afganistan’da yaşayan Türkler için söz konusudur)

Türkler, karşılaştıkları kültürlere açık olmaları, yeniliklere yüzü dönük olmaları ve çok kolay kandırılmaları sebebiyle, dünyanın en kolay asimile edilebilen milletidir.

Çünkü utanma duygusu taşıyan, ayıp olmasın diye düşünen, karşısındakini incitmek istemeyen, mesela Türkçe konuşursam kırılır mı diye fikir yürüten, onlar gibi olayım da beni kabul etsinler düşüncesinde olan başka bir millet daha yoktur. Bu özelliğinden dolayı milletin kültür zenginliğine sahip olmasının yanında, kendisini çabuk kaybetmesi de varılan bir sonuçtur. Bu istenmeyen, beğenilmeyen özellik nedeniyle millet evlatlarının muhafazası önem arz etmektedir.

O halde, dünyanın hemen her yerinde başarılarıyla övündüğümüz Türklerin, milli kimliklerinden, kültürlerinden, dillerinden, dinlerinden kopmamaları için devletimizin üzerine düşen görevler vardır. Oralardaki Elçilikler bir görev olarak, kurulan dernekler, vakıflar vasıtasıyla milli kimlikleri, dilleri ve dinleri hakkında geniş ve tatminkâr çalışmalar yapmalıdır.

Unutulmamalıdır ki, yurt dışında yaşayan, oraları vatan tutmuş Türkler, bizim uç beylerimizdir.

11 Kasım 2013 Pazartesi

Politika, Politikacı, Nutuk iradı!

Beşar Esad düşmanlığının başlatılmasıyla, ‘Gezi’ protestocularına polis saldırısının yapılması arasında aynı telaş ve acelecilik etkisi görülmektedir. Mursi’ye yapılan darbe ile Gezi eylemlerinin kendisine yapılacak muhtemel bir darbenin aynısı olduğunun düşünülmesinde de aynı telaş ve aceleciliğinin varlığını düşünmekteyiz.

Kendilerini korumak ve yerlerini sağlamlaştırmak adımlarından başka bir şey değildir.

Mursi üzerinde ısrarla durulmasının sebebini de, AKP’nin iktidara gelmesi hikâyesi ile Mursi’nin iktidara gelmesinin benzeşmesinden anlıyoruz. Bir farkla, Mursi’yi askeri darbe yardımıyla, AKP’yi sandık darbesiyle getirdiler.

Bir de şunu anlayamıyorum. Mursi’nin geliş hikâyesinin darbe yardımıyla olduğunu hiç konuşmuyorlar.

Kendileri (veya yandaşları) iktidar olursa darbe iyidir, ellerinden iktidar alınınca darbe öcüdür.

***

Erdoğan’ın önünde, Saddam, Mübarek örnekleri var. Onların geçmişini inceleyerek varacağı kararın özeti, Avrupalı dostlarının ve stratejik ortak ABD’nin onlara neler yaptığının anlaşılması olacaktır. Karar ne olursa olsun, Saddam ve Mübarek iliştirilmiş liderlik için acı örneklerdir. Dik durmak tabiri belki bir müddet daha kendisini tahkim ederek koltuğunu sağlamlaştırmış olacak, fakat dik durmayı dikleşmek şeklinde anlayan dostları için, kendini anlatma fırsatları heba edilmiş olacak. İki örneğin sonucu, ağzıma bile almam ki, isteyeyim. Ülkemizde yaşanmamış olsun, yaşanamaz olsun dilerim. Ders almak isteyene çok üstün dersler çıkartılır. Danışmanlarının sözünü dinlemediği sürece, hatta onların görevlerini sonlandırdığı zaman rahata ereceğini garanti edebiliriz. Çünkü yanlış bilgi veriyorlar, yanlış yönlendiriyorlar. İki hastadan bir sağlam çıkartamazsınız. İki hastaya ancak, birden fazla doktorlar grubunun müdahalesi gerekir ki, salaha kavuşsun.

Nedir şu, “%50’yi zor tutuyorum” tehdidi? Şimdilik bu oran bana yeter, bu oran beni bir dört yıl daha koltukta tutar, gerisi Allah Kerim. Var mı başka bir izahat? ‘Çöpe atılmak’ veya ‘deliğe süpürülmekten’ korkuyorlar. Kim ister ki? Bu tehlikelerden kurtulmanın yolunu %50’yi ileri sürerek buluyorlar. Yanılıyorsunuz. O %50’yi nasıl tuttuğunuz âlemin dilindedir. Sizden önce de o %50 kimlere nasıl destek vermiş ve onların peşinden nasıl gözyaşı dökmüştü hatırlarız. En küçük rüzgârlarda bile tarafını bir anda değiştirebilen bu 50’lik güç, sizi de bir anda bırakabilir bir zayıf tabiyettedir unutulmasın. Demokrasilerde hiç güvenilmeyecek tek güç, oy verenlerin çoğunluğudur. Onlar rüzgârın estiği yöne göre tercih kullanırlar.

***

Bir türlü beceremediğim öğüt:
Az ye, az uyu, az konuş.

***

Politikacılarımızın başına gelenlerde, çok konuşmalarının etkileri incelenmelidir. Bir-kaç kişiyi toplu olarak gördüklerinde, konu ne olursa olsun, hangi his ve düşüncede olurlarsa olsunlar maşallah hemen başlarla konuşmaya. Sonra da gaflar, dil sürçmeleri, amacını aşan cümleler, ertesi gün düzeltilen sözler, hep yanlış anlayanların başkaları olduğunun dikkatlice anlatılması, kendilerinin daima iyi, doğru, düzgün laflar ettiğinin vurgulanması… zırva tevil götürmez dense de, bizimkiler anlamsız ve zamansız konuşmalarına devam ederler. Hem de her gün birden fazla yerde ve birden fazla konu hakkında.

Besbelli ki, bülbülün çektiği dili belası.

9 Kasım 2013 Cumartesi

Fenerbahçe, Kongre ve Seçimler


İç işleri Bakın Aksu’nun oğlu başkan adayı olmuş ve Beşiktaş’ı ele geçirme planlarını uygulamaya koymuşlardı. Beşiktaşlılar kilitlendiler, hasta yatağından kalkarak gidip oylarını kullandılar. AKP yenildi.

Olmasa, Trabzonspor olsun dediler. Ticari ortaklık yaptıkları zengin mi, zengin bir kişiyi aday yaptılar. Karşısında tanınmamış bir kişi vardı. Tek özelliği Oflu oluşuydu. Trabzonspor’u sevenler ve yad’a yedirmek istemeyenler, işini gücünü bırakıp gittiler oylarını kullandılar. Trabzon kazanırken, AKP kaybetti.

Bari, Fenerbahçe bizim olsun dediler. Nasılsa yıpratılan, yorulan ve sinir harbine dayanamayacak birisi var karşımızda. İşini elinden aldık, itibarsızlaştırdık dediler ve karşısına, hastaneler kralını, bir önceki dönem Futbol Federasyonu Başkanlığına taşıdıkları yandaşlarını aday yaptılar. Fenerbahçeliler biliyorlardı. Başkanları Yıldırım yorgundu, sinirleri gergindi… Fakat, AKPlilere bıraklamayacak, bırakılmaması gereken futbol kulüplerine sahip çıktılar. Rakiplerin harcadıkları milyonlarca liralık reklamosyonlarına kanmadılar ve gittiler (hiç görülmemiş bir katılımla) oylarını kullandılar. AKP bir daha yenildi.

Başbakan’ın, Aziz Yıldırım’a hitaben söylediği sözlere bakınca, kaçırılan kalenin büyüklüğü anlaşılıyor. Ne kadar çok umut bağladıkları anlaşılıyor. Kaybetmek acısının ne kadar sıkıntı verdiği anlaşılıyor. Ne büyük umutlar bağladıkları anlaşılıyor.

Kaybetmeye başladılar. Artık buna kendilerini alıştırmaları lazım. Sırada İstanbul, Ankara Belediyeleri var.

Allanmış, pullanmış medya operasyonlarıyla, büyük paralar harcanarak insanların gözlerini boyamaya çalışmaları da havaya gidecek. Artık millet uyanmıştır.

Hiç olmazsa: Beşiktaş, Trabzonspor ve Fenerbahçe kongre üyeleri kadar uyanmışlardır.

Başbakan’ın alelacele, üstüne vazife olmayan ve daha sadece söz olarak konuşulmuş konulara bile cevap vermesi, yenilgiyi hazmedemediklerini gösteriyor.

Meraklanmayın AKPliler.

Beterin beteri vardır.

Spor kulüplerine sahip çıkan halk, memleketine, diline, dinine, kültürüne de sahip çıkacaktır.


7 Kasım 2013 Perşembe

Uluslararası İstihbaratı Okuma veya Okuyamama-III

İsrail yetkililerinin Fidan hakkında ‘İran dostu’ suçlaması yapmaları aslında kendilerinin ve ABD’nin İran dostu olduklarını kapama çabalarından başkası olamaz. İran’a mecburdurlar çünkü ABD’nin içine düştüğü ekonomik krizden çıkmasının yolu (ve hatta tek yolu) İran altınları (ve İran’ın kullanma ihtimali olan altınlar) olarak görülüyor. Nitekim yeni seçilen Cumhurbaşkanı’nın ılımlı yaklaşması ile ABD-İran dostluğu pekişmiş ve açık olarak görüşmeler başlamıştır.

Irak’ın Kuzeyinde oluşturulan Kürt devleti ile ilişkileri de Hakan Fidan’ın yürüttüğü bilinmektedir. İsral’in Kuzey Irak’ı kendi ülkesi gibi gördüğü de bir gerçektir. Irak merkezi yönetimiyle çıkan petrol gelirleri krizi de, Türkiye’nin işin içine girmesiyle bir nebze düzeltilmiş oldu. Ancak, Kuzey Irak petrollerinin Akdeniz’e getirilmesi ve tankerlerle ABD’ye taşınması işi nasıl gerçekleştirilecektir? Bu noktada Mersin gündeme geliyor. PKK terör örgütünün Mersin’de yaptığı sokak eylemleri ve yandaşlarının Mersin’e yerleştirilmesi, aslında ABD’nin Kuzey Irak Petrolleri politikasının bir sonucudur(Bu noktada, ne olursa olsun, mahalli idareler seçiminin BDP ve AKP’ye kaptırılmaması büyük önemi haizdir.) görülüyor ki, her ne istenilmişse ABD tarafından şak diye yapılmıştır Türkiye tarafından.

Geçenlerde, Wall Street Journal gazetesinde bir haber yorum yazılır.

Tartışmalar da buradan çıkar Türkiye’de. Kimi Hakan Fidan’ın hedef gösterildiği, kimi Fidan üzerinden Başbakan’ın tehdit edildiğini filan yazdılar. Neo-Conlar’ın gazetesi olarak bilinir gazete. Elbette yazarları da onlardandır. ABD siyasetinin bildirimlerinin yapıldığı, gerektiğinde atanması istenen kişilerin, görevden alınmasını istedikleri kişilerin dikte ettirildiği gazetedir burası. Gazete yazısında “Fidan’ın Dışişleri Bakanı Davutoğlu’yla birlikte Türkiye’nin başta Suriye olmak üzere Ortadoğu’daki politikasının en önemli mimarlarından olduğu söylendi.” Bir şeylerin istenmediği şekilde gittiği anlaşılıyor ve birilerini günah keçisi durumuna düşürerek, kendi istekleri yöne itelemek çabaları vardır diyerek okumaktayız.

Kaldı ki, aynı yazıda İran’dan Kasım Süleymani ve Suudi Arabistan’dan Prens Bender Bin Sultan’dan da bahsedilerek “ABD’nin bölgede bıraktığı boşluğu bu üç isim tarafından doldurulduğu”vurgulanmıştır. Özellikle, Prens Bender hakkında Hüsnü Mahalli, Yurt Gazetesi’nde 8 ağustos 2013 tarihinde ‘Bender’ isimli yazdığı makalede, adı geçenin nasıl ve nerelerde yetiştirildiği, karakteri, ne amaçla Suudi Arabistan’a gönderildiği, yaptığı işleri hakkında etraflıca bilgi vermektedir. MİT Başkanı ile adı geçenin aynı yazıda değerlendirilmesi ise bizce talihsizlik olsa da enteresan bir durumdur. Belki de bize, aynı amaçlar için yetiştirilmiş üç kişiden bahsediyorlar.

Asıl olarak bu yazı hakkında; hem PKK’ya verilen sözlerin yerine getirilmesi ve hem de Suriye-Ortadoğu politikalarının gözden geçirilmesi konularında, Türkiye ve Başbakan’ının dikkatlerinin çekilmek istendiği siyasi bir değerlendirme ve veya Beyaz Saray’ın dikte ettirdikleridir diyebiliriz. Nitekim, Amerikan gazetesinde çıkan yazıdan sonra Irak Dış İşleri Bakanı Hoşyar Zebari şu mesajı verdi: “PKK, Türk Devleti’nin bazı isteklerini yerine getirmiştir. Çatışmalar durmuş ve bir kısım silahlı birliklerini sınır dışına çıkarmıştır. Şimdi top Türkiye’nin sahasındadır.” Böyledir, mesajlarını dört bir yandan dayatmaktadır ABD derin (Neo-Con) devleti!..

Hiçbir önemi olmayan, sıradan bir değerlendirme olarak görüyoruz.

Anlaşılmış olmalıdır ki, açık istihbarat kaynaklarından elde edilen fikirler (bilgiler) her ne kadar işlenerek bize kadar ulaşıyorsa da, artık bizim için ham bilgidir ve kendimiz ve görüşlerimiz doğrultusunda, yeniden işlenilmesi ve değerlendirilmesi gerekmektedir.

Verilen haber, yapılan yorum, gazetenin manşeti görüldüğü kadar değildir. Altındaki meram edilenleri çıkartıp, anlama ve değerlendirme faaliyetinden sonra kullanmalıyız.
(Bitti, Şimdilik.)

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...