28 Haziran 2013 Cuma

BOP Yara aldı


Ne idi BOP ile yapılmak istenen?

Dünyaya jandarmalık yapmak niyetindeki ABD’nin istediği gibi ılımlılaştırılmış Müslüman olmak ve İslam ülkelerini ılımlı İslam yönünde evirmek... BOP kısaca, sosyal mühendislik tasarımıdır, uygulama safhasındaki incelik, işin başındaki beyler ellerini sıcak sudan soğuk suya sokmayacaklar, İslam Ülkelerinin liderleri ve devşirilenleri vasıtasıyla hedefe ulaşılacaktır. Bu işler yapılırken 22 İslam Ülkesinin sınırlarının değiştirileceğinin söylendiğini de not edelim.

11. yılındaki iktidarında memleketin dört yanını AVMlerle doldurdular.

Nedir AVM? Kapitalizmin mührü. Kapitalizm kendini AVMlerle anlatıyor. Kârlarına kâr katıyor onlarla. Bizimkiler ise kapitalist küreselcilerin ekmeğine ağ sürercesine, şehir yatırımı planlanırken bir köşeye de AVM mutlak konduruluyor. Şehirlerin uzaklardaki boşluklarına yerleştirildiği yetmemiş gibi, insanların gezinti yapabileceği alanlarda da ufak tefek AVMler açıldığı gibi, İstanbul’un zaten birkaç adet ağacın bulunduğu ve gezinti yapılabilecek küçük bir alanın da parsellenip, AVM yapılmak istenmesi sessiz çoğunluk olarak adlandırılan ve geneli 1990 ve sonrası doğan gençler tarafından olaya el konuldu. Taksim alanında gezinebilecek bu küçük alanın kapitalizmin istimlâk etmesine mani olmak üzere alanı adeta işgal ettiler. Oksijen alınabilecek küçücük alanın ticarileştirilmesine şehir yaşayanları karşı çıkıyor ve parklarının peşkeş çekilmesine mani oluyor.

Kapitalizm geri adım atmak zorundadır. Ve yenilecektir. İmanın karşısında hiçbir güç duramaz.

“Türkiye’de iplerin bu ülkenin çocuklarının elinden kaçması, Türkiye’nin dışarıdan ve içeriden her türlü ‘tezgâh’a, ‘oyun’a, ‘Müdahale’ye, kaotik/anarşik ortama müsait bir ülke haline gelmesine yol açmıştır.” (1)Tespit ve değerlendirmeye tamamıyla katılırız. İstanbul Belediye Başkanlığı sırasında, ABD düşünce kuruluşları ve lobicilerinin sık ziyaret ettiği Erdoğan o günlerde ‘Karanlıklar Prensi’ ismiyle ünlenenlerce Türkiye Başbakanlığı’na hazırlandığı epeyce yazıldı, çizildi hafızalardadır. (Sivil Örümceğin Ağında, Mustafa Yıldırım) Şimdi söz konusu baronlar değişik bir çalışma içindeler, yine aynı isimler güya bugün Erdoğan aleyhine faaliyet halindeler. “Yahudi lobisi AIPAC’ın desteğiyle faaliyetlerini sürdüren Amerikan Girişimcilik Enstitüsü’nde (American Enterprise Istitute, AEI) geçtiğimiz Şubat ayında yapılan toplantıda, apolitik Türk gençliğini sokağa indirerek canlı tutmak için, İstanbul senaryosu masaya yatırıldı. AK Parti hükümeti’nin faaliyetleri ve Türkiye’nin son 10 yılının ele alındığı toplantının katılımcıları ise ‘Ortadoğu’ denidiğinde dünya çapında tanıdık isimler olan NeoCon’lar: Donald Rumsfeld, Paul Wolfowitz, Bernard Lewis, elliot Abrams, Richar Perle, John Bolton, William Kristol ve Douglas Feith.” (2) enteresan, bu isimleri Mustafa Yıldırım tanıştırmıştı bizimle.

“Renkli devrimler” zamanlarıydı 2002 ve sonraları. Eski Sovyetleri’in coğrafyası ve etki alanındaki kurulan devletler üzerinde, Soros destekli olarak uygulanmıştı. 3 Kasım seçimlerinden sonra da Türkiye’de, aynı renkleri (turuncu) ve benzer sloganları kullanarak iktidarın el değişimini gördük. O günlerde, AKP’nin bir renkli devrim çocuğu olduğunu belirtenler hakkında hakarete varan laflar edilmişti. Lakin Sayın Başbakan geçenlerde kendi ağzıyla “2002 de Türk Baharı bizimle başladı” diyerek (ki, İstanbul mitinginde de tekrarlamıştır), Soros ve ABD destekli renkli devrimlerin bir uzantısı ile iktidara geldiğini tescil etmiş oldu.

Verilen sözler mi yerine getirilmedi, kendi kafasından işler mi yapmaya başladı, çözüm süreci diye tıkıldığı badirenin bir kör dehliz olduğu görüldü de vazgeçti mi? Yoksa sahip olduğu gücü artık kendisinin kullanacağını mı deklare etti ve bu kontrolü zor güçten korkular mı başladı?

Artık küresel sermayenin ve karar alıcıların, kapitalizmin remzi dev AVMlerle kazandıkları, tatlı ve emeksiz büyük kârlarının sonu mu yaklaşıyor? ki, Türkler AVMlere topluca karşı duruyorlar.

Bütün bunlardan mıdır, Türkiye’yi yönetecek yeni isim arayışları?

“İklim değişikliği ve küresel ısınma tehditlerini yaşayan dünyamız, işlevsizleştirilmiş ekonomi; Yoksulluğunun sorumlusunu, ‘başkalarında’ gören şiddet eğilimli siyasi sistemler… 1980 sonrası dayatılan neo-liberal küreselleşmenin saldırısı altındaki gençler! Parti bitti, evi temizlemek size düşüyor. Umudumuz sizlerde…” (3) 

Aslında tam burada Suriye konusunun da değerlendirilmesi gerek. İster Esad gitsin muhalifler yönetime gelsin, ister Esad’la devam edilsin artık fark etmeyecektir. BOP planları uygulanamaz haldedir. Her iki taraf içinde de ABD’ye karşı direnenler vardır. İktidarın tamamıyla (Mısır’daki gibi) Müslüman Kardeşler gibi bir örgütlenmeye bırakılması söz konusu olamaz, bir tarafta güçlendirilmiş El-Kaide militanları, bir tarafta Türkiye’den çıkartılıp Suriye’ye savaşmak üzere gönderilmiş PKK militanları varken ne BOP’çular, ne de Direkt olarak ABD isteklerini rahatlıkla yapamayacaklardır, çünkü adı geçen örgütler, sınırları ve etki alanları belirlenmiş sahalarında kardeş kavgasını devam ettireceklerdir, Irak’ta, Afganistan’da görüldüğü gibi.

Ali Bulaç; “Merkezleri belli politikalarla belirlenmiş devletlerin muhafazakâr-dindar kadrolarca yönetilmesi kentlerin kalbinde vuku bulan patlamaları önlemeye yetmiyor. Sorun salt politik değil, bir medeniyet krizi”. (4) cümlelerini yazarken acaba BOP’un yara aldığını mı anlatmak istiyordu?

(1) Yusuf Kaplan, 14.06.2013, Yeni Şafak
(2) Yeni Şafak, 15.06.2013
(3)  Erinç Yeldan, 05.06.2013, Cumhuriyet
(4) Ali Bulaç, 15.06.2013, Zaman


25 Haziran 2013 Salı

Beyin Formatı -II


Bir önceki yazıyı; ‘işletim sisteminde meydana gelen arızalar, kirlenmiş dosyalar, bozulmuş klasörler bilgisayara format atılarak temizlenir. Eskiyi hatırlayamaz, belleği doldurmuş lüzumsuz bilgiler silinmiştir.’ Şeklinde bitirmiştik. Gerçekten silinen bilgilere ihtiyaç kalmamıştır. Bilgisayarın çalışmasını engelleyip, verilen talimatları hatalı algılayıp yanlış sonuçlara ulaşıyordu. Varılan sonuç ise, bizlere daima hatalı kararlar aldırıyor ve yaptığımız her iş zararla neticeleniyordu. Ne yaptık? Makineye format atıp, yeni işletim sistemini yükledik. Bu kadar. Tıkır tıkır çalışan makinemiz var şimdi.

Aynı yazıda, “Millet olarak beynimizin formata ihtiyacı var” vurgulamasını yapmış, Bilge Kağan’ın “Ey Türk, titre ve kendine dön” muhteşem kelamı ile yapılması gerekeni belirtmiş ve birey olarak temizlenen beyinlerin sayısının çoğalmasını, temenni etmiştik.

Beyin nasıl kirleniyor? Nasıl oluyor da çalışamaz hale geliyor?

İki önemli sebep söyleyebiliriz.

1. Tembellik: Beyin, ancak insan bedenine ve âlem-i uhrevisine hali hazırda veya gelecekte lazım olacak iş, hareket, bilgi, sonuca ulaşma eylemleri, çözüm bulma refleksleri gibi iş ve eylemleri yapmaya amadedir, belirtilen iş ve eylemlere ara verildiğinde, hiç yapılmadığında veya üzerinde çalışılmadığında beyin, ‘artık bunlara gerek kalmadı öyleyse unutabilirim’ diye algılar ve bu fonksiyonları sonlandırır. Tembel beyin diyebiliriz bu duruma. Bu tür beyin sadece, yer, içer, uyur, seks yapar haldedir, sadece bu yeteneklerini kullanabilir durumdadır. Diğer, bir insandan beklenen ulvî değerleri ihtiyaç kalmadığı için gereksiz bulduğundan unutmuştur.

2. Lüzumsuz bilgi deposu: Çocuğun dünyaya gözünü açtığı andan (hatta ana karnından) itibaren, aile, çevre, arkadaşlar, öğretmenler, okullar, okuduğu kitaplar, dinlediği hikâyeler, seyrettiği filimler, dinlediği şarkılar, haberler, yaptığı danslar, toplum içinde yaşama kuralları, iş ahlakı ile alakalı yapılması gerekenler, gelecek tasavvurları, çektiği sıkıntılar, düğünlerde - bayramlarda yaşadığı sevinçler, ölümlerde ağlayanların bıraktığı izler… Bunların her biri eğitim ve öğretim safhasıdır ve her hadise sonunda beyine azar azar bilgi depolar. Ki, zaman içinde bunu biliyorum, gibi söylenilen veya düşünülen şeyler beyindeki gizli bilgilerdendir. Depolanmış bilgileri, güya sırası geldikçe kullanacak ve hizmete sunacaktır. Fakat böyle olamaz. Ulaşabilse bile bilgiler eskimiştir artık, devir değişmiş, hızla gelişen teknoloji ve ilimdeki gelişmeler önceki bilinenleri alt-üst etmiştir. Beyindeki bilgi ve beceriler lüzumsuz hale gelmiştir. O an içinde kullanılması gereken ve faydaya, hizmete döndürülmesi gereken bilgi beyinde yoktur. Çünkü yer kalmamıştır beyinde. Yeni bilgileri alacak, taze fikirleri depolayacak ve işleyecek gücü kalmamıştır. Tıka-basa dolu bir odaya ya bir eşya koymak veya oradan lazım olacağını düşündüğümüz bir eşyayı bulmak, almak ne kadar zordur. Bunun gibi. (Vaktiyle ülkemizde tartışılmıştı, ‘sivrisineğin dolaşım sisteminin çocuklara öğretilmesinin ne faydası vardır?’)

Bu durum, ‘şimdiye kadar öğrendiklerim bana kâfi, eski bilgilerle ben geleceği de kavrarım’ demek manasına gelir. Şeytan vesvesesidir bu. Durmaktır, duraklamaktır, dünyadaki yaptıklarıyla ahretini garantiye almaktır, beyne yerleşen zanlardır, beyindeki eski bilgilerle menzile varılabileceğinin sanılmasıdır.

Oysa;

(Ne yaparsanız yapın) hep böyle güvende olacağınızı mı sanıyorsunuz?” (Şu’ara’ Suresi/ 146)

“Ey iman edenler! Zanın çoğundan (doğruluğundan emin olmadığınız konuda fikir yürütmekten) kaçının” (Hucurat Suresi/12)

Şeytanın dürttüğü vesveselerden temizlenmek, zanlarımızdan kurtulmak, yanlış bilgileri silkelemek, zamanı geçmiş, anlamsız, hatalı malumatları unutmak… Hâsılı beyine format atmak, kurtuluşa ermenin yolu olarak görülüyor.

Hz. Mevlana ve Hz. Şems’in karşılaşmasıyla ilgili şu hikâye, ‘beyin formatı’ örneği için önemlidir:

Hz. Mevlana yanında mollalar, âlimler olduğu halde gezintidedir. Şems çıkagelir ve atının başını tutar. Beyazıt-ı Bestami ve Hz. Peygamber ile ilgili bir soru sorar. Konuşmaların gelişiminde Mevlana “bunu bana da öğret” der. Şems “burada olmaz evine gidelim” der. Ve giderler. Mevlana’nın odası ağzına kadar kitapla doludur. Bu kitapları havuza atmasını söyler Şems. Ve Mevlana kucak kucak taşıyarak kitapları havuza atar. Babasından kalma bir kitap vardır ki, en sona o kalır. Zorlanarak onu da atar ve acınır. Şems, eline bir sopa alarak havuzu karıştırır ve “o kitap su yüzüne çıkınca haber ver” der. Bir süre sonra gerçekten su üstüne çıkan kitabı elini suya sokarak Besmeleyle alır Şems ve verir. Kitapta hiç ıslanma yoktur. Şems “Sen kafanı kitaplara takıyorsun” deyince babasından kalma ve çok sevdiği kitabı tekrar havuza atar.

Aklen ve zahiren anlaşılır konular değildir.

Kitaplarını suya atması ‘beynin formatlanması’ndan ibarettir (İrşat).

Yüzlerce, binlerce yıl önceki hikâyelerin okunup, hıfz edilmesinin insana, dünyasına ve ahretine hiçbir yararı yoktur. İşe yaramaz bilgilerin hamallığından başka bir şey değildir.

“Semâlarda ve arzda ne varsa O’ndan talep eder; ‘HÛ’ her ‘AN’ yeni iştedir.” (Rahman Suresi/26)

Her ‘An’ yeni iştedir, ‘An’ be ‘An’ Şan’dadır…


24 Haziran 2013 Pazartesi

Beyin Formatı


Akıl tutulması yaşadığımız günleri en iyi özetleyen cümle Prof. Metin Boşnak’tan geldi: “Dünya döndüğü kadar güneşten ışık alır. Durdukça ayı güneş sananlar olur”. Harika. Balık hafızalı bir toplum olduğumuzu inatla söyleyenlere karşılık Metin Hoca: “Tarih hafızası güçlü milletiz, tarihimiz aydınlattığı kadar körleştirir bizi” diyerek, tarihi mirasın, millet olabilmenin şartlarından birisi olduğunu vurgular ve fakat devralınan tarih mirasına dayanılarak yan gelip yatmanın da milleti karanlığa sürüklediğini incitmeden anlatıverir. Önceler, hep ayakta kalışımızın hikâyelerinden ibarettir. Tarihte şöyleydik! Biz eskiden! Atalarımız neler yapmışlar!.. övünç ve gurur duyma alanları, tarihe eğilip yaladıklarımızdan, yaladıkça da alınan yalancı tatlardan olsa gerek, ileride nelerin olabileceğini düşünüp planlama yapılmamasına neden olduğunu da açık yüreklilikle söylemek yerinde olacaktır. Ki, Boşnak Hoca şöyle vurgular: “İslam öncesi Cahiliye dönemi, Cumhuriyet öncesi, Batıcılık öncesi o nedenle gerilikler silsilesi olur. Çünkü tarihsel dönemler, eski üzerinden yeninin meşruiyetini aramak ister.” (1)

‘Eski üzerinden yeninin meşruiyetini’ aramak isteyen de ise, akıl karışıklığı, beyin dezenformasyonu vardır sonucuna ulaşmaktayız. Son üç Yüz yıllık geçmişimiz pek çok örnekler sunar bu anlamda. Mesela, vaktiyle kapatılan, müfredatı, tedrisatı değiştirilen veya yıkılan okullar olmuştu, nasıl bu hareketlere bugün ‘akıl karışıklığı’, ‘akıl tutulması’ gibi adlandırıyorsak,  günümüzde de her şehre bir üniversite, her ilçeye bir yüksek okul açma yarışı da bir akıl tutulması sonucu olsa gerektir.

Daha önce bir yazımızda bahsedilmişti. Ülkelerin nüfusları tartışılıyordu. Şöyle bir soru sormuştum: “Ülke nüfusu mu, adam/ülke nüfusu mu?”. Nüfusunuz ne kadar kalabalık olursa olusun, içinde adam yoksa hiçbir işe yaramaz. Bunun için nüfustan ziyade, kaliteli nüfusa ihtiyacı vardır devletlerin. İşte, din, okullar, öğretmenler, eğitim sistemleri, kurslar, antrenmanlar.. Kaliteli adam’ın doğumu için vardır. İnsan’ın doğumu.

Üzerinden çok fazla zaman geçmedi, hafızalarda tazecik duruyor. Balyoz darbe planlarının içine sıkıştırılmış, ‘cami bombalama’ suikastı planı ve bu plan üzerine tutuklanan, yargılanan binlerce ordu mensubu. Üçüncü senesi bitmek üzere, hala bombanın konulması, provokasyon yapılması ile ilgili ne bir delil ortaya konabildi, ne de bununla ilgili üzerine atılı suç bulunan bir kişi var. Yine hatırlarız, o günlerde her gün köşelerinde desteksiz karalamalar, iftiralar ve televizyonlarda açık oturumlarda ağızlarından salyaları saçılarak konuşanların attığı iftiralar ve bu fitnenin doğurduğu baskı. Garabete bakınız ki, Allah’ın işine bakınız ki, bombalamayla ilgili ortaya delil çıkartamayanlar ve müfteri durumuna düşenler bugün, camide içki içildiği gibi bir provokasyonu ileri sürüyorlar. Yazık, onlar bombalamadan muaf tutuldular ancak, bugünküler (belki de) kendi elleriyle bira kutusunu caminin duvarına yerleştirip, tam da istedikleri havayı yakalamak niyetindeler. Ama bu da tutmadı. “Derdi, sıkıntıyı onlar çeker ve fakat ahı sizleri tutar”. Onlar bombalamadılar fakat siz bira kutusunu cami duvarına koydunuz. Daha nasıl yorumlanabilir? Milleti, “kendi ordusuna ve kendi kimliğine düşman etmek” (2) çalışmaları, döndü dolaştı, oyun sahiplerini oyunun içinde oyuncu pozisyonuna soktu. Neylersin, alma fakirin ahını, çıkar aheste aheste.

“Savaş sırasında cami bombalamayı, Batılı ülkelerin askerleri, bir Hıristiyanlık ritüeli gibi algılıyor ve kutsal bir iş yaptıklarını zannediyor. Sırpların Bosna’da yaptıkları gibi,” (3) çok örnekleri var, Irak, Libya, Suriye… Şimdi de Türkiye. Ha camiye bomba atmışsın, ha bira kutusu, fark etmez ikisi de aynı provokasyona haizdir.

1980 yılındaki Çorum olayları unutulmadı henüz. Olaylar, bir ajanın camide vaaz dinleyen insanlara “Komünistler, Aleviler, Alaaddin Camii’ne bomba koydular”, derken bir başka ajanda Alevi mahallelerinde, “Faşistler sizi öldürmeye geliyorlar” (4) diye yaptığı faaliyetlere başlamıştı. Çok şükür ki, bugün aşılıyız artık. Millet olarak tarihi genler doğru olarak çalışmaya başlamış olmalı ki, öyle ileri geri konuşan ve işinin acemisi kışkırtıcıların oyununa gelmiyoruz. Söz konusu olaylar CIA oyunlardan ibarettir. Gezi Parkı eylemleri sırasında Bezm-i Âlem Camii’ne sığınan insanların “Camide içki içtikleri” provokasyonu da aynı oyuncuların senaryolarının bir parçasıdır. Ya bizatihi elleriyle, ya da işbirlikçi bir maşa tarafından konulmuştur. Ki, Cami Müezzini’nin ifadesi de bu yöndedir.

Evet, akıl tutulması yaşadığımız şu günlerden nasıl çıkılacak?

Bilgisayar işletim sisteminde meydana gelen arızalardan sonra, makinenin doğru çalışmasını teminen yapılan işlem, bilgisayara format atmaktır. Format atılan bilgisayarda ise, eski bilgilerin tamamı silinir. Önümüzde yepyeni, taptaze bir makine vardır artık. Eskiyi hatırlamaz, kirli bilgiler temizlenmiş, işe yaramaz ve yorgunluk verici malumattan kurtulmuş, arızalı dosyalar ve klasörleri silinmiş. Yeni bir bilgisayara formatla ulaşılmaktadır.

Millet olarak beynimizin formata ihtiyacı vardır.

Ulu Hakan şu sözle bildirir yapılması gerekeni:

“Ey, Türk! Titre ve kendine dön”

(1) Metin Boşnak, Demokrasi Gezi Parkında mı? 10.06.2013, haberiniz.com.tr
(2) Can Ataklı, 01.02.2010, Vatan
(3) Arslan Bulut, 25.04.2010, Yeniçağ
(4) Arslan Bulut, 22.01.2010, Yeniçağ



23 Haziran 2013 Pazar

Yüksek Komutanlar, Helikopter, PKK


Yukarıdan uçan herhangi bir helikoptere mi ateş açıldı, komutanların taşındığının bilindiği helikoptere bilerek mi ateş açıldı?

Güldürmeyin beni.

O helikopterin uçtuğu sahada her gün birkaç uçuş yapılmaktadır. Ki, gözetleme, keşif uçuşlarıdır bunlar. Ne oldu da yüksek komutanların bulunduğu helikopteri belki düşürmek maksadıyla değil ama görevlerine mani olmak ve kendilerinin hala oralarda olduğunun belirtilmesini teminen ateş açılıyor. Bu ne manaya gelir? Kim ve nasıl yapmıştır?

Bize yutturulan şudur. Oralarda konuşlanmış bulunan bir kısım PKK teröristleri ateş açtılar. Haydi, canım sende.

O helikopterin içinde yüksek komutanların olduğu biliniyordu.

Helikopterin tam da o sırada oradan geçeceği de biliniyordu.

Dört el ateş, canımızı almaya hedeflenmiştir.

Bunun çözüm sürecinin sabote edilmesi ile filan ilgisi yoktur.

Hedef Türk Ordusunun kıymetli subaylarıdır.

Hedef ordudur.

Hedef Türk’tür.

Geri kalanı laf salatası.

Kim yaptı? Silahı ateşleyen elbette PKK’lı teröristler.

Emri ve istihbaratı veren ise, bize dostluk gösterisini her fırsatta belirten, PKK’nın düşman olmaktan çıkarılması için var gücüyle çalışan, stratejik sıfatıyla ortaklığımızın pekiştirildiği ve düşmanlık gösterimi söz konusu olduğunda ise, askerimizin başına çuval geçirmek dâhil, PKK’lı teröristlere silah, yiyecek lojistik desteği dâhil yapmayacağı olmayan ve emrinden bir an bile çıkmadığımız ortağımızdır.

Dikkatimizi, yok çözüm süreci imiş, yok Taksim’miş, yok mitinglermiş gibi konulara teksif ettiğimiz sırada Ordumuzun güzide komutanlarına yapılan saldırı, yapacaklarınız henüz bitmedi, verdiğiniz sözleri yerine getirin uyarısından başka ne olabilir?

Nitekim Başbakan, Samsun mitinginde birkaç haftadır ağzına almadığı çözüm süreci safsatasına yeniden döndü.

Kandil ve BDP yetkililerinin de tehditlerinin etkili olduğunu belirtmeliyiz.

Tehditlere ve komplolara boyun eğdikçe, enseye şaplak vuran eksik olmayacaktır.


21 Haziran 2013 Cuma

Sohbette Sayıklama


“Sanki iki nehir göçüyor kalbimden, ışık ve gül soluyorum”
(Ayhan ERALP)

Hicran sunar derinden derine tükenmez deryalar, yitmemiş ümitlerle birine.

Ne büyük tılsımmış Yâ Rab. İsmin okunur sır mı sır olan kalplerde daim.

Kalkmış gelmiş istirahatgâhından Faruk Nafiz makamdan firar ederek, sokulmuş mahremi sohbetimize fısıldıyor dünyaya bırakıp gittiği mısraları tekrar ederek.

Ses o ses, lafız o lafız.

Değişen yok dünyada, bir sen kalsan da. Asla bırakılmaz, geriye dönüp merakla bakılanlar, bulunmaz nimettendir sanki, umutlar kırılıp, son günlerde rahata varan katarlarla âşıklar.

Uzanıp şöylece sahralarda bir vahada. Bir dut ağacı gölgesi olsun isterim.

Ne bulunmaz serinlikler içinde hicret erbabı, kaderi bir, şevki bir, imanı bir.

Berbat bir gecenin nihayetinde, parlak şavkını hissedip âlemin. Var mıdır diyerek hüsnüne mağrur kelebeklerin.

Olmazsa olmasın. Boş ver. Bırak geçsin zaman umarsız. Nasılsa varırız menzile yorulma bilmez askerleriz.

Uyku sularında çalarsa saatin çanı. Unutulmuş sanma hasta bıraktığım zannı.

Varır kurtarır elbet bir hekim olur adı için. Adı ile B’den ünsiyet, noktaya varan adı için.

Hâsılı şairler yaşar şair içinde bir zaman, sohbeti tam, idraki muazzam, geleceği be-nam.

Eyvallah.


20 Haziran 2013 Perşembe

Unutma!

Unutma:

Bir gün önce koltuğundan kalksan dünya yıkılmaz.

Unutma:

Üzerindeki giysileri bile çıkarıp versen, soğuktan ölmezsin.

Unutma:

Dünya burasıdır.

Başka dünya yok.

Ve kâinat, dünyanın etrafında döner.

Secdegâh dünyadır, dünyadadır.

Yani, kâinat dünyadan idare edilir.

Unutma:

İdareci, sana en yakın,

Mesafe sıfır.

Ara sıfır.

“Şah damarından yakınım”

Demiyor mu?


19 Haziran 2013 Çarşamba

Erken Seçim Kokusu Alıyorum!..


2014 Mart’ında yereler seçimler var, Ağustos ayında ise Cumhurbaşkanlığı seçimi. Siyasi partilerin bazı illerde Belediye Başkan adaylarını açıkladıklarını biliyoruz, demek partiler hazırlıklı, haa unutuyordum nerdeyse, Milletvekili genel seçimleri de 2015 yılında. Mayıs ayı ortalarında ‘üç sandık’ lafı atıldı ortaya. Mecliste 330 oyu bulmayı becerebilirlerse, üçüncü sandık Anayasa Oylaması için gelecek. Bu tartışmalar olgunlaşmadan Taksim Gezi Parkı eylemleri başladı ve sandık tartışmasını bitirdi.

İktidar destekçisi çevreler AKP’nin ezici oy oranlarına sahip olduğundan o kadar eminler ki, bir sürü senaryoyu inanarak naklettiler. Yok, Tayyip Bey Cumhurbaşkanlığı’na, Gül Bey AKP genel başkanlığına filan. Her şey hazır lokma, kafeste kuş, oldu da bitti maşallah anlamında.

Taksim’den başlayıp tüm yurt sathına yayılan eylemlerde ortak tema, AKP ve Başbakan’ın öteden beri ezici, küçümseyici, büyüklük kokan tavırları ve bu tavırların halk içine antipati olarak yayılması. Nitekim bir-kaç ağacın kesilmek istenmesi üzerine, çevreci güdülemeyle başlayan eylemlerin konusu, ‘Tayyip istifa’ noktasına kadar gelmiş bulunmaktadır.

Anayasa çalışmaları kritik bir durumdadır. 2012 yılının ortalarında Tayyip Erdoğan Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun yılsonuna kadar çalışmasını yapmasını, söyleyerek yılsonuna kadar mühlet tanımıştı. Sonra bu süreyi Mart 2013’e kadar uzattı. Mart’ta geçti gitti. Haziran içindeyiz. Sonuç alınmadı henüz. Anlaşılan eften-püften maddeler dışında tartışmayı derinleştiren ve içinde ‘Türk’ kelimesi geçen maddelerin hiç birisinde uzlaşma sağlanamadı. Aslında AKP’liler ‘Türk’ kelimesini çıkartmaktan vazgeçtiklerini açıklamışlardır. ‘Türkü sileceğiz’, ‘dağdan taştan indireceğiz’ hoyrat ve uzlaşılması imkânsız söyleminden uzaklaşmışlardır. Yani geri adımı onlar atmışlardır. Buna rağmen anayasa maddeleri üzerinde uzlaşma sağlamaları mümkün olamamıştır. AKP’nin BDP ile ortaklaşa anayasa çıkarmak isteğine de (sanırım) teşkilatın alt katmanlarından yüksek sesle reddiyeler ulaştırılmıştır. Kamuoyu yoklamaları da bunu teyit eder niteliktedir.

16 Mayıs ABD ziyaretinde anlaşılmıştır ki, Suriye ve Ortadoğu konusundaki düşüncelerde de ABD ile AKP arasında uçurumlar vardır. PKK’nın Türkiye topraklarında bulunan silahlı güçlerinin Türkiye’yi terk etmeye başlamalarına rağmen, anayasa konusunda verilen sözler yerine getirilememiştir.

MHP Milletvekili Lütfü Türkkan, Twitter hesabından “yarın taksim’deyiz” mesajını geçmişti. Basında ateşli başlıklarla kullanıldı bu mesaj. Fakat yarın olunca gördük ki, sabaha kadar karar çok değişmiş. Genel Başkan Bahçeli ve parti yönetimi Gezi eylemleri aleyhinde konuşmaya başladılar. Neler olmuştu? Sorusu düşünenler için çözülmesi o kadarda kolay bir soru değildi. Memleketin siyasi havası hükümet başta olmak üzere diğer tüm siyasiler için parlak görülmüyordu. 6 Haziran’da yapılan MHP Merkez Yönetim Kurulu toplantısından sonra Bahçeli Gezi Parkı politikasını şöyle açıklamıştı: “Orada PKK intifadasının hazırlık çalışması yapılıyor”. Öyleyse, MHP ölse de orada olmayacaktı. Kamuoyuna açıklanamayan başka bir tespit vardı belki de!

Suriye politikasının başarısızlığı, Reyhan’lı bombalaması ve 53 can’ın şahadeti, üstüne Gezi Parkı eylemleriyle;

İktidar bir çaresizliğin içine tıkılmış kalmıştır.

Çıkış yolu nedir?

Elini çabuk tutmak, ata bir an önce binmek ve dehlemek, erken çıkan yol alır mantıklarıyla bir baskın seçim.

Yapılacak iş çok basit. 2015 yılında yapılması gereken Milletvekili seçimlerini bir yıl öne almak ve 2014 yılındaki yerel seçimlerle birlikte yapmak.

ABD’den dönerken yol üstünde Başbakan, yardımcısı Arınç’ı Okyanus ötesi sakini ile görüşmeye göndermesi de ilişkilerin yumuşak götürülmesi, desteğin devam ettirilmesinin istenmesi gibi manaları da içermektedir.

Ki, erken seçim kararı ABD’de alınmış olmalıdır.

İktidar partisinin daha fazla yıpratılmadan, yaralanmadan, sosyal politika alanında yapılacak ve halkın beğenisini kazanacak bir-kaç kanun maddesi ile halledilebilecek düzenlemelerden sonra, unutkan zekâlı insanlar sandıkları için halkı, rahatlıkla alınabilecek bir erken seçim kararı, halkın rahatlaması, gevşemesini sağlayacaktır. Popülist kararlarla, AKP topladığı olumsuz puanları rahatlıkla unutturabilecektir.

Böylece, anayasa işini de gelecek döneme bırakmak makul bir siyasi davranış olarak gözükmektedir.

Siyasinin beyninde bin plan gezinir, ancak birisi uygulama alanı bulur. Siyasi rakiplerini atlatıp, yapmak istediklerini sessizce uygulamaya geçme planı ise her siyasinin aklında sıkı sıkıya tuttuğu bir plandır.

Tekrarında fayda var:

Erken kalkan yol alır. Artık seçim sathı mailine girilmiştir.

NOT: Bu yazı yazıldıktan sonra aşağıdaki haber düştü internet medyasına:

“8 Haziran günü İstanbul’da yapılan AKP, MKYK toplantısında 15 Haziran Cumartesi Ankara ve 16 Haziran Pazar günü İstanbul’da gövde gösterisi yapmak adına iki dev miting yapma kararı alındı”.
Buyurunuz.


17 Haziran 2013 Pazartesi

Diktatör Kendini Nasıl Görür?


Demokrasinin olmazsa olmaz ayaklarından biridir basın-yayın (bugün medya kelimesi pek revaçta). Kanunları yapan Meclis, uygulayan Hükümet, yargılayan - denetleyen Adalet. Kamuoyu adına işlerin takibi, eksiklerin tespiti, yanlışların eleştirisini ve kamuoyunu aydınlatma görevini ise basın yapacaktır.

Bizde nasıl oluyor?

Diktatörleşme eğiliminde bir hükümet başkanın kullandığı güçler, saydıklarımızın hemen tamamı olmaktadır. Meclis çoğunluğunu elinde bulundurmakla gönderdiği kanun tekliflerinin hemen ve üzerinde hiç düşünülüp tartışılmadan çıkarılmasını sağlamaktadır. Demek ki, kanunları hükümetin başı olarak iktidar partisi lideri yapmaktadır. Ki, milletvekillerince, onun gönderdiği kanun tekliflerine karşı görüş getirmek ve önerinin aleyhinde çalışmak gibi bir hareket bugüne kadar görülmüş değildir (bir-iki örnek varsa da, ya partilerinden ihraç edilmişler veya idari cezaya çarptırılmışlardır). Yapılan bir takım düzenlemelerle adalet erkinde çalışanların dizyan edilmesi ve istenen adil kararların! Çıkarılması işlemleri de gerçekleşince, değme gitsin. Al gülüm, ver gülüm. Yüksek mahkemeler bile iktidar liderinin ağzına bakıp, sıradan konuşmalarını bile onun istediği biçimde yaparlar hale geldikten sonra artık önünde kimse duramaz olur. Bu arada bir takım tehditler ve baskılarla, medya patronlarını da hizaya soktunuz mu işlem tamam demektir. İstediğin haberlere sansür uygular, istemediğin yazarı işinden kovdurur, senin hoşuna giden yorumları kaleme aldırırsan memleket günlük güneşlik gösterilirse… sen de, iktidarın nimetlerini Allah muhafaza istediğin gibi ona-buna, eşe-dosta, isteklerini yapanlara dağıtırsan… oh.. ne ala.

Başkalarına kolayca seslendirilen diktatör sıfatının kazanılması yıllar itibariyle bir usta ressamın tablosuna renkleri kazıması gibi olmaktadır. Ortamı kendin oluşturup, oyunculara kendin rejisörlük yaparsın. Başka ne bir fikir vardır ne de laf söylemeye cesaret. Gide gide kendi yapıp-ettiklerinin ne kadar doğru, ne kadar olması gereken olduğunu düşünüp uygulamaya da koyunca artık en büyük olduğu kendisi ve yandaşları tarafından, hem de yüzüne karşı söyleniverir. İş bitmiştir artık. Bozulma, zirve yapmış, çürüme etrafındakileri bile sarmıştır.

Değerli yazar Çetin Yetkin’den kısa bir değerlendirme okuyalım:

“Hele devlet adamları kendilerini hep doğru ve haklı gördüklerinde bundan ciddi olumsuzluklar doğar. İlk olumsuzluk yanlışta ya da haksızlıkta direnmek, bunu sürdürmektir. Öyle ya, kişi bir davranışında ya da tutumunda kendini doğru ve haklı görüyorsa neden bundan caysın ki!...

İkincisi, o kişi için her türlü diyalog kapısının kapanmasıdır. Karşısındaki yanlışlıkta ve haksızlıkta direniyorsa neden onunla tartışsın ki!...

Bir yanlışlığın başka yanlışlıklara, bir haksızlığın başka haksızlıklara yol açtığını da unutmamak gerekiyor.

Ne var ki, böyle duyumsayan ve düşünen kişi, toplum adına kararlar alan, onu yönlendiren biri ise, olumsuzluk bütün bir toplumu etkileyecektir.

Ama bu tür bir kişilik yapısı giderek çok daha ‘vahim’ bir tabloya dönüşebilir. Toplumu yönlendirmek ve yönetmek durumunda olan bir kişi, ‘doğru’ ve ‘haklı’ olduğunu düşündüğü (ama gerçekte yanlış ve haksız) kararlarını tartışma kapısı açık bırakmaksızın uygulamayı huy edindiğinde, giderek kendini ‘üstün insan’ olarak görmeye başlar. Elinde bulundurduğu devlet gücünü, iradesine muhalefet edenlere ve kararlarını eleştirenlere karşı kullanmaya başlar. Muhaliflerini küçümsemekle kalmaz onları bertaraf etmenin yollarını arar, çünkü onlar onu eleştirmekle, ona karşı çıkmakla kendisinin doğru ve haklı olarak temsil ettiği ülke çıkarlarını baltalamaktadırlar!.

Daha da ileri gidenleri vardır. Totaliter diktatörlerin hemen tümü, bu türdendir. Artık, o, ulusun iradesinin kendi kişiliğinde belirdiğine inanır, kendisinin her sözünün bir hikmetin dile getirilişi sanır, buyrukları yasa olur. Onun peşinden gidenler de onu bir peygamber gibi görmeye başlarlar. (Bizde 1939-1945 yıllarında İsmet Paşa’yı bu gözle görenler olduğunu bu arada belirtmiş olayım).”

(Çetin YETKİN, 18 Nisan 2010, Yeniçağ)

Olay ve olanlar bundan ibarettir.

Su alan tehlikeli delikler, millî basiret ile tıkanacak ve düzlüğe çıkılacaktır.

Türk, düştüğü yerden kalkabilendir.


14 Haziran 2013 Cuma

Öylesine Bir Yazı!


Gelincikleri çiğneme!

En evvel renklendirir dünyayı. Öylesine narin, öylesine alımlı, öylesine sevimli.. Rüzgârlara karşı dayanıksız, bu yüzden kardeşleri ve akrabalarıyla birlikte yaşamak ona dayanma gücü verir. Esintili havalarda yapraklarını sallar bir oyana bir buyana. Sabahları çiğ tomurlarını taşırken üstünde, bir o kadar da gururludur.

Bırak, gönlünce yaşasın gelincikler.

Sakın çiğneme.

***

Sen, nehrin akakını temiz tut, yabancı maddeleri, yolu kesen kütükleri, yönünü şaşırtan engelleri temizle, ortadan kaldır.

Nehir, taze suyunu coşkunca akıtsın.

Akan her damla gönlüne dolsun.

Yolunun açıldığını, idrakinin aynalaştığını, basiretinin keskinleştiğini göreceksin.

İlim, durmaksızın akacak kalp ve akıl arar.

Hazır ol. Hazırlık ol.

İstenen budur.
***
Zaman Gazetesinin habercilik oyunu: (30.05.13)
Haberin başlığı şöyle:
“Esed, Nusayri devletini kuruyor, dünya seyrediyor”
Peki, haber nasıl verilmiş? O da şöyle:
Rusya ve İran’ın güçlü silah ve militan desteğine rağmen Esed’in bu savaşı uzun bir süre daha devam ettirmesi mümkün görünmüyor. Bunun farkında olan Esed’in Nusayrilerin yoğun olarak yaşadığı ülkenin batı kesimlerine çekilmesi ve burada bir ayrı bir devlet kurmaya çalışması kuvvetle muhtemel.”
 Haberle, başlığın arasındaki fark, gazetenin namusunu ortaya koyar.
 Başlıkta kesin bir hüküm var, fakat haberi anlatıyorken. Kuvvetle muhtemel denilerek yorum yapılmış. Varın anlayın…
 ***
 İki önemli seçim kaybettiler!

Sinirli, yol bilmez durumları bundandır. Dikkatle bakarsanız, dilleri sürçüyor. Can sıkıntısından bir sonraki yapacakları işleri unutur oldular. Mesela Bozdağ, ‘şeytanın partisi’ dedi Hizbullah’a, hayatları boyunca destek verdikleri bu kuruluşu şimdi aşağılamaya başladılar neden? Esad’ı desteledikleri için.

Neyse konumuz bu değil,

Vücut kimyaları bozuldu.

İki önemli seçim kaybettiler demiştik.

Barolar Birliği ve Trabzonspor.

***

Ağlarsan da, gösterme yaşın ağyar’e
Etse de küfür kırma kaşın bu yâr’e
Bil ki, küfür uçuran bir kuş imiş
Ağyar kim yâri bilir uğrar dildâr’e

***

AKP genel başkan yardımcısı, eski milli eğitim bakanı Hüseyin Çelik:

Irak kuzeyindeki Barzani yönetiminde bulunan bölgede Kürtçe konuşarak, gelinen noktayı belirledi.

Irak Kürdistan’ı diyerek, Türkiye Kürdistan’ının da yolunu açtı.

Plan olduğu gibi işliyor.

Amaçlarına ulaşmak üzereler.

Türk devletinin verdiği emekler gözünüze dizinize dursun. Onmayın. Elleriniz, dilleriniz kırılsın.

Adım atın yol alamayın.

Ağzınızı açın, söz söyleyemeyin.

Uzatın elinizi, tutamayın.

DİLİNİZİ EŞEK ARISI SOKSUN KONUŞAMAYIN.

***

Mustafa Aslan Üstadıma;

Selam olsun efendim:

Şişedekinin sarhoşluğu geçer bir gecede,

Mal-mülk, gemicik, şan-şöhret, para-pul…

Kısaca dünya sarhoşluğu geçer mi bir gecede?

Köre sorarlar güneş var mıdır?

El cevap; benimle dalga mı geçersin bre ahmak,

Göremiyorsak da hissederiz. Varlık bizim içimizdedir, varlık benim.

Bundan böyle güneş varsa ben yok’um.

Ya ben varsam?

Güneş yok o zaman.

Ben dünya renklerine dalmışım, güneşi nasıl görürüm?

Sarhoşluğu veren dünya renkleridir bana…

Bir gecelik sarhoşluk uykusu da bir geceliktir.

Uyanamadığım ömür boyu sarhoşluktan,

Ancak,

Rabb’in hidayeti kaldırır ayağa.

Şişede boş, kararlar da.

Bilmez misin ki,

Murat Hüdavendigâr tarih sayfalarına sıkıştı kaldı da,

Bekri Mustafa hâlâ yaşar milletin kalbinde.

Eyvallah.


11 Haziran 2013 Salı

Görevini Yap, ‘Provakatör’ü Çıkart!


Niye İlle de ‘Provakasyon’ Derler?

Soru gayet açık. Hoşlanmadıkları her eylem için yapıştırılan bu sıfat kendilerini bir şeylerden koruyor mu? Ki, başka bir tanım, sıfat bulmazlar ve provakasyon tanımının ardına saklanırlar.

Provakosyon olunca, o işleri yapan, yaptıran birisi var demektir. Birisi yaptırınca da mesele yok. Oysa kendiliğinden çıkan, kendiliğinden büyüyen hareketleri dillendirmek kolay değildir. Haber duyulur duyulmaz destekçileri artar, kendi halinde bir kenarda oturanlar bile harekete desteklerini bildirmek için çaba gösterir olurlar. Bu tip hareketleri kontrol etmek, önlemek, karşı durmak mümkün değildir. Hareketin, yürüyenin, ayaklananın nereden, nasıl geleceği belli olmaz. Her köşeden birisi çıkıverir karşına. Kimdir, necidir, bilemezsin. Provakasyon idarenin en üst yöneticisi tarafından da yapılabilir. Son damla taşırır ya, bilmeden ve istemeden yapılan bir hareket, alınan bir karar ayaklanma için yeterdir. Asıl olan son damla değil, o güne kadarki alınan ve uygulanan kararlardır.

Durmadan, provakosyon derler, peki provakatörü ortaya çıkarırlar mı? Hayır. Bugüne kadar daha görülmedi. Sadece konuşurlar, politik kaygılarının, koltuk kaybetme riskinin, böyle anlaşılması zor kelimelerle sağlamlaştırılmasıdır. Geçenlerde Adalet Bakanı da ‘Hatay’da her istihbarat servisinin ajanları var’ demişti. Biz de, ne diye deşifre etmiyorsun, senin görevin ne demiştik. Evet, sayın yetkililer ‘sizin göreviniz ne?’ provakatörler yurt sathında at koşturacaklar, ülkeyi alt üst edecekler, insanımızı sokaklara dökecekler, kamu malları zarar görecek, hatta canlara mal olacak ve sizler provakasyon diyecek ve fakat provakatörü ortaya çıkartmayacaksınız. Bu ne yaman çelişkidir? Bulun o provakatörleri ve çıkarın adaletin huzuruna.

Mesela, eli silahsız, sloganlarından başka bir gücü olmayan gençlerin (halkın) üzerine biber gazı, tazyikli su sıkanlar, yere düşürdükleri kadınlara bile joplarını kullananlar, bir bölük polis ordusunun ardından elleri sopalı eşkıyaların (ki, polis olduğu iddiaları vardır) halkı evire çevire dövmeleri acaba provakasyon olarak adlandırılabilir mi? Resimleri ve filimleri ile tespitli bu provaktörler. Buyurunuz işlem yapınız. Adaletin önüne çıkartınız. Polisin (elinde silah, gaz, su, jop bulunan ve anlamsız şiddet uygulayan) şiddetinin, şiddet doğurduğu hakikati ortada dururken, kimsenin anlamadığı ve bilmediği ve sanırım sadece devlet yöneticilerinin bildiği provakatörlerden bahis bize ne anlatacaktır? Hiçbir şey.

Mesela, Cumhurbaşkanı, ‘mesaj alınmıştır’ derken Başbakan, ‘ne mesajı ben mesaj filan almadım’ derse, provakatörün kim olduğunu nasıl tarif edeceğiz,

Mesela, “AVM yapılacak” lafını ısrarla söylemek acaba provakasyona girer mi?

Mesela, ülkesi kargaşa içindeyken hiç bir şey yokmuş gibi, bir-kaç gün süren gösteriler hiç olmamış gibi, gösteri yapanları yok sayarak rahatlıkla yurtdışına çıkan bir yöneticinin durumu provakatör hali olabilir mi?

Israrla söylerim ki, bu ülkenin, siyaset yapanlarının bile yarısı bu kelimenin manasını bilmemektedir.

Provakatör ve provakasyon karşısında bütünlüğümüzü sağlayacak ancak toplumsal bilinç olabilir. Bakınız sosyal medya sayfasında yazdığı bir mesajda Serdar Murat Bal dostumuz şunları söyledi:

“Toplumsal bilinçte birlik yaratılabilirse eğer yumruksal birliğe gerek bile duyulmaz. Çünkü düşman denilen ayrıştırıcı güç dövüştürmek için yumruk / sopa bulamaz, araya sızıp, provakosyon yapamaz. Toplumsal bilinç, psikoloji zayıflarsa ancak en son durumda bu kavga çıkar ve iç savaşın kazananı daima dış güçler olur.”

Ve devamla; “Genel uyarı olarak algılarsanız sevinirim. Bu gün insanlığın, dünyanın ışığa doğru gitmesinin önündeki en büyük engel olan karanlık gücün dinamikleri; Kapitalist küreselleşme palavrası (para putu) ve bunun yavrusu konumundaki hurafeci dinci yobazlıktır. Yani, para ile kişiler vatansız, kültürsüz, değersiz hurafeler ile de akılsız yapılmaktadırlar maalesef.”

Katılmayabilirsiniz görüşlere. Ancak kesin olarak, dünyanın yönetimini ele geçirmeye çalışan sermaye grubu (küresel çete) her türlü kirli oyunla karşımıza çıkmaktadır. Pek çok örneği, Kuzey Afrika ülkelerinde, Mısır’da, Libya’da, Suriye’de, ırak’ta… görülmüştür. Afganistan’da niçin bir türlü normalleşme sağlanamamaktadır?

Yılmaz Karahan üstadımızın çok değerli mesajını not etmeden geçemeyeceğim:

“Dün gece sokağa çıktım! Provakatör aradım kalabalıklar arasında… Sordum ellerinde Türk bayraklı bir aileye: ‘Gördünüz mü provakatör, nedir, nicedir, nasıldır?’ adam dedi; ‘Biz çapulcuyuz. Bilmeyiz o dediğini’. Kadın bağırdı; ‘O dediğin Afrika’da’”

Bu işler karıştı ve hakikaten de karışık.

Anlamak için provakatörün aklının içine girmek gerek!


10 Haziran 2013 Pazartesi

Ölüm Üzerine


Biz ona ölüm diyoruz.

Kendinden maada bir varlık görmezsin.

Dünya nimetleri içinde gözlerin kararmıştır.

İş işten geçince dank eder kafaya;

Sana ait değilmiş,

Meğer çıkarttığın elbiseler,

Çöpe giden kullanılmış eskimiş eşya gibi,

Bir çukurda, toprağın bağrında çürümeyi bekler.

Artık yok musun ne?

Dünyadan geçip gitmektir ölüm.

Ha vade sonunda zorla,

Ha da yaşarken dünyada gönüllü vermişsin malı,

Ne çıkar?

Biz ona ölüm diyoruz.

Aslı da faslı da ölümdür.

İstesen,

Alırlar âlem-i ölümsüzlüğe giden yola.

İstemezsen,

Alırlar çıkışı olmayan çukura.

Her ikisi de Hakk, bilenler için.

Zor sınavlarda talebeyi terletirler niçin?

Çıkınca yola asan olsun yolu diye

Engeller düzelsin, sağlam bassın yere diye

Yoksa;

Oyun sadece eğelenmek için değildir,

Zevk, oyunun içinde gizlidir.

Varırsan sana yol açık sonsuzlukta,

Kurtuluş ancak, böylesi bir huzurda.

Yoktur başka bir çıkar yol,

Nasipse Hidayet,

Beyt’in ehli uzatır sana bir latif kol.

O kol ki;

Devreder asır be asır Fatma anadandır.

Hangi ana ki, zulmeder evladına?

Ki O’nun taşıdığı Muhammedî vicdandır.

Yol olsun, dil olsun, hâl olsun.

“Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde”

Asude hayatın içinde ölüm;

Şeker olsun, şerbet olsun, bal olsun.


Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...