30 Ocak 2012 Pazartesi

‘Andımız’ ve ‘Türköne’


O sanıyor ki, attığım son bomba en etkilisi idi.

Yıkım mühendisleri de, vurucu gücün en kuvvetlisini en sona bırakırlar. Önce hafif vuruşlarla başlar duvarı yıkma (zayıflatma) gayretleri. Vuruşlar gittikçe kuvvetlenir. Zayıflama tespit edildiğinde ise sadece bir vuruşluk ama en kuvvetlisi olmak şartıyla, sadece ve son defa bir vuruşluk gücü kalır duvarın.

Bizimki de öyle görüyor. En kuvvetli bombayı attığını sanıyor.

İlk öğretim de çocuklarımıza okutulan Andımız’ın kaldırılması çalışmalarından bahsediyorum. Hedefi şöyle koymuşlardı. Anayasa’dan “Türk” çıkartılacak. ‘Dağlara taşlara’ yazılan “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” vecizesi dağlardan, taşlardan kaldırılacak. Onların zannınca da artık demokrat olunacak.

Türk düşmanlığını açıkça söyleyemediklerinden olsa gerek, Atatürk ve onun ağzından çıkan kelamlara düşmanlık yapıyorlar. Ha, diyecekler ki, Andımız Atatürk tarafından yazılmadı. Tamam. Onun bilgisi tahtında yazılıp onayından geçti. Kelam çok değişik ağızlardan, çok değişik kalemlerden zuhur edebilir, birinci ağız olması şart değildir.

Çok çeşitli teoriler geliştiriyorlar Andımız metninin okullardan sökülüp atılması için. Öyle teorilerle geliyorlar ki karşımıza, bildiklerimizin inandıklarımızın tam tersi tezler. Öylesine de inanmışlar, öylesine adanmışlar ki sormayın. Bir milletin dizaynını seyrediyoruz, siyah beyaz film tadında. Yalnız bir var ki, aktörleri acemi. Mektep görmemişler, eğitilmemişler. Kin kusuyorlar. Fakat bu kinin sebebi de anlaşılamıyor.

Şöyle soruyor giriş cümlesinde; “Bir Türk’ün çocukluk yıllarında her sabah ‘Türk’üm’ diye başlayan andımızı tekrarlaması ne anlama geliyor?”

“Bir Kürt’e, ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ dedirtmekten daha kötüsü, aynı sözü bir Türk’e söyletmek. Zira bir Kürt bu lâfı ne kadar tekrarlarsa tekrarlasın Türk olamaz. Ama bir Türk’ün zihninde ve ruhunda meydana gelen hasarı kim düzeltecek?” (*)

Saçmalama da sınır yok, serbest, kalem elinde salla gitsin, efendilerinin hoşuna gidecek lafları bul yaz gitsin. İyi de kendi fikirleri değil. Bakalım geriye doğru bu laflar, Abdullah Gül, R.Tayyip Erdoğan, A. Bahçekapılı, Liboş tanımlamalı kalemler..  Tarafından onlarca kez söylenildi, yazıldı, çizildi. Türköne’nin yaptığı sadece onların laflarını tekrardan ibaret.

***

Andımız; ideal İnsanı, Müslüman’ı tarif eder ve ona Türk der.

Doğru’dur (bir eline ayı bir eline güneşi verseniz doğrudan vazgeçmez),

Çalışkan’dır (ilim Çin’de de olsa gider ve alır),

Küçüklerini Korur (Halkını, milletini),

Büyüklerini (geçmişini, tarihini) sayar ve ülküsü yükselmektir,

İleri gitmektir (çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkmak, manevi yükselmeyi tamamlamak).

Bu cümle Müslüman’ı tanımlar ve ona ‘Türk’ adını verir.

Son olarak da varlığını Türk varlığına armağan eder (her ne öğrendimse, her ne biliyorsam senin yüzü suyun hürmetinedir ey Muhammed! Hakkı sahibine vermek, varlığı sahibine terk etmektir).

***

‘Dinler arası Diyalog’ komitesinin vereceği bir talimat ancak bu kadar olabilir. Tam isabet. Bir milletin çocuklarına doğruluğu, çalışkanlığı öğütleyen And’ın kaldırılması talimatı ancak yıkıcı bir zihniyetin eseri olsa gerektir. Müslümanlıktan uzaklaştırılmak için ideal ve önemli bir yol. Çocuklarınızı atalete, tembelliğe, çağdaş ilimden uzaklaşmağa, aile, hısım, akrabadan soğutmaya ve yavaş yavaş devletinden nefret ettirmeye yönelik bulunacak en önemli yol.

Ahmet Takan 27 Ocak tarihli yazısında; “Milli Eğitim Bakanlığı’nın andımız’ın kaldırılması için, Talim Terbiye Kurulu’nda kurulan bir komisyonun çalışmalara başladığını, fakat sonuçlanmadığını” bildiriyor.

Bizde diyoruz ki, buyurun kaldırın. Sizin yıkıcı gücünüz, çocuklarımızın ‘doğru’luğuna, ‘çalışkan’lığına asla zarar veremez.

Bir kere ‘Türk’üm diyebilen kişilerde de kişilik asla zafiyete uğramaz.

Uğratamazsınız.

(*)Mümtaz’er Türköne,27.01.2012 , Zaman

29 Ocak 2012 Pazar

Yunanistan’a Talip Olunmalıdır!

Liderliğini Almanya – Merkel’in yaptığı organizasyon, Yunanistan’ı iç etmeye çalışıyor!

Önce borçlandırıldı. Borçlarını borçlandırarak halletmeye çabaladılar.

Şimdi ise, ödenemeyecek, borçlandırılamayacak durumda Yunanistan.

Ne olacak peki?

AB’nin oluşturacağı bir yönetime devredin Yunanistan’ı diyorlar.

Dikkat! Yunanistan’ı diyorlar.

Yani, bağımsızlığından vazgeç. Vergi toplama yetkinden vazgeç. Topraklarına sahip olmaktan vazgeç. Belediyelerinin gelirlerinden vazgeç…

Kime yapıyorlar bunu?

Yunanistan’a.

Kim yapıyor bunları?

Tarihlerini, geçmişlerini, dillerini, dinlerini… Borçlu oldukları Yunanistan’a.

Onların dostluklarına güvenilemez. Onlar, ayakları hafiften kaymaya başladığında satarlar arkadaşlarını, Yunanistan örneğinde olduğu gibi.

Peki, Türkiye ne yapıyor bu durumda?

Hiç…

Oysa tarihi bağlarımız, ortak değerlerimiz var aramızda.

Bizim Yunanistan’la düşmanlığımız, AB ülkelerinin tamamının dostluğundan daha samimidir. Bizi Yunanistan ile düşman pozisyona getirenler de onlardır. Dikkatle takip edilmesi gerekmektedir.

Ve,

Yunanistan’ın yönetimine; ekonomik, siyasi, askeri ve dış politik yönetimine talip olunmalıdır.

Avrupa’nın gözü dönmüş liderlerine siyaset dersi verilmeli,

Finale sakladığımız joker devreye sokulmalıdır.

Fransa’sı, Almanya’sı, İngiltere’si…

Bu bir resttir.

Ve kıç üstü oturacaklardır.

Haydi buyurun.

İşte size “Sıfır Sorun” politikası.

28 Ocak 2012 Cumartesi

Anayasa’nın Hangi Maddeleri Değiştirilecek?


Özellikle son 4 yıldır 1982 tarihli Anayasa’nın değiştirilmesi üzerine çok çeşitli nutuklar dinledik. Değiştirilmesini kimler istiyor?

ABD, AB, Soros destekli kuruluşlar (Tesev, Açık Toplum Enstitüsü), PKK, vaktiyle Komünist grupların içinde eyleşen bugünlerde dönme diye adlandırılanlar, Liboşlar, ‘İslamcı’lığı kimselere bırakmayan bugünlerde ise Muhafazakâr iktidar nimetlerinden yararlanmayı devam ettirmek isteyen ve dinci olarak evrimleşen bahtsızlar, Atatürk düşmanları, Türk kelimesinden hoşlanmayan gericiler…

Değiştirilmesi istenen ve üzerinde en çok durulan maddeler nelerdir? Kısaca belirtelim. Bakalım bu maddelerden hangisi, kime niye batıyor?

“1982 tarihli Anayasa’nın Başlangıç kısmı ilk üç maddesi, devletin şekli, cumhuriyetin nitelikleri, resmi dili, bayrağı, milli marşı ve başkenti, bu maddelerin değiştirilemeyeceğini hüküm altına alan 4. Maddesi, devletin amaç ve görevlerini hükümlendiren ve Türk Miletinin tanımını getiren 6. Maddesi, yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılacağını bildiren 9. Maddesi, ailenin Türk toplumunun temeli olduğunu vurgulayan 41. Maddesi, eğitim ve öğretimin Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda yapılacağını belirten 42. Maddesi, gençliğin korunmasını bildiren 58. Maddesi, devletin ülkesi ve milletiyle bölünemezliğini vurgulayan 14. Maddesi, Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı herkesi Türk olarak tanımlayan 66. Maddesi, her Türk, kamu hizmetlerine girme hakkına sahiptir diyen 70. Maddesi, vatan hizmeti her Türk’ün hakkı ve ödevidir diyen 72. Maddesi. Yirmibeş yaşını dolduran her Türk’ün milletvekili seçilebileceğini anlatan 76. Maddesi, Milletvekillerinin seçildikten sonra yemin etmelerini düzenleyen 81. Maddesi, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra Türkiye Büyük Millet Meclisinde yapacağı andı anlatan 103. Maddesi, Cumhurbaşkanı’nın Türk Milletinin birliğini temsil ettiğini açıklayan 104. Maddesi, inkılâp kanunlarının korunması başlıklı 174. Maddesi.”

Madde başlıklarından kısaca özetlediğimiz bu maddelerin neresi batıyor dersiniz?

Bu maddelerde ortak tek bir kelime var: TÜRK.

Şimdi anladınız mı?

27 Ocak 2012 Cuma

Öğrendiklerimiz ve Kaçırdıklarımız


Heyy! Makinist.

Bu filimden bir şey anlayamadım. Makarayı başa sar.

“Şu günlerde’Hafıza’ üzerine yoğunlaştık dostlarla. Hafıza; beynin biriktiren tarafı. Kibar tabiri ile arşivi beynin. Duruma göre de çöplüğü! Beyin denen evde hafıza denen bir çöplük! Neler biriktirilmez ki orada?!”

“Biriktir sana (!) yapılan kötülükleri, üstüne düşmanlıklar bina et; kin tut, nefret et, uzaklaş yıllar boyu! Biriktir ki, çevren daralsın. Biriktir ki insanların her birine kulp takan zihnin, etrafında dost bırakmasın!” (1)

Makarayı başa saracak makinist sensin. Kendi filmini başa saracaksın. Ömrün boyunca yaşadığın pişmanlıkların, keşkilerin, kendine itiraf edebildiğin kötülüklerin, düşmanlıkların, kıskançlıkların, hasetlerin, gıybetlerin… Başa dönebilsem de şunları bir bir yapmasam dediğin, diyebildiğin her şey… İçin filmi başa sarabilmek.

Doğumdan itibaren beyne yüklenen, lüzumsuz, faydasız, taşıyana yük bilgilere “çöp” diyor yazar Doğramacı. Eşeğin sırtına vurulan kütüphane ne ise eşek için, manevi hayatımızda bize fayda vermeyen bilgiler de odur bizim için. Yüzyıllar evvelinden yaşanmış hikâyeleri öğrenmek, belki bir anlamda yeni hikâyelere kanat açmanın yoludur, fakat ne gerek var buna. Yeni hikâyeler an be an yaşanmakta zaten, onları bulup, onları öğrenmek daha evladır bizim için. Beynimizi (evimizi) çöplerden korumalıyız, işe yaramaz malzemeyi evden uzak tutmalıyız.

Doğramacı aynı yazısında işaret eder; “Saniyede 400 milyar verinin giriş çıkış yaptığı, işlendiği, yolgeçen hanına benzeyen bir ev. Girdi çıktılardan sadece ama sadece 2000 tanesinden haberdar olduğumuz sözde tapusu bize ait bir ev!”. Gelen 400 milyar bilginin sadece 2000 nin farkındayız. Diğerleri ne oluyor? Var olanın yok olmayacağı, yoktan da var olamayacağını mekteplerde tahsil etmiştik. O halde bu bilgiler de  ya bir yerlerde bekliyor, ya da layık bir beyinde yeniden işleniyor.

Sibel Tanyel Topçu, “Hayat, fabrika ayarlarına dönüş sürecidir”. Diyor.

Ümmi’nin halidir tarif edilen. Anasından doğduğu gibi.

Ne verdiyse dünya doğumdan itibaren atmalıyız bir bir, lazım olduğu yere. Evimizi (beynimizi) temizlemeli, sağlıklı duruma geçmeliyiz.

Ki, saniyede gelen 400 milyar bilginin daha fazlasını evimize yerleştirebilelim. 2000 den Ne kadar daha fazla bilgiyi hıfz edebilir, ne kadar daha fazla işleyip yararlı hale dönüştürebilirsek hem manevi hem maddi anlamda refaha, huzura erebileceğiz.

Doğruyu ancak Allah Bilir.

***
(1) Mehmet Doğramacı, “Paha biçilmeyen çöp evler” başlıklı yazısı.
(2) Sibel Tanyel Topçu, “Katilde bıçak, tabipte neşter, kim, ne ile neyi keser” başlıklı yazısı.

25 Ocak 2012 Çarşamba

Üç Günlük Dünya


“Turist olmak iyidir” diyordu yazısında M.Y.Yılmaz. “Turist olmak iyidir”.

“Nereye” diye soranlara Corto Maltes gibi “uzağa” yanıtını veriyorum. Özgürlüğümü taşıyabileceğim kadar uzağa. Gerçi bir çekip gitme durumu bu ama çekip gidebiliyorsunuz, ne kadar uzağa giderseniz gidin kendinizden kaçamıyor olsanız da! (21.01.2012 yazısı, Hürriyet)

Garip bir durum. Okuduğu bir kitaptan hareketle, turistliğin iyi olduğunu vurgulaması, hemen arkasından ise, kendisinden kaçmak gibi ne anlama geldiğini bile anlayamadığım bir cümle. Yoksa bu cümle de, yine yabancı kültürlerin, bize uzak felsefelerin kendi zihninde bıraktığı yabancılaşmanın eseri mi?

“Turist olmak iyidir”. Turistliğinin farkına varabilmek daha iyi değil mi? turistliğini fark etmek. Nerede peki? Nerede bulunursan bulun, turistsin sen. Sınırlı bir zaman için geldiğin dünyada turistsin. Yapılacak işlerin, görülecek yerlerin, kurulacak binaların var. Bir an önce bitir işini ve git ait olduğun yere.

Bırak “kendinden kaçmayı”, ne diye, kaçıyorsun ki, nereye kaçacaksın ki?

Tam da tersi, yolun kendine, kendine doğru olsun.

Ne zaman tanırsın, bulursun kendini, o zaman bulursun “Rabb”ini. Aslında kişinin kendinden kaçması, “Rabb”inden kaçmasıdır. Aslından kaçmasıdır.

Dünya, insan kalabalıkları mıdır? Öyledir bir anlamda.

Kendisiyle baş başa, sürekli ve daima aklında olan sevgisi ile birlikte olan bir İnsan, daima kalabalıkların içindedir. Kendi lisanından, kendi halinden bir tanıdığı ile karşılaştığında dünyalar onun olur. Hal’i bir, lisan’ı bir, anladığı bir, kızdığı bir, protesto ettiği bir..

Ne de güzel bir zevktir bu hal.

Sıyrılıp dünyanın sayısız zevk-ü sefasından, hedefte birleşenlerle birlik olup yolda ilerlemek. Yapılması gereken, görev olarak yüklenilmiş edimlerimizin yapılması ve İnsan olma yolunda yol almak. İşte budur hedef.

Bu lisanı bilmeyenler yabancı, bu lisanı bilmeyenler içinde ancak bir “turist”sin sen.

Ne kadar etkili söyler Karacaoğlan:

“Dilleri var bizim dile benzemez”

24 Ocak 2012 Salı

Bal gibi “Haçlı Seferleri”


Babası Cezayir, anası Tunuslu bir garip devşirme Valerie Boyer. Fransa’nın Cezayir’de yaptıklarına “demokrasi getirme” diyor, soykırım olarak adlandırmıyor. Kendi kandaşlarını hayvanlıkla itham ediyor. Bu hatun, Türkiye’nin soykırım suçu işlediğini, soykırım olmadı demenin suç olarak kabul edileceği hakkındaki kanunu hazırlayıp meclise sunan ve savunan kadın. Öyle bir durum ki, anlatılamaz. Ezilmiş, silik, kendi halkına bile katılaşmış bir kalp sahibi… Resimlerine bakınız. Orada kini, yıkılmışlığı, ezilmişliği göreceksiniz. Bu Fransa’nın devşirme işini nasıl da başardığının kanıtıdır. Valerie’ler var olduğu için Fransızlar’ın eli yanmıyor. Maşadır böyleleri.

İleri demokrasi nutku atanlar!

İşte sizin ileri demokrasi dediğiniz safsatanın bir örneği Fransa’da görüldü. 37 kişinin eli kanun çıkardı. (Senatodan geçmediği için henüz daha çok şey yapılabilir..) işte budur ileri demokrasi dediğiniz. Tıpkı sizin çıkardığınız KHK’ler gibi.

İleri demokrasi, gide gide ileri diktatörlük halini alabiliyor. Şu Batılıların sözlerini, felsefesini kullanmayı marifet sayanların hali, içler açıcısı.

Tek çare vardır. Çözümü kendi milletinin içinde aramak. Bırakın Sarkozy’yi, Merkel’i onlar kendi menfaatleri için kendilerinin kurguladıkları oyunu oynuyorlar. Sizde oyununuzu kendiniz kurgulayın.

23.12.2011 tarihinde bu yorumları yapmışız.

Bir ay sonra, Fransa Senatosunda görüşülen kanun kabul edildi. Meclisten 37 kişi ile çıkan kanun, Senato da 60 kişi ile oylandı ve kabul edildi. Buraya nasıl gelindi?

2001 yılında ABD ikiz kulelerine yapılan saldırıdan sonra G.W.Bush deklare etmişti. “Haçlı Savaşları”! bir an anlayamadık. Ne demekti bu laf? Bir süre sonra Afganistan ve Irak işgal edildi. Toplam olarak 2 Milyon Müslüman katledildi. Yavaş yavaş perde açıldı.

Sıra Libya’ya gelmişti. Sarkozy savaş uçaklarını Libya üzerine yolladığında da aynı lafı etmişti. “Haçlı Seferleri”!

Bizim Başbakanımız, “Ne haçlı seferi, bu haçlı seferi değildir, Libya’ya demokrasi götürmedir”! Gibi mealen sözler sarf etmişti ve Libya’ya saldırıda baş çekmiştik.

Oysa bal gibi Haçlı Seferi idi, yapılan. Darmadağın edildi Libya. Ölülerin sayısı hala belli değildir, yıkılan mamur şehirlerin maliyeti hala açıklanmış değildir… Sarkozy eli boş dönmedi, Libya petrollerinin %35’ini aldı. Biz ise avucumuzu yaladık.

Bal gibi “Haçlı Seferleri”.

Saldırı durur mu hiç! Haçlı seferleri toplu saldırı politikasıdır. Bunu uyguluyorlar. Şimdi sırada Türkiye var. Fransa Senatosu’nda alınan karar bunu açıklıyor bize. Hatta Sarkozy sadece Fransa ile sınırlı kalmayacağını ve tüm AB ülkelerine teşmil edileceğini açıklamıştı. Ne yaptık bu açıklama üzerine hiç. Almanya ve Fransa elbirliği ile bunu da başaracaklar artık anlaşılmış olmalı. Bizimkiler, hala “sıfır sorun” palavrası ile meşguller.

Fransa Meclisinden karar çıktıktan sonra, bizimkilerin yaptığı tek şey Fransa Büyük Elçisini geri çektiler üç günlüğüne . Hepsi bu.

Artık, Sarkozy ve Merkel’in Türk düşmanı olduğu anlaşılmış olmalıdır.

Neler yapılabilir?

Bunu da “Derin Strateji” ustası Davutoğlu düşünsün.

Melih Gökçek’in ağzına sakız vermeye benzemez.

23 Ocak 2012 Pazartesi

“Kişi dilinin altında saklıdır”


Dilin senin aynandır.

Üslubun şahsiyetini ifşa eder.

Yorumlar, yazılar, iddialar… Senden bir eser taşır. Seni anlatır aslında. Sen yazdıkların, yorumladıkların, konuştukların, iddiaların, cevapların… Neler varsa sen onlarda gizlisin.

Güller içinde dolaş, gül kokusu sinsin üzerine. Aldığın gül kokularını etrafına yay, etrafın da gül koksun.

Kızgınlıktan vazgeç. Kıskançlıktan vazgeç. Kini unut. Haset seni çürütür. Şüphe azığını azaltır.

İyilikler, iyilerle yoldaştır. Sen affetmeden yana ol. Sen sevgiden yana ol.

Hakk’ı yücelt. Hakk’ı gözet.

Bir şey söyleyeyim.

Sen bilsen de, bilmesen de bütün olanlar, olacaklar, bir emrin gereğidir.

Hakk’tır.

Diline sahip ol.

Diline sahip olanlar dünyalara da sahip olurlar.

Nice bir istenmeyenle karşılaşırsan bil ki, dil belasındandır.

Yumuşak başlı, yumuşak huylu olanların başarıları pek yakındır.

22 Ocak 2012 Pazar

Ey Şəhid!

20 Ocak 2012 tarihi bir büyük şairi tanıdığım tarihtir benim için.

Büyük bir şair, güçlü bir ses, derin bir soluk.

***

1990 yılının, 19 Ocak’ını 20 Ocak’a bağlayan gece Rus tanklarının Azerbaycan – Bakü topraklarını çiğnediği ve işgal ettiği tarihtir aynı zamanda. Azadlık Meydanında 170 civarında vatan evladı şehit olur. 800 civarında da yaralı vardır. Ayrıca, sayısı tam bilinemeyen On’larca Türk gemilere bindirilerek Hazar Denizinin karanlık sularına gömülmüştür. Ebulfez Elçibey önderliğinde, Rus mezaliminden, esaretinden kurtulmanın, Azerbaycan’ın hürriyetine kavuşmasının da başlangıcıdır bu tarih. Azerbaycan Cumhuriyeti onların eseridir. Olay böyledir kısaca. Tarih anlatacak değiliz.

20 Ocak tarihinde okudum Qasımbala Səfərov’a ait şiiri. O gün birkaç arkadaşıma gönderdim. Hepsinden itibarlı, harika bildirimler aldım. Benim için en önemlisi Şair Dostum Yağmur Tunalı’nın bildirimi idi: “pasifliğimi ara sıra bozuyorum ya, şimdi o hallerden birindeyim. Paylaştım”. Kısa ve net bu cevapla yanlış bir şiir seçmediğimi anladım.

Şairine ulaşıp şu mesajı bıraktım.

“Merhaba,izniniz olursa “ey Şehit” isimli şiirinizi mahmutemin.blogspot.com adresli Blog’umda yayınlamak isterim. İlginize şimdiden teşekkürler.”

Bir-Kaç saat sonra mesajıma şu cevabı verdi Şair.

Salam olsun sizə! Çox məmnun olaraq, hörmətli və əziz Mahmud Əmin! Buyurunuz, izn sizindir. Adı gözəl, ləqəbi gözəl insan!”

Bize de şiiri sunmak kaldı.

Şiirin sesi, ahengi, konusu, söyleyişi, vezni, müziği bana göre 4/4’lüktür. Buyurun efendim.

Zevkiniz daim olsun.


Ey Şəhid!


Sən canından keçmisən ki, mən qalım sağ, ey Şəhid?
Tikdirim öz nəslimə həm villa, həm bağ, ey Şəhid?


Sən “Vətən var” söyləyib, keçdin canından böyləcə,
Mən, “gedən var?” söyləyib, gizləndim ancağ, ey şəhid!


Sən dedin bayraq ucalsın, dalğalansın hər zaman,
Mən dedim villam ucalsın, sonra bayrağ, ey Şəhid.


Sən canından keçməyinlə, hey ucaldın, mən isə,
Alçalıb oldum ən alçağdan da, alçağ, ey Şəhid.


Sən şəhid olmaqla çəkdin ailənin dağ qəlbinə,
Mən də, öz ailəmlə çəkdim kefi hər çağ, ey Şəhid!


Sən dedin torpaq əzizdir, can fəda olsun gərək,
Mən dedim ki, can şirindir, getdi torpağ, ey Şəhid.


Sən şəhidliklə igidlik göstərənsən, mən isə,
Zillət içrə dövr edən aciz və qorxağ, ey Şəhid.


Sən şəhadət şərbətin içdin və hurriyyətdəsən,
Mən də, zillət zindanında adi dustağ, ey Şəhid.


Hər gün ölkəmdə şəhidlər ruhuna təhqir ilə,
Bir daha əlbəttə ki, dönməz Qarabağ, ey Şəhid.


Qasımbala Səfərov.

21 Ocak 2012 Cumartesi

Cumhurbaşkanlığı Süresi


Cumhurbaşkanı’nın kaç yıl daha orada oturacağı gündemimizi doldurdu.

Bizi niye meşgul eder bu sorun?

Bana ne, sana ne, ona ne, bize ne?

Kanun yapıcı kanunla süreyi belirler, muhalefet karşı görüşlerini ileri sürer, meclis onaylar, kanunlaşır veya ret edilir. Bu kadar. Bizi niye meşgul ediyorsunuz?

Süre 7 yıl olursa;

1- Mevcut Cumhurbaşkanı, süresinin sonunda yeniden aday olamaz.

2- Milletvekili seçimlerine daha 2 yıl olacağından aktif siyasette de yer alamaz.

Hıımmm.. Cumhurbaşkanı mağdur olacaktır.

Süre 5 yıl olursa;

1- 2012 yılında yapılması gereken Cumhurbaşkanlığı seçimlerine mevcut Cumhurbaşkanı yeniden katılabilecektir. (5 + 5 yıl olduğundan)

2- İkinci bir aday çıkartması halinde AKP gücü parçalanacaktır.

3- Mevcut Cumhurbaşkanı’nın aday olmaması halinde de, seçimlere daha 3 yıl olduğundan aktif siyasette olamayacaktır.

Hımmmm.. Cumhurbaşkanı mağdur olacaktır.

Ne ince bir politika. Ne ince bir siyasi oyun.

Ben derim ki;

Oyununuz ne ise ne. Bizi karıştırmayın. Kavganız kendi içinizde kalsın, mücadeleniz birbirinizle olsun, bizi karıştırmayın.

Anayasa’ya aykırı mı?

Koca koca Anayasa Mahkemesi üyeleri boşa mı oturuyorlar o koltuklarda. Varsın, incelesinler, incelesinler, incelesinler.

Yeter ki, oyunun içinde bir oyun ortaya koyup, bizlere yeniden kara kara düşünme ortamı yaratmasınlar.

Varın, oynayın oyununuzu.

Bizi karıştırmayın işin içine.

20 Ocak 2012 Cuma

Özelleştirme ve Türkiye Uygulaması


Özelleştirme bir finansman tekniğidir.

Üretimine devam eden, fakat artık devletçe işletilmesine gerek kalmayan fabrikalar, tesisler, kuruluşlar elden çıkartılarak (bedeli mukabili satılarak) yeni alanlarda, yeni sektörlerde, yeni icatların tesislerinin kurulması ve üretim faaliyetlerinin devamı için yatırım yapılabilmesi amacıyla kaynak temin etmenin bir yoludur.

Devlet, sahip olduğu kamu iktisadi kuruluşları ile milletin zenginliğini, refahını biriktirir. Evladı vatan’a çalışılacak işyerleri, ithal edilen pahalı ürünlerin, ülke içinde üretilmesi ile maliyetine yakın bedelle satılarak refah seviyesinin yükseltilmesi, işletmelerin ekonomik faaliyetlere iştiraki ile pazarın düzenlenmesi, fiyatın belirlenmesinde yardımcı olması gibi olumlu tarafları da vardır iktisadi kamu kuruluşlarının.

Gün geldi;

Milletin göz bebeği iktisadi kuruluşlar, ehil olmayan ellere teslim edildi, üretimlerini devam ettirebilmeleri için lazım olan yatırımlar yapılmadı, yenileme çalışmaları ertelendi, gereğinden fazla kişi (işçi-memur) çalıştırılarak verim düşürüldü, çalışma azmi ve isteği olan personel istemediği pozisyonlara (adeta) sürülerek çalışma azimleri kırıldı, üretim ihtiyacı ham madde alımında gerekli titizlikler gösterilmedi, o ham maddeyi üreten ehliyetsiz firmalardan alımlar yapıldı, depolar kullanılamaz halde bekleyen makineler, alet edevat, ham madde.. ile dolduruldu, kuruluşlar ya dar alanlarda çalıştırılmaya zorlandı, ya da sık sık yer değiştirilerek hafızası arşivlerinin yok olması veya yıpratılması sağlandı…

Bu olumsuz etkilerin biri veya birkaçı işletmelerin her biri üzerinde hoyratça uygulandı.

Böylece, verim düştü, üretim yara aldı ve zarar etmeye başladılar.

Zararlar açıklandıkça lazım olan yatırımlardan kaçınıldı, yatırımlar yapılmayınca zararlar katlandı… ve… Kuruluşların ZARAR ettiği yüksek sesle dillendirilmeye başlanıldı. Öyle bir dillendirilme ki, basın-yayın kuruluşları, (gazeteler, TV’ler) vasıtasıyla, gazeteciler, köşe yazarları, öğretim elemanları, liberaller, Soros’cular, Tesev’ciler, bir kısım üniversiteler, iktidardaki partiler, muhalefettekiler.. Topluca, koro halinde, Kamu İktisadi Kuruluşlarının zararlarını anlattılar. Birde güzel cümle buldular: “Devlet ayakkabı üretir mi, bez üretir mi?”. El birliği ile milleti ikna ettiler. Özelleştirmelere karşı durabilecek kişileri, beyinleri faşist, yobaz, iş bilmezler gibi suçlamalarla etkisiz hale getirdiler.

Sıra geldi tek tek elden çıkartmaya.

Bir basiretli iş adamı, satmak istediği bir makinesini, evini, tarlasını önceden araştırır, bedelini tespit eder ve o bedel üzerinden satmaya çalışır. Doğru olan budur.

Kamunun sahibi olduğu, işletmeler, kuruluşlar, fabrikaların yok pahasına satıldığı, bu işlemi yapan, o gün hangi parti iktidarda ise onların yandaşlarına, taraftarlarına bedelinin çok çok altında (adeta) bağışlandığı, birkaç ay sonra da satın alanın, aldığı bedelin birkaç misline elden çıkardığı, gazetelere yansıdığından, TV’lerden söylenildiğinden bilinmeyen bir konu değildir.

Şehrin güzel bölgelerinde kurulu bulunan fabrikaları, işletmek üzere! Yapılan satışlarının akabinde, makinelerinin satılıp, binalarının yıkılıp arsa olarak satışının yapıldığı ve büyük rantlar elde edildiği bilinen bir gerçektir.

Fabrikanın satışı yapılmazdan önce, yeni makineler, ham maddeler alınarak depolarının doldurulup satıldığı, bilahare alan kişi tarafından o makinelerinin satılarak, ödenen bedelin karşılandığı,geri kalan değerlerin ise net kar olarak kaldığı pek çok kere yazıldı çizildi.

***

Özelleştirme bir finansman tekniğidir demiştik. Özelleştirme satışlarından elde edilecek gelirleri, yine yatırıma dolayısıyla üretime aktarmak gerekmekte idi.

Bizde böyle olmadı. Satışlardan elde edilen gelirin önemli bir kısmı araştırma yapan şirketlere aktarıldı. Özelleştirme idaresi adı altında ayrı bir kurum oluşturularak, özelleştirilme kapsamına alınan kuruluşları bu idare bağladılar haliyle, Türkiye’nin (hatta dünyanın) en büyük holdingi oluşturuldu. Büyük büyük kuruluşlara, KİT’lere ehil olmayan sıradan kişiler yönetici olarak atandı. Satışlardan elde edilen paralar başka alanlarda harcanıldı.


Hâsılı, özelleştirmelerden beklenen yarar sağlanamadığı gibi, işsizlik arttı, fiyatların yükselmesine yardımcı oldu, ülkemiz bir ithalat cenneti oldu, pek çok (satılan fabrikalara hizmet veren) küçük işyerleri kapatıldı, ‘yapısal sorunlardan kaynaklanan’ denen cari işlemler açığı durmadan yükseldi…

Sonuç olarak.

Elimize yüzümüze bulaştırdık.

17 Ocak 2012 Salı

Aynı Zevk

Hep birlikte,

Haydi hep birlikte, aynı konuyu düşünüp,

Aynı problem üzerinde yoğunlaşıp,

Aynı çorbayı içip,

Aynı kitabı okuyup,

Aynı…   
             
Aynı, zevki tatmaya gayret edelim.

Bakalım. Dostluk, arkadaşlık, ülküdaşlık neymiş.

Aynı çorbadan benzer zevkleri alabilmek,

Aynı kitaptan benzer manaları hissedebilmek,

Aynı probleme benzer çözümü üretmek.

Gerçek Dost’a dost olup,

Yalancılardan uzaklaşmak.

Ellerimizle yapıp,

Vücuda getirdiğimiz sahtelerden…

Dost’a dönmek.

Yani.

Kendimize…

Yani Kendi'sine...

16 Ocak 2012 Pazartesi

Varlık Yokluk

Kalem’den düşer ya hani…
Öyle bir şey işte.
Düştü, 
Yazdım dostlara.
Herkes bilsin istedim.
Şu satırları
++++++++++++
++++++++++++

Selam, ismi Allah,

Selam, gönül yapıcı güzellik.

Selam, Varın, Yok olana ihtiramı.

İstersen, şöyle de düşünebilirsin.

Var olan, yokluğunda muamma,

Bilmecesinde, bir bilmece daha.

Var’dan Yok’a… Yok’dan Var’a.

Nokta’dan Elif’e… Elif’den Nokta’ya.

Hû…

Ekonomi Tahmini ve Maliye Bakanı


30 Aralık 2011 tarihli “2012 tahminleri ve öneriler” başlıklı yazımızda, 2012’de Avrupa’da kriz beklentisinin olduğu, bütçelerinin %5 civarında küçük yapıldığı bu nedenle Avrupa küçülmesinin Türkiye’ye de yansıyacağı, ekonomi yazarlı, üniversite hocaları, Merkez Bankası Başkanı tarafından bildirildiğini yazmıştık. Dolayısıyla Türkiye’yi zor bir 2012 yılının beklediği izah edilmişti.

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek düzenlediği basın toplantısında;

“Geçen yıl cari açığın ciddi şekilde artığını belirten Şimşek, bunda bir takım yapısal sorunların olmasıyla birlikte konjontürel faktörlerin de etkili olduğunu”,

“Cari açığın artmasında ‘Arap Baharı’nın, Avrupa Birliği’nde iç talebin çok zayıflamasının ve global emtia fiyatlarının 2010 yılına göre çok hizla yükselişe girmesinin de etkilediğini”,

Cari açığın 2011  yılında muhtemelen Gayri Safi Yurtiçi Hasıla'nın (GSYH) yüzde 10'u civarında bir  rakam olacağını”,

“2011 yılsonuna doğru iç talebin geriye çekildiğini, 2012 yılında da geriye çekilmenin devam edeceğini”,

“2011 yılsonunda enflasyonda artışlar görüldüğünü, artışın yol ortalarına kadar devam edeceğini, yol sonuna doğru düzeleceğini”,
Anlatarak şa bilgileri ilave ediyor.

“...Çünkü başarı, refah seviyesinin, istihdam düzeyinin artmasıyla, reel  büyümedeki artışla ölçülür. Bu açıdan çok güçlü bir makroekonomik performans var.  Çok güçlü bir refah artışı var. Bu başarı tesadüf değil. Özellikle 2002 yılının  sonundan itibaren mali disipline verdiğimiz önem, bence bu başarının temel taşını  oluşturuyor. Yapısal reformlar da bu başarıda çok önemli katkıya sahip. Gerek  yapısal reformlar gerekse mali disiplin, siyasi istikrar olmadan tabii ki  sağlanamaz, başarılamaz. Yani buradaki asıl başarı, siyasi istikrardadır. Güçlü  siyasi iradededir ve doğru politikadadır.” (Hürriyet’ten alınmıştır)

Önce, karanlık bir resim çiziyor Sayın Bakan. Reel büyümedeki artışla ölçülebilen refah seviyesinin yükseldiğinden bahsediyor. Bu refah seviyesinin yükselmesini ise, siyasi iradeye bağlıyor. Siyasal iktidarın güçlü bir şekilde iktidar koltuklarında oturduğunu vurguluyor. Buralar ayrı bir anlatım-eleştiri konusudur. Biz kendi konumuza geçelim.

Cari açık yüksek, işsizlik oranı artıyor, enflasyon yükseliyor.. bu verilerin konjonktürel (bu kelime sığınılacak bir liman gibi siyasiler için) olduğu kadar, asıl olarak ‘yapısal sorunlardan’ kaynaklanmaktadır. Yapısal sorunlarda bir iki kalem oynatılmasıyla düzelmez. (Peki, 10 yıldır ne yaptı bu hükümet?)

Bu duruma göre, 31.12.2011 tarihli yazımızdaki önerilerimizi tekrarlamakla nihayetlendirelim.

Neler yapılmalı?

 1. Borçlanmadan mevcutlarla idare edilebilmelidir.

 2. Borçlanma mecburiyeti varsa, kesinlikle Türk Lirası ile ve uzun vadeli olarak borçlanılmalıdır.

 3. Mümkünse hazırlardan satış yapılarak idare yoluna gidilmelidir.

 4. uzun vadeli borç verilmemeli, kısa dönemlerde hazır değerler ve borçlar gözden geçirilmelidir.

 5. Acil ihtiyaçlar haricinde yeni yatırıma girilmemelidir.

15 Ocak 2012 Pazar

Yemen, Taliban ve Biz


İlginç olaylar gelişiyor. Dünyanın her bölgesini kontrol altında tutmaya niyetli küresel güç, küresel çeteleri vasıtasıyla, elini de yakmadan amacına doğru hızlı adımlarla ilerlemekte.

Akşam Gazetesi yazarı Hüsnü Mahalli daha 7 Ocak tarihinde yazdı. Taliban – ABD – Arap Ülkeleri hakkındaki yazısını, üzerinden bir hafta bile geçmedi. Şu satırları okuyalım:

Amerikalılar 11 Eylül'ün 'intikamını' almak için Kasım 2001'de Afganistan'ı işgal etti... 10 yıl aradan sonra ABD, Taliban ile dost olmaya başladı. Arabulucu ise bildik 'küçük dev adam' Katar Emiri Şeyh Hamed... Emir Hazretleri Amerika'nın emirleriyle Taliban'a ülkesinde ofis açma izni verdi. Daha doğrusu Taliban'a 'Gel burada ofis aç' diye yalvardı. Çünkü El-Cezire üzerinden bölgeyi karıştırmaya ve mezhep savaşı çıkarmaya çalışan Emir Hazretleri CIA ile birlikte Taliban'dan yararlanmayı planlıyor. Bölgeden gelen haberlere bakılırsa Amerikalılar Taliban'a 'Seninle dost olur ve Afganistan'da iktidara getiririz ama senin militanların da  Lübnan, Suriye, Irak ve İran'da bize yardım edecek' demiş. Gelen haberlere bakılırsa yüzlerce Taliban militanı, bu ülkelere sokuldu. Başından beri dikkat çekmeye çalıştığım 'Büyük Oyun'un belki de en tehlikeli halkası bu olacaktır. “

Düşman gördüğü Taliban’ı yine bir amacı için kullanmaya başladı. Ve verilen haberin üzerinden daha bir hafta sonra işte bugün şu haberi okuyoruz.

“Yemen’in Başkenti Sana’dan yaklaşık 170 Km. uzaklıkta bulunan Radda kentinin, El Kaide militanları tarafından ele geçirildiği bildirildi”. (Hürriyet)

Tabii bizim basın, bize göre olumsuz bir haber olan bu olayı veriyorken, “El Kaide’nin önemli petrol alanlarına ilerlemesi muhalefetin yanı sıra ABD ve Suudi Arabistan’da endişeye neden oldu” cümlesini de ilave etmeyi ihmal etmiyorlar. Bu ayrı bir eleştiri konusu. Bu endişeyi nasıl anladıkları haber içeriğinden anlaşılmıyor. Böyle bir şey yok. Bu cümle Türk okuyucusunu rahatlatmak ve ABD politikalarını desteklemeye dönük bir yorum cümlesidir o kadar.

Yemen, Türk’ün canından bir parçadır. Tunus, Mısır, Suriye olaylarında yeri göğü inleten Türk Dış politikası yapıcılarının neden Yemen olayları için bir cümle söylemediklerini de çok düşünmüşümdür. Neden Katar ve diktatörü hakkında bir tek cümle söylemediklerini çok düşünmüşümdür. Türkiye’nin savunması Yemen’den başlar hâlbuki. Somalili korsanların üstlendikleri denizlerin kontrolünün de ne kadar önemli olduğu böylece ortaya çıkmaktadır. Hatta adı geçen korsanların, faaliyetlerine hız vermeleri, denizlerdeki kontrollerini artırmaları da düşünülecek olursa, sanki büyük oyunun bir parçası gibi duruyor olduğu görülecektir.

Yarımada’nın en güneyindeki Yemen, Afrika’nın en Kuzeyindeki Libya, Avrupa’nın ortasındaki Bosna, Kosova, Makedonya üçgeni ve Asya ortalarında Afganistan Türkiye’nin savunmasının başladığı noktalar olarak politikalandırılmalıdır.

Türk Milletinin öz gücünden beslenmeyen, dışa bağımlı, BOP gibi heveslerden vaz geçilerek milletin kültürü ve tefekkür kabiliyetinden gıdalanan politikalara tez elden dönülmesi iktiza etmektedir.

14 Ocak 2012 Cumartesi

Rauf Denktaş’ın Paragrafları

Kıbrıs meselesinin 47 yıldır halledilememesinin başlıca nedeni, hep söylüyorum, ABD ile Garantör İngiltere’nin bu konuda suçlu, eli kanlı Rum idaresini, yasaya, anayasaya, 1960 Antlaşmalarına ve Rum’un yaptıklarına bakmadan “meşru Kıbrıs Hükümeti” olarak tanımalarından ve Makarios’u kendi çıkarları için kullanarak iki NATO üyesinin savaşmasını isteyen Sovyetlerin katkısı ile bu haksızlığı 47 yıl perçinlemiş olmalarından kaynaklanmaktadır. (30 Ağustos 2010)

Sürecin bu şekilde devamı bizi Sn. Talat’ın “Ayrı devlet, ayrı egemenlik istemiyorum” dediği zeminde kalırsa kaderimiz teslimiyet olur.
Sn. Talat’ın amentüsü olan 23 Mayıs 2008 mutabakatı Sn. Cumhurbaşkanı Eroğlu’nun “İki egemen ve kendi kaderini tayin hakkı olan halkların, iki devleti ve garantilerin devamı”  siyasetine ters düşmemektedir çünkü Sn. Eroğlu, “halkım, egemenliğim ve devletim” diyerek seçim kazanmıştır. Bu nedenle Sn. Eroğlu’nun “kurucu devleti” egemen bir devlettir ve merkezi hükümeti kurabilecek iradesi olan bir halkın devletidir. Hristofyas istediği kadar “kurucu vilâyet” desin. Vilâyetler, devlet kuramaz, kurucu devlet olamaz. (
05 Temmuz 2010)

Kıbrıs’ın, Enosis adına kana bulandığı 48. yılda bile, bunu söyleyemeyen ABD, Garantör İngiltere, Rusya ve BM Genel Sekreterliği bu gün hâlâ Kıbrıs meselesinin hallinde dostça yardımcı oluyorlar rolünü devam ettiriyorlar. (11 Nisan 2011)

Şimdi, garantilere rağmen bize 1963-1974’ü yaşatmış olan ve halen sahte bir unvan arkasına saklanarak “meşru Kıbrıs hükümeti” pozisyonunda Kıbrıs’ın tümüne sahip çıkmak oyununu en alçakça bir şekilde oynamağa devam eden; yetmedi; sahtekârlıkla, şantajla Kıbrıs’ın tümünü AB üyesi yaptığı inancı içinde, bu çirkin oyunu daha da çirkinleştirmiş olan aynı Rum tarafı ile yeni bir ortaklık görüşmesi devam etmektedir.
Türkiye ve KKTC, “fiili ve etkin garantilerin devamı şartımızdır; kırmızı çizgimizdir” derken, Rum tarafı, Yunanistan’ın ve İngiltere’nin de desteğini alarak garantilerden kurtulmak için elinden geleni yapmağa devam ediyor. (
21 Nisan 2011)

İnsan Hakları yasalarımızın güvencesi altındadır diyen Atatürk’ün sözleri havada kalmamalı, bu konuda “yargılama olmaksızın tutuklu insanlara” devlet elini uzatmalıdır diye düşünmekteyim. Zamanında, Kıbrıs’ta Hapishane Teftiş Heyetinde görev yapmış bir kişi olarak “duvarlar arkasında kalanların” böyle bir kontrole ihtiyaçları olduğunu bilen bir kişiyim. Yargılama, yargısız cezalandırma halini almamalıdır.(23 Ocak 2010)

Rum tarafı, gasp ettiği “Meşru Kıbrıs Hükümeti” adının arkasına saklanarak adanın tümüne sahip çıkmak siyasetini pervasızca yürütüyor; (8 Şubat 2010)

İlgililer, gittikçe boşalmakta olan köylerimize el atmalıdırlar. Balalan’da, köyün önemli bir kısmı orman arazisi ilan edilmiş. “Gençlere arsa verilse, köye dönerler” diyen var. Benden duyurması. (28 Ekim 2010)

Hristofyas’ın federasyona gidiş formülü “1960 Anayasasını tadil ederek üniter devlete, iki eyaletli bir şekil verilecektir” formülüdür. Kabul ediyor musunuz? 47 yıldır uygulanmamış olan. Makarios’un ölmüştür, gömülmüştür dediği bu anayasanın hâlâ geçerli olduğunu kabul etmenin anlamını biliyor musunuz? Bu oyuna gelecek misiniz? (8 Ocak 2011)

1977-79 formülünde AB üyeliği yoktu. Hristofyas  ve destekçileri bu gerçekleri unutuyorlar. Bu büyük bir aymazlıktır, bilinçli şekilde takındıkları bir cahillik rolüdür. (24 Aralık 2010)

Devlet kurmanın şerefini yaşayan halkımızdan, Rum’un kucağına oturmak için, devletinden vazgeçmesi beklenmektedir. Rum-Yunan ikilisine ve bunları körü körüne destekleyen  “dost ve müttefiklere”  göre Kıbrıs meselesinin halli Kıbrıs Türklerinin alnına  “devletlerinden vazgeçen şerefsizler”  sözünün yazılmasına bağlıdır!
 (18 Ekim 2010)

Atatürk’ün şu sözlerini okuyordum. Sizlerle paylaşmak istedim:
“Egemenlik hiç kimse tarafından, hiç kimseye, ilim icabıdır diye, müzakere ile, münakaşa ile verilmez. Egemenlik kuvvetle, kudretle, zor ile alınır. Türk milleti de egemenliğini isyan ederek, bilfiil kendi eline almıştır. Bu olmuş bitmiş bir durumdur... Mesele bu olmuş bitmiş durumu ifadeden ibarettir... Türkiye halkı egemenliğine, kayıtsız ve şartsız hakim olmuştur. Egemenlik hiçbir renkte, hiçbir şekilde, hiçbir manada ortaklık kabul etmez. Unvanı ne olursa olsun hiç kimse milletin iktidarına ortak olamaz.”
(2 Ocak 2010)

Mekânı Cennet Olsun.

(NOT: Makalelerinden seçilmiştir)

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...