31 Aralık 2011 Cumartesi

Ölçü


Ölçüyü elden bırakmamak gerekir.

Dostlarımızla ilişkilerimizde, kamuya karşı sorumluluklarımızda, arkadaşlarımızla diyaloglarımızda, ailemizle karşılıklı sevgi saygı kurallarında, çocuklarımıza karşı olan sevgimizin gösterilmesinde, kin güttüğümüz kişilere karşı kinimizin büyüklüğünde, intikam almak istediğimiz durumların keskinliğinde, hırslarımıza gem vuramadığımız hallerin perişanlığında, büyüklerimiz ve küçüklerimize karşı davranışlarımızda, devlete karşı yetki ve sorumluluklarımızda…

Asla ölçüyü kaçırmamalıyız.

Orta yol, en hayırlı yoldur.

Ölçü nedir?

İNSANLIK. İnsan’dır ölçümüz. Örnek insan Hz. Muhammed ve onun takipçileri Allah Dostları.

Ölçüyü elden bırakmadan;

2011 yılını geride bıraktık.

Güzel günlerin 2012 yılında başlaması ile bizleri, milletimizi ve tüm dünya insanlığını bırakmaması dileklerimle…

Yeni yılınızı kutlarım.

30 Aralık 2011 Cuma

2012 Tahminleri ve Öneriler


Ekonomi tahmincileri, 2012 yılının felaketlere gebe olduğunu haykırıyorlar.

Ekonomi yazarları, Üniversite Hocaları, Ekonomi Bakanı, Merkez Bankası Başkanı, yorumcular, analizciler, Avrupa’dan Türkiye’ye bakanlar hepsi hepsi 2012 yılının felaketlere gebe olduğunu söylüyorlar.

Avrupa’da çok büyük bir kriz beklentisi var. Yeni yıl bütçeleri önceki yıla göre nerdeyse %5 (ortalama) küçülerek yapılmış vaziyette. Türkiye ihracatının %50 si Avrupa ülkelerine yapıldığına göre küçülme Türkiye’de de kaçınılmaz olacak. Zaten öngörülen büyüme %3 civarında. (2011 büyümesi %8 olacağı düşünüldüğünde felaket görülebilir.) Ekonomi Bakanı da büyümenin azami %3,5 olacağını belirtti. Kaldı ki, büyümenin %0’a kadar düşebileceğini de tahmin edenler bulunduğunu belirtmeliyiz. Merkez Bankası’nın yaptığı 3 yıllık perspektifle Türk Ekonomisi tahmininde ortalama %3 civarında büyüme öngörülüyor.

Sıcak para getirenler ne düşünüyor? Mevcut paraların Hazine Bonosu ve Borsa kâğıtlarına bağlı olduğu dikkate alınırsa ve yeni sıcak paraya ihtiyaç doğduğunda yatırılacak yeni kaynaklar bulanamazsa ne olacak?

Cari açık ve dış ticaret açığımız tehlikeli risk boyutunda. İhracatımız ithalatımızı hiç bir zaman karşılamadığı gibi, ihracatımızın %82 lik kısmının zaten ithalata dayalı olduğu da düşünülürse büyük çıkmaz yol rahatlıkla görülebilecektir. Ekonomisi küçülen Avrupa, küçüldüğü oranda mallarımızdan vazgeçtiği halde nakit sıkıntısı da baş gösterebilecektir.

Taze para bulunamazsa, üretiminde düşüşüyle sıkıntı had safhaya ulaşacaktır.

Neler yapılmalı?

1. Borçlanmadan mevcutlarla idare edilebilmelidir.

2. Borçlanma mecburiyeti varsa, kesinlikle Türk Lirası ile ve uzun vadeli olarak borçlanılmalıdır.

3. Mümkünse hazırlardan satış yapılarak idare yoluna gidilmelidir.

4. uzun vadeli borç verilmemeli, kısa dönemlerde hazır değerler ve borçlar gözden geçirilmelidir.

5. Acil ihtiyaçlar haricinde yeni yatırıma girilmemelidir.

Dünya devleri, ABD, Çin, Rusya, Hindistan, Almanya, Fransa, İngiltere bütçelerini tasarrufa yönelterek yapmaktadırlar.

Tasarruf hovardaca harcamalarımızdan da vazgeçmeyle mümkün olacaktır.

Önerilerimiz sadece kendimizi bağlamaktadır.

28 Aralık 2011 Çarşamba

Aramak

 “Şu dağın arkasına da bakayım hele, bulamazsam seyredin bendeki figanı” der Hoca Nasrettin.

İlim, ezeli ve ebedi ilahi bilginin müsaade edildiği kadarıyla açığa çıkması, bir ‘İnsan’ eliyle, diliyle, kalemiyle bildirilmesi, dünyaya açılmasıdır. Açıklandıktan sonra da, bilinen olarak, ilmin sahibi insanlık olmaktadır. Hikmet yitiğidir mümin’in. Sahibi yitiğini bulduğu yerden rahatça, çekinmeden, korkusuzca alabilendir.

Hedef İlim. Aranacak olan İlim. İlim dağın ardında. Bulamazsan başla figana. Bağır, çağır, yalvar, yakar… İş o ki, dağ geçilecek. Koskoca dağ aşılacak. Dağın eteklerinde soğuk pınarların kıyısında, ağaç gölgeliklerinde takılıp kalmakta var, eğlenmek var, gecikmek var…

Hedefe kilitlenip aramaya koyulmalı. Arayan bulamazmış derlerse de, bulanlar hep arayanlardır. Çünkü niyet halis olunca, samimiyet ve sabırla, azimle yola devam edilirse “O” seni bulur. Çok bilinmeyenli bir denklemdir, akıl fikir ermez, iman devreye girer bu gibi durumlarda. Biz cahillere, bilmeyenlere, inanmak düşer.

En anlaşılamamış yüce zat Nasrettin Hoca, dağı aşmayanın vah haline der, figan etsin der, ağlasın, yalvarsın der bu sebeple.

Ne güzel türküdür değil mi?

“Aşan bilir karlı dağın ardını / Çeken bilir ayrılığın derdini”

Hatırladığım bir de “Kaf Dağı” vardır. Kültürümüzde de dağ ne kadar önemlidir. Hep dağların ardındadır, dağlar delinecektir, dağın zirvesinde prenses yaşar, ona kavuşmak için zirveye çıkılacaktır, defineyi bulmak için geçit vermez dağ aşılıp ağacın dibi kazılacaktır.. Neler neler.

Her biri aramaya odaklanmış, hedefe kilitlenmiş atalar öğüdü.

Hedef İlme ulaşmak.

İlim Kendisidir.

26 Aralık 2011 Pazartesi

Hakk’a Riayet


Hakk’a riayet; Hakk’ı gözetme, duyma, dinleme, görme, bilme, anlama…

İnsanın kendi iradesi, kendi kabulüyle bu hale girmesi, istenendir.

Dünya düzeni içinde, kendi isteği ve kabulüyle Hakk’a riayeti Kanunlar, Yönetmelikler, Örff-Adetler, polis-jandarma (güvenlik güçleri).. İle zorla sağlar. Aksi davranışlarda da Ceza Kanunları ile ceza yaptırımlarına gidilir.

Normal olanı, kişinin gönüllü olarak devletin koyduğu kurallara, kanunlara, yönetmelik ve diğer düzenlemelere uymasıdır. Bu durum, modern ve çağdaş bir düşünüşü ve hayat nizamını anlatır.

Basit bir örnek verecek olursak, trafik kuralları, herkesin belirlenen kurallara harfiyen uyması durumunda hayatın daha esenlikli yürüdüğü görülmektedir. Kimi kurallar trafik işaretleri ile belirlenmekte, kimi kurallarda trafiğin akışı içinde yaya ve sürücülerin basireti ile sağlanmaktadır. Kavşaklarda geçiş hakkı ışıklarla sağlanır. Kırmızı ışık dur, yeşil ışık geç anlamındadır. Kırmızıda geçilir, yeşilde durulursa bir karmaşa, bir keşmekeş yaşanacaktır. Bu durumda, devletin görevlileri devreye girerek kural ihlali yapanlara gerekli uyarıyı, ceza uygulayarak yaparlar. Cezanın varlığını bildiğinden ise kişiler kural ihlali yapmamaya gayret ederler. Tamamen, verilen Hakk’a uygun hareketin nizamı içindir bu uygulamalar.

Bilemediğimiz bir yerlerde, uzaklarda çok uzaklarda bir tanrıları var. Bu dünyayı yaratmış, insanları var etmiş, insanların dünya hayatını düzenleyen bir emirler kitabı göndermiş, çekilmiş kenara, buyurun ne yaparsanız yapın demiş! Sonra da ölümün akabinde bu insanları, yapıp ettiklerine göre hesaba çekecek, kimilerini cezalandıracak, ödüllendirecek kimilerini de!

Pasifize edilmiş, insan hayatından kovulmuş bir tanrıdır bu anlatılan. “Her an bir Şan alan”ın Şan’ına, Nur-u Muhammediye’ye, Bûy-u Muhammediye’ye inanmayanların pasif tanrısı. “La-ilahe-İllallah Muhammed-ün-Rasulüllah” diyemeyenlerin, yokluk ve varlık kelimeleri ile anlatılan maneviyatı içselleştiremeyenlerin (hal içinde yaşayamayanların) tanrısı. “Hayrihi  ve Şerrihi min-Allah-ü Teala”.

Uykuda iken uyuduğunun bilincinde değildir, ancak uyanınca İsrafil’in suru ile bir önceki halinde uykuda olduğunu idrak eder. İşte o zaman büyü bozulur, gerçek uyanmaya adım atılır.

Nasreddin Hoca davalıyı dinler ‘Haklısın’ der, davacı ‘aman hocam olur mu hiç’ der ‘Haklısın’ der Hoca, karısı söze karışır aman hoca hem o, hem o Haklı nasıl olacak dediğinden, ‘sen de haklısın hatun’ der. Hak’lılık emrin, hizmetin bi-Hakkın yapılması, sorumluluk aranması bakımından Hakk’ın sahibine verilmesidir. Hakikatin nuru, Hakikatin kokusu failin hali ile fiilinin doğruluğunun tasdikinden ibarettir.

Bu noktada şu beyit uygun olacaktır.

Hakikat;
Hakiki gönüllerin gülü ise, taliplisi Türk’tür
O halde Hakikat Türk’ten gayrisini ürkütür.


Ne zaman ki, hakikati yaşamaktan uzaklaştı Türk, kendini unuttu, Hakkı unuttu ve dağıldı, parçalandı, küçüldü.

Adaleti ile Hakikat yaşanmaya, Hak sahibine verilmeye başlanıldığında,”Ey iman edenler, hepiniz teslimiyete giriniz” (Bakara/208) emri tahakkuk ettiğinde, azametli günlerin yeniden yaşanmaması için hiçbir sebep kalmayacaktır.

Doğruyu Allah Bilir.

23 Aralık 2011 Cuma

Zafiyet

                            “Allah, üzerinizdeki yükü hafifletmeyi murat eder,
                              İnsan zayıf yaratılmıştır”. (Nisâ/28)


Rahmi Bey Kürdîlihicazkâr Şarkısında, şu sözleri söyler; “Kırıldım, küstüm, incindim, gücendim.” Bu özellikler, insan yaratılışının zayıflıklarıdır. Zayıflığını bir bir Efendi’sine çekinmeden, korkusuzca, ağıt yakar gibi bildirir Rahmi Bey. Ne de güzel bir bestedir.

Yaz mevsiminde sıcaktan bunalma, kışın soğuktan üşüme, küçük bir cereyanda kalma durumunda hastalanma, acıkma, uykusu gelme, titreme, korkma, endişe, sevinç veya üzüntü gösterme, heyecanlanma, gıybet etme, hırs, kıskanma, kin gütme, haset etme, yorulma, eksiklik, yetersizlik, tamah, açgözlülük, zayıflık… Zafiyet göstergeleri, zafiyet belirtileri…

Zaaf’ta irade zayıflığı ve de düşkünlük vardır.

Şunu düşünürüm hep, zafiyetlerimiz doğuşla mı verildi?

Bir de nefs var. Nefs dünya için bir zorunluluk. Öyleyse zafiyet de nefse bağlı olarak gönderilmiş olmalıdır.

Dünyayı mamur hale getiren güç ‘nefs’le anlatılabilir ancak. Daha fazlaya sahip olmaya çalışmak, daha moderni bulmaya çalışmak, şehirlerin imarı, evlerin dizaynı hep nefsin iştiyakının bastırılması içindir. Böylece dünya da imar edilmiş olmaktadır.

Zafiyetler de bir zorunluluk. Öyle olmasaydı, -imtihan dünyası- denir miydi? Marangozun işe yaramaz tahta parçalarını rendeleyip işe yarar hale getirmesi gibi. Eğriyi düzeltir, uzunu keser, kısaya ilave eder.. ve bir yerlerde kullanır. Onun gibi anlıyorum zafiyetleri de.

Zaaf; Hak’tan uzak kalmak, anlayamamak, dikkate almamak, önemsememek.. Olarak da açıklanabilir. Öyle ki, bu dünyada kendisini bulunmaz sanan benim gibi salaklar, hiç düşünmezler olsa gerek:

“Allâh’tır ki, sizi zayıflıkla (hakikatinin farkında olmaksızın) yarattı! Sonra, zayıflığın ardından bir kuvvet (hakikatini-rabbini bilmenin kuvveleriyle) oluşturdu! Sonra, kuvvetin ardından zayıflık (ismi Allâh olan indinde acziyetini -abd-i âciz) ve ak saçlı (bilge) hâline getirdi… dilediğini yaratır.. “HÛ”; Aliym’dir, Kaadir’dir.” (Rûm/54)(*)

Öyleyse acziyetini bilerek başlamalı, bir hiç olduğunu da idrak etmeli. Kıldan ince kılıçtan keskin yoldur bu. Yaradılış ve istenen pek de sarih bir şekilde anlatılmış ayet-i kerimede.

Acziyetimizle da baş başa bırakmamak üzere müjdeleri de vardır. “İşte böyle (yaşayıp gördünüz)! Muhakkak Allâh, hakikat bilgisini yaşamayı inkâr edenlerin tuzağını zayıf düşürendir”! (Efâl/18)

Yeter ki acziyetimizi alt etmeyi murad edelim, şeytanın, kâfirlerin, inkâr edenlerin (tuzağını zayıf düşüre)cektir. “Muhakkak ki şeytanın tuzağı zayıftır” (Nisa/76)

Şimdi Rahmi Bey şarkısını tekrar dinlemenin vaktidir.


(*) ayet mealleri, Ahmed Hulusi, “Kur’an’ı Kerim Çözümü”ndendir.


21 Aralık 2011 Çarşamba

28 Şubat ve Emeğin Hakkı


BİRİNCİ KONU

“Farkında mısınız bilmiyorum, son günlerde “28 Şubat defteri açılsın mı, açılmasın mı” diye bir tartışma var. “Açılsın” diyenler de var, “açılmasın” diyenler de.”

Bu cümle Ahmet Hakan’a ait.

Şunları da biz ilave edelim. 28 Şubat’ı arayanlar, bugünleri iyi incelesinler. Bugün olanları o günlere adapte etsinler. Aha size 28 Şubat.

28 Şubat’ın mazlumları, o günlere rahmet okutuyorlar.

Fakat 28 Şubat eleştirileri yapan, tasdikli yandaşlar, bu günlerdeki 28 Şubatları asla eleştirmiyorlar. Ne denir. Etme bulma dünyası. Bir dostum da şöyle dedi: “tekrar eden bir senaryo, hedef değişik, şimdi karşı bir 28 Şubat yaşanıyor gibi.” Evet böyle, 28 Şubat ızdırabını yaşayan İslâmcı gruplar, bugünü asla eleştiremiyorlar, asla baskıların faşizan boyutunu görmek istemiyorlar, nede olsa iktidarın imkanlarından istifade ediyorlar. Yazık.

“Sivil” kelimesi, özgür beyinleri anlatır, üniformayı değil. Bu kelime ile sadece asker üniformasını anlayan beyinlerle ne konuşulacak? Konuşsanız da anlaşamazsınız zaten. Beyin esir olduktan sonra, elbisesi ha haki, ha renkli ne fark eder?

İKİNCİ KONU

Taa İngiltere’lerden getirdiğimiz Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, asgari ücretle ilgili; “asgari ücret 1.000.- Tl.ya çıkarılsa Türkiye batar mı” sorusuna; "Asgari ücreti ödeyen devlet değil, asgari ücretli devlette çalışan da yoktur, benim bildiğim kadarıyla. Asgari ücret özel sektörün ödediği bir ücrettir. Özel sektörde siz eğer ücretleri verimlilikle ilişkilendirmezseniz belki Türkiye batmaz ama firmalar batar. Onun için rekabet etmek zorundayız" cevabını vermiş.

1. Bildiğim kadarıyla diyor, bilmesi gerekirdi.

2. Devlette asgari ücretle çalışan yoktur. Diyor.

3. ücretleri verimlilikle ilişkilendirmekten bahsediyor, fakat bunun özel sektörde olmasını istiyor. Yani devlette verilen ücretlerin verimlilikle ilişkilendirilmesine gerek yok(mu) demek istiyor?

4. firmalar batar demiş. Türkiye batmaz ama, demiş.

5. Rekabet etmek zorundayız demiş.

Ben cümleleri nerden mi hatırlıyorum. KÜRESEL ÇETELERİN DEVLETLERE TALİMAT OLARAK BİLDİRDİKLERİ UYGULAMALARDAN. Örnek: Sendikaları güçsüzleştirin, işçilik ücretini düşürün, Sigorta primlerini indirin, işçiye zam yapmayın, grev hakkını kaldırın, birden fazla sendikalara üye olmayı kolaylaştırın…

Sayın Bakan küresel güçlerin ağzıyla konuşuyor. Tehlikeli sular bunlar. Sosyal politikaları güçlü bir şekilde uyguladıkları iddiasında bulunanların Maliye Bakanı’ndan bu tür sözler duymak ne haldir? Şu soru hiç sorulmadı galiba; “Asgari ücret, ücret midir?”

Alın teri kurumadan bedeli verilmesi gereken yüce bir değerdir emek. İşçinin hakkı, kamunun hakkıdır, kamu hakkı Allah Hakkıdır, işçisi zeval içinde hiç bir millet varlığını koruyamaz. Adalet ölçüsünün en önemli mihenk taşıdır emeğin karşılığının bi-hakkın verilmesi. Nice hükümetler, nice devletler perişan hale gelip, yıkılmıştır, sırf işçilerinin emeğinin karşılığını ödemedikleri için.

Prof. Nadim Macit şöyle söylüyor iki gün önceki makalesinde: “Milletin hukukunu sağlamada zafiyet gösteren devlet, devlet olma vasfını yitirir. Devleti yönetme görevini üstlenen veya buna aday olan bir fikî ve siyasî hareketin amacı, milletin hukukunu korumak olmalıdır. Türk devlet tarihinde her şeye karşı müsamaha gösteren siyasi otorite, hukukun ihlaline/törenin bozulmasına hiç bir şekilde müsaade etmemiştir. Modernleşme sürecinde demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletinin zeminini ve şartlarını Türk Milliyetçileri oluşturmuştur.”

Bu açıklamadan da anlaşılmalıdır ki, milletin çok önemli bir kesimini (kahir ekseriyet) oluşturan işçilerin emeklerinin hakları, karşılıkları, kısaca ücretleri eksiksiz ödenmelidir. Bu konuda yok rekabetmiş, yok enflasyonmuş, yok özel sektör batarmış gibi bahanelere yer yoktur.

19 Aralık 2011 Pazartesi

Misafir - Misafirperver

Ekonomik zorluklar kısıtlasa da hepimizin evlerinde bir köşe, bir oda ayrılmıştır. Hepimiz evlerimizi kurarken, “bir misafir gelse ne yaparız?” telaşını yaşamışızdır. Yokluk zamanlarında evin bir köşesinde, “belki birisi çıkar gelir” hesabıyla, çocuklarımıza yedirmediğimiz yiyecekler, kirlenmesin diye kullandırmadığımız eşyalar vardır. Az da olsa misafiri ikramsız göndermek kişinin kendi kendini eleştireceği, dövüneceği, utanıp yerin altına girdiği bir durumdur.

Her misafir gelişinde bayram yerine döner evlerimiz. Yepyeni konular konuşulur, bilmediğimiz tartışmalar gündeme getirilir, hiç tanımadığımız insanların hikâyeleri anlatılır. Zaten yazılıdan ziyade sözlü kültüre dayanan Türk Kültürü misafirler aracılığı ile semtten semte, ilden ile, ülkeden ülkeye taşınır durur. Böylece, başka yörelerde anlatılan, yaşanan hikâyeler misafirler kanalıyla dillerde dolaşır. Vardığı iklimlerde de yaşama ortamı bulur kendine. Bunun için Türk her misafiri, Tanrı Misafiri, Tanrı hediyesi olarak kabul eder.

Binnaz Toprak,Trabzon’da misafir bulunduğu bir evdeki durumunu anlatırken; “..Geldiğimiz andan itibaren misafir olan ben ve diğer arkadaşımız kendimizi bu ailenin kırk yıllık ferdiymiş gibi hissediyoruz.”  “Böyle olmasına rağmen, evin sahibesi misafirlerini gereği gibi ağırlayamamaktan yakınmaktadır.” Der. (22.10.2010 Radikal) bu Türk’ün en önemli vasıflarının, bir Batıcı ilim kadını gözüyle anlatımıdır.

İbn Haldun’da bir hükümdarda olması gereken hususiyetleri anlatırken, “misafirleri konuklama” şartını da söyler. Ne kadar önemlidir misafir!

Güzel anlamına gelen mis kökünden gelir kelime. Güzel ve güzel kokular anlamındadır. Misafire güzel ve koku anlamını yükleyen kültür, her misafirden bir yeni konuyu öğrenmiştir, bir haberi öğrenmiştir, bir kültür varlığını öğrenmiştir. Koku kelimesinde ise, “manevi bilgiler” vardır, “dünyanızdan üç şey sevdirildi” Hadisi şerifinden, sevdirilenlerden birisidir “ilahi bilgi” koku kelimesiyle anlatılır.

Misafir etmek, misafir ağırlamak, misafir olmak, misafir gibi oturmak, misafir kalmak, misafir kısmeti ile gelir, misafir umduğunu değil bulduğunu yer, misafirlik üç gündür, misafirhane, misafir odası, misafir salonu, başmisafir, kulak misafiri, şeref misafiri, Tanrı misafiri.. Gibi atasözü, deyim ve birleşik kullanımı vardır dilimizde misafir kelimesinin.

Hasan Cemal, Nilüfer Göle ile yaptığı sohbetin yazısında anlatır; (1 Ocak 2011 Milliyet), Göle; “kültürel kozmopolitizm dediğim Avrupacılık sonrası, Doğu’nun Doğuyla buluşabildiği, ama Avrupa’yı da dışlamayan yeni bir aşılanma, iç içe geçişler sürecine, doğurganlığına işaret ediyor. İstanbul böylesine bir ‘kültürel tahayyülün’ mekânı olabilir mi? olabilir, bunun ilk şartı misafirperverlik!”. Dünyanın kabul ettiği önemli bir ilim insanı Sayın Göle’nin dikkat çektiği özellik, misafirlik ve misafirseverliktir. Misafirperver kişi o misafirle birlikte yepyeni âlemlere kanat açar, yepyeni bilgilerle…

Mescid-i Haram, “hem yerli için hem de misafir gelenler için eşit kılınmıştır”. (Hac/25) çünkü evin sahibi kendisidir. “Kâbe’yi ziyaret edecekler için, onları yollarından alıkoymak nasıl yasaklanmışsa”, onlara da yaptıkları azap kat kat (elim bir şekilde) tattırılacaktır. Misafir baş tacı edilir bu nedenle.

Türk’ün tarih boyunca en önemli amaçlarından biri; “İbrahim’in şerefli kılınmış misafirlerin” den olmaktır. Bu itibarla “O Misafirlerden haber” bekler durur. (Zariyat/24)

Misafir olduğumuz bir evde hiç bir zaman istediğimiz gibi davranmayız. O evin kurallarına riayet etmek isteriz. Böylece, ev sahibi ile aramızda takaza çıkmaz. Bulunduğumuz odayı kullanırken, yatağımızı düzenlerken, tuvaleti kullanırken, yiyeceklerden yerken kendi evimizdekinden daha da dikkatli ve özenli davranırız.

Hep dillerdedir, söyleriz, herkes söyler. “Bu dünyada misafiriz biz”.

Peki, düşünelim bakalım, misafir olduğumuz kişilerin evindeki güzel davranışlarımızı, misafir olduğumuz bu dünyada gösterebiliyor muyuz?

17 Aralık 2011 Cumartesi

Kopya Törenler!

2010 yılında yapılan Şeb-i Arus törenleri ile ilgili olarak “Şeb-i Arus Töreni” ismi ile bir yazı yazmıştık. “http://mahmutemin.blogspot.com/2010/12/seb-i-arus.html”  bu yazıda, Hz. Mevlânâ’nın dünyadan göçtüğü gün için yapılan kutlamaları, bu törenlerde politikacıların konuşmalarını eleştirmiştik.

Bu yıl yapılan törenlerde de hiç bir değişiklik olmamış. Yine politik şahsiyetler uzun uzun konuşmuşlar, birbirlerine Mevlânâ beyitleri ve kıssaları ile cevap yetiştirmişler. Seyirciler beğendikleri politikacıları alkışlamışlar…

Değişen bir şey yok.

Biz ne kadar söylersek söyleyelim, beyler bildiklerini okuyorlar.

Dünyayı halimize güldürmeye devam ediyorlar.

Ne Mevlânâ bilgisi var nede sevgisi.

Tek düşünceleri politika kaygıları. Kendilerini halka beğendirebilme kaygıları.

Son söz: Hakikat bazen tokatla cevap verir.

16 Aralık 2011 Cuma

Terör Üzerine Düşünceler


Terör: özellikle büyük devletlerin, dış politika amaçlarına ulaşılmasında kullandıkları önemli bir araçtır. Örgütü kurarlar, büyütürler, geliştirirler, amaçları uğruna istedikleri eylemleri yaptırırlar en sonunda bu örgütü ortadan kaldırmanın yolunu ararlar. Hatta ordularını bile bu örgütün üstüne sürdükleri görülmüştür. Bu aşamada örgüt artık düşman sayılır. Düşmanlığına karar verildikten bir müddet sonra ya örgütün bizatihi kendisi veya yan kuruluşları ile yeniden çalışmalar başlatılır. Bu devam eden ve sürdürülecek bir döngüdür.

Afganistan, Pakistan, Mısır, Yemen, Sudan, Libya ve son günlerde Suriye’de örneğini gördüğümüz terör olayları yukarıdaki cümleyi doğrular niteliktedir. Olayların başındaki örgüt bir yerden beslenmektedir, örgütün başındakiler aynı yerde eğitilmişlerdir, para, silah ve lojistik destekleri aynı yerden sağlanmaktadır. Bu bilgiler, gizli şeyler değildir, yazılıp çizilmiş çok çeşitli gazete, makale, inceleme-araştırma yazıları ile internet medyası alanlarında dillendirilmiştir. Herkesin bildiği gerçeklerdir.

Toplumun, dininden, kültüründen, örf-âdetinden, tarihinden gelen direncinin kırılması çalışmaları etraflıca düşünülerek ortaya çıkarılmış hain bir planın parçasıdır ve ilk uygulanacaklardandır. Uygulama alanında yine aynı toplum içinden seçilmiş ve itibar sahibi aydınlar, üniversite üyeleri, yazarlar, şairler, sanatçılar, sivil toplum kuruluşları, gazeteler, televizyonlar ve gençlik kuruluşları “ve hatta devlet kurumlarına sızarak politikalar geliştirmek ve uygulamak” biçilmiş kaftandır. Saldırı toptan başlatılır. Ne hikmetse, kiralık kalemler, kirli ağızlar, karartılmış ekranlar, karanlık araştırmacılar, belirsiz uçlu dernekler.. hep bir ağızdan benzer şeyleri tekrar eder dururlar…

Kendini unutturmak, umutsuzluğa itmek, kargaşadan gına getirmek ve teslim alınmak. Sırasıyla uygulanan stratejileri hep budur.

Aynı eylemlerden, benzer zevkleri alan millet gün gelir ki, şöyle düşünmeye başlar:

‘Yapacak bir şey yok!’tur; ‘En ufak bir umut ışığı görülememektedir’ , ‘Her gün her şey daha kötüye gitmektedir’…

Bu söylem toplumu ele geçirdikçe, toplumsal bunalım büyür, emperyalizmin savaş bandosu amacına ulaşmış olur…” (Banu AVAR)

Atış yapılmış, hedef tam isabet vurulmuştur.

Artık, istenilen kanunlar rahatça çıkarılır, anayasalar istenildiği biçimde değiştirilir, ülkenin sahip olduğu ekonomik değerler istedikleri kişilere hesapsızca geçirtilir, milletin üzerinde titrediği ve gözü gibi koruduğu değerleri bir bir cezaevlerine tıkılır, iktidarları istedikleri gibi değiştirirler, kimleri istiyorlarsa iktidar koltuklarına oturturlar, mekteplerde okutulan derslerin konularını istedikleri gibi yazarlar, hangi konuların nasıl verileceğine karar verirler, hangi tür insan tipinin yetiştirilmesi gerektiği kendi plânlamaları üzerine olur, değerli bilim adamı ve mühendislere çalışma konuları talim ettirilir, istedikleri yoldan çıkmaları halinde rahatça ortadan kaldırılır…

Hesapsız, kitapsızdır bu işler…

Arayan olmaz, soran olmaz, savunan olmaz, karşı duran olmaz…

Bir dönem önce, sömürge ve sömürgeci ilişkisi denilen dayatmalar artık sıradan ama parasal anlamda güçlü, çok ortaklı şirketlere geçer. Ele geçirilen devletlerde, bu şirketlerin menfaatleri neyi gerektiriyorsa o yönde yasalar çıkartılır ve uygulanır. Hatta ülkenin önemli görevleri bu şirketlerin istedikleri kişilerin idaresine terk edilir. Bu şirketler her ne kadar çok ortaklı gibi görünseler de esas ağırlıklı yönetim, dünyanın diğer büyük şirketlerini de yöneten beş – on aileden ibarettir. Görünürde olanlar ya ülke içinde elde edilen hainlerdir, ya da yine dışarıdan getirilmiş gafillerdir. Her halükarda kaleyi feth etmenin yolu, tarihler içinden bilindiği gibi, içeriden fetihdir. Bu yol daima uygulanacak taptaze bir politikadır.

Dünyanın herhangi bir bölgesinde, isimleri bile bilinmez bir ülkenin hikâyesinden bir sayfadır okuduklarınız…

14 Aralık 2011 Çarşamba

“Sıfır Sorun” Önerileri


“Sıfır sorun” müellifleri, onun takipçileri, uygulayıcılarına ve fakat sorunları yumak yapıp içinden çıkılmaz bir duruma sokanlara;  sorunları sıfırlaştırıcı, çözüm paketi sunmakta görevlerimizdendir.

1. Şu an için tamamı olmasa da, Kuzey Kıbrıs’ı İlhak edelim,

2. Azerbaycan’ı Türkiye Cumhuriyeti sınırlarına dâhil edelim,

3.(Evveliyatında) Kültürel, tarihi, sosyolojik, dini bağlarımız bulunan,  İran ve Suriye ile Kuvvetli bir pakt oluşturalım, (Gerekirse federatif bir yapılanmaya bile gidilebilir.)

4. Bağımsız Türk devletleri ile birlik olmanın, bütünlük meydana getirmenin yollarını bulalım. Birliğimizi sağlayalım,

5. Sıra Musul Bölgesindedir. Musul Bölgesini, Kerkük ve Telafer Şehirlerini de kapsayacak şekilde Tereyağından kıl çeker misali tapusunu gerçek sahibine alalım,

6. Bu çalışmalar yapılıyorken, Türk devletlerinin iletişimini kolaylaştırmak adına İstanbul Türkçe’sini bütün İllerde kullanılmasını, yaygınlaştırılmasını sağlayalım,


Bakın o zaman sorun mu kalır. Sizi bir yudum suda boğmak isteyen dünyanın küresel güçleri çeteler nasıl sus pus olup, efendiliğinizi kabul edecektir.

Ayrıca Rusya olsun, Çin olsun, Hindistan olsun bu oluşumda hiçte sorun çıkaramayacaklardır, çünkü hedeflerimiz içinde onların taa içlerine girmek vardır. Dünyanın bütün bölgelerinde Türk kadar şanslı bir başka millet daha yoktur. Dünyanın her bölgesine yerleştirilmiş hazır kuvvetlerimiz mevcuttur. Yeter ki gücünün farkında ol, insan varlığının kıymetini bil.

Barış, sen güçlü oldukça, huzur sen layık oldukça sağlanacaktır.

Korkusuzca yürünülen yolların sonu rahatlıkla bulunur.

Ülkemizin etrafını çepeçevre sarmış problemlerin nasıl da çözüldüğünü hep beraber görürüz. Ne Ermenistan, ne Kuzey Irak ve başkaldıran etnik yapılar, ne Gazze, ne Lübnan, ne İsrail… Sorunları kalacaktır. Hatta Arap Ülkeleri bile kendilerine çeki düzen verecekler ve bi iznillah haşmetli günlere dönülecektir.

Yeter ki, içeride birliğimizi, bütünlüğümüzü sağlayalım.

Son Not: Dünya bizden bunu bekliyor.

12 Aralık 2011 Pazartesi

“Kırat Semahı”


Eğer türkülerini, deyişlerini, semahlarını, şiirlerini, sohbetlerini, uzun havalarını, şakalarını, hayat hikâyesini, konuşmalarını, hatırlarını, yaşadığı mekânların tasvirini, kendini, atını, ırmakları, çiçekleri, dağları… Anlattığı eserlerini dinlemediyseniz, okumadıysanız, bilmiyorsanız bilin ki, hayatınızın dörtte üçü heba olmuş demektir. Kaybınız dolarlarla, makamlarla, mevkilerle, yatlar, katlar, atlarla filan ölçülemez. Hemen bulun buluşturun Aşık Veysel’e ait kasetler, CD’ler, şiirler, kitaplar.. Bulun ve dinleyin, okuyun, dinleyin, dinleyin… Bakın neler neler kazanacaksınız.

“Türk’ü seven Türkü söyler” diyen yüce ruh, ‘gök kubbenin altına sığamayan’ (*) ulu çınar’dan bu yazıda “Kırat Semahı” adlı Türküsü – Deyişi üzerinde durmak istemiştim.

Sazının tellerinden duyulan tını tektir dünyada, bir benzeri daha yoktur. Sazından işitilen tek bir nota dahi Âşık Baba’ya (âşıklık, maneviyatta silsile-i makamatın bir merhalesi olması iktiza eder.) aidiyetini belirtir. Sazı, sesi ve Türkçe birleştiğinde, dünyada rastlanması imkânsız bir birliktelik, ortaya muhteşem bir aşurenin çıktığı görülür. Sesine yüklediği anlamlar hangi diyarların bilmeceleridir, kelimelerin tınısı, manası hangi deryalardan alınmış rahmet bilgileridir bir bir açılır sevenlerine. Katiyen cimri değildir bu anlamda. İşte bahsimiz, Veysel Baba’yı öğrenmeye “Kırat Semahı” ile başlanmalıdır derim. Çünkü apaçık bir şekilde baştan sona kendisini anlatmaktadır.

Bir radyo programında dinlemiştim, Âşık Veysel at sırtında beş kere Türkiye’yi dolaşmıştır. Gezip görmediği, ayak basmadığı vatan toprağı parçası kalmamıştır. Türkülerini ulaştırmadığı bir köy, deyişlerini şerh etmediği bir kişi kalmamıştır. Görevini bi hak’kın yaparak göçmüştür dünyadan.

Şimdi, hemen CD’nizi, kasetinizi, bilgisayarınızı çalıştırınız. Mümkünse kulaklık takınız. Can kulağı ile dinleyiniz. Dünyanın diğer bütün seslerinden, renklerinden, şekillerinden soyutlayın kendinizi, Mana-yı İlâhî’yi anlamak üzere kilitlenin.

“Gırat gırat gırat…” yakınmasıyla başlar sözlerine uzun uzun. İlk açılan mana saç uçlarından, ayak parmaklarına kadar kendi vücudunu anlattığıdır. “Gırat” kendisinin bindiği, kendisini bu dünyada taşıyacak olan beden yapısıdır, vücududur. “Üstüne binen alır mırat”;  Murat odur ki, insan oluna. Hayvani tüm sivri uçlar törpülene, insanlık makamına ayak basmaktır amaç. Bu süreç, vücut içerisinde ve bu dünyada tamamlanacaktır. “Sağ yanında çifte kanat”; manevi bilgi havuzundan ulaşılan her bir satır bilgi, alınması gereken yolda kanatlardır, aynı zamanda yol kılavuzu ile bilgi birleşince aşılmaz dağlar aşılır, Kaf Dağları bulunur olur. “Gocadım Eyvaz gocadım”; eyvaz, eşi ayalidir, hem de kendisini sevenlerdir. “Gocadım” ihtiyarlamak, yaşlanmak anlamı yüklenebileceği gibi, bulunduğu makamda arzu edilen, fakat durulmayan bir makama da işaret eder. Olgunlaşmak, “Hak’ta erimek” manaları Goca Baba’ya hiçte yabancı makamlar değildir.

“Gırat hastalanmış yemez yemini”; / “Vurdu gitti bir hırsınan gemini”; İnsanları dünyaya bağlayan dünya güzellikleri vardır. Ayrıca, dünyaya sıkı sıkıya bağlanmak üzere çok çeşitli sebepler aklını başından alır yetişmekte olan insanın, kendisine sunulan her bir güzelliği elinin tersi ile itebilendir bu yolda ilerleyen. Seni bu dünyaya bağlayan tüm bağlardan (gem) kurtulmak en baştaki görevindir. “Türkmenoğlu çeksin gamını” ;dünya ahvalinden ayrılmak ayrıca, dertler üretir, sıkıntılar verir. Mesela bolluk içinde yaşarken, bir anda parasız kalanın içine düştüğü durum pek de iç acıcı değildir. Bu arada Veysel Baba, kendisinin “Türk”lüğünü korkusuzca söylemesi de dikkate şayandır. Tıpkı Atatürk’ün “Türk olarak gelmeyi” bir övünç olarak ortaya koyması gibi. “Canım ata gurban serim güzele güzele”; Hz. İsmail’e hatırlatmayla kurban olanın “tamam”landığını latif bir deyişle anlatır. Bu dünyada kendisine yaptığı hizmetten dolayı da “at”ını “canım” yüceltmesiyle taltif eder.

“Enişen aşağı keklik sekişlim” ; / “Yokuşa yokarı davşan büküşlüm” ; / “Tavuzguşu gibi uğru nakışlım” ; insan dünyaya bir ana ve babadan gelmektedir. Geldiği gün bebeklik ile büyüdüğü, olgunlaştığı döneme (ihtiyarlık) kadar ki hikâyesi bir güzel anlatılır. Bebeklikten yukarıya doğru ve belli süreden sonra da aşağıya doğru ne de güzel anlatır. Son hali ise artık kendini bulmuş, sözü dinlenir, hali gözlenir olmuştur, tıpkı “tavuzguşu” gibi, “uğru nakış”lanmıştır.

“Gocadım belim büküldü”; / “Üstüm silahım döküldü”; / “Terzi galmadı söküldü”; / “Gocadım eyvaz gocadım”;

“Atım sen ne güzelsin nazardan sakın”; / “Sağına soluna hamaylı dakın”; / “Bozok ellerinde Yozgat’a yakın”; / “Atım beni nazlı yare gavuştur”;

Ve final. Yâr’dan ayrılanın içinde bir yaradır sıla. Sıla-i Rahim insanlara bir görev olarak yüklenmiştir. Mevlâna da ilk beyitlerinde Mesnevi’nin anlatır. Kendi ortamından kesilen kamışların, ney olup üflendikten sonraki sıla hasretini.

“Atım beni nazlı yare gavuştur”;


(*) Bu tanımlamayı, rahmete yürümüş, Kayserili “Borucu İsmail” Bey’den işitmiştim.

9 Aralık 2011 Cuma

Demokrasi Güzellemesi

 “Blog’lara yapılan yorumlar ve sosyal medyada yazılan bize ait demokrasi cümlelerinden alınmıştır…”

-Demokrasiler, devasa parlamento binaları ve bitmek tükenmek bilmeyen toplantılarıyla ünlüdür. Sanki önemli bir şey üretiyorlarmış havası ile dünya insanlığının gözlerini boyarlar. Asıl başarıları ise, maalesef insanların buna inanmasıdır, inandırılmasıdır. İnandırılma işleminde en büyük silah, insanların aç bırakılması, hak ettiğinin yarısının bile verilmemesidir.

-Demokrasi mi dediniz?

Anlamadım o da ne? Artık, Küresel Liberal Sermaye güçlerinin oyun alanından ibaret olan demokrasi yerine, yeni bir sistemin gerektiğini düşünenlerdenim. Bunun adı ‘şimdilik’ önemli değil. Maksat dünyanın idaresini ele almak isteyen bu faşist yapının deşifre edilmesidir. Sonra sahibi olduklarını düşündükleri güçlerinden onları ari kılarak, kurdukları korku imparatorluğunu başlarına yıkmak hedeflerimiz olmalıdır.

Bu hedefe Türk olarak ve Türk başbuğlar etrafında toparlanılarak varılacaktır.

-… Bu kadar demokrasi yanlısı olduğunu bilmiyordum. Bukalemun gibi bulunduğu ortamların rengine uyum sağlayan demokrasi dedikleri yönetim şekli, bugünlerde yeni dünya düzenini yine kendisine uydurarak, İtalya ve Yunanistan’da teknokratlar idarecilerini, Arap Ülkelerinde yalancı baharları, Türkiye’de özelleştirme dayatmalarını, Suriye ve İran’da savaş çığlıklarını hep gündemde ve taze tutmaktadır. Demokrasilerde bu çetelerin yapmak istediklerini kolaylaştırmak üzere yeniden ve yeniden dizayn edilmektedir.

Sözü uzatmaya lüzum yok.

Demokrasi yerine, milli ve tamamen kendi zihinlerimizden yeşererek, vücut bulmuş yeni bir yönetim sistemi bulunmalı ve milletimize sunulmalıdır. İddialı bir şekilde şunu söylemek mümkündür ki; dünya insanlığı Türk’ün liderliğinde bir yeni sistem beklemektedir. İtirazı olan okurlara şunu söyleyebilirim: 7 bin yıllık devlet geleneği, Selçuklu ve Osmanlı gibi muhteşem imparatorluk ve imparatorluk küllerinden doğan modern Türkiye Cumhuriyeti gibi tecrübeler, yeni bir düzen, yeni bir yönetim şekli bulmaya kâfidir.

-Arap Birliği’nde Babacan konuşmuş; Suriye'nin temsili demokrasiye geçmiş, toprak bütünlüğünü koruyan ve siyasi istikrar sahibi bir ülke haline gelmesinin en büyük isteğimizdir.”

İyi de senin Arap Birliği dediğin topluluk içinde 22 Arap Ülkesi var. Onlardan hangisi bu senin söylediğin demokrat yönetime sahip ki? Neden Suriye, Niye Suriye? Önce bunu açıklamalısın.

-Başbakan’ın gazete patronları ve genel yayın yönetmenleriyle yaptığı toplantıya, Yeniçağ, Ortadoğu, Cumhuriyet, Sözcü, Aydınlık ve Birgün gazeteleri davet edilmedi.

Bulunduğumuz yerin ve yaptığımız demokrasi eleştirilerinin ne kadar doğru olduğunu gösteren ilginç bir örnektir. “İleri demokratlara” demokrasi dersi verilmelidir, bunu da ancak toplantıya davet edilemeyenler başaracaklardır.

-Demokrasi: artık, küresel çetelerin istedikleri gibi at oynattıkları kötü bir yönetim şekli olarak duruyor.

-“Artık demokrasiler otokrat bir kafanın ürünü olan parlamentoları seçiyorlar ve onları bir onay mekanizmasına döndürerek otokrasiyi demokrasinin koltuğuna oturtuyorlar. Anayasaları onlar yapıyor, yasaları onlar düzenliyor, bağımsız yargıçları onlar seçiyor, ülkelerin yer altı ve yer üstü kaynaklarını babalar gibi satıyorlar. “buna demokrasi mi denir?” diyenleri ise ya açlığa terk ediyorlar ya ağızlarına mühür vuruyorlar ya da hapishane duvarları arasına gönderiyorlar.” (Kurtul Altuğ)

-Köpekleşmek, köpeklere has bir davranış değildir. Onlar, tabii olarak davranırlar. Görevlerini yaparlar. Köpek görünümünde olmayanlarda zuhur eden hastalıklı bir haldir köpekleşme.

7 Aralık 2011 Çarşamba

Ameliyat ve Propaganda Merkezi…

Bütün bunlar Sayın Başbakan’ımızın vücudunda beliren bir illetin “laparoskopik” müdahaleyle alınmasından sonra gerçekleşti. Durumdan vazife çıkaran “Propaganda Merkezi”nin, ne yapsak da “partideki oy düşmesini parti lehine çevirelim” düşünceleri zihinlerine hücum ettikten sonra düğmeye basıldı. Ee.. dile kolay, laparoskopik müdahale bu!

Önce olaylar bir bir masaya yatırıldı. Günlerden Cuma idi o gün. Önce kahvaltı yapılır, kısa bir muhakeme sonunda abdestler alınır, oğul ve torun yedeklenir, Cuma Namazına gidilir, namaz sonrası (her Cuma çıkışında olduğu gibi) halkla konuşulur, eller sallanır, kameralara gülücükler yollanır, siyah makam arabasına binilir, önce torun arabadaki TV’yi çalıştırır, meraklı gözlerle dikkatlice seyrederiz, sonra Sayın Başbakan halkla selamlaşmayı bitirir, arabasına biner. Bir-kaç hafta önce beka âlemine yolcu edilen annenin mezarına gidilir, rastlantı bu ya sıkı güvenlik tedbirlerinin alındığını ön plana çıkaracak eli bavullu ve aileden birisinin ziyaretine gelen bir vatandaş yaka – paça çevrilir, elindeki bavulu bir kuytuda açılır, aranır, içinden giysilerden başka bir şeyin olmadığı anlaşılınca vatandaş serbest bırakılır. Başbakan annesine Kur’an okur. (Onlar böyle söylüyorlar, mezarda kim yatıyorsa onun için Kur’an okuyorlarmış!) ve Başbakan arabasına binerek gider, bir daha da görülmez. Bu son görüntüsüdür.

Resim gayet uygun! Artık, ameliyatın açıklanmasının bir zararı olmayacaktır. Kurgu tamam, resim tamam, haber tamam. Cuma Namazı ön plana çıkartılacaktır. Her hafta yapıldığı gibi, nekahet dönemi boyunca, ‘Müslüman Başbakan’ vurgusu kaybolan ‘OY’ları geri getirmeye yetecektir!

Açıklama yapılır. “Sayın Başbakan’ımızın, sindirim sistemindeki bir sorun laporoskopik operasyonla alınmıştır, sağlığında hiç bir sorun yoktur.” Burada bir hata yapılır. Ameliyatı yapan doktor da açıklanır. Prof. Dursun Buğra, özel uzmanlık alanı “kolon kanserine laparoskopik ameliyat!”. Bu bilgi öğrenilince meraklı kalemler, araştırmacı gözler tahminlerini hemen yaparlar.

Merkez bu arada her saat başı verilen haberleri dikkatlice izler ve belirlediği resimler, filimler ve metinlerle istedikleri biçimde millet haberdar edilir. En son görüldüğü Cuma günü, Cuma Namazı’ndan çıkışı, mezarlık ziyareti, ziyarette Kur’an okunduğu inceden inceden zihinlere nakşedilir. Herkes memnundur.

On gün boyunca kimseyle görüşmeyen Başkan, büyük bir ülkenin ikinci adamı ziyaret etmeseydi, resmini de kimse göremeyecekti. İki resim düştü piyasaya. Düştü ama, büyük ülkenin ikinci adamı yaptığı açıklama ile, Boşnak Hoca’nın tanımladığı anlamda “Bi’densizlik” etti. İlletin “erken teşhis” edildiğini, operasyonunda başarılı olduğunu açıkladı ikinci adam! Nerden bilebilirdi ki yabacı, “erken teşhis” tanımını Türkler sadece ‘kanser’ (ve/ya ağır) vakalarında kullandıklarını. Dolayısıyla tahmincilerin tam isabet kaydettikleri bir daha anlaşılmış oldu.

İstirahat ettiği evinin önünde kilometre uzunluğunda kuyruk oluşturuldu, oraya konan bir masa üzerindeki deftere, geçmiş olsun dileklerini yazanlar. bir ihtiyar nine bulundu tekerlekli iskemleye oturmuş, “Allah ondan razı olsun, geçmiş olsun, beni hacı’ya gönderdi” dedirttiler, bir çocuk bulup getirmişler, ağlıyordu hıçkırıklarla, “ben onu çok seviyorum” dedirttiler. Meğer televizyonda görmüş ve çok sevmiş. Doğrusu bu çalışmalarda fevkalade başarılıydı merkez.

Merkez, işi yaygaraya vermek bakımından, anlamsız konuları gündeme taşımaya çalıştıysa da pek başarılı olduğu söylenemez. Bu çabalarla kaybedilen oyları bırakın geri getirmek, giden oylara bile mani olunamadı.

Yalnız, ameliyat olan bir Başbakan’dan ziyade namaz kılan bir Başbakan vurgusu kaldı akıllarda.

5 Aralık 2011 Pazartesi

Yabancı Kelimeler ve Karşılık Üretme

13 Ekim 2011 tarihli Akşam Gazetesinde rastlamıştım habere. “Türkçe’nin geliştirilmesi , yabancı sözcüklerin yerine Türkçe karşılıklar bulunması amacıyla” bir kurul oluşturuluyor, bu kurula ünlü isimler davet ediliyor. Candan Erçetin, Kıraç, Nasuh Mahruki, Ahmet İnam, Sevin Okyay gibi isimlerin gönüllü olarak katıldıklarını okuduk. TDK Başkanı Şükrü Akalın, “amacımız, Türkçemizi geliştirmek, zenginleştirmek ve özleştirmek!!” demiş. Özleştirmek. Doğrusu l980 yılları öncesine döndüğümüzü düşündüm bir anda, ne tartışmalar yapılmıştı, özleştirmecilerle, karşı olanlar tarafından. Özleştirmecilere uydurukçular deniyordu, yanlış hatırlamıyorsam Prof. Şükrü Akalın Hoca’da bu tarafta bulunuyordu.

Bir Milletvekili tarafından TDK’nın 2012 bütçe görüşmeleri sırasından bulunan kelimelerden bir-kaç örnek vererek, kabul edilen Türkçe kelimeleri eleştirerek, komisyon üyelerinin de gülmesine sebep olunmuş. 9 Kasım tarihli Hürriyet Gazetesi haberinden öğrendiğimize göre, Milletvekili’nin eleştirmesi üzerine Akalın Hoca Milletvekili’ne bir mektup yazarak “flaş haber için önerilen zırtgel karşılığını onaylamadıklarını” belirtmiş. Hoca, “TDK’nın önemli bir işlevi de yabancı sözlere karşılık bulmaktır. Kurum, gündelik dile giren veya girme eğiliminde olan yabancı sözlere karşılık bulma çalışmasını gönüllülerden oluşan tartışma ve yazışma topluluklarında yürütmektedir.” Şeklinde Şükrü Akalın Hoca’nın açıklamaları devam ediyor.

Mustafa Önder 30 Ekim tarihli yazısında konuya eğildi. Yabancı kelimelere karşılık önerilen (Türkçe)! Kelimeleri örneklendirdikten sonra; “bir dil bu kadar zorlanır mı? Kelimeler bu kadar sun’i yollarla ve uydurula uydurula geliştirilir mi? Anlamak, hele hele TDK gibi bir kurumu anlamak zor. Yine dönüyoruz 1980 öncesine… ‘Öztürkçe’ hastalığı yine nüksetti anlayacağınız! Vay benim zavallı dilim, vay benim Türkçeyi Kuruma emanet eden aziz Atatürk’üm… miras ne hallerde? Ciddiyete davet etmekten başka diyecek söz kalmadı, ne diyelim!” diyerek noktalamıştı yazısını.

Mustafa Önder’in eleştirdiği, bulunan kelimeleri, Cengiz Semercioğlu 14 Ekim tarihli yazısında ise beğendiğini söylüyordu. “Yapılan çalışmaların ise saygı gösterilmesi gereken çalışmalar olduğunu” vurguluyordu.

Konuşulan, çalışılan kelimelerin hemen tamamının teknoloji ile ülkemize taşıdığımız materyaller ve teknolojinin gereği kullanmak zorunda kaldığımız kelimeler olduğunu gördüm. Örneklendirmeye gerek yok, herkesin bildiği özellikle bilgisayar teknolojisinin dayattığı kelimeler.

Bilgisayar dedim de, makinelerle tanıştığımızda çok aniden çıkıveren bir kelime olarak hatırlıyorum bilgisayarı, ‘Computer’ kelimesinin yerine. Benimsendi halk tarafından. Hikâyeciler hikâyelerinde, şairler mısralarında kullandı ve bizim kelimemiz bizim oldu.

Teknoloji maalesef Batıda üretiliyor çağımızda, biz de mecburen kullanıyoruz. Teknoloji ve materyalleri gelirken de kelimesi, hatıraları, bilgileri yani kültürü ile gelmektedir. Mesela ‘Cep Telefonu’ dedik ‘mobil phone’ ye, cep telefonu bizim oldu, bizimdir. Sanırım başka hiç bir ülkede de ‘cep’ kullanılmamaktadır. Taşınır anlamındaki kelimelerden kurgulanmış ve kullanılıyor. Herhalde bir kurul toplanıp da ‘bilgisayar’ veya ‘cep telefonu’ kelimelerini önermedi. Bilinmez bir akıl ortaya attı, halkımız da alıp kabul etti ve kullandı, hepsi bu.

Bir masa etrafında toplanılarak kelime üretme çalışmaları yapılamaz, bu kelimeler halk tarafından kabul edilemez. Kabul ettirilemez. Birisi, birileri tarafından bulunan, söyleniveren, bir yazıda, bir şiirde kullanıverilen kelimeler bir de bakmışsınız halk tarafından kabul görür ve kullanılmaya başlanır. Peki, ithal edilen teknolojiye Türkçe karşılıklar bulunana kadar ne yapacağız? Sorusu sorulabilir. Doğrusu bunun tam da bir cevabının olduğunu sanmıyorum. Bu durumda ya Kurum’un yaptığı yolu kabul edeceğiz, ya da üzerinde ismi ile gelen teknolojiyi geldiği isimle kullanacağız ve zaman içinde de kendimize ait karşılık bulacağız.

TDK’nın, derneklerin, vakıfların ve özel şahısların yaptıkları çalışmaların da desteklenmesi gerektiğini düşünmekteyim.

2 Aralık 2011 Cuma

Bilinmez sular da…

Bilmediğim bir derede balık avına soyundum.

Paçaları sıvamıştım dizime kadar. Suyun debisi ve derinliği hakkında, tabanın kayalık mı, düz mü olduğu hakkında hiç bir bilgim yoktu. Hayatımda ilk kez bir balık avına çıkıyordum.  Üstelik yanımda kılavuzum da yoktu. Oltanın nasıl yemleneceğini, hangi tür yemin takılacağını da bilmiyordum. Av mahalli de oturduğum mahalleme nerdeyse iki yüz kilometre kadardı. Önce birkaç köylü geldi yanıma. Buraların kendi köyleri olduğu ve yabancıların avlanmasının yasak olduğunu söylediler, iri yarı kişilerdi bunlar, korkunçtular ve korkutucuydular. Ellerinde sopalar birisinde de av tüfeği vardı.

Dereden dışarı çıkmak için iki adım attım. Ayağım kaygan bir taşa takıldı. Sendeledim. Düştüm. Boğazıma kadar sulara gömüldüm. Köylüler kahkaha ile güldüler. Su beni sürükledi bir müddet.  Dere kenarında bulunan köylüler kahkahalarını kestiler. İşin ciddiyetini anladılar. Birisi elindeki sopayı dereye uzattı. Zar-zor tutundum, çekti beni dere dışına. Bir kayanın üstüne oturdum. Zor nefes alıyordum. Bir müddet sonra köylülerden ikisi suya girerek beni dışarı taşıdılar. Güya özür dilediler. Giysilerimin bulunduğu yere kadar taşıdılar. Arabadan battaniyeyi çıkartarak sardılar. Biraz rahatladım.

Yaklaşık on dakika kadar sonra, yavaş yavaş konuşmaya başladık.

Derenin azgın olduğunu anlattılar, fakat Temmuz ayından itibaren suyunun azaldığını söylediler. Şükretmemi bildirdiler. Başka bir zaman olsaydı suyu zapt edemeyeceklerini ve suyun mutlaka götüreceğini anlattılar. Şanslı olduğumu hatırlattılar.

Teşekkür ettim kendilerine. Arabada bulunan çay takımlarını çıkardım. Dereden aldığımız suyla çay demledim. Köylülerin küçüğü evelerine giderek bazlama, peynir getirdi. Birlikte kahvaltı yaptık. Bu arada da konuştuk havadan sudan…

Köylülerden birisi:

-“ Bekir emmi geliyor”. Dedi. O tarafa doğru baktık. Seksen yaşının üzerinde bir ihtiyar bize doğru geliyordu. Hafif bir aksama vardı ayağında ama dinçti. Elinde olta kamışı, küçük bir torba, diğer elinde daha büyük ve naylon bir torba vardı. Yaklaştı. Selam verdi. Buyur ettik. Oturdu.

-“Nerelerden Emmi böyle, balıktan mı?”.

-“Biraz erken çıktım, eh işte yiyecek kadar da yakaladım.” Dedi. “Haydi, bir ateş yakın, pişirelim.”

-“Olur mu emmi, sen bunu ev ihtiyacı için yakaladın. Burada yemeyelim.” İhtiyar ısrar etti. “Dere ne için var sanırsınız, bir daha yakalarız, olmazsa yarın yakalarız, haydi çalı çırpı toplayın..”

Biraz sonra toplanan çalılar, ocak yapılarak yakılmış, dere suyu ile balıklar temizlenmiş ve ocağa atılmıştı balıklar. İhtiyar derin bakışlarla süzüyordu beni. Arada sırada da, halinden, ahvalinden cümleler ediyordu. Sorularına:

-“Kırları seviyorum, yürümeyi, koşmayı seviyorum. Dağlarda, tepelerde özellikle tek başına derin düşüncelere dalmayı seviyorum”. Dedim.

-“Bulabiliyor musun bari”?

-“Nerde… Nerde Emmi.”

-“Sular, dereler tehlikeli ortamlardır evlat, memleketinden kilometrelerce uzaktasın şimdi. Bilemediğin mecralar buralar..”

Pişen balıklardan birer aldık. Derenin, havanın, rüzgârın, serinliğin, köyün, tabiatın tüm lezzetleri aynı anda damaklarımızdan ruhumuza zerk ediliyordu. İlahi ortamda ilahi bilgi şırıngalaması başlamıştı. Uzaklardan köpek havlaması işitildi, köylülerden birisi “korkmayın, köyün köpeği, bir şey yapmaz” dedi. İhtiyar şunları söyledi bir anda tane, tane:

-“Hakikat Bağı’nın kapısı sen isteyince açılır. İstemek aramakla mümkündür. Aramak yola çıkmakla mümkündür. Yola çıkmak, niyetle mümkündür. Niyet, abdestle mümkündür. Abdest, su ile mümkündür. Su, kaynakla mümkündür. Kaynak…”. Burada sessizliğe büründü ihtiyar. Çok derin ama çok derin bir nefes aldı. “Kaynak Sensin…” dedi.

İsteyeceksin ve arayacaksın. Aramak içinde yola çıkacaksın. Bilinmez yollara. Zor yollara. Kılavuz olmadan çıkılamaz yollara. Bir bilen olacak danışacağın, senin elinden tutacak ve tehlikelere bulaştırmadan menzile ulaştıracak.
-“Evlat,” dedi ihtiyar. “bilmediğin suya girme, bulanık sularda balık avına çıkma, bilemediğin coğrafyalarda mutlaka yanında bir kılavuzun olsun”.

Hem balık hakkımı yemiştim, hem de hakkıma düşen bilgiyi almıştım.

Bir müddet daha sohbetten sonra, akşama yakın, yolumuzun ırak olduğunu söyleyerek izin istedim. Teşekkür ettim hizmetlerine, memnuniyetimi bildirdim.

Arabaya bindim. Yolda radyoyu açtım. Pir Sultan Abdal’dan bir deyiş okunuyordu.

Ne kadar bilirsen hey dost bilene danış
Danışan dağları aşar mı aşar
Danışmadan yola düşse bir kişi
Yorulup yollarda şaşar mı şaşar
                                         …
Altında bir tuğla olur mu kabul
Konuş şehirli ile olasın ehil
Konuşma cahil ile olursun cahil
Kişi itibardan düşer mi düşer
                                       …
Uzak ol cahilden hey dost kâmile yakın
Sözümde mana yok darılma sakın
Hapsın karıncaysa merdane dakın
Ummadığın daş başa düşer mi düşer
                                        …
Abdal Pir Sultanım bu böylem olur
Herkes ettiğini elbette bulur
Alıcı kuşların ömrü az olur
Akbaba zararsız yaşar mı yaşar

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...