28 Aralık 2015 Pazartesi

Geriye Öykünenler Geçidi


Star gazetesi, Necip Fazıl ödülleri vermiş. Haberleri izlerken haberim oldu. Biraz kulak verdim. Verdikleri ödüller, kimlere verildiği, niye bu ödüller gibi hiçbir merakım yok. Konuşmacıların da neler söyledikleri umurumda değil.

Bildiğiniz, Atatürk düşmanları, Türkiye Cumhuriyeti’nin 80 yıllık geçmişine düşmanlık gösterisindeki Cumhuriyeti kabullenemeyenler toplanmışlar, aralarında bir kısım liberaller de var. Bunların liberalliği hep tartışılmıştır. Ne oldukları hiç belli değil. Nerede bir menfaat fırsatı yakalarlar oradadırlar. Eski komünistlerden de bazıları vardı. Aslında onlar zamanında da Komünist değillermiş. Liberallikle cilalanıp, buldukları geri düşüncelilerle Türkiye Cumhuriyetini yıkıp, ikinci cumhuriyetçilerle birlik olup, yeni bir düzen kurma çalışmalarında herkesle çıkar ortaklığı yapabilmektedirler. Neyse bunlar hep bilinen hususlar.

Bunların topuna birden gerici diyoruz. Bütün düşünceleri geriye öykünüyor. Bunlarda ilerleme, iyileşme istekleri gibi insani fikirler asla bulamazsınız. Çözüm derler, çözülürler, Esed derler, Esed’leşirler.

İlk ortaklıkları Atatürk düşmanlığında birleşmek oldu.

Aralarında bir de şair, yazar, düşünür namlı birisi var, Nuri Pakdil.

Desek ki, gericilerin babasıymış meğer. Çok da yanlış olmaz. Adı düşünür, lakin hindi düşünürlüğü ile at başı giden bir düşünür. Beynini çook eskilerden kalma fikirlere kiralamış, iş göremez duruma düşünce de, siyaseten sözde “desteklemediğini” bildirdiği siyasilere övgüler düzme düşünürlüğüne yatmış garip birisi. “Benim klas bir duruşum var” diyen bu düşünür, İslamcı olduğunu söylüyor. Neymiş İslamcılık?

Sözde sosyalist düşüncelerle karıştırılmış bir İslamcılık. Sosyal devlet anlayışının açıklaması adına söyleyebileceği tek hadisi şerif “işçinin alnı teri kurumadan ücretinin ödenmesi”. Bilgi tomarları düğümlenmiş ve bir noktada sabitleşmiş. Sığlaşmış, zayıflaştırılmış sıradan, sokak ağzında kalmış basit laflar. Düşünür ya, o ne dese muhteşem oluyor. Hâlbuki daha Yirmisini bulmamış gençlerin yıkanmış kafalarıyla sokak ortalarında savurdukları basit sloganları geçemiyor düşünceleri. Belirtmeliyim ki, bunlar hep böyleydiler. Süslü cümlelerle, renklendirilmiş basının ve dergilerin abartılı tanıtımlarıyla bizler yanlış tanıdık bunları ve onlara inandırıldık!.

Hz. Muhammed ile Atatürk’ü karşılaştırmaları da bir dehşetengiz zekâ ürünü. “Bizim tek ulu önderimiz var, o da Hz. Muhammed’dir!” hiçbir şey anlatmayan basit bir çocuk muhakemesi. Biraz yiğit olsalar, şöyle söylerlerdi: “Atatürk, lider filan değildir, savaş filan da yapmamıştır, Lozan bir bozgundur, Osmanlı imparatorluğunu yıkmıştır, halifeliği kaldırmıştır, tekkeleri kapatmıştır, bu yüzden o bizim liderimiz, önderimiz filan değildir.” Ama diyemiyorlar. Hz. Peygamber’in isminin arkasına saklanıyorlar. Ya korkuyorlar, ya da söyledikleri lafın altında kalmaktan korkuyorlar. Aslında söyledikleri de tam bu manaya geliyor, açıklayamamakla birlikte.

Şimdi şu cümlesini söylediğinde salon alkışlarla yıkılmış: “Ne mutlu Müslümanım diyene”. Niye alkışladılar bu cümleyi? Nazire olduğu için mi? Burada yiğitlik nerede, düşünce nerede? Zaten sizler bu sözü çocukluğunuzdan bu yana söylemiyor musunuz? Bu yanlışlarla yıkamadılar mı beyinlerinizi? Türklük ne zamandır, Müslümanlığın alternatifi oldu da, Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene” özdeyişine karşılık böyle söylüyorsunuz? Müslümanlık, Türklüğe (veya tersi) alternatif ve ikame olunacak bir mefhum mudur? Bu ne cehalettir sayın düşünür?

Siyaseti sevmezmiş, Ak Partili de değilmiş. “Erdoğan yanlış anlaşılıyor, Tayyip Erdoğan kardeşimiz alicenaplık gösterdiler, ak-partili değilim ama Tayyip Erdoğan zaafı var” bu sözler bir düşünüre, bir filozofa yakışıyor mu? İyi ki, siyasi partili değilmiş, ya olsaydı neler söylerdi acaba? Fıçısında yaşayan Diyojen kadar bile olamıyorlar. O büyük ruh nasıl söylemişti imparatora: “Gölge etme başka ihsan istemem”. Söyleyin bakalım, sizler neredesiniz? Krallara, padişahlara kulluk, söyler misiniz İslam’ın neresinde var?

Uzatmaya gerek yok. İşte bunların filozofları.

Filozofu Pakdil olanın varacağı yer, Ortadoğu bataklığı, yolsuzluklar, yerlerde sürünen dış politika olurdu… Öyle de olmuş…

(NOT: röportajında, yolsuzluklar, Müslümanların birbirini kırması, Güney Doğu’daki olaylar ve İsrail ile yapıldığı söylenen anlaşma hakkında tek bir cümlesi yok. Ne diyelim? Filozof İslamcı işte…)


21 Aralık 2015 Pazartesi

Savaşlar, Cepheler, Kararlar…


Savaş şartlarında dikkat edilmesi gereken iki kuralı önemserim: birincisi, yeni düşman cepheleri açmamak, ikincisi müttefiklerinin sayısını artırmak. Savaşı mümkün mertebe tek cepheye indirgemek ve düşmanın silahlarını kullanmasına mani olmak, kullandırtmamak, silahlarını işlevsiz hale getirmek, komuta kademesinin yanlış kararlar almasını sağlamak ve ilahir.. Böylece asıl düşmanı cenderesinde sıkıştırmak ki, kemikleri kırılıncaya, silahlarını bırakıncaya, inadından vaz geçinceye kadar. Osmanlı’nın son dönemindeki çok cepheli savaşları hariç, “Osmanlılar, iki cephede aynı anda savaşmak zorunda kalmaktan daima kaçınmışlardır. Bu amaçla doğuda ve batıda münavebeli bir savaş ve barış siyaseti izlemekte dikkatli davranmışlardır.” (Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, Türk tarihi üzerine çalışmalar, S. 55-60) Doğrusu akıl da bunu gerektirir.

Derin bir savaşın içindeyiz. Geriye baktığımızda çok uzun bir geçmişi var, ileriye baktığımızda ise ucu görünmüyor. Daha çok uzun bir zaman bu illetle boğuşacağıza benzer. Bu itibarla, kurmay heyetinin yüksek savaş yeteneği ile teçhiz edilmesi başarının şartıdır.

Biz böyle yapmadık maalesef. Darbe dedik, balyoz dedik, fuhuş dedik, casusluk dedik daha nice suçlamalarla ordumuzun hareket kabiliyetini, karar verme ve uygulama kabiliyetini törpüledik. Kanunlara, yönetmeliklere uygun vatan koruma görevlerini yerine getiren ordu mensupları, yıllarca mahkemelerde cedelleşmişler, kimileri inanılmaz cezalara çarptırılmış, kimileri de cezaevlerinde canlarından olmuşlar, aileleri uzun yıllar perişanlık yaşamışlardır. Tam istenilen gibi olmasa da, yıllar geçip de yüksek yargı marifetiyle düzeltilen kararlardan sonra ordu elemanları biraz da olsa rahatlığa kavuşmuşlardır. Lakin henüz yargılamalar sonuçlanmamıştır, hala aynı kaygıları taşıyan ordu mensupları bulunmaktadır. Şimdilerde düşünülen şudur: teröristle mücadele sonu, cezaevleri olmuştur, öyleyse niye karşı durayım? Siyasetin çözmesi gereken en önemli psikolojik problem budur. Savaşma azmini yitiren orduyu rayına oturtmak, asli görevine döndürmek.

Oturup derin düşünülmeli; yüz yıllardır İran ve Rusya ile dostluğumuza ne oldu? Tamam, zaman zaman ufak tefek devletlerarası menfaatler sebebiyle tartışmalar yaşandı, lakin düşmanlık sınırına asla yaklaşmadan. Gerçekten ne oldu da, nasıl oldu da bu düşmanlık ateşlendi? Mesela, ne oldu da söz söyleme yeteneğini bile yitirmiş ve iç sorunlarıyla boğuşan Irak nasıl oldu da düşman cepheye ait oluverdi? Biz mi hata yaptık, yoksa onlar zaten düşman devletlerle birlikteydi de bizi de mi karşılarına aldılar?

Karar alma ve uygulama süreçleri önem arz ediyor bu aşamada. İlmin, derin düşüncenin, müşaverenin hiçbir öneminin kalmadığı zamanımızda, kararların da yalnızca (korkarım ki) ‘bir kişi’ tarafından alındığı ve devlete, devletin güçlerine ve tüm millete uygulama zorunluluğunun doğurtulduğunu belirtebiliriz. Makul kararların uygulanması halinde, ne yaşadığımız durumlarla karşılaşırız, ne de pişmanlıklar duyarız.

Özellikle Mısır olaylarının başından itibaren, tarafımızdan verilen destekler tamamen mezhep ve bir derneğin yandaşlılığı ile anlatılagelmiştir. Suriye düşmanlığı da benzer inanç duygularıyla geliştiği büyük çoğunluk tarafından kabul edilmektedir.

“Bir şeyin politik olup olmadığı hakkında verilen karar, kimin verdiği ve hangi gerekçelere büründüğünden bağımsız olarak, daima politik bir karardır.” (Carl Schmitt, Siyasi ilahiyat, aktaran, Dr. Aliye Çınar, Uludağ Üni. İlahiyat Fakültesi, Politik Teoloji adlı makale)

Makale yazarı şu alıntılamalarla açıklamayı ilave eder yazısına: “Schmitt’in burada asıl itirazı, modern devlet algısındaki, egemenin totaliter bir hüviyete bürünmesidir. Çünkü politik olanının bileşenleri teorik olarak formüle edilse de -tartışmalıdır- tabir caizse onun sahnelenmesinin nasıl sonuçlanacağı kestirilemez. Dahası politik olan konusunda düğmeye basan, belirlenmiş bir ilke olmayıp, bir şahıs olmalıdır. Kararı veren şahıs, şartların ve durumun anında değişmesini kavrayabilir ve ona göre tavır alabilir. Oysa total bir yasa, şartların değişmesini ve istisnai çıkışları belirlenmiş kuralların içine dahil edemez. Dolayısıyla farklılıklar, istisnai durumlar her daim yok sayılır. Programlanan politik düşünce her halükarda aynı işler ve aynı neticeleri verir. Demek ki, totalleşen bir politik görüş, temel bir norma tutunduğu için istisnayı ve olağanüstü durumu hesaba katmaz. Bu esnada doğal olarak somut durum, kamusal ve devlet çıkarında ‘kimin’ veya hangi ‘şahsın’ karar vereceği görmezden gelinir. Modern devlet düşüncesi, ister doğal, isterse de kurgusal kişiler olsun, bundan böyle kişilerin hâkimiyeti altında değil, kuralların ve manevi güçlerin hâkimiyeti altında yaşadığımızı söylemek ister. Bu güçlere insanın itaat etmesinin sebebi de, onun kendini sunuşundan kaynaklanır. Çünkü söz konusu güçler, menşeinin insanın manevi olduğunu dikte eder.” (aynı yazar, kitap, makale)

Peki, gerçekten manevi mi sorusunu soralım?

Maneviyat düşüncesinde asla, saldırı yoktur, suçlama bulunmaz, hakaret yasaktır. Bu düstura göre yakın geçmişi değerlendirirsek, maneviyattan eser bulunmadığını görürüz.

Tamamen, bir inat, bir ben bilirim havası, bir ille de benim söylediklerim dayatmasını görüyoruz. Yumuşamanın olmadığı ortamlarda maneviyat işlemez. Bilakis yerini nefsani saldırılara bırakır. Nitekim Suriye anlaşmazlığı ortaya döküldükten sonra, Esat’ın adı önüne ‘katil’ kavramı getirilmeden anılmadı. Böyle olunca karşının da durumunun benzeri olması halinde ne yumuşama olur, ne de bir anlaşma. Nitekim bu kargaşa neredeyse bir üçüncü dünya savaşının eşiğine taşıdı bizi. Ne yazık ki, bu inat yüzünden dostlarımızı da kaybettik. Stratejik ortağımız ABD bile, yaptıklarımızı eleştiriyor ve geri adım atmamızı salık veriyor. Musul Konsolosluğu basılıp çalışanları esir alındığında yapılması gerekenleri, aradan aylar aylar geçtikten sonra yapmaya kalkmanın hiçbir anlamının olmadığını galiba, ordumuzun kurmay heyeti hesap edemediler. Belki de, fikirlerini bildirdiler lakin ‘tek karar verici olan politik kişi’nin söyledikleri kanun mesabesinde algılandığından, verilen yanlış kararlar da uygulamaya konuldu ve dostlarımız düşmanımız oluverdiler.

Aynı kafa karışıklığının, Güney Doğu il ve ilçelerinde de yaşandığı muhakkaktır.

Son günlerde iki önemli karar daha alındı. İlki, İsrail ile normalleşme dönemine girilmesi (henüz tasarı halinde olduğu söyleniyor), ikincisi ise Suudi Arabistan önderliğinde kurulacak olan İslam ittifak ordusuna iştirak etmek. Her iki kararında ABD’nin istekleri doğrultusunda alındığına dair haberler, yorumlar yazıldı. Böyle olması doğaldır. Artık onların talebi olmadan karar alamıyoruz. Rus uçağının düşürülmesi sonucu Suriye semalarına doğru bir kere bile uçaklarımızın uçmayış haberleri de bizleri yaralayıcıdır.

İttifak ordusuna gelince: İran bu ittifaka dâhil edilmemiş. Zaten önerilseydi de kabul edeceklerini sanmıyoruz. Demek ki, Şiilere karşı kurulan bir Sünni ittifak. Üstteki satırlarda da söylediğimiz gibi bir Sünni dayanışması izlemini veriyor. Özellikle Türk askerini Suudilerin emrine vermek demek, orta çağa ilhak etmek demektir. Kabul edilemez bir durumdur ve bu anlaşmadan bir an evvel dönülmelidir. Çünkü bu ordu gün gelir namlularını bizim üzerimize çevirebilir. Unutmayalım ki, Suudi Arabistan ve Katar uçakları, dostları, kardeşleri Yemen’i aylarca bombaladılar (sanırım hala devam ediyorlar). Bunlara asla güvenilmez, özellikle bu ordunun komutası onlara asla verilemez ve onların komutasındaki Türk askerlerinin orada bulunması asla kabul edilemez. Bu kararın düzeltilmesi gerekmektedir. Bu sözde ittifak Türkiye için yeni bir cephe açılması demek olur, çünkü yeni bir cephenin açılması düzeltilmesi imkânsız zararlar açacaktır.

Aklımızı başımıza devşirelim!...



17 Aralık 2015 Perşembe

“Aziz Sancarlardan, Mithat Sancarlara” Dönüşmek!


Fazlı Köksal üstadımız, sosyal medya sayfasında şunları yazdı:

“Yıllarca Artukoğulları’na başkentlik yapmış Mardin bu hale nasıl geldi?.. Ziya Gökalpler, Cahit Sıtkılar, celal Güzelsesler, Süleyman Nazifler, Ali Emiriler ile anılan Türkmen kenti Diyarbakır, neden terörle anılır oldu? Güneydoğu’daki insanımız, Aziz Sancarlardan, Mithat Sancarlara nasıl dönüştü? Bunun üzerinde derin, derin düşünmeliyiz… Belki, hala vakit geçmiş değildir…”

Soru bu.

Verilen cevapsa bu:

Söyleyelim:

İngiliz politikaları çok ilginçtir.

Öncelik Atatürk’tür.

Neden?

Çünkü anladılar ki, ‘İslam Milletin’i alt etmenin yolu, onları inandıkları ve takip ettikleri isimden (imandan, kültürden)  uzaklaştırmaktır.

Hatırlayınız lütfen,

Şeyh Saidleri, şeyh Said’i Kürdileri ve bila bila.. Şeyhleri…

Niye o bölgelerde şeyhler (oralarda Şıh derler), ağalar hala birinci derecede önemlidir?

İşte sorunuzun cevabı da burada gizlidir!.

Atatürk’ü öldürürseniz, Türk’ü teslim alırsınız.

Hepsinin, alayının, tamamının özeti de bu cümlede gizlidir.

Yalnız, Atatürk’ü öldürebilmek için onun yerine bir ismi ikame etmelisiniz. Buldunuz mu? Evet, buldular. Bunu artık siz bilirsiniz.

Şimdi,

Yeni Osmanlı, Dünya lideri, Muhammed’e rakip, Allah’a ortak… gibi sıfatlarla anılan bir ortak, yani BOP ortağı yaratabilmişseniz….

Olay bitmiştir.

Bilmem, bu söylenilenler başarılabilmiş midir?

Bendeniz,

Başarıldığı inancında değilim.

Olanlar, hiçte kendilerinin istediği şiddette geçmiyor.

Neden?

Çünkü bir-kaç ilçede devam eden olaylar, asla Kürtlerin ayaklandığını filan anlatamaz.

İnanıyorum ki,

Kürtler, hala bizimle birlikte hareket ediyorlar. Aksi halde evlerini, mallarını terk edip bize doğru yürümezlerdi.

Utanç,

Onlara karşı söz söyleyenlerin üzerinde kalacaktır.

Şunu da söyleyelim:

Kürtler, an itibariyle kafaları karışık yaşıyorlar. Karıştıranlar da asla PKK filan değil, devleti idare edenlerdir.

Bir daha söyleyelim.

Kürtlerle Türklerin asla aralarında anlaşamayacakları bir sorun filan yoktur. Sorun, PKK ve PKK’yı Kürtlerin temsilcisi düzeyine yükseltenler arasındadır.

Vesselam…..



Hendek ve Siyaset


Başbakan’ın ‘hendek’lerle ilgili cümlesi nasıldı?

“Hendek siyaseti doğru değildir. Hendek siyasetinin sonu yeraltı siyasetidir”.

Anlayabildik mi?

Hendek kazma işine siyaset diyor Başbakan!

Bu nasıl iştir?

Yoksa biz, siyaset kavramını yanlış mı biliyoruz?

Hendek kazmak, bir savaş taktiği, bir rakibin hareketini kısıtlama oyunudur.

Buna nasıl siyaset deriz?

Deriz, deriz…

Eğer,

Onların istediği, ‘özerk yönetim’i,

Yeniden yazmak istediğin ‘anayasaya’ dercetmek istiyorsan,

Kazılan hendeklere, açılan çukurlara, evlere istif edilen ağır silahlara, havan toplarına da ‘siyaset’ dersin.

Prof. Unvanlı, dış ilişkiler uzmanı, sıfır sorunla işe başlayıp, milyon sorun yaratan birisi isen, silahlara siyaset deme hakkın da olabilir.

Tabi,

Biz keriziz ya…

Daima yemeye hazırız ya…



16 Aralık 2015 Çarşamba

Beceren, Beceriksizler


“Beceriksizlik” de Allah vergisidir.

Neylersin!

Tüm beceriksizler bir araya toplanıp,

Nasıl becerdilerse bilvesile,

Ele geçirip mahalleyi,

Sildiler-süpürdüler bir gece.

Anlayana kadar hali,

Ömürler geçti.

Anladık anlamasına da,

Anlamamızın da bir anlamı kalmadı.

Elde ne yer kaldı, ne de yurt.




15 Aralık 2015 Salı

Yakmaya Başladı Hatalar!...


“Ne verirsen elinle, o gider seninle”

Diye güzel bir sözümüz vardı.

Yakın geçmişe, kısacık hatıralara bakıp bakıp,

Hatalarıma yanıyorum:

Irak’tan başlayan, Libya ile devam eden,

Mısır, Suriye derken…

Elimizle verdiklerimizin,

Tüm hayatımızı doldurduğunu müşahede etmek acısıyla kıvranıyorum.

Zulüm,

Tersine döndü. Zalime doğru savrulmaya başladı.

Zalimdi, zulmüyle baş etmeye çalıştı.

Zulüm, yağmur oldu, dolu oldu, bora oldu…

Öyle bir hal oldu ki;

Korunaklar yıkıldı.

Hayırdualarıyla gurbete saldıklarımızı,

Yeşil örtülü sandukalar içinde,

Tekbirlerle karşıladık.

Sanki yaban ülkelerde yaşayan vatandaşlar gibi,

İrfan erlerini geri çağırdık.

Görevini yapamayan devlet,

Evladına bakamayan baba derekesine düştük.

Ne söylenmişsek, geri döndük ertesi gün.

Düşman katar katar saldırıya geçti,

Hem de aziz vatan toprağı üzerinde.

Dışarı burnumuzu çıkaramaz olduk.

Vatanından, yerinden, yurdundan edilen milyonların ahı,

Bacalarımızı tutuşturdu.

Şimdi yangın,

Benim evimde.

Kül gibi savrulmalar başındayız.

Yıkıntılar arasında, Seksen Milyon ağlasa yeridir.

Heyhat!.

Ağlarken bile birlik kuramamak!

Yanarken bile komşuya gülmek garabeti.

Dağılmış, yok olmuş bir milletin fecaat hali.

Yok mu şu yangını gören bir er,

Hani nerede;

Cihana adaleti getiren Türkler…



14 Aralık 2015 Pazartesi

Mektup Okumak


Hani şu, zarfın içinden çıkan ve satırlarca selam kelam, hal-hatır soran mektup adı verilen yazılardan değildir bahsimiz. Mektup, bir konunun, bir şeyin, bir halin, bir arzın arz edildiği satırlardır vesselam. İster bir zarfın içinde olsun, ister buza yazılmış olsun fark etmez. Maksat, nasıl olursa olsun anlatılmış olsun ki, maksut hâsıl olsun.

Zamanımızda özellikle politika âleminde sık mektuplar yazılıyor. Bazen direkt söyleniyor, bazen bir gazetecinin satırlarında, bazen bir televizyon sohbetinde, bazen fısıltıyla önce dostlar arasında, sonra tüm mahalle ve tüm ülke sathına yayılan haberleşme yöntemiyle… Nasıl olursa olsun bir yol bulunuyor mesajı iletmek için. Burada önemli olan, mesajı gönderen değildir, mesajı duyması istenendir. O, anlatılmak isteneni anladı mı? Ya da, verilen mesaj ilgilisi tarafından alındı mı? Amaç gerçekleşir.

Mesajın gönderilmesi ve yayılması sonrası bir de ölçüm yapılır. Beklenen etki sağlandı mı? Aksi bir durumla karşılaşıldığında, dev medya organizasyonuyla, “yanlış anladınız, aslında söylenmek istenen şuydu” gibi tevil yolları aranır, çünkü onlar asla yanlış anlatmazlar, yanlış anlayanlar bizlerizdir. Bu kez mektuplar yanlış anlaşılma yönüne evrilerek yazılmaya devam edilir. Goebbels taktikleriyle zihinler işgal edilmeye çalışılır.

İnsanların çeşitli fakat basit sualler sormasına fırsat verilir. Lakin sorulacak sorular kendilerinin yol verdiği ölçüde ve şiddettedir. Asla yolun dışındaki bir düşünceye ve düşünene izin verilmez. Aslında soruların cevapları mektuplarda gizlidir ve soru sahibi esasen cevabını da bulmuştur ki, özgürce! Sorularını sıralayabilsin.

Benzeri mektupları postalamaktan murat; yapılan bir hatanın, uğranılan bir zararın, kötüye giden işlerin örtülmesi ya da, sonu hesap edilemeyen işlere girişiliyorken hayali kazançların halka anlatılmasıdır. Birincisinde korku, ikincisinde telaş karmaşası vardır. Her hâlükârda halkın aldatılması ve istenilen yönde koşullandırılması hedeftir.

Yönlendirmenin dayatılması, ruhen, fikren hazır yandaşlar (bugünlerde trol kavramı kullanılıyor) aracılığı ile geniş kesimlere ikna etme metodu ile duyurulur ve medya ortamlarında aralıksız işlenir. Bir süre sonra aradığınız, kendini ölüme atabilecek milyonlar hazırdır. Bunu hissettiğiniz andan itibaren, “%50’yi zor tutuyorum” gibi inanılmaz acayip bir demeci yüksek perdeden seslendirme hakkına bile sahip olursunuz.

Yeni Şafak’tan Yusuf Kaplan 24.04.2007 tarihli yazısında şu cümlelere yer vermiş: “Elbette ki, önce insan olmak lazım. Bunun için de, bu ülkede, sivil ve sivil olmayan ideolojik iktidar aygıtlarını ellerine -bir şekilde- geçiren ve milleti adam etmek için, gerektiğinde ‘sopa gibi’ kullanan kişilerin türlü tuhaf ilkel yöntemlerle, bu ülkenin insanlarına gerçekten insan muamelesi yapıp yapmadıklarına bakmak lazım önce”.

Bakalım Kaplan’ın eleştirdiği ‘ideolojik aygıtların’ etkisizleştirip, kendi düşünceleri istikametindeki ‘ideolojik aygıtların’ 13 yıl boyunca idareleri sonunda neler olmuş;

Dün akşam bir televizyonda rastladım, misafir Suriyelilerle röportaj yapmışlar. Türkiye’ye gelmiş olup, Avrupa ülkelerine ölümü göze alarak kaçak yollardan geçmek isteyenlere sorulan sorulara verilen cevaplar ilginçti. Şu cümleler dikkatimi çekti;

“Türkiye’de çalışıyoruz, paramızı vermiyorlar. Polise gidiyoruz, sizin çalışma izniniz yok, biz bir şey yapamayız diyorlar. Patron paramızı ödemiyor, kime giderseniz gidin diyor.  Emeğimizin karşılığını alabileceğimiz bir ülke arıyoruz, bu nedenle gitmeye çalışıyoruz.”

Muhacir-Ensar söylemleriyle, akılları kiralanmış insanların yaptıkları bunlar. %99,5’uğu Müslüman olan Türkiye nüfusunu oluşturanların yaptıkları bunlar. 13 yıl boyunca dindarlık eğitimi verilen, ahlaklı olmaları için, ahlaklı yöneticileri başa getirdiğimiz Türkiye nüfusundan meydana çıkan olaylar bunlar. Röportajı izleyemedim. Utandım.

Ve siyaset bu insanlara yazar mektupları. İstedikleri gibi alır tutar ellerinden ve istediği mekânlara doğru uçurur durur.

Okuduğunuz mektubun satırlarındaki anlatılmak istenen kabuk düşüncelere kanmayınız. Anlatılanın evveli vardır, öncesi vardır, ana fikri vardır, özeti vardır. Onları bulup çıkartmadan, ne söylerlerse söylesinler sakın ola ki inanmayasınız. Hele hele vaat edilen bir husus varsa ve vaat parayı ilgilendiriyorsa katiyen inanmayınız. Babalarının kesesinden verecek halleri yok ya!.

Hapı yutmazdan evvel, nasıl kullanılacağını, hangi hastalıklara şifa olduğunu filan öğreniniz.

Sonra zehirlenir ve kıvranırsınız… Bizden söylemesi.




11 Aralık 2015 Cuma

Bağımsızlık Düşüncesi, Allah’ın Lütfudur…


“Bir bakınız Ortadoğu’ya. Her kafadan çıkan seslerin verdiği rahatsızlık, nerdeyse dünya çapında yayılmakta. Ve hepsinin tek ısrarı var. ‘Benim düşüncem, benim imanım doğru’. Birisi Allahuekber diyerek silahını ateşliyor, diğeri Allahuekber diyerek kelle kesiyor. Ne garip bir durum. İzahı zor.”

“Ortadoğu’dan hareketle ilim ve medeniyet” başlıklı yazımızda bunları söylemişiz.

Şimdi şu iki cümleyi okuyalım:

“ABD başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi Parti’nin aday adayı olan emlak imparatoru Donald Trump terör belasından korunmak için tüm Müslümanların Amerika’dan kapı dışarı edilmesini önerdi.”

“NATO Genel Sekreteri Stoltenberg, ittifakın IŞİD’e karşı savaşmak üzere Suriye’ye asker göndermeyeceğini açıklarken “Bu savaşta Müslümanlar ön cephede, kurbanlar Müslüman. Bu mücadeleyi onlar için yürütemeyiz.” Dedi.”

“Stratejik Derinlik” dehalarından nasip-dâr olmadığımızdan, yüksek politikanın! Ne demeye geldiğini, neler anlatmak istediğini de pek tabi anlayamıyoruz.

Bizimkisi ‘bodoslama’ tabir edilen cinsinden olacak. Şöyle düşünüyorlar:

-“Mahallenin itleri kavgaya girmiş, bırak kırsınlar birbirlerini.”

Dert bizim. Dert bizimle. Dermanı, ABD’lerde, NATO’larda aramaya lüzum yok. Yine kendi derdimizde arayacağız çözümü. Çünkü şifa, derdin mütemmimidir. İlaç, derdin içinde gizlidir.

Hiç istemediğimiz halde bir Rus uçağının düşürülmesine sebep oluyoruz. Böyle olmasını istemediğimiz halde yine kendi maharetimizle Suriye Türkmenleri üzerine bombalar yağıyor, asla istemediğimiz halde Türkiye içeriden parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya… hem istemiyoruz, hem de gelişen olaylara sebep oluyoruz. Anlaşılması zor durumlar. Beynimizin içinde başkalarının iradesi mi var yoksa? Elektronik güçlerle gönderilen sinyallerin, beyin çalışmasında arızalar yaptığı ve sinyal gönderenin isteği doğrultuda faaliyete geçtiği tartışılan bir husustur. Başarılı ilim adamlarına, işini doğru dürüst yapan mühendislere, bagajında çok kıymetli yolcular taşıyan uçak pilotlarına, aradığı adresi bulmaması gereken karanlık casuslara uygulandığı varsayılan beyin faaliyetlerinin felç edilmesi hususu, acaba bizi idare edenlere de mi uygulanmıştır? Sormadan edemiyoruz.

Son aylarda Güney Doğu’muzda meydana gelen terörist faaliyetlere bir anlam vermek ne kadar zor. Mantarın yayılması gibi bir anda oluverdi her şey. Hazırlanan ortamı analiz eden yok artık. O aşamayı çoktan geçtik.

Kanallar kazılmış, hendekler açılmış, bombalar yerleştirilmiş, silahlar döşenmiş, savaşçılar yetiştirilmiş… biz burada suçluyu değil aramak, kendi derdimize düşürülmüş, nasıl bu beladan kurtulmanın telaşındayız. Yakılan kültür eserleri, yıkılan evler, tarumar edilen ormanlar, hançerlenen sineler, yollara vuran göç kervanları, ailesini terk eden genç fidanlar, devletine karşı silahlı direnişe geçen terör örgütü mensupları… say sayabildiğin kadar.

Artık, suçlu aramanın bir anlamı yok. Bu beladan nasıl kurtulacağız derdindeyiz.

Dedik ya, kolay.

Derman daima derdin içindedir. Uzaklarda aramaya gerek yok.

Öncelikle yanlışları tespit etmeli, öncelik sırasına göre listelemeli. Yapılan hatalardan dönülerek, gereği duraksamadan uygulanmalı. Hepsi o kadar.

İlk bakılması gereken yer ise, Suriye ve üzerinde uygulanan hatalı politikalar.

AB’ye, ABD’ye, NATO’ya güven ve onların sözünden çıkmama inadından vaz geçme ve bağımsız Türk-Atatürk politikalarına geri dönüş.

Unutulmasın, güvenilen dağlara zamanı gelince kar yağar.

Unutulmasın, Türk’ün, Türk’ten başka dostu yoktur.


9 Aralık 2015 Çarşamba

“Korkum yok” şiirinden, bu günlere…


Bırakın yorum yapıp düşüncesini açık etmeyi,

Şu Face denen aletin ‘beğen’ tuşuna bile basmaktan korkanları tanıyorum.

Nerden nereye…

Sorsan ağzında 80 öncesi kahramanlık hikâyeleri…

Güldürmeyin beni…

Bazı sözler vardır herkesin anlamasına açıktır,

Bazı sözler vardır:

Kim üzerine alınırsa hesabıyla,

Ortaya atılır,

Gerisine karışılmaz.

NOT: “Ozan Arif’in kulakları çınlasın.”




8 Aralık 2015 Salı

Ehliyetli Seçmen!.


Hayatın bütün alanlarında dikkat edilmesi gereken ilk husus ehliyettir, liyakattir. İş, ehil olanlara teslim edilmelidir. İşbaşına getirileceklerin ehliyeti kadar, işbaşına getireceklerin de ehliyetli olmaları bahis konusudur. Nasıl ki, fırınında ekmek ustası çalıştıracak kişi, çalıştıracağı kişiyi o işi iyi bilenler tarafından seçilmesini isterse, onlara danışırsa herhangi bir işin başına getirilecek kişilerin de, ehil seçiciler tarafından yapılması zarurettir. Aksi halde, işi bilmeyenler, işle ilgisizler, havailer, daima şahsi menfaatlerini göz önünde tutanlar, har vurup harman savuranların işbaşı yapması kaçınılmaz olur. Bu durum ise, bir milletin felaketinin başlangıcı olur.

Öyleyse, seçicilerin liyakat sahibi olmaları ilk şartlardandır.

“İyi ama demokrasi”.. Aması maması yok. Durum budur. Demokrasi lakırdılarıyla geçirilecek zamanımız yoktur. İş, demokrasiyi uygulamaksa, seçimi de demokrat ve demokrasiyi içselleştirmişler yapacaktır o kadar. Adalet duygusuna sahip olmayanlardan, adil davranışlar beklemek beyhudedir.

“Muhakkak Allâh emanetleri ehillerine vermenizi ve insanlar arasında âdil olarak (herkesin hakkını vererek) hükmetmenizi emreder.” (Nisâ’ Suresi/58)

Görüş, duyuş, düşünüş ve kavrayışın mükemmelliği ancak bilebildiğin kadarına eştir. Ufuk çizgisi ne kadar uzaktaysa, kavrayışın da o nispette uzaklara ulaşabilir. Ve ufuklar, kişinin kendini bilmesine paralel olarak genişler, yücelir. İşte o zaman attığını vuran usta avcıdır, kararları isabetli, işleri dirayetli, sonuçları hayırlıdır. Tersi, ehil olanın karşılığı olan cehil halidir. Adımları yanlıştır, hedefleri boştur, yemeleri hoştur, vermeleri yoktur, hep bana, hep bana halinin hamallarıdır. Kararları kötüdür, gidişatı fecaattir, sonuçları şerlidir.

‘Cumhuriyet’ sistemi şimdiye kadar bulunmuş en iyi yönetim şeklidir. Atatürk, “cumhuriyet fazilettir” özdeyişi ile hakikati vurgulamıştır. ‘Sürü’ olmaktan kurtulan insanların, şuurlu varlıklar olarak, hür iradeleri ve vicdani kanaatlerinin öz hâkimiyetiyle işbaşına getirdikleri vekilleri tarafından işlerin yürütülmesi sistemidir. Düğüm de buradadır. Ehil olanın seçimi, ancak ehil ellerle yapılabilecektir. ‘Demokrasi’, yönetime getirilecekleri, halkın  tamamının katıldığı oylamalarla seçilmesi sistemidir. Seçimler sırasında bir kısıtlama getirmek, bugüne kadar düşünülmemiş (düşünülse de başarılamamış) bir sistemdir. Belli bir eğitim, belli bir hayat tecrübesi, belli bir mesela vergi verme, üretime katılma, tüketimden kısma, tasarrufa meyletme gibi kıstaslar belirlenerek, seçimlere katılacakların tespiti mümkün görülmektedir. İyi olanı, kötü kalpliye gösteremezsiniz. Onun hülyası olanlar, düşük seviyededir. Ulvi hedefler ancak, ahlakı tam, dürüstlüğü tescilli, iradesi sağlam beyinler tarafından takip edilebilir. Gayrısı heva ve hevesleri peşinde koşan eksiklilerdir. Bu sebeple, toplumun tamamının seçimlere katılması gibi bir lüksü vatandaşların tamamına yaşattırılması demokrasi değil, ancak demokrasiyi bozucu etkiler yapar. Ayrıca, anlayamadığı halde oy vererek desteğini ortaya koyan ve sonradan oy verdiklerinde ortaya çıkabilecek olumsuzluklar, anlamadan oy vereni huzursuz edecektir, ıstırap duyacaktır, pişman olacaktır. Nitekim Peygamber’imiz (SAV) “ehil olmayana hikmeti söylemeyin, ona zulmetmiş olursunuz” buyurmuşlardır. Ehil olmayandan istenecek iş, sonu karanlık ve kolaylıkla düzeltilemeyecek yaralara sebep olabilecektir.

Nasıl yapılacak?

İki yoldan bahsedilebilir. Birincisi, seçmenin ehil hale getirilmesi. İkincisi, ehil olduğu kabul edilebilecek kişilerin seçmen olarak belirlenmesi.

Birinci yol çok uzun ve çok pahalı bir yoldur ve hatta ulaşılması imkânsıza yakındır. İkinci yol ile işe başlamak en doğrusudur.

Biliyorum, bize antidemokratik, faşistlik suçlamaları yapılacak. Bildiğimiz için de o kadar rahatlıkla fikrimizi açıklıyoruz. Eğer bir yanlışlık işleniyorsa ülkede ve bu yanlışlık ısrarla devam ettiriliyorsa, bilinsin ki, bu durum ehil olmayan seçicilerin iş başına getirdikleri sebebiyle olmaktadır.

Bir yöntem bulunur ve öncelik, seçicilerin seçimine verilir. Ve onların seçeceklerinin yönetiminde yeni, yepyeni bir hayata merhaba diyebiliriz.

Sonumuz hayır olsun…


4 Aralık 2015 Cuma

‘İdeloji’sinin Körü, Paraya, Makama Kavuşunca…


Gözü kör olsun şu ideolojinin, şu yandaşlığın. İnsana doğru dürüst düşünme zamanı bile tanımıyor. Varsa yoksa ideolojisinin yörüngesinde ve onun menfaatleri doğrultusunda düşünüp, sonuç çıkartacaksın. Bir örneğini birlikte inceleyelim:

İbrahim Karagül, Yeni Şafak Gazetesi genel yayın müdürü. Vaktiyle yine aynı gazetede yazdığı muhteşem, Ortadoğu ve dış politika analizlerini hatırlıyoruz. Ne olduysa, gazetede idari göreve geldikten sonra oldu. Yazılarının konusu, dokusu, gidişatı, varacağı sonuç, vermeye çalıştığı mesaj hemen değişiverdi.

Şimdi son yazılarından birine bakalım: şu paragrafı yerleştirmiş:

“Coğrafyamız yüz yıl sonra ilk kez derin bir parçalanma yaşıyor. Hiçbir ülke bu senaryonun dışında değil. Kuzey Afrika'dan Pakistan'a hatta Endonezya'ya uzanan geniş coğrafyada büyük oranda haritaları değiştirecek küresel bir proje uygulanıyor. Bütün kimlikler ayrışmaya ve çatışmaya ayarlanıyor.”

Tamam, ayniyle katılıyoruz.

Ama bununla sınırlı değil, makalesine giriş cümlelerinden biri de şu: “On üç yıldır sağlam adımlarla devam eden büyük yürüyüş, büyük dönüşüm, Üçüncü Altın Çağ'a yöneldi. Daha büyük düşünme, daha cesur hareket etme, o büyük yürüyüşü daha da hızlandırma dönemi başladı.”

Bu ne tenakuzdur Sayın Yönetmen?

‘Coğrafyamızın Yüz yıl sonra ilk kez derin bir parçalanma yaşaması’ hangi olayların nasıl gelişmesi, kimlerin kimler tarafından kullanılması sonrası yaşanmıştır? Sorusunu asla cevaplayamıyor, cevaplayamıyorlar. Es geçiyorlar. Ya idrak edemiyorlar, ya da ideolojilerinin, inançlarının, maddi kazanma hırslarının esiri oluyorlar.

Bu ne aymazlıktır, bu ne körleşme, bu ne körlüktür? Aynı makalenin bir altındaki cümle ile bir üstteki cümle nasıl bu kadar çelişir. Hem “son On Üç yıldır sağlam adımlarla devam eden büyük yürüyüş” diyeceksin, hem de “Yüz yıl sonra ilk kez derin bir parçalanma yaşıyor” diyeceksin. Nereye koyalım, nereden çıkartalım, hangi sonuca varalım? Ya kafanız karışık, ya da yemeye mecbur ediyorsunuz.

Yazının bundan sonraki satırlarını okumaya gerek görmedim. Ne yazdığından haberim yok. Okumaya da lüzum yok. Niye okuyayım? Ne anlatacak bana?

Aslında inançlarını idelojileştirmiş, idelojisine tanrı gibi bağlanmış kişilerin yazılarını okumamalı, sohbetlerini dinlememeli, yanlarına bile yaklaşmamalı…

İşte durum ortada. Hem sağlam adımlarla gidiyorlar, hem de son Yüz yıldır parçalanmanın zirvesi yaşanıyor. Neyin uğruna parçalanma? Elbette BOP aşkına. Parçalayan başkan ise, BOP eş başkanı. Bunlardan bahsetmiyorlar, bahsedemiyorlar. O kadar yürekleri yok. O kadar cesaretleri yok. Ne uğruna? Sırf, oturdukları koltuklar, kazandıkları paralar uğruna.

Yazıklar olsun.

Tamam;

Doğruları söylemek zordur, olması gerekeni ısrarla anlatmak zordur, karşının bilmediğini ona öğretmek belki de mümkün değildir.

Lakin biliriz ki, şartlar ne olursa olsun, doğruyu haykırmak insanın görevidir. İmkânı varken doğruları söylemeyene de insan demek mümkün değildir.

Evet, Sayın Yayın yönetmeni, Yüz yıl sonra ilk defa parçalanmanın eşiğinde miyiz, yoksa On Üç yıldır sağlam adımlar gidiyor muyuz?

Haydi, bir daha tekrar et, hangisi?

Ama İnsan’ca!...




2 Aralık 2015 Çarşamba

Türkiye Yönetilemiyor, Kahkahamız Yerinde Şükürler Olsun!.


13 yıl boyunca, özellikle son 6 yıldır yapılan hatalar sebebiyle, PKK siyasal düzleme çekilmiş, Türk devleti, Türk ordusu ve Türk milleti karşısında özgürlük savaşçıları gibi algılanması sağlanmıştır. Bundan böyle PKK’ya isteseniz de terör örgütü sıfatını yapıştıramayacaksınız. Sağlanan imkânlar ve göz ardı edilen karşı harekât, onların saf ve temiz insanlar olduğu algısını oturtalı çok oldu ve bir zamanlar bu da sizin isteğinizdi maalesef, dindar Apo algısını yerleştirme gayretleriniz hatırımızda duruyor. Karşınızda terör örgütü değil, bebek katilleri değil, kendi insanını bile acımasızca katleden katil sürüsü değil, yaşamak için bir vatan toprağı arayan zavallı insanlar var şimdi.

Gözünüz aydın olsun BOP eş başkanı ve ona destek verenler.

***

Türkiye yönetilemiyor. Her gün üç-beş ayrı yerde bağırarak konuşmayı yönetim zannediyoruz. Hani politika, hani strateji, hani kurmay zekâsı? İlimden yoksun rastgele anlayışıyla ‘ben yaptım oldu’ diyerek kendini kandırma avuntusu… Başka ne görebiliyoruz? Hiç…

Bir – Kaç cümlesini duyduk Rusya Başkanı Putin’in. Sonra oturdu, neler yapılması gerektiğini tartıştılar, düşündüler ve kararlarını verdiler. Hemen uygulamaya koyuldular. Konuştular mı? Hayır. Sorulara bile cevap vermediler. Putin’deki devlet adamı zekasını arar oldum, ara ki bulasın!. Önce derin derin okumalara girişiyor. Sonra kurmaylarıyla tartışıyor. Sonra buldukları siyaseti uyguluyor. Lazım olan iş, laf değil.

Hani şu derin okuma PKK hakkında? Hiç göremedik. ‘Kürt Sorunu’ deyip, karşısına yalnızca PKK’yı muhatap alanların neyi okuduğunu hala anlayamayanlar varsa, şu ‘buzdolabı’ filan lakırdılarını düşünsün biraz. Biz şöyle yapıyoruz; akşam yatıyoruz. Ya rüya görerek, ya birisiyle telefon görüşmesinde aklımıza bir şey takılıyor ve sabahleyin hemen onu uygulamaya koyuluyoruz. Düşünme yok, tartışma yok, fikir alışverişi yok. Aferin, biz Putin’den de daha kolay politika üretebiliyoruz. Ondan daha başarılıyız. Nitekim yıllar sonra ‘Kürt sorunu yoktur’ diyerek, bir kez daha kandırıldığımızı anlatmak istemedik mi?

Putin’in ne yapmak istediğini çözebilen var mı? Bendeniz çözemedim. Derin bir sessizlik, sonra uygulanacak maddelerin imzalanması. Görüşme talebinin geri çevrilmesi ve hatta toplu aile resminde bile görünmemesi. Fatih Sultan Mehmet’in bir sözünü hatırlayalım: “Sağ kolumun yapacağı işi sol kolum bilseydi, onu keserdim”. Gel de politika, istihbarat, strateji anlat, kim duyar, kim dinler, yorulmakla kalırsın.

Yıkıcı fırtınalar, derin sükûnetlerin sonunda gelir derler. Düşürülen bir uçak değil, Rusya Başkanı Putin’in onurudur ve bunun tamirine çalışılıyor. Tedbir bu noktada düşünülmelidir deriz.

***

Kerkük, Tuzhurmatı, Telafer, Musul… Türk Şehirleri Türk’ten arındırıldı. Şehir yönetimleri Kürtlerin, Arapların ellerine geçti. Mezarlıkları bile dağıtıldı. Hiç sesimiz çıkmadı. Kısık sesleriyle problemi duyurmaya çalışanları dinlemedik. Hazır Musul Konsolosluğu basıldığında ve çalışanlar esir edildiğinde ele geçen fırsatı değerlendirip, hem IŞİD’i temizlemek ve hem de Musul’u ele geçirmek imkânını hovardaca harcadık. Sonra bu IŞİD belası öyle bir büyüdü ki, dünyaya kafa tutar hale geldi. Hatay, Yayladağ ilçesi sınırına komşu ve Bayırbucak Türkmenlerinin yaşadığı bölgede, Türkmenlere karşı Suriye ve Rus savaş güçlerinin saldırısı yoğunlaştığında hatırımıza Türkmenler geldi. Çünkü sınırımız tehlikeye girmişti.

ABD, YPG (PYD)’li Kürtler vasıtasıyla sınırımız boyunca bir koridor oluşturmak istemiş ve adına da Kürt Koridoru demişti. Suriye varlıklarının paylaşım savaşında, başından beri Suriye (Esad) tarafında yer alan Rusya’da bu paylaşımdan nasiplenmek istemişti. IŞİD bahanesiyle, Türkmenler üzerine saldırdılar ve kanlı çarpışmalar oldu. Türkmenlerin sahip olduğu bölge düştü, sonra yeniden Türkmenler eline geçti ve bu savaş kızıştı. Ağır silahlı Rus uçakları bombalamaya devam ederlerken, Türkiye hava sahasını aştılar, yapılan ikazlara aldırış etmediklerinden Türk uçakları tarafından bir uçakları düşürüldü. Ve sorun derinleşti.

O bölgede IŞİD yok iddiamız var. Evet yok, lakin IŞİD’i pek aratmayacak katılıkta toplama güçlerin de varlığı inkar edilemez.

Türkiye’nin tarafsız kalması gereken Suriye politikasında yapılan hatalar nedeniyle, Bayırbucak Türkmenleri de, Suriye aleyhinde savaşmaya geçtiler. Tarafsız bulundukları süre içinde ki 3 yıldan fazla sürdü, rahatları ve huzurları yerindeydi.

Şimdi desek ki, yapılan hatalar yapılmış oldu kabulümüzdür. Bir hata daha yapıp, şu Bayırbucak Türkmenlerinin yaşadığı bölgeyi, Türkmendağı adıyla namlanan bölgeyi Türkiye’ye ilhak ediverin de yapılan bunca hatalar bir işe yarasın bari. Karışacaksa böyle karışsın.

***

Hangi konuya eğilseniz, bir yönetilememe sorunuyla karşılaşıyorsunuz.

Mesela, yandaş sendika Türkiye’de açlık sınırını hesaplıyor, fakirlik sınırını hesaplıyor. Onların rakamlarını alalım: Memur-Sen’in yaptığı araştırmaya göre Ekim ayına göre 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 1.414.-Tl olarak hesaplanmış, yine 4 kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı ise 3.905.-Tl belirlenmiş. Bu rakamlara göre Türkiye’de yaşayanların kahir ekseriyeti yoksulluk sınırında, çok önemli bir kısmı da açlık sınırında yaşıyor. PKK cinayetleri durmaksızın devam ediyor. Bir ilin Baro Başkanı gündüz gözüyle, polislerin de içinde bulunduğu bir ortamda öldürülüyor. Durum bu iken, Brüksel’de yapılan AB toplantısında Başbakan’ın, ‘Şak’ yaparak kahkahalar attığı resimleri süsledi değerli basınımızın sayfalarını. Söyler misiniz, halimiz içler acısı iken Başbakan bu kahkahanın tadını nasıl yaşıyor?

Yönetemezseniz ve bu görev size verilmişse, yönetemeyişi kapatmak için yabancı ortaklarınızla şak da yaparsınız, kahkaha da atarsınız. İnsanca olan acıma, üzülme, derdini üstlenme gibi hassalarınızı kaybederseniz…

Arkanızda, yandaş tesmiye olunan dev basın şirketleri varken.. Yutturursunuz.

Yutturursunuz, lakin nefesiniz bitip de yeniden nefese ihtiyacınız olana kadar.

Haydi, Türkmendağı Türkiye’nin olsun, Türkmen rahata, huzura ersin, can güvenliği Türk ordusunun hizmetine verilsin.

Biz de sizi destekleyelim.

Sonra istediğiniz kadar kahkahalarınıza dönebilirsiniz.

NOT: Bu yazı yazıldıktan sonra akşam haberlerinde: “Türkmen bölgesinin Türkiye sınırı olan 98 Km.lik alanın, ABD askerleri ile korunması” kararını dinledim.

Böyle bir hataya düşülmemelidir.

Önümüzde, 1991 yılında Irak’taki olaylar nedeniyle ABD askerlerinin Kuzey Irak tarafında Türkiye’nin de yardımı ile uydurulmuş 36. Paralel bölgesinde konuşlandırılmasını hatırladım. ‘Çekiç Güç’ adıyla anılan bu uygulamadan sonra, Türkmeneli ikiye bölünmüş, Kerkük-Erbil, Erbil’de-Musul’dan ayrılmış, sonuçta Türk aileler parçalanmış, Saddam zulmünü önlemek maksadıyla çağrılan bu çekiç güç, tam aksi Saddam zulmünün artmasına neden olmuştur. Ayrıca, yıllardır baş belası olan Kuzey Irak’taki Kürt devletçiğinin temelleri atılmıştır.

Sakın ola ki, sınırımıza yabancı askerlerin konuşlanmasına izin verilmeye. Korunacaksa kendimiz koruyalım. Aklımızı başımıza toplayalım.

Unutmayalım:

Mümin, aynı delikten iki defa ısırılmaz!...


Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...