31 Mayıs 2013 Cuma

“Adam Öğütme Değirmeni”


Otobüsün şoförü çömelerek oturmuş vaziyette başını ellerinin arasına koymuş, hem sigarasını tellendiriyor, hem de yanındakilere laf yetiştirmeye çalışıyordu. Belli ki sıkılmış bir hali vardı, yanındakilere haydi binin arabaya dedi. Ayağa kalktı. Uzun uzun baktı yan tarafındaki ayakta duran adama, sanki bir yerlerden tanıyormuş gibi düşündü, hatırlayamadı.

“Kaç kişi daha gelirse hareket edersiniz”? dedi adam.

“Ooo.. daha yirmi kişi gelmesi lazım” dedi şoför.

“Hımm.. peki bir adam binse hareket eder misiniz?”

“Olmaz.. dolması lazım.”

“İyi öyleyse biz de bekleriz. Sen bilirsin”. Dedi, adam.

“Haa… bak şimdi.. ‘sen bilirsin deyince değirmende kavga olmazmış… sen nerelisin?”

“Değirmenin olduğu yerden.”

“Değirmen…” derin düşünce vaziyetine girdi şoför, “Allah, Allah… bu memleketin her yerinde, her köyünde bir değirmen vardır. Sen neredensin?”

“Değirmenin olduğu yerden dedik ya!

Söyle bakalım, değirmende ne yapılır.”

“Ne yapılacak, buğday öğütülür ve un yapılır.”

“Hah, bizim değirmen de adam öğütülür… ben oradanım işte.”

“Olmadı şimdi” dedi şoför, “olmadı, iyice karıştı kafam, ben bunu bir hoca efendiye sormam lazım, bizim hoca akıllıdır, okumuştur, o şıp diye bilir ve verir cevabını.”

“tamam, yarın görüşürüz. Haydi, binelim bakalım otobüse.”

Bir süre sonra otobüs hareket etti ve gittiler.

Ertesi gün neler oldu, şoför hoca efendiye sorabildi mi, cevabını alabildi mi bilmiyorum. Ama şoförle birlikte kafası karışan birisi daha vardı orada. Ben.

‘Adam öğütülen değirmen’ hikâyesi basbayağı kafa karıştırmıştı. Adam şaka mı yapmıştı, ciddi miydi? Anlaşılamamıştı. Öylesine söylenip geçilen bir konuşma olamazdı bu. Sır saklıymış gibi geldi. “Adam öğütmek!” tanımı günlerce beynimi kurcaladı durdu.

Araştırmalar, soruşturmalar ve düşünceler iki sonuca ulaştırdı beni.

Birincisi; memleketimizde yetişmiş insan gücü, kendini geliştirmiş beyin gücü vardır. Devletin veya özel sektörün kıymetli elemanlarıdır bunlar. Öyle bir zaman ve durum meydana gelir ki, bu beyinler küstürülürler veya işten el çektirilirler. Onların yerine ehil olmayan ucube tipler getirilir, bu tipler onun-bunun adamı, falanca-filanca cemaatin üyesi, iktidar partisinin elemanları olabilirler. Böylece, yetişmiş ehil adamlar öğütülerek, memleket, millet onların beyinlerinden ve verebilecekleri eserlerden, hizmetten mahrum bırakılmış olur. Ehliyetsiz ellerde, hoyrat işler yapılır, vatan-millet zararına. Özellikle ülkemizde sıklıkla karşılaştığımız bir durumdur.

İkincisi; tamamen dünyaya gelişin hikmeti ve sebebidir. Milyarlarca beşer gelir dünyaya, insan olarak giden kaç kişidir acaba? Sanırım ‘adam öğütme’ tanımı bu anlamda kullanılmıştır.

“Değirmene beşer atılıyor ve adam olarak çıkıyor!”

Anlatılmak istenen bu olsa gerek.

Bir makalede okumuştum hatırlayabildiğim kadarıyla şöyleydi cümle: “Beşer, İlâhi isimlerin tamamını ortaya çıkarma istidadına sahip olan varlığın adıdır.” Öyleyse, şu cümleyi rahatlıkla söylemek mümkündür. İnsan, ilâhi isimlerin tamamını ortaya çıkarmış varlıktır.

“Nitekim, içinizden Rasûl irsâl ettik; âyetlerimizi size tilavet ediyor, sizi arındırıyor ve Kitabı, Hikmeti ve bilmediklerinizi öğretiyor.” (Bakara/151)

Ne için tüm bu çabalar? Elbette İnsan olabilmek.

“Ey Müddesir! Kalk da uyar!” (Müddesir/1-2)

Hizmet kesintisizdir. Her daim, her hizmette bir görevli olmalıdır ki, adaleti ile hüküm sürülsün. Adaleti adil olarak dağıtılsın.

Okullar kurulmuş, birinci sınıfa kayıtlar yapılır. Öğrenilir. Diploma alınır. Orta öğretime kayıt yapılır. Öğrenilir. Diploma alınır. Yüksek okula kayıtlar yapılır. Öğrenilir. Diploma alınır. Sonu yoktur eğitimin.

Şairin tanımı gayet yerindedir: insanı kavrayabilmek için, beşer bir vasfıyla güzelce tanımlanmıştır.

“Beşerin böyle dalâletleri var/Putunu, kendi yapar kendi tapar” (Tevfik Fikret)

İş o ki;

Adam öğüten değirmende yer bula kişi…


29 Mayıs 2013 Çarşamba

Şimşir Ormanı Ölüyor!!!...



Dünyada sadece üç bölgede varmış.

Birisi de Rize ilinin, Pazar İlçesi’nden yukarılara doğru çıkılınca, Çamlıhemşin İlçesi sınırları içinde, 15 hektar (150 dönüm) kadar küçük bir orman. Şimşir ormanı.

Şimşir ağacını, hediyelik eşyalar satılan yerlerde kaşık, kepçe gibi kullanım aletlerinden biliriz. Sert yapılı bir ağaç olduğu için, oymacılık ve el sanatlarında da kullanılan odunu, kaşık ve benzeri aletlerin yapımında sık kullanılıyor. Şimşir kaşıklarla yenen yemeğin tadı da bir başka olur hani…

Kullanım yeri önemli değil aslında. Bu orman tek, bir benzeri olmadığından, gen ormanı vasfındadır. Şimşir ağacının tohumları bu ormandan karşılanmaktadır veya karşılanabilir. Ülkemiz bitkilerinin ve ormanlarının genlerinin muhafaza edilmesi, tohumlarının saklanmasının önemini ziraatçılar, botanikçiler ve ormancılar bilirler.

“Kel başa şimşir tarak” özdeyişindeki şimşir, söz konusu ağaçtan gelir. Zor yetişen bir ağaçtır. Gövdesi fazlaca kalınlaşmaz, kullanılabilecek yeri azdır. Bu yüzden pahalıdır. Koca bir ağaççıkta az bir miktar kullanılabilir ürün çıkar. Nadir de olunca kıymeti üzerindedir. Ayrıca seyri güzel bir ağaçtır.

Şuraya geleceğim.

Dünyada sadece üç bölgede az miktarda yetişmiş bu ağaç (topluluğu) ormanı Çamlıhemşin ilçesinde de az bir alanda 15 hektar üzerinde bulunuyor. Demek ki değeri misli misli yüksek bir ağaç. Her yerde yetişebilir fakat biz tabii ormandan bahsediyoruz. Özel olarak yetiştirilen şimşirlerden değil.

Şimşir ormanında bir bela tebelleş olmuş.

Yosun.


Asalak bir bitkidir yosun.

Asalakları bilirsiniz, birisinin sırtına biner ve onu sömürür.

İşte böyle, bizim asalakta şimşir ağaçlarına yerleşmiş ve onları sömürüyor.

İşittiğimize göre Orman Fakültelerinden hocalar gelmişler ve incelemeler yapmışlar. Sonuç yok. Ne yapılması hakkında verilen bir emir, rapor yok. (üniversitelerimizin durumu).

Konunun meraklısı iki kişi ile ziyaret ettik şimşir ormanını. Gözlerimle gördüm. Yosunlar ağaçların hemen tamamında yerleşmiş ve ağaçların suyunu dallarına gitmeden tüketiyorlar.

Böylece, ağaçlar kuruyor.

Evet, gözlerimle gördüm.

Dünyanın gözbebeği şimşir ormanının neredeyse yarısı kurumuş.


Tamamı ölümü bekliyor.

Tabiat dostu iki arkadaşımın önerisi şudur:

Yosunlar, elle toplanacak. Alttaki fazla su kanallar vasıtasıyla dereye boşaltılacak, ormandaki yabancı ağaçlar ve ağççıklar temizlenecek, ormanın havalandırması ve güneş alması sağlanacak.

İlim adamlarının, üniversitelerin araştırmaları arkadan gelsin.

Acil yapılacak budur.


Allah’ın sunduğu bu harikanın ölümü kendi ellerimizle ve göz göre göre olacak. Ormancılığın gerektirdiği çalışmalar hemen, zaman geçirilmeden yapılmalıdır.

Orman Bakanlığı, Orman Genel Müdürlüğü, Çamlıhemşin Kaymakamlığı, Pazar Orman İşletme Müdürlüğü, Üniversitelerin Botanik, Ziraat, Orman Fakülteleri’ne dünya harikası ve çok küçük bir alanda yerleşmiş bu, ‘GEN’ ormanımızın kurtarılmasında görevler düşmektedir.

Bizden duyurulması.


27 Mayıs 2013 Pazartesi

Kriz Yönetimi

‘Seçim’, sonsuz güvenin meşru bir zemini değildir. Sınırlı bir zaman ve sınırlı bir yetkiyle donatılmıştır yöneticiler. Diktatörleşmek eğilimindeki veya yanlışa sapan kararlar alma cür’etini gösteren ve düzeltmek yerine durmaksızın hatasını devam ettiren yönetimlerin karşısına yine ‘seçim’ kudretini önüne koyan irade çıkar. Hal ve hareketlerinde düzelmeler görülmeyen yönetimlerin, bir sonraki adımı ise kendisini oralara getiren iradeye karşı ihanet basamaklarını çıkmaya başlamasıdır. Bu kaçınılmazdır.

Yıkıcı, bölücü, işgalci, sömürgeci… güçlerin planlarından olan uygulamalar peş peşe saha buluyor kendine, ‘barış’, ‘özgürlükler’, ‘analar ağlamasın’ kelimelerinin ardına sığınarak. Uygulayanlar neyi yaptıklarının farkında bile olmadan, dalkılıç saldırıyorlar efendilerinin talimatlarını yerine getirmek için. Kulaklarımızda yankılanır hala, “BOP eş başkanlığını da bize verdiler”, niye kendini ele verirler? Ayağı kayacak kişiye, muz kabuğunun denk gelmesi gibi…

Dili mi sürçtü, açıklamak mecburiyeti mi vardı? Cevaplayamadığım sorulardandır. Krize o anda girmişti ülkem. Krizin yönetiminde ise açıklamayı yapan yetkili vardı.

Artık, tarihin sayfalarında ve Türk’ün hatıralarında ve devlet tecrübelerinde kalan Osmanlı İmparatorluğunun yeniden hayatiyet kazandırılması düşünceleri ve bu yöndeki çalışmalar neticesinde, uykuya yatmış olan; Alman, İngiliz, Avusturya, Roma ve Rus imparatorluklarının da uyanmasına vesile oldu. Durup dururken kendi elimizle kriz doğurtup saldık ortaya. Alın bakalım, ‘siz Osmanlıyı canlandırmak isterseniz, bizde kendi imparatorluğumuza yeniden hayat veririz’.. nereden baksan yanlış.

Aktife edilecek fay hatları hazır bekliyor. Üflesen alevi yükselecek. Öyle de yaptılar. Planlarının içinde vardı zaten; “Müdahale edilen ülkelerde işbirlikçi bulmaya daha fazla önem verilmesi” (Nurullah Aydın, turansesi.com). Olayın ve gelişmelerin özü budur. Şu da adalet Bakanı Ergin’in ağzından: “Hatay’da Muhaberatın pek çok ajanı, adamı var. Ve işi kaşıyorlar…” (Ali Bayramoğlu,14.5.13, Yeni Şafak). Krizi kendi irademizle çağırmışız. Adalet Bakanı yabancı ajanlardan bahsediyor ve eli kolu bağlı oturuyor yerinde! Sadece gazeteciye dert yanıyor.

Devlet istihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu’nun 4/a. Maddesi Milli istihbarat teşkilatının görevlerini sayarken aynen şöyle söyler: “Türkiye Cumhuriyetinin ülkesi ve milleti ile bütünlüğüne, varlığına, bağımsızlığına, güvenliğine, Anayasal düzenine ve milli gücünü meydana getiren bütün unsurlarına karşı, içten ve dıştan yöneltilen mevcut ve muhtemel faaliyetler hakkında milli güvenlik istihbaratını Devlet çapında oluşturmak ve bu istihbaratı Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri ile gerekli kuruluşlara ulaştırmak.”. Bakan Bey, Muhaberat ajanlarının Hatay’da fink attığını ve devletimiz aleyhinde çalışmalar yaptığını anlatıyor!. Bu nasıl iştir? Bırakın MİT’in bilgi vermesini, Bakan ağzından yabancı ajanların faaliyetlerinden bahsediliyor. Bu nasıl iştir? Yapılması gereken, bilginiz tahtında bulunan yıkıcı faaliyetler hakkında tedbir almak ve gereğini yapmak değil midir? Bu ajanların ve örgütledikleri yerli işbirlikçilerin yakalanması, tutuklanması, yargılanması gerekmiyor mu? Sizin işiniz, göreviniz nedir? Ne yaparsınız siz?

Türk Ceza Yasası’nın 331. Maddesi “Yabancı bir devletin güvenliği veya iç veya dış siyasal yararları bakımından niteliği itibariyle gizli kalması gereken bilgileri, diğer bir yabancı devlet lehine siyasal veya askerî casusluk maksadıyla temin eden vatandaşa veya bunu Türkiye’de temin etmiş bulunan yabancıya bir yıldan dört yıla kadar hapis cezası verilir” hükmünü getirmişken, bu maddenin uygulanmasını erteleyenler, uygulamayanlar, casusları bildiği halde ilgili yerlere (Savcılıklar, Polis, Jandarma) bildirmeyenler hakkında neler yapılacaktır? ve bu kişilerin Devletin yetkili makamlarında oturmaları halinde yapılması gerekenler nelerdir?

İhanete varır yorumlarımızın sonucu. Ceza Kanunu 279. Maddesinde ne yapılacağını bildirir: “Kamu adına soruşturma ve kovuşturmayı gerektiren bir suçun işlendiğini göreviyle bağıntılı olarak öğrenip de yetkili makamlara bildirimde bulunmayı ihmal eden veya bu hususta gecikme gösteren kamu görevlisi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır”. Şimdi açıklığa kavuştu Sayın Ergin’in suçu.

Krizi yönetirken, krize kurban gitmekte vardır.

Senin, benim, onun krize kurban gitmesi umurumda değil. Vatan elden giderse, ağlayacak kimsemiz de kalmaz. Öyleyse tedbiri şimdiden almalı.

Ne yapılmalıdır?

Ülkemiz ve milletimiz derin bir krizin içinden geçmektedir. İktidarın ne yaptığı, ne yapacağı bellidir. Muhalefet partileri kuvvetlerini birleştirerek bir kriz yönetimi oluşturmalıdırlar. Geçmişte olan, bugün meydana gelen ve gelecekte olabilecek hadiseleri değerlendirerek, devlet yönetimine, kamu kuruluşlarına, adalet teşkilatına kendi teşkilatlarına ve millete gerekli bilgi, belge ve direktifleri vermelidirler.


Yarın çok geç olabilir.

24 Mayıs 2013 Cuma

Üsküdar Sırlıları


“Cenâb-ı Hakk’ın öylesine sırlı velî kulları vardır ki Cenâb-ı Rabbü-l Âlemiyn bunları: 1) Muhabbetleriyle, 2) Zât’ına mahsûs libâsı’yla ve 3) onlara lûtfettiği hakîkî ‘teslimiyet libasıyla’ beşerin basarından setretmiştir. Onlar ahali arasında dolaşırlar ama, esrârlarının ancak pek azına âşinâ kılarlar. İşte Üsküdar’lı hâfız Eşref Ede Efendi (H. 1292-1373/M. 1876-1954) de bu kabil sırlı zatlardan biri idi.”

Ahmed Yüksel Özemre yukarıdaki paragrafla başlar kitabına ve anlatmaya. Kendisinin de tanıma lütfuna eriştiği üç Üsküdarlıyı. Bu üç zat, Hafız Eşref Ede, İskele Camii imamı Hafız Nafiz Uncu Efendi ve Bankacı Şevket Turgut Çulpan’dır.

Bizatihi tanık olduğu konuşmalar, dostlukları kitabına derç etmiş olmasının yanında, adı geçen Sırlı’larla ünsiyeti bulunan dostlarından da yardım alarak kitabını tamamlamıştır.

Sırlılar’ın hayat tarzları, olaylara bakışları, muhabbetleri, söyledikleri kelamlar… konularında çok ayrıntılı bilgiler verir. Şiir lezzetinde anlatımı olan yazarın kitabını okumak zevk veriyor. Türkçenin tadını almak isteyenlere tavsiye edilir.

Yine kitaptan yazarın cümleleriyle aynen bir bölümü aktarmak isterim. Anlatılan konuyu belki 40 yıl evvel duymuştum. İsabet, hem de teyit edilmiş oldu.

Buyurunuz;

“Müttefik devletlerin İstanbul’u işgalinin akabinde, işgalden yakınmakta ve devletin bekası için endîşelerini izhâr etmekte olan ihvânına Sabit efendi: ‘Hadi, hadi üzülmeyin! Biz o işi Selânik’li, mâvi gözlü bir sarışına havale ettik. O bu işin üstesinden gelecek’ demiş.

Üsküdar Emetullah Gülnûş Valide Sultan Camii (Yeni Cami)baş imamı ve geçen yüzyılın en büyük tâlik hat ve ebrû üstâdı Necmeddin Okyay Hocaefendi’den (1883-1976) neşet eden ve bunu teyid eden bir başka rivayeti de hocanın kıymetli talebesi Prof. Ali Alpaslan nakletti: ‘Sabit Efendi bâzen Necmeddin Efendi’nin Toygar’daki evine uğrarmış. 1919 yılında bir gün gene bir ziyaretinde, Necmeddin Efendi: ‘Amca düşman dretnotları Dolmabahçe’nin önünde. Ne olacak bu memleketin hali?’ diye sorunca Hazret: ‘Sen merak etme! Ben bu defa işimi mâvi gözlü bir Selanikli ile halledeceğim’ diye cevap vermiş. Necmeddin Hoca: ben bunu bir yerlerde söylersem, bana gülerler mi acaba? Diye sorunca, Sabit Efendi buna celallenerek, Necmeddin Efendi’ye: ‘Şimdiye kadar sen benim yalan söylediğimi hiç gördün mü? Diye çıkışmış.”

(Üsküdar’ın Üç Sırlı’sı, Ahmed Yüksel Özemre, Kubbealtı Y.E., Sh. 21-22)


23 Mayıs 2013 Perşembe

Ne karizmaymış baba…



Cevaplayamadığım bir sorudur.

Liderler mi karizmatik, yoksa biz mi öyle algılıyor ve öyle yaftalıyoruz?

Biraz da medyanın dayatması ile parlatmak istedikleri kişilere (lider) ‘karizmatik’ sıfatını allayıp-pulluyorlar, binlerce defa okuyoruz, dinliyoruz. Sonra da elbette ‘karizmatik’ olduğuna inanıyor ve bizde tekrar etmeye başlıyoruz.

Kimse karizmatik filan olamaz. Bize yutturuyorlar sadece.

Tayyip Bey karizmatik mi mesela?

Bağırmak, sinirlendiğini göstermek, güya lafını esirgememek, hakarete hakaretle cevap vermek gerektiğinde küfür etmek, sonra da “aldığım edep gereği söylemem, hakaret etmem” diyerek, kendini sıyırmak. Kişiyi karizmatik yapıyorsa karizmatik diyebiliriz.

Yalanla, iftirayla gerçekleri saklamaya çalışmak karizmatik bir kişinin vasfı olabilir mi?

İlme, akla aykırı işler yapmaya çalışmakla karizmanın ne gibi bir ilgisi olabilir?

“Dil” diyor, dil demedim. Din dedim. Diye inat ediyor. Karizmatik olduğu için alkışlıyoruz.

“BOP eş başkanıyım” diyor, ne dediğini anlamadan alkışlıyoruz.

“Libya’da NATO’nun ne işi var” diyor, iki gün sonra küresel çetelerle birlikte kendisi de Libya’ya giriyor, destekliyoruz.

Daha dün çocuklarını okutacak parası olmadığından, arkadaşının bursu ile Amerika’ya gönderiyor çocukları, bugün “gemicik”ler sahibi, şirketler sahibi oluyorlar, hiç üzerinde durmuyoruz.

Galiba tüm bunlar karizmadan kaynaklanıyor.

Propagandanın gücü.

Yarın partisi dağılacak, bölünecek.

Bakalım, karizması toplu halde tutmayı başarabilecek mi?

Ne karizmaymış baba…

22 Mayıs 2013 Çarşamba

“Akiller” ve Kuyumcu



Akil sıfatı yakıştırılıp, Türkiye çukurunda beyin yıkamaya çıkarılan heyetin yaptığı toplantılarının bir kısmının basına kapalı yapılmasını anlayamıyorum.

Bazıları basına kapalı bazılarına ise bir kısım STK temsilcileri alınmıyor.

Bu akiller ne yapmaya çalışıyor?

Yasaklamalarla iş yapanların demokrasi nutukları atması ne manaya gelir?

Akillik, birisinin vereceği diploma ile bürünülecek bir maske olmamalı. Doğuştan kazanılacağı gibi, eğitimle ulaşılabilecek bir merhale olmalı.

Bunların akilliklerine kim ve nasıl karar vermiş?

Bu aklı evvellerin seçimi de ABD Dışişlerinin işi olmasın sakın?

Yüzlerine dikkatli bakanlar, sahteliklerini görürler. Boya yabancı, fırçayı vuran yabancı, sanırım kendileri de yabancı.

Dillendirdikleri fikirlere bakacak olursak, tamamıyla yabancılardan tercüme edilmiş gibi.

Bir de şunu anlayamıyorum:

Bu akiller yetmemiş gibi, Cumhurbaşkanı, Milletvekilleri, bazı STKlar, durumdan vazife çıkartanlar akilliğe soyunup memleket yollarında günlerini geçiriyorlar.

Hepsinde bir telaş, bir telaş sormayın. Seçimlerde kendilerini Tayyip Bey’e pazarlama telaşı.

Umutlanmasınlar.

Kuyumcu ustalaştı artık.

Bir bakışta altının ayarını ölçebilecek nitelikte ustalaştı.


21 Mayıs 2013 Salı

Akıl, Vahiy Üzerine Söyleyişler



“Zaten bugün din, anlaşılmıyor ve anlatılmıyorsa ‘İlahiyatçıların’ eline düşmesinden desem o kadar da yanlış söylemiş olmam.” (Hasan Basri Hürata)

El-Mülk Suresi 10. Ayeti üzerinde değerlendirme ve düşünceler dillendirdiği “Doğrunun kaynağı akıl ve vahiy” (turansesi.com adresinde yayınlanmıştır) isimli makalesinde H. Basri Hürata, ayette geçen “Dinlemiş veya aklımızı kullansaydık” cümlesindeki, ‘dinlemek’, ‘aklı kullanmak’ ve ‘veya’ kelimeleri üzerinde durur.

‘Veya’ kelimesi, ya onu, ya bunu hangisini seçersen seç anlamını taşır. Eşitlik var gibi. ‘Ve’ olsaydı, her ikisi birlikte olurdu. Burada seçim kişiye, yani akla bırakılmış olmaktadır. Öyleyse, akıl ile ulaşılabilecek kadar bir mesafede bulunan uzaklıktaki nesne, kavramları algılayıp, işlemek işi akıla bırakılmış oluyor. Peki, ‘uzaklık’, yani mesafe söz konusu mudur? Üzerinde durulmaya değer.

Hadise mağarada cereyan eder. İki yıl boyunca düşünceler içinde, açılacakların tefekkürü üzerinde, çözüm sırasında iken, o ‘an’ da Cebrail (a.s.) nidası ile “Oku” emredilir. Ümmiliğini seslendirmesinin edebinden başka ne gibi bir açıklaması olur? Kendisine okunması için sunulan bir yazı yoktur, fakat ‘oku’ması istenir. Kendinden kendine olarak açıklanabilecek vahiy süreci böylece başlar. Hakk’tan Rasül’e gelen, bildirilen safha safhadan, bütüne doğru Hakikati Muhammediye, Kur’an’ı Kerim. Mesajlar olduğu gibi tebliğ edilir. Aracı olarak değil, bizatihi. Böylece iman edilmesi, uyulması istenir. Bildirilenlere iman. Bildirene iman.

İman işine girince akıl devreye girer. Çünkü aklı olmayana iman zorunluluğu yoktur.

Bir yanda vahiy, diğer yanda akıl.

İş akla düşünce, itirazlar, sorgular, sebepler, nedenler, niçinler başlar. Çünkü aklın vazifesi budur.

Derken iç âlemde kavga.

Belki bu sebeple, “anlamaya değil, zevk etmeye çalış” demişlerdir büyükler. Anlama, bilme sonrasında nasılsa olur. Zevk imanın başlangıcıdır.

Ana rahmindeki oluş akabinde hâsıl olan hücre ‘beyin’ hücresidir. Sonra, beyin dünyada lazım olabilecek ne varsa onların husule gelmesi talimatını vererek, denetlemesini yaparak vücuda getirir. Burada görevli olan tamamıyla beyindir. Beyin, insan yapısının idaresinde başkomutandır. Her alış veriş, her anlayış bildiriş, her idrak orada mümkündür. Birkaç kilo gram ağırlığındaki bir et yapısından değil, saniyede bir-kaç milyar bilgiyi işleyebilen muazzam bir ilahi yapıdan bahsediyoruz. Bilgiyi işleyip, kullanıma hazır edebilen Rab yapısı. Hatta Rab’bın kendisi. “Şah damarından yakınım” (Kaf Suresi/ 16) ayeti Kerimesi ile bildirilen husus.

“O halde onlar da bana icabet etsinler ve bana iman etsinler ki olgunluklarını yaşasınlar” (Bakara Suresi/186)

Vahy Âlemi’nde, oku’ma işlemi, açılan perdeden seyredileni tariften ibarettir. Seyrettiği kendisi, seyreden kendisi, dillendiren kendisi olmaktadır. Dosdoğru bilgiler toplamıdır vahiy. Söylenilen, anlatılan, tebliğ edilen ise akıldır. Akıla söylenir, akıllıya.

Akıl ve vahiy birliği İnsan’ı, sonsuzluk erini, sevgide eriyip O olabileni bir eder. Aksi durumda ne aklın ve ne de vahyin kendi hallerinde bir önemi yoktur. Akıl vahyi anlamaya, vahiy aklı beslemeye ve var etmeye vardır. “Bilinmek istedi ve bu büyük oyunu planladı”, hepsi bu kadar. Planın düşünüldüğü anda ise halk ediş ve halk ediliş tamamlanmıştı. Akıl sahibi (insan) ilk halk edilen olarak (Nur-u Muhammedî), âleme sultan atandı. Vahyi bilmek, anlamak görevi onundu ve anladı ve bildi. Bilenler kurtulanlardı, bilemeyenler var mıydı aralarında? Olabilir.

Fakat bir husus var ki, Bezm-i Ezelde; “Ben sizin Rabbınız değil miyim” sorusuna, “Evet” dışında cevap veren olmadı.

Bu sebeple, “söz dinlemek” esas kabul edildi.

Yani, aklı, egoyu, kısaca şeytanını “secde ettiren”leri, ‘sırat-ı müstakim’ üzere olanlar olarak tasrif etti.

Kurtuluşa erenler sınıfından eylemesi…

Doğruyu bilen daima Allah’tır.

17 Mayıs 2013 Cuma

Gürültü Neden Çıkartılır?



Hakk’a saygı, riayet, Hakk’ı kabul gibi hassalarınızı kaybettikten sonra; ne kadar yüksek sesle bağırırsanız kendinizin haklı olduğunu kabul ettireceğinizi sanırısınız. Çıkarılan gürültü oranında eğlendiğinizi, gürültünün şiddeti seviyesinde diğerlerine kendinizi kabul ettirdiğinizi sanırsınız. Gürültüden rahatsızlık duyduğunu bildirenlerin sayısı arttıkça, sizin varlığınızın kabul edildiğini ve sizi saygıyla andıklarını sanırsınız.

Tamamen bir kandırmacadır bu.

Kendi kendinin kandırılması.

Edebinden susan kişinin, korktuğunu düşünmek, çekindiğini kabul etmek aslında kendisinin değersizliğini, lüzumsuzluğunu bildirmekten başka bir şey değil.

Edepsizlik görüntüsü vermek belli ki, hallerinden memnun olanlar içindir. Bu sebeple de gürültüleriyle (*) memnuniyetlerini âleme açıklarlar. Oysa, küçük bir gülümseme de onların mutluluğunu anlatacaktır, onlar gürültüyü tercih ederek büyüklüklerini gürültülerine yüklemek istemişlerdir.. hızlı yürüyenlerin zamanlarının hızla geçtiği zehabına kapılması gibi…

Savaş zamanlarında, ne kadar çok gürültü çıkarabilirsen düşmanına korku salarsın. Düşmanın korkusu, senin gürültün nispetindedir. Özel bir durumdur savaş. Topun, tüfeğin, bombanın gürültüsü, sakin bir geleceğin arzulanmasındandır. Burada mecburiyetler ön plandadır. Gereği yapılacaktır.

Hayat kalabalıklar içinde geçiyor. Ne tarafa baksan-gitsen yığınlar. Herkesin elinde bir telefon, parkta, yolda, toplu taşıma araçlarının içinde ha bire telefonla konuşuyorlar. Gürültülerinden 8 – 10 dakikalık yol bitmek bilmiyor. Kalabalıklar içinde yaşamanın ustası olmaklığımız gerekiyor. Ustalaşmak, onların varlığını hissetmeme talimleri ile olacak. Daima onlarla birlikte ve fakat onlardan uzak bir hayat. Yığınlardan, ‘insan olarak’ kurtulmak mümkün. Onların gürültülerini, zikreden dervişin notaları gibi algılayarak. Bir usul yakalayıp ve onların kuru gürültüsünden kurtulmak.

Yanınızdan geçip giden, kornasını utanmadan uzun uzun çalan araçtaki haşin çocuğu görmeyeceksin bile. Bırak kendi hayatının gürültüsünden kendisi de rahatsız olana dek yaysın semaya gürültüsünü. Kendi gürültüsünden boğulana dek…

“Mareşal Motke: ‘Koskoca Osmanlı ordusunun sabah sessizce toplandığını, uyandığı zaman sadece kendi çadırının kaldığını hayretle ibretle anlatır. Sonra der ki; bizim 50 askerimiz yolda yürüseler neredeyse bir saatlik mesafeden gürültülerini duyarız. Osmanlı ordusu, 100 bin askerini tek ses çıkmadan yürütüyor”. (A. Oktay Güner, 28 Mart 2013, Yeniçağ)

İşte medeniyet, işte Türk.

Günümüzde, ortaya sürülecek siyasi projelerde bir vaveyla, bir gürültü ile kamuoyuna pompalanmakta. Ne kadar çok gürültülü verilirse, ne kadar çok gırtlak patlatılırsa o kadar tesirli olacağı sanılmakta, emir almışlar gibi, hep birden çıkıyorlar TVlere, sanki ezberlenmiş lafları peş peşe ve yüksek sesle anlatıyorlar. Dinlesen bir türlü, dinlemesen bir türlü. Hoş, dinlesen de bir şey anladığın yok ya. Kuru gürültü doluyor odaya, can sıkıntısından başka şeylerle meşgul oluyor beyin. Koca koca Profesörlerin siyasete kendilerini beğendirebilmeleri için, bağırtıları, dalaşları bıkkınlık getirdi. Sükûnet evindeki, dinginlik aranır oldu.

Çığlık vardır;

Derdini, sesini duyurmaya

Nara vardır;

Âlemi korkutmaya, 

Bir de, sessiz konuşanlar var dünyada. Bir taraf sessizce anlatır derdini, diğer taraf leb demeden anlar leblebiyi. Doyumsuzdur bu sohbetler.

Sesini yükseltmeden, bağırmadan anlatabiliyorsan derdini, o kadar medenisin demektir. Davulları kıskandırırcasına yırtınıyorsan anlatabilmek için o kadar ilkel.

Dr. Necmettin Karakuş ‘Sesini yükseltmek’ isimli makalesinde şunları yazar: “Seslerini olabildiğince yükseltenler sözlerinden de emin değildir. Zira sözün etkisi, sesin yüksekliğinden değil onun çok daha etkili ve kalıcı olmasındandır.

Bu yüzden Mevlana;

‘Sesini yükseltme sözünü yükselt. Unutma ki, yapraklar yağmurla büyür, gök gürültüsüyle değil’.

Buyururlar.

***

2005 yılında AB standartlarına uygun olarak yenilenen “Gürültü Kontrol Yönetmeliği”ne göre, yaşanılan evin içinde bile yapılan gürültüye sınırlama getiriliyor. Yatak odası, oturma odası, mutfak ve banyo için ayrı ayrı gürültü sınırları desibel cinsinden tespit edilmiş. Bu sınırlara uymayanlara ceza bile öngörülüyor. Tekrarı ve gürültünün gece yapılması halinde ceza iki katına çıkıyor.

Şehrin gürültüsünü tespit etmek, uyarmak ve cezalandırmak ise belediyelerin görevi…

***

İnsanların beynine zerk edilmiş gürültülerdir asıl olan. Aile, çevre, okullar, medya, devletin uygulamaları ve daha nice etmenlerle gürültüye alıştırılan, dolayısıyla gürültüyle doğruyu, güzeli ayrıştıramayan insan beyni içinde hayatı karartan ve birbirlerine rakip olan nice gürültüler ve işe yaramayan kirli bilgiler…

Devletin asıl üzerinde durması gereken bilgi kirliliği ve tarihine, geçmişine aykırı yetiştirilen gençlik ve beyninde daima vızıldayan kendine ait olmayan gürültülerdir…

***

“Gürültü bu kez Reyhanlı’dan vurdu. 46 can şehit oldu, 100’den fazla yaralı hastaneleri doldurdu. Gidenlerin mekânı cennet olsun. Yaralılara acil şifalar, kalanların başı sağ olsun, milletimize sabırlar diliyorum. Can kayıplarının yanında 120 ev, 750 iş yeri, 63 otomobil kullanılamaz haldedir. Devletimizin gereğini yapacağına hiç şüphemiz yoktur. Deliller Suriye istihbaratını işaret ediyormuş. Biz sabırlıyız. Ne lazımsa yapılsın. Yeter artık.”

 (*) Dücane Cündioğlu, 8 Ocak 2011, Yeni Şafak


15 Mayıs 2013 Çarşamba

‘İşbirliği’ ve ‘İşbirlikçi’



Şu cümleleri okur musunuz;

“Çözüm süreciyle oluşmaya başlayan ‘Türkiye-Kürtler işbirliği’ sonucunda…”

“Türkiye’nin hem kendi Kürtleri, hem de Irak ve Suriye Kürtleriyle işbirliği yaparak ve beraber hareket ederek…”. (*)

Ayrıştırmayı, parçalamayı cümlelerin içinde görebiliyor musunuz? Peki ya cümle içine gizlice sıkıştırılmış Türk düşmanlığını? Bin yıllık birliğin sinsice bozulma, bozdurulma çabasını?

Bu garip cümleyi yazan kişi Prof.luk makamına kadar yükselmiş bir garip zavallı.

Yazdığı cümleyi bizim lisenin Edebiyat Hocası Hüsnü Hoca’ya değerlendirmesi için vermiş olsaydık büyük bir ihtimalle koca bir sıfır verir ve sonrasında da saatlerce elmalarla, armutların toplanamayacağını anlatırdı. Bu zavallı kiralık düdükler böyledir. Nasıl anlatırsınız, mesela Türkiye ile Almanya’nın işbirliği yapabileceğini, Türkiye ile Fransa’nın ticaretini artırabileceğini, Türkiye ile Hollanda’nın kültürel faaliyetler konusunda çalışmalar yapacağını… nasıl anlatırsınız? Türkiye ile bir veya birkaç almanın nasıl işbirliği yapamayacağını nasıl söylersiniz?

Olsun,

Maksat Türk düşmanlığı olunca,

Türkiye ile Kürtlere işbirliği yaptırırlar.

Maksat bölücülük, dağıtıcılık, yıkıcılık olunca, Türkiye ile Irak ve Suriye Kürtlerine işbirliği yaptırırlar.

Yazıklar olsun sizin tahsilinize, size o diplomaları verenlere, size o unvanları verenlere…

‘İşbirliği’ eleştirisinin sonucunda,

Bir ‘işbirlikçi’ ile tanışmış oluyoruz.

(*) Fuat Keyman, 08.05.2013, Milliyet

14 Mayıs 2013 Salı

Haçlı Emperyalizm ve Türk…



XX. Yüz Yıl karabasan gibi abanır milletimizin üzerine.

Cihan imparatorluğu son demlerine varmış, dünyanın devleri bu aziz devletin sahip olduğu toprakları ve tarihi mirasını paylaşmak üzere birleşmişler, bilebildikleri, becerebildikleri tüm dalavereleri topluca uygulamaya koymuşlardır. ‘Hasta adam’ı ayağa kaldırmadan ne yapılması gerekirse yapılmalıydı. Harami iştihaları, gözü dönmüş aç sömürgenler, zayıf rakiplerine saldırdıkça saldırmakta bir beis görmedi. Son darbeyi vuracak zamanı kolladılar.

Çanakkale üzerine yürüyüş nasılsa durdurulmuştu. Akıllara durgunluk verecek başarı hikâyesi allak bullak eder devlerin zihinlerini. Fakat kafalarındaki plan her nasılsa uygulama alanı bulmalı ve bu Türk belasından kurtulunmalıdır. Savaş gemileriyle, toplarla, uçaklarla, dünyanın çok yerinden devşirilmiş askerlerle geçemedikleri Çanakkale’yi, bir zaman sonra siyasi oyunlarla geçerek İstanbul’a varırlar. İşgal tüm hızıyla ve hayvani ihtirasla devam eder. İslam’ın Başşehri mahalle mahalle, sokak sokak, semt semt İngiliz, Fransız, İtalyanlarca işgal edilir. Yunan askerlerinin İzmir ve Anadolu’ya çıkmalarını teşvik ederler, böylece işgal tüm yurt (Anadolu) sathına yayılır.

Ülkeyi düşman çizmelerinden kurtarma, düşmanı püskürtme hareketleri çoktan başlamış, yurdun pek çok şehrinde milli uyanış, milli hareketlenmeler başlamıştır sessizce.

Zayıflayan Osmanlı hala pek çok cephede savaşmaktadır. Asıl vatan elden gitmektedir. Milli kuvvetlerin bir araya gelmesi, birlik beraberlik için savunmaya katılmaları elzemdir. Dirayetli komutanlar ve başkomutan sayesinde çalışmalar titizlikle götürülmektedir.

Tarih anlatacak değiliz. Bizim işimiz değil.

Şehirlerde, dağlarda kendi menfaatleri uğruna çeteleşen birliklerin milli harekete dahil edilmesi savaşın en zor yanıdır, fakat başarılır. Elde avuçta olmayan, silahlar, paralar bir şekilde oradan-buradan devşirilir ve milli harekete intikal ettirilir.

Özellikle Çanakkale ve yedi cephede savaş, millet evladını kırmış, gençlik cephelerde perişan olmuş, özellikle ilim tahsil edenler, bilgili olanlar, doktorlar, mühendisler, okur-yazarlar şahadete vararak toprak altını sağlamlaştırmışlar, geriye kalanlar ise fakir Anadolu’da kurtuluş mücadelesine girişmişlerdir.

Ve mucize gerçekleşir.

İstanbul’da söylenilen “geldikleri gibi giderler” öngörüsü, kısa bir zaman sonra gerçekleşir. İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar arkalarına bile bakmadan “geldikleri gibi” gittiler. Anadolu toprakları üstüne saldıkları Yunan askerleri son kapıdan İzmir’den denize dökülerek son temizlik de yapılır.

Ve bir cihan imparatorluğu tarihindeki yerini alarak, onun küllerinden yeni, yepyeni bir Türk Devleti vücut bulur. Türkiye Cumhuriyeti.

Tarihin hiçbir devlette kaydetmediği gelişmeler kısa bir sürede yaşanır. Kanunlar çıkartılır, okullar açılır, fabrikalar kurulur, tarımda, sanayide dev adımlar atılır. Öyle ki, uçak imal edilir ve Avrupa’ya ihracatı bile gerçekleştirilir. Deyim yerinde ise sıfırdan zirveye çok kısa bir zamanda varılır.

Bu arada dünyanın canileri boş durmazlar, fikirlerine fikir, planlarına planlar katarak Türk’ü tarih sahnesinden silme, bitirme işlemlerine devam ederler.

1938 yılının Kasım ayında bir dev, Türk’ün makûs talihini kıran ve tarih sahnesindeki yerini sağlamlaştıran Atatürk Hakk’a yürür.

Türk’e düşman olanların önü açılmıştır artık. Teşekkül eden hükümetler ve idareciler üzerinde yapılan çalışmalarla, Kur’an’ı Kerim’e, Sünnetullah’a aykırı ve hayatımızı karartacak yanlışlar peş peşe uygulattırılır. Bunun en önemli sebebi yeni yetişen neslin henüz işbaşına gelememiş olmasıdır. Cehalet özellikle idarecilerin paçalarından akmaktadır. Batılılaşma hevesleri, onların her istediklerinin yapılması olarak algılanmakta, milletimizin inanç, iman ve geleneklerinin göz ardı edildiği yıllar birbirini izlemektedir. Millet evladı hurafeler, lüzumsuz bilgiler, anlamsız hikâyeler içinde adeta boğdurulur. Kur’an hayattan kovulur, duvar süsü olarak odalarda hapsedilir.

Yaşar Nuri Öztürk, 18 Nisan tarihli yazısında; Kurtuluş Savaşı kumandanlarından Ali Fuat Cebesoy o günkü Türkiye’yi çöküşe götürmek isteyenlerin bir gerçeği göremediklerini, onun da Türk insanının azim ve imanı olduğunu söyler diyor: ‘Dış düşmanlarımız istiyorlardı ki… Bir asırdan beri Avrupa’nın anlaşarak taksimle ortadan kaldıramadığı Türkiye’nin mevcudiyetine artık nihayet verilsin. Fakat bu düşmanlar bir şey de aldanmışlardı. O da Türk’ün azim ve imanının kırılmasında idi. Hâlbuki bu mümkün değildi.’ (Cebesoy, Bilinmeyen Hatıralar, 89) ‘O azim ve iman bugün de aynı canlılıkta mevcut mudur? Tartışmaya açık bir sorudur bu…(Yurt Gazetesi)

Cebesoy’un parmak bastığı hususun düşmanlar tarafından içeriden devşirilenlerce yapıldığı bir gerçektir. Kafa karışıklığı yaratmak, kavramların manalarını alt-üst etmek, millet evladı arasındaki kavgaların başlaması için yeterli sebeptir. Yeni bir kavga ortamı yaratmak ise, bir öncekinin alt edilmesi ile mümkün olacaktır. Bunun da çaresi yine içeriden bulunacaktır. Yanlışı yanlış ile düzeltmeye çalışmak.

“Türkiye’yi çökertmek isteyen haçlı emperyalizmle onlara içeride ‘Atatürk düşmanlığı’ adına kulluk eden dincilik ekiplerinin bir numaralı enerji kaynağı, ‘basireti tutuklar’ın sergiledikleri akıl almaz tutarsızlıklardır. Türkiye’nin geldiği yeri uzaktan seyredenler de sanıyor ki, dinciliğin giriştiği büyük işleri kotaracak bir zekâsı veya dehası vardır. Hayır! Hayır!

Dinciliğin bütün şansı, solculuk ve Atatürkçülük adına hezeyan ve hüsran sergileyen ekiplerin yanlışlarıdır. Dincilik, bu yanlışlardan yararlanmada, işbirliği yaptığı haçlı emperyalizmin hünerli stratejilerinden, toplum mühendislerinden büyük yardımlar aldı ve haçlı emperyalizmin büyük desteğine mazhar olduğu için ötekileri pestil gibi çiğneyip dümdüz etti. Olan, muhteşem iki mirasa oldu: 1. Kur’ansal düşüncenin yarattığı antiemperyalist akılcı miras, 2. Atatürk aydınlığının yarattığı antiemperyalist akılcı miras.” (Y.Nuri Öztürk, 11 Nisan 2013, Yurt Gazetesi)

İçinde bulunduğumuz durum; Mısır’da besleyip büyüttükleri diktatör Hüsnü Mübarek’i yine kendi elleriyle besleyip büyüttükleri Müslüman Kardeşlere ezdirmeleri ve Mısır’ın yönetimini onlara devretmeleri ile aynı sonuca benziyor.

Planlayan da, uygulayan da tarih boyunca Türk’ten intikam almaya çalışan haçlı emperyalizmdir.

Bendeniz, yazısını “O azim ve iman bugün de aynı canlılıkta mevcut mudur? Tartışmaya açık bir sorudur…” cümlesi ile bitiren Yaşar Hoca kadar bedbin değilim efendim, hâlâ A. Fuat Cebesoy gibi düşünüyorum:

“Fakat bu düşmanlar bir şey de aldanmışlardı. O da Türk’ün azim ve imanının kırılmasında idi. Hâlbuki bu mümkün değildi.”

Sadece, “titreyip kendine dönmesi” ve Hakikati haykırması yeterliydi.

9 Mayıs 2013 Perşembe

Mecazlar Alfabesi



Hasan Basri Hürata üstadımız, “Yeni Alfabe Üzerine” başlıklı yazısında, incelemeleri sonucu alfabemizin değiştirilmesi gerektiği sonucuna ulaşır. Üç madde de yargısını belirtir. Biz sonuncu maddesi üzerinde duracağız, çünkü bir açılım diğer fikirleri tetikler. Alfabenin değiştirilmesi tartışmasına girmem, konudan uzağım. Türkçe üzerine çalışanlar konu hakkında değerlendirme yapabilir, benim alanım değil.

“Şu anki, alfabemiz bir tabu, nassı ilahi hiç değildir. Yeni figürlerle yenidünyalara kapı açacak simgeler dünyasına doğru derhal yelken açılmalıdır.” Bahsettiğimiz üçüncü maddesidir. Ve bizi cümlenin ikinci kısmı ilgilendirmektedir. “Yeni figürlerle, yenidünyalara kapı açacak simgeler dünyası…”

Dünya üzerinde yaşayabilmek için beş duyu ile algıladıklarımız kâfi midir? Aslında dünyada yaşamak amaç değil, tıpkı, liseye kayıt yaptırabilmek için ilköğretimi bitirmenin gerektiği gibi. Yüksek okula gidebilmek ise liseyi bitirmeye, yüksek lisans yapabilmek için ise üniversiteyi bitirmek nasıl gerekiyorsa, dünya bir sınıftır ki, bu büyük sınıfta hocaların, ailenin, çevrenin… (Rabb’ın) eğitiminden geçilerek sınıfını geçebilenler bir üst sınıfa (veya okula) kaydını yaptırabilmektedir. Öyleyse sorumlu olunan deruni konular olmalı, bunun için ise beş duyu ile algılanılanların yeterli olmaması iktiza eder. Beş duyunun yanına yeni duyuların ilave edilmesi, derinliklerin algılanıp içselleştirilebilmesinde gereklilik gibi duruyor.

Bu noktada kelimeler büyük önem arz ediyor. Aslında şurada duran ve kimseye bir şey söyleyemeyen kelimeler, kendisini Okuyup!, anlamak isteyenlerle dost oluveriyor. Taşıdığı manayı kendisi ile ilgilenip üzerinde çalışanlara açıyor (açılıyor). Kelimelerle dostluk, taşıdığı zahiri manalarının üzerine yeni, yepyeni manaları yükleyerek olmaktadır. Zevk ile ilgilidir. Sohbet eden iki kişinin aynı anda aynı zevki alabilmeleri, üzerinde durdukları kelimelere aynı manalarının verilmesi ile ilgilidir. Çekip uzatmadan, kırıp bükmeden, aynı manaları. Aksi halde sohbetten değil, nutuk iradeden kişinin siyasi söz dalaşından, tek taraflı diktesinden bahis olunabilir. Konumuz burası değil, zevk ile yaradılışa bakıp, okuyup anlayarak, isimlendirip, kelimelere büründürüp anlatabilmek isteğindeki Evliyaullah’ın halidir anlatmak istediğimiz.

Anlatmışlardır ve anlatış bildiriş devam etmektedir ‘ki, her an şan alan için ilmin sonu, ucu bucağı olamaz’. Tabiî ki anlatma söz konusu ise kullanılan araç kelimelerdir. Kullanılan kelimeler ise, şu bizim yazıp çizdiğimiz, meramımızı anlattığımız kuru kelimeler. Bu kelimelere can veren, hayat veren ise veliyullah’ın kendisidir. Bize düşen kullandığı kelimelere hangi manaları verdiğinin anlaşılması, içselleştirilmesi.

İşte bu anda mecazlar devreye girer. Zira onlar daima mecazlarla konuşur, anlatır, yazar ve çizerler. Verilmek istenen manayı direkt olarak vermezler, biraz çaba isterler, ki, bu aşama ‘tefekkür’ aşamasıdır. “En büyük ibadetin tefekkür” olması manası da böylece açıklanabilir. Kur’an’ı Kerim, Hadisler ve tasavvuf büyüklerinin anlattıkları tamamıyla mecazlar ve işaretlerledir. İlim ap-açıktır, güneş gibi. Her isteyen ulaşır, fakat istemek, niyet mühimdir. Balçıkla sıvanamaz lakin körler asla göremezler güneşi.

Âşık Veysel sazı ile konuşur:

“Ben gidersem sazım sen kal dünyada / Gizli sırlarımı aşikâr etme / Lal olsun dillerin söyleme yâda / Garip bülbül gibi ah-ü zar etme”

Kelimelerin zahiri manası ile düşünecek olursak, almış eline sazını söylüyor diye düşünürüz. Oysa değildir. Sırlarını tevdi ettiği talebesine bıraktığı bir emirdir. Verdiği ilmi, sahibini bulana kadar saklayacak ve sahibini bulduğunda teslim edecektir. Sır ancak sahibine, layık olana teslim edilir. Kendisi dünyasını terk ettikten sonra, bıraktığı ilmi (sırları) talebesi söylemeye devam edecektir.

Hangi dili konuşursanız konuşun, hangi harflerle yazarsanız yazın sonuç değişmez. Dünyaya gelişin manasını çözmek, yetişmenin ipuçlarını tespit etmek, Kur’an’ın derinliklerine nüfuz etmek için sembolik anlatımların dışına çıkılarak, zamanın ilmi, asrın idraki ile manaya nüfuz edip boyutlardan, boyutlara seyahatle mümkün olacaktır.

Bunun için ise mecazlar alfabesi iyice bellenmelidir.

7 Mayıs 2013 Salı

Tek Kişilik Oyun



Usta aktörlerin, her kılığa girdikleri tek kişilik oyunlarda seyri doyumsuzdur. Vücutlarını, mimiklerini, seslerini kullanışları ile koca sahneyi doldururlar, sanırsınız ki, binlerce kişi resmigeçit yapıyor. Acemisine (kötü oyuncu) denk gelirseniz, “bir an önce bitse de gitsem” diye düşünürsünüz. Çekilecek gibi değildir. Salon sizi sıkmaya başlar, etraftaki seyircilerden yükselen homurtular iyice rahatsızlık verir. Bir fırsatını bulduğunuz anda da çıkar kurtulursunuz.

Kelimelerin anlamını yitirdiği anlar vardır. Ya hiçbir şey anlayamazsınız, ya da duyamazsınız. Sübjektif algılamalarda ise, aslında birisinin yönlendirmesi kaçınılmazıdır. Ustaca yönlendirmeler, tereyağından kıl çeker gibi incitmeden yerleştirilir beyinlere. Acemi düzenleyicilerin ise, her bir kelimeleri balyoz gibi iner kafalara, artık ne anlarsan.

Helikoptere biniyor ve köprünün yapılacağı yeri tespit ediyor. Kanun yazıcıları yanına çağırıyor cümleleri dikte ediyor. Ressamın yanında sarı ve kırmızı renklerin ağırlıklı olması halinde tablonun daha iyi olacağını anlatıyor. Gazete yazıcısına o günün konusunu veriyor, birkaç da cümle ilave ediyor. Yapılan caminin mühendisine hangi marka çimentoyu kullanması gerektiği konusunu talimatlıyor. Birleşik Arap Emirlikleri’nde yapılmakta olan bir tarihi eserin mimarına olması gerekenleri söylüyor, düzeltiyor. Akil adamlar lafını beğenmeyip, akil insanlar denmesinin daha doğru olacağını ileri sürüyor, çünkü o grupta kadınların da çalışma yapmasının gerektiğini öngörüyor, bu nedenle adam değil insan denilmesini istiyor…

Maşallah bilmediği konu yok, akıl veremeyeceği, düzeltemeyeceği bir problem yok. Her şeyi biliyor ve her şeyin kendi bildiği gibi olmasını arzuluyor.

Her rolü rahatlıkla oynadığını sanıyor. Mühendis oluyor, polis oluyor, vatman oluyor, kaptan oluyor, şoför, kürekçi, ekmekçi, sucukçu, ebe, doğum kontrol uzmanı, kanun yazıcısı, anayasa yapımcısı… Her şey ama her şeyi o biliyor ve bildiği gibi olmasını istiyor. Sırasında da ‘müşavere’den bahsediyor.

Ama kötü bir oyuncu. Bağırdığı zamanlarda, hatalar yapıyor. En iyi bildiği hitabet konusunda, ezbere bir-kaç cümle söylemek zorunda kalsa karizmayı çizdiriyor. Yürürken yaptığı külhani davranışlar, konuşmalarından daha fazla oy topluyor. Halk kendisine benzetiyor. Yürüten ayakkabı, gösteren elbise olduğunu fark ettirmemeye çalışsa da, dikkatli gözlerden kaçmıyor. Her gün değiştirdiği kıyafetlerini bazı zamanlarda halk giysisine benzesin inceliği ile kareli, çizgili kumaşlardan tercih ediyor. Dinleyicileri bayılıyor bu duruma. Kendisi de farkında ki, sık başvuruyor bu yola.

Aynı oyunun binlerce kez tekrar oynanması sebebiyle seyircilerde bıkkınlık getirdi. Dinlemek istemiyorlar artık. Oyun bitse de gitsek diye düşünenlerin sayısı günden güne artıyor. Bu gerçeği, sahip oldukları sermaye gücü ile medyayı da kullanarak ört-bas etmeyi becerebiliyorlar. Doğrusu çokta ustaca kullanıyorlar algı yönetimini.

Öyle ya, kendisi biliyor, millet bilmiyor ve kendisi nasıl isterse millet de öyle düşünmeye mecbur. Öyleyse yapılması gereken;

Anadolu’ya heyet göndererek yapılanları anlatmak ve milleti ikna etmek. Zaten öteden beri yaptıkları bu. Mühendislik uygulamalarıyla, toplumu istedikleri gibi yoğurmak.

Uygulamaya konulan akil adamlar öncelikle terörist başı Öcalan’ın talebidir. (Hiçbir şey vermedik sözü havada kalıyor). Birde çok sevdikleri Damat Ferit’in bir uygulamasından mülhemdir. Mondoros Mütarekesi’ni millete anlatmak ve ikna etmek üzere Anadolu’ya heyet gönderilmişti. Şimdikilerin yaptığı bunun kötü bir taklidi. Damat Ferit’in Heyet-i Nasiha’sı “Anadolu’yu adım adım dolaşarak halkın, haklı ve yasal isteklerini dinleyerek herkesi irşad ve tenvir ederek, muhtelif unsurlar arasındaki eski sevgi ve muhabbeti ihyaya çalışacaktır.” (atam.gov.tr). Avrupa’nın propagandası şuydu; “Osmanlı devletinde yaşayan Hıristiyanları Türk zulmünden! Kurtarmak” için, Yunanistan’ın Türk topraklarını işgalini istiyorlardı. Heyet-i Nasiha’nın görevi bu propagandaları bertaraf etmeye yönelikti. Şimdiki ile bayağı benzer tarafları var. Yine Türk zulmü! Söz konusu, yine halkı aydınlatma söz konusu, yine milleti yönlendirme söz konusu. O gün, heyet, Türklere, Rumlara eziyet etmeyin sözünü telkine gidiyordu, bugünküler ise, PKK’nın eli silahlı militanlarının ellerini kollarını sallayarak sınırlarımızı terk etmelerinin iyi olacağı gibi bir fikri anlatmak üzere, milletin beynini yıkamak üzere yola çıkacaklar.

Aktör, oyunun en sıkıntılı yerinde. Artık sesini duyuramıyor. Gırtlağı patlayacak derecede şişerek bağırıyor. Derdini anlatamıyor. Önümüzdeki mahalli seçimler için şimdiden, devlet kesesinden propaganda elemanları çalıştırıyor. Heyetin tamamı, PKK sever, bölücü, yandaşlar… Kürt milliyetçisi var, Arap milliyetçisi var, Avrupa (AB) milliyetçisi var, NATO milliyetçisi var, ABD milliyetçisi var, İngiliz milliyetçisi var… Türk milliyetçisi yok. Damat Ferit kadar bile demokrat olamayan, ileri demokratların yaptıkları bunlar buyurunuz!

Aralarında bir de arkadaşım var. (Mektepten… Uzun yıllar soğuk, ayaz Beytepe havalarında uzun uzun sohbetlerimiz olmuştu. Nasıl olduysa oldu. Taraf değiştirmiş. Bir yandaş gazetede köşe de verdiler, ara sıra TV’lerde boy gösteriyor. Başarılı olmasını istemem. Ayağı sürtecek,  Dili sürçecektir. Ümit ederim.)

Tek kişilik oyunun aktörü yuhalanmaya başlandı.

Sahneyi terk etmek mecburiyetindedir.

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...