30 Temmuz 2012 Pazartesi

Dış Politika mı Dediniz?



Ne demiştik:

“Mesele Beşar Esad’ı göndermekse bir diyeceğimiz yoktur, mesele Esad değil.”

Mesele, Suriye’yi dünyaya jandarmalık yapan ABD’nin önüne sermektir.

Mesele, Irak’ın Kuzeyi, Suriye, İran ve Türkiye’nin Güney Doğusunu da kapsayacak bir Yahudi-Kürdo devleti kurmaktır.

Mesele, İsrail’in Ortadoğu’da daha rahat bir yaşam şartlarına kavuşturulmasıdır.

Mesele, Türkiye’de bilmem kaça bölünmüş, öncelikle federasyon yapılanması daha sonra da kesinlikle bölünmeyle sonuçlanacak devlet yapılanmasına geçilmesidir.

Mesele, tüm bu olanlardan sonra İran’ı devre dışı bırakmanın yollarını aramaktır.

Mesele, Asya’nın uçsuz bucaksız verimli topraklarında kendilerine üretim yapacak alanlar tertip etmektir.


Demiştik.

Bize gülmüşlerdi.

Şimdi gülme sırası bizde. İçimiz kan ağlarken.

İşte ağızlarından kaçırdılar. Davutoğlu ne dedi?

“Dünyayı değiştireceğiz”.

Herhalde, ABD, AB, NATO… ve diğer ortakları ile birlikte değiştirecekler.

Ancak dersini iyi çalışmamış Davutoğlu. Adı geçen (stratejik) ortaklar, işleri bittiğinde, yardımcı elemanları çöpe atarlar. (Ya da lağıma dökerler)

Çok ünlüdür şu söz.

“İhtilaller öncelikle evlatlarını yerler.”

Bizden hatırlatması.

28 Temmuz 2012 Cumartesi

Dersim olayları tartışmalarında nasıl olmuştu?



Önce, günlerce, aylarca sahip oldukları TV, radyo ve gazetelerde tartıştılar. Sesleri çok gür çıktı. Muhalif bir sesi asla konuşturmadılar. Konuşanlar da cılız kaldılar. Dinleyiciler, izleyiciler (millet) üzerinde medya baskısı had safhaya getirdiler. Millete yeter bee.. Dedirttiler. Bundan sonra da suçluyu buldular. İsmet Paşa, Sabiha Gökçen gibi birkaç kişiye suçu yüklediler ve en üst yetkilinin ağzı ile özür dilediler.

Yöntem daima budur.

Son günlerde bazı Ülkücü sayfalarda İttihat ve Terakki ve Talat Paşa hakkında aleyhte, suçlayıcı, hakaretler ve küfürlere varan sözler yazılıp çizilmektedir. Yazıp çizenler ise daima benzer isimli arkadaşlardır. Aynı zamanda da dinci – neo-liberal kalemler ve ağızlarda medya ortamında benzer saldırılara geçmişlerdir. Olur olmaz zamanlarda, sırası olmamasına karşılık bir anda bu konuya geçilerek kısacık da olsa zehirler enjekte edilmektedir. Tarihimizin bir sayfasına ve o zamanın liderlerine hakarete varan cümleler edilmektedir.

Neler oluyor?

Örneğini Dersim tartışmalarından izlediğimiz ve bildiğimiz oyun başka bir tarih sayfası üzerinden yeniden sahneye konulmaktadır.

Ermenistan Dışişleri Bakanı ile T.C. Dış İşleri Bakanı’nın yaptığı anlaşma hala tazeliğini koruyor!

2013 Nisan ayına az bir zaman kaldı. Akabinde de, olayların 100. Yılına girilecektir.

Amaç şudur:

Bugünden, İttihat ve Terakki aleyhine konuşulacak, örgüt lider ve yetkilileri suçlanacak, millet nezdinde nefret edilmeleri sağlanacak. Sırası geldiğinde de yönetimin en üst yetkilisi tarafından;

“1915 Ermeni tehciri olayları tarafımızdan yapılmamıştır, İttihat ve Terakki yönetimi tarafından ve lideri Talat Paşa tarafından yapılmıştır. Asıl suçlu onlardır. Bu itibarla Ermenilerden özür diliyoruz.”

Denecektir. Bunun akabinde de, Ermenilerin toprak talebi ve tazminat talebi ile karşılaşılacaktır.

Hep böyle olmaktadır.

Dikkatli ve tedbirli olmalıyız.

Belki içerimize salınmış ajanlar tarafından körüklenen benzeri olaylar ve tartışmalarda sessiz kalmamalıyız. Gerekli tedbirleri almalıyız.

Kim bilir, bugünlerde yapacağımız bir hareket 1915 tehcir olaylarının zararına katlanmaktan kurtaracaktır.

Azami dikkatle takip etmeliyiz.

Provokatörlere fırsat vermemeliyiz.

27 Temmuz 2012 Cuma

İyilik, Güzellik



Bir yerlerine dokunmak,

Dokunmaktan murat, el ile temas değildir.

Boşa laf etmemek, havaya bağırmamaktır meramımız.

Öyle bir kelime çıksın ki ağzından, dinleyenlerin derinliklerinde bir yerlere ulaşıp onlarda bir iz bıraksın. İz bırakmayacak lafı ağızdan çıkarmak, kör kuyuya kova sarkıtmaya benzer. Çabalar boşadır. Emekler boşadır.

İnsan yapısı gereği derindir. Derinlerde, üzeri küllenmiş korlar saklar. Her kor bir bilginin, bir verinin saklandığı gizli hazinelerdir. Közün ortaya çıkması için külün savrulması gerekir. Külün savrulması da, harekete geçmesi de ona tesir edecek bir ses, bir nefes, bir bakış, bir hareket, bir gösteriştir.

Nice bir bakış vardır ki, milyon sayfalık anlatıma bedeldir. Nice bir hareket vardır ki, milyonca kişinin aynı anda yaptığı artistik hareketlere bedeldir.

Her hareket, her bakış, her kelime aynı tesiri gösteremeyebilir. Bunlar, herkeste aynı tesiri yapmayabilir. Bilir misiniz? İyilik nedir? Hangi iyiliği kime yapmalıyız? Bilinmez. Bilinemez. Bu itibarla, iyilik yapmak emredilir. Kime, nasıl, niye yapılacağı değil. Güzel söz söylemek emredilir. Kime söyleyeceğin, nasıl söyleyeceğin değil.

Üstat Niyazi Mısrî şu iki beytiyle neler demek ister?

 “Derviş olan kişinin sözleri ümrân olur,
Salik-i Hakk olanın râhına bürhân olur.

 İlm-i ledün dersini ârif olan kişiler,
Hasta dil olanların derdine Lokman olur.”

Güzel söz salınır cihana, gider varır sahibini bulurmuş.

“İyilik yap at denize, balik bilmezse Halik bilir” kelamı da, iyilik yapılandan beklentinin olmamasıdır. Kime iyilik yapılacağının da bilinememesidir. Bizler sadece iyilik yapmakla, güzel söz söylemekle mükellefiz.

Bu gayretlerin temelinde sevgi vardır. En iyisi Mısrî’ye sözü bırakmak.

 İnile ey derdli gönül inile,
Ehl-i derdin inleyecek çağıdır.
Gel timâr et yareni sen aşk ile
Yarelerin onulacak çağıdır.

 Şol ki gafletle yatup etmez talep,
Gövdesinde yok mu ola canı acep.
İşte vahdet gülleri açıldı hep,
Bülbülün efgân edecek çağıdır.

 Sen nedîm idin ezel ol şâh ile
İmtihân için gelip sen bu il’e
İnlemek sana yaraşur derd ile
Hem gözün kan ağlayacak çağıdır.

 Yok kararı gönlümün bilmem neden,
Kasd eder bin pâre ola bu beden,
Var ise gitmek gerek bu areden,
Aslına azmeyleyecek çağıdır.

 Ey Niyâzî dünyâda etmez huzûr,
Şol kişi kim olmaya ehl-i gurûr,
Hakk’ı anla etmeden bundan ubûr,
Mevtin elçisi gelecek çağıdır.

Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Densiz Müfteri



“.. Mustafa Kemal’e ve arkadaşlarına Samsun vizesini veren İngiltere ile Lozan’da tescil edilip, taahhüt altına alındı.” (*)

Bu lafları eden densize, cevabı Selcan Taşçı 18 Temmuz tarihli Yeniçağ Gazetesinde etraflıca vermiş. Tarihi verilerlere dayalı cevaba karşılık, yandaş yazarın bir şeyler söyleyip söylemediği hakkında bilgimiz yoktur.

Eğer aklınızı birilerinin veya bir idelojinin emrine vermiş/kiralamışsanız esaret altında ancak size bildirilen, sizden istenenleri dile getirebilirsiniz. Şunları da söylüyor bu bahtsız düdük: (Fehmi Koru’dan alıntılayarak, o da Fuad Doğu’dan ‘eski MİT Müsteşarıymış) “Enver Paşa ve arkadaşlarını getiren(ler) yalnız Siyonistler değildi; Siyonistlerle birlikte İttihatçıları iktidara getiren de bu bahsettiğimiz ‘kitle güç’ oldu. Yine Siyonistlerle el ele vererek bu kitle güç Atatürk’ü başa getirdi. Kitle güç denen, 31 Mart 1908 hadisesiyle birlikte Türkiye’yi içten içe ele geçiren güçtür ve arkasında daima İngiltere olmuştur.” (**)

Ne Türk kelimesinden haberi var, ne de Atatürk’ü tanıyor.

Yıllarca beyinlerine işlenen Türk düşmanlığı, Atatürk düşmanlığı bu günlerde rastgele zamanlarda ortaya çıkıyor. Sırasını yakaladığında, fırsatı iyi kullanarak habire yalanlarla, iftiralarla okuyucunun zihnini bulandırıyor, diğer bir ifadeyle okuyucusunu siyasi efendilerinin verdiği kalıba göre yoğuruyor. Siyasi, toplum mühendisliği yapıyorlar, toplumu kendi (efendilerinin) istedikleri biçimde şekillendirip, efendilerinin önüne sürüyorlar. Toplumu mankurtlaştırıyorlar. İnançlarından, imanından, kültüründen, tarihi bilgilerinden uzaklaştırıp, soğutuyorlar. Asıl olarak bir projenin, kapitalist global (küresel) çetelere muhafazakar boyalı gönüllü destekçileri, yayıcıları, propagandistleri, misyonerleri olarak görev yapıyorlar. Yalan, iftira, bühtan asıl çalışma alanlarıdır. Çarpıtma konusunda ustadırlar. Yazılarının, cümlelerinin, konuşmalarının arasına sıkıştırdıkları milli ve manevi kelime ve cümlelerle insanımızın aklını başından almaktadırlar.

Senin, ölümüne yalanlarına ortak olduğun Hocaefendi’n yıllarca kimin kucağında oturuyor bre nasipsiz hiç düşünmez misin. Hangi güçle, hangi imkânla, hangi yetkiyle oturuyor ve niye oturuyor? Başbakan olarak ki, kendi açıklamasına göre devletin diğer yetkilileri de davet etmelerine rağmen niye kalkıp ABD kucağından anavatanına gelmiyor? Sadece, yeni bir kargaşa çıkarmamak istemesi ile açıklana bilir mi? peki, siyasi olarak desteklediğiniz hükümetin başkanının daha seçilmezden evvel ABD’ye defalarca gittiğini biliyoruz, kimlerle neler görüştüğü hakkında bir araştırma yaptınız mı? Gazeteci Arslan Bulut bugüne kadar belki yüz kere yazdı, “AKP’nin tüzüğü ABD’den gönderilen bir memorandum” ile belirlenmiştir şeklinde, peki sizler ve/ya parti yöneticileri tarafından bu fikre bir reddiye, bir yalanlama getirildi mi? bildiğimiz kadarıyla hayır getirilmedi. Yurt dışı eğitimleri düşünelim hele, İngiltere Exeter eğitimlileri düşünelim hele, kimlerdir, hangi görevlerdedir. Yahudi cesaret ödülünden bahse bile gerek görmüyoruz.

Hayatının her döneminde bağımsızlığı ağzından düşürmeyen, hürriyet ve bağımsızlık için savaşan bir zat hakkında yukarıdaki lafları edebilmek ancak iftira ile açıklanabilir.

Aslında Hz. Muhammed’i, Hz. Ali’yi, Ehl-i Beyt İmamları’nı, Hacı Bektaşı Veli’yi… de anlamadı bu güdük akıllılar. Elbette Atatürk’ü de anlayamayacaklardır. Mansur’un derisini yüzen iblis zevkler ne idiyse bunlarda saldırırken Türk’e ve Atatürk’e aynı zevki alıyorlar.

Bre gafil, senin atalarından, senin iman ettiğin hacılarından, hocalarından, biat ettiğin hükümetinden bir kişiden şöyle bir söz işittin mi?

“Bağımsızlık benim karakterimdir”

Söyle bakalım kimmiş oturan kucağına İngiliz’in?

“Musa onlara dedi ki: “Yazıklar olsun size… Allâh üzerine yalan uydurmayın! Bundan dolayı azap ile kökünüzü keser… İftira eden hakikaten kaybetmiştir.” (Taha/61)

“İftirayı dedikodu yollu edinip, hakkında kesin bir bilginiz olmayan şeyi laflıyor ve bunu sıradan bir konuşma sanıyorsunuz… (oysa) o, Allâh indinde azîmdir (büyük bir şey)!” (Nur/ 15)

“Ey iman edenler! Zannın çoğundan (doğruluğundan emin olmadığınız konuda fikir yürütmekten) kaçının! Muhakkak ki bazı zanlar suçtur (şirk veya şirke yol açar)! Tecessüs etmeyin (merakla başkalarının özel yaşantısını araştırmayın)!Kiminiz de kiminizin gıybetini yapmasın! Biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? Bundan tiksindiniz! Allâh’tan korunun! Muhakkak ki Allâh Tevvab’dır, Rahıym’dir. (Hucurat/12)

*************************************
(*) Ali Ünal, 16.07.2012 Zaman, “Haritanın tamamını görmek için” başlıklı makale.
(**) Ali Ünal, aynı makale.

23 Temmuz 2012 Pazartesi

“Asil Kan”


 “Su uyur, düşman uyumaz” başlığını vermiştik evvela, sonra değiştirmek gerekti ve böyle oldu. “Asil Kan”.

Düşman daima uyanık olduğunu, asırlar içinden yaptığı ilmi gelişmeleri hayata geçirme becerisi ile göstermiştir. Durmamıştır. Hedeflerine emin adımlarla ilerlemişlerdir.

Hedefleri nedir? Kesin bir tespit yaparak şöyle diyebiliriz. Asla unutmadıkları, Osmanlı’dan intikam almak. Yani Türk’ten. Yani Müslüman Türk’ten.

Düşünürlerine verilen hedef budur. Hep bu yönde düşünmekteler, planlamaları, geliştirdikleri teoremleri, faraziyeleri hep belirlenen hedef üzerinde olmaktadır. Toplum mühendisleri denilen gruplarla, hedefe koydukları milletleri istedikleri yönde şekillendirmekte ve devletleri istedikleri yönetim tarzına kavuşturup, o milleti adeta esaretleri altına alabilmektedirler. Üzerinde çalıştıkları toplumları, belki de ülkenin bilim adamlarından, düşünürlerinden daha iyi bilmektedirler. Geliştirdikleri fikirleri alan çalışması yaparken, ülke vatandaşlarına anlattıklarında pek fazla da tepki görmemektedirler. Aslında fikirlerini, teorilerini ülke içinde buldukları (satın aldıkları bile diyebiliriz) ilim adamları, gazeteciler, devlet memurları, yüksek yöneticiler, iş adamları… Vasıtasıyla anlatmaktadırlar. Sıfatı bildirilen kişiler, verilen (emirlere) adeta emir kulu gibi sarılmakta ve her ortamda belletilen lafları papağan gibi hep bir ağızdan tekrar etmektedirler. O kadar sık, farklı TV ve basılı yayınlarla ve farklı isimlerle tekrar ediliyor ki, ‘birinden kurtulan diğerine yakalanıyor’ hesabı izleyici, okuyucu birinden birine mutlak surette yakalanıyor. Beyin yıkama faaliyetleri de diyebileceğimiz bu uygulamalar sonucunda toplum yavaş yavaş onların istediği biçime yoğruluyor, işlem tamamlandığında ise istediğinizi yapmaya hazır kitleler emre amade bekliyor.

Farz edelim 10 televizyon, 50 radyo, 30 gazete, 40 dergi ve yüzlerce internet sitesi ile yapılan bu propaganda çalışmalarına toplam tirajı yüz bini bulmayan gazetelerle ve Türkiye sathına yayın yapamayan ve kablo Tv sisteminde bile bulunmayan sermaye yetersizliği içindeki bir – iki televizyonla karşı çıkmaya, bilgi kirliliğini düzeltmeye çabalamak ne kadar başarılı olacaktır? Ancak, bu dev sermaye gruplarının karşısında yılmadan duran ve gerekli çalışmaları yapmaya çalışan iman abidesi insanların varlığı, taraftarlarına da güç vermektedir. Bu çalışmalar önemlidir. İman birliğinin karşısında hiçbir gücün duramayacağı anlattığımız çalışmalarla bir kez daha ispatlanmaktadır. Özellikle Türkiye de başarılı gibi (propagandanın gücü ile) gözükseler de asla başarılı değillerdir. Hedeflerine yaklaştıklarını düşündüğümüz de bile bir anda öyle manevralar meydana gelmektedir ki, onların başarılı gibi göründükleri noktaların birer birer yıkıldıklarını müşahede etmekteyiz.

Milletimizin damarlarının içinde kırıntı miktarında da olsa bulunan imanla  (Atatürk’ün ‘muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur’ kelamı buradaki manaya işarettir) bir anda her şeyin ters yüz oluverdiği görülmektedir. Bu asıl başarıdır. Tıpkı yedi düvele meydan okumaktır bu.

 “Felek her türlü esbâb-ı cefasın toplasın gelsin  
Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azîmetten” (Namık Kemal/Hürriyet Kasidesi’nden)


“İslam bir ‘ilkellik ve dehşet sistemi’ olarak lanse edilebilmiştir. Kinini din, kan dökmeyi ibadet, oyuna gelmeyi zafer sanan akıl ve aydınlık düşmanı bir takım dinci çeteler aracılığı ile…

Son ve kesin zafer, Türkiye’nin düşürülmesiyle elde edilecektir. Ana hedeflerden birincisi Türkiye’dir. Ön hazırlıklar, Cumhuriyet düşmanları hurafe ve sömürü dinciliğine zaten yaptırılmış bulunuyor.”

Yukarıdaki tespitler Yaşar Nuri Öztürk’e aittir.  Ve şu cümleyi ilave eder Hoca; “Emperyalizm ve yamakları olanca gayretleriyle cumhuriyeti yıkmanın peşindedirler” (10 Temmuz 2012, Yurt Gazetesi)

Böyledir maalesef, böyledir.

Ne yapılmalı?

Bir kere, yukarıdaki bahsettiğimiz küçükte olsa yayınlar devam ettirilmelidir. Basın yayın araçlarından faydalanma imkânı sınırlı ve hatta sıfır olduğundan, evladı vatan’ın her birine tek tek ulaşılarak, bilebilinen kadarıyla düşmanın hedefleri, yapılması gerekenler yüz yüze anlatılmalıdır. Kendisini bu yolda görevli bilenler her karşılaştıkları kişiye ürkütmeden, incitmeden, dinini, inancını, dilini, düşüncesini dikkate alarak ve kırmadan, birliğin, beraberliğin önemini, devletin içindeki durumunu dili döndüğü kadar anlatmalıdır. Tarih, sosyoloji, felsefe kitaplarının yanında, yeni yayınlanan kitaplar da okunmalıdır. Yazılan makaleler, röportajlar, incelemeler dikkatle takip edilmelidir. Onlara eleştiriler geliştirmeli, mutlak surette yayınlanmalıdır. İnternet ortamı verimli kullanılmalıdır. Hem tarihe not bırakmak ve hem de fikirlerimizin, düşüncelerimizin diğerleri tarafından takip edilmesi, okunmasının sağlanması gereklidir. Aynı fikir çevresinde bulunanlar hiç olmazsa ayda bir kere de olsa kısa süreliğine küçük toplantılar yapmalı, hem küçük topluluklar hakkında görüşler aktarılmalı, hem de yapılan çalışmalardaki verimlilik üzerine görüşmeler yapılmalıdır.

Hülasa, en az düşman kadar uyanık olunmalıdır.

20 Temmuz 2012 Cuma

“Fakir Fukara, Garip Gureba”



Sohbeti kaçırmış olmalıydım. Son demlerinde yakaladım. Takibattan çıkan sonuç:

-) “Eskiden iyilik yaparlardı söylemezlerdi. Sonra hem yapmaya; hem de söylemeye başladılar. Şimdi ise yapmıyorlar fakat söylüyorlar.” (Kemalettin Tulgar)

-) “Hatırlayın hele: Çok eskilerde Selatin Camilerimizin avlularında YADA TAŞLARI vardı… Hani zengin olanların ihtiyaç sahiplerini rencide etmemek için, içine para koydukları…

O zamanlarda muhtaçlar; ortalıktan el ayak çekildikten sonra taşların yanına giderlerdi ve oralardan sadece ihtiyacı kadar para alırlardı ve ihtiyaçlarından fazlasına el sürmezlerdi… O zamanlarda hırsızlıklar da yapılmazdı ve herkes Hakk’ına rıza gösterirdi. O zamanlar Türk Milleti’nin şeref yılları idi…

Ya şimdi… öyle mi ya?...

Bu hallere düşürülmüş bir milletin yöneticileri de ancak böyle olur…” (Abdurrahman Biçer)

İki kıymetli dostun muhaveresi böyleydi.

Birinci konuşmacının anlattığı bir değişimi, bir ters gidişi, bir kötüye varışı özetliyordu. “Bir elinin verdiğini diğer elin duymayacak” temel eğitiminden, gelinen noktayı bir güzel özetleyen serencam. Böyle mi acaba? Diye düşününce, muhteşem Ramazan iftar sofraları, makarna kömür dağıtımları akla geliveriyor. Susmak kalıyor bize ve hemen doğru kanaatini belirtiyoruz.

İkinci konuşmacının cevabı, tarihi bir vesikayı açıklar gibi. Anlıyoruz ki, bir medeniyetin zirve noktası, karşılıksız, hiçbir beklenti sahibi olmadan verebilmesidir. Ne güzel örgütlenmiş, zorlama yok, ‘vergi’ gibi mecburiyet yok. Kazancından o gün için ne ayırabiliyorsa, belirli köşelere, duvar üstlerine, cami kıyılarına… Serpiştirilen taştan yapılmış kutucuklara gönlünden koptuğu kadarını bırakıyor, kimsenin görmemesi, kimseye göstermemek burada önem arz ediyor. İhtiyaç sahibi onurunu, haysiyetini kimseye ezdirmeden kutucukların içine yerleştirilmiş ‘para’dan ihtiyacı kadarını alıyor. Fazlasına el sürmek aklına bile gelmiyor. Ne kadar güzel, “zenginin cömert, fakirin kanaatkâr” olması ne güzel.

**

Hatırıma “Askıda Ekmek Var” uygulaması geldi.

Ankara’da beş – altı ekmekçide uygulanan bir âdetin, ekmek satan “Ekmekçi Necati” büfesindeki uygulaması şöyledir.

Hali vakti yerinde olan ekmek alıcısı, iki ekmek ister, alıcı dört ekmek parası verir ve “askıya iki ekmek koy” der. Necati Usta, müşterisini gönderdikten sonra iki ekmeği askıya koyar ve “askıda Ekmek Var” tabelasını kapısına asar. Müşterilerinin çoğunluğu, bu işlemi bildiklerinden bir ekmek, iki ekmek, üç ekmek… İsteyen istediği kadarını askıya koydurur. Askıdaki ekmekleri kimin koyduğunu satıcıdan başkası bilmez. Zaten bir müddet sonra da unutur.

İhtiyaç sahibi, doğrudan büfenin askısına elini uzatarak, istediği kadar ekmeği alır ve gider. Kimse soru sormaz, kimsin, ne istiyorsun diye sorulmaz… Alır ve gider. Ancak, asla ihtiyacından fazlasını almaz. Evine ne kadar ekmek gerekiyorsa o kadarını alır. Kimin ekmeğini aldığını bilmez, askıya ekmek koyan kişi de ekmeğini kimin aldığını bilmez.

İkinci konuşmacının anlattığı tarihi hadiseye çok benzer bu uygulama Ankara’da bazı ekmek büfelerinde uygulanmaktadır.

Anlatayım, bilgilendireyim istedim.

Henüz, unutulmayan güzel adetlerimizin az da olsa bazı ulvi yaradılışlı adamların bulunduğu muhitlerde yaşatıldığını bilelim.

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Dost Utandırdı Bizi



                                   (Bahr-ı Harabe Üstada saygılarımızla)
Bir hediye sunmak isterdim,

Bu zengin sofraya.

Bulamadım,

Ne getireyim?

Buldum.

Alamadım.

Ödeyemedim bedelini.

Şurada, burada rastladığım üç-beş

Değersiz armağanı, çalarak getirdim.

İster alın,

Atın isterseniz.

Anamız, babamız, kardeşlerimiz var çok şükür.

Sağlımız yerinde,

Ailemiz dirlik içinde saye-i hatırlarından.

Halimizce, verildiği kadarına kabule girip,

Eyvallah demektir.

Ne yetkimiz var, ne de bilgimiz.

El açan, yalvaran bir garip dilenciyiz.

Ne bulursak Hakk’tan bahşiş,

Ne verirse Yâr’dan biliriz.

Verdikleri dostlar arasında pay edilir.

Cümle, hissesi kadarı alır götürür,

Ne vay denir, ne niye,

Bilinir ki, kaynağı Hayy.

Huzur-u İlâhi de;

Öğretilen bize ki;

Edeb Yâ Hû.

Eyvallah.

16 Temmuz 2012 Pazartesi

Neyzen Ekrem Vural



1978 yılı.

Ney, ud, tambur, kanun, keman, tef, kudüm ve bender sazlarından kurulu bir saz heyeti. Beş – altı kişilik bir koro. Sunucusu, malzemecisi, sescisi, grubun idarecisi derken neredeyse yirmi kişilik dost topluluğu. Koroyu neyzen idare ediyor. Çeşitli şehirlerde, ilçelerde tasavvuf musikisi konserleri veriyorlar.

Konser yerlerine gidiş gelişler, şehirlerdeki boş zamanlar, yemek, gezinti gibi etkinlikler hep birlikte yapılıyor. İnsicam halinde bir grup.

Tanımlanan grubun yolu Konya’ya düşer. Bir sinema salonu kiralanmıştır. (Ferah sineması, şimdi yerinde yeller esiyor, Türkiye sinemalarının başına ne geldiyse, Ferah Sinemasının da başına aynısı gelmiş, neyse konumuz bu değil) şehrin ileri gelenleri, valilik makamından, belediye teşkilatından yöneticiler, adliyeden hâkim, savcılar ve diğer yöneticiler, hususa şehrin manevi kimliğini dokuyan ehil adamlar… ve salon hınca hınç dolu.

Konser hazırlıkları sürekli olarak yapılan bir çalışma. Seyahat halindeyken bile, “şu eserdeki, falanca sese şöyle basılmalı, geçkiler daha yumuşak yapılmalı mesela şöyle, koristler burada sağ ellerini göğsüne götürmeli… Gibi fikirler söylenir ve doğru bulunan teklifler hemen uygulanmaya konulurdu.

*

Her konser öncesi olduğu gibi, Neyzen Ekrem Vural o gece de yine telaş içerisinde, heyecanlı, yerinde duramaz halde. Kuliste her sazla ilgileniyor, yanlarına giderek neyi ile ses verip sazların akortlarını kontrol ediyor, koristlerle tek tek ilgileniyor, seslerini soruyor, sunucuya “sakın orada şu lafı söylemeyi unutma” tembihini yeniliyor, teknik işlerden sorumlu görevliye tertibatı kontrol ettiniz mi, ‘Ş’ kontrolünü yaptınız mı? Sorularını yöneltiyor, yerinde duramıyordu. Her konser öncesi Ekrem Vural’ın tabii hali idi bunlar. Artık grup elemanları da bu hale adapte olmuşlardı.

*

Büyük bir vakar ve edeb içinde sazendeler ve koristler sahnede yerini alır ve konser başlar.

Kendiliğinden oluşan, tabii bir hadisedir bu konserler. Kimse kendini seyirciye beğendirme heveslisi değildir, herkes vazifesini kendisinin zevki, kendisinin hali, kendisinin tatmini için yapardı. Doğal bir hal, kendiliğinden oluşan ama kişiler, sazlar ve sesler arasında büyük bir uyumun sağlandığı tabiîlik.

İkinci bir isim daha vereceğim. İsmail Coşar. Zirve bir ses, muhteşem bir okuyuş. Kaside okumaya başladığı sırada bu sesi duyanlar mıh gibi yerine çakılırdı. Nefes bile almazlar bu zevki doyasıya yaşamak isterlerdi. Aslında İsmail Coşar hala aynı ses ve okuyuşa sahiptir, hatta iyice kendine oturmuş, seslerin, kelimelerin, cümlelerin hakkını vererek hala okumaya devam etmektedir.

Konserin bir bölümünde İsmail Coşar, Mehmet Akif Ersoy’un Çanakkale Şehitleri isimli şiirini, kaside tarzında okuyordu. Milli manevi uçlara hitap eden bu kaside okunmaya başlayınca, Şehitler, Gaziler, Erenler gecenin bir yerlerinde semaya durur, Coşar’ın kalpten haykırışına dem vururlardı. İşte o zamanlardan, o anlardan, o demlerden bir dem daha yaşanıyordu. Nutku kesildi Coşar’ın. Vücudundaki kanların tamamı yüzüne vurdu. Kızıl bir hale büründü. Katıldı… Bu hal iki dakika (hesaba sığmaz anlardır bunlar, anlatılamaz anlardır bunlar) kadar sürdü.

Konser gece yarısına doğru son buldu. Seyirciler alkışladılar, bağırdılar, selamladılar, hayır dilediler, selamlaştılar…

Dinlenmek üzere otellerine çekildiler.

*

Ertesi gün, yeni konserin verileceği yere doğru otobüsle gidiliyordu. Ön tarafta bir mikrofon vardı. Neyzen ve koro şefi Ekrem Vural mikrofonu alarak, o yumuşak, o ney sesinin, kendi sesine benzeştiği sesi ile, derinden.. İçli bir tarzla: “Neydin güzelim sen dün gece neydin” şarkısını söylemeye başladı. Saba’nın hakkını veriyor, manayı yerli yerinde okuyordu. İsmail Coşar’ın gözlerinden yaşlar süzülüyordu. “Ateş gibi, afet gibi bir korkulu şeydin”, “Takat kalmadı…

Şarkının son mısraını otobüste herkes, gözleri yaşlı bir şeklide bir kez daha tekrarladı.

“Ateş gibi, afet gibi bir korkulu şeydin”

NOT: Bunu da yazmalıyım. Korodaki Bender’i Hafız Tahir Karagöz çalıyordu ve koristler grubuna dâhildi. Grubun tekke adabı ve koronun tekke -camii- tarzı okuma eğitimi onun telkinleri ile yapılıyordu.

Elektronik postama gelen bir iletiden okudum. Neyzen Ekrem Vural, Hakk’ın Rahmetine kavuşmuştur. Mekânı cennet olsun. Kalanlara güzel ahlak sabrı dilerim.

13 Temmuz 2012 Cuma

Galata Köprüsü



Bizim için nostaljik hatırası da olan Galata Köprüsü, 20 yıl önce bir talihsiz yangın sonrası trafiğe kapatılmıştı.

Galata Köprüsünün vazifesini yeni kurulan Yeni Galata, Atatürk ve Haliç Köprüleri görmüştü.

İstanbul trafiğinin allak bullak olması sonucunda kurtarıcı olarak görülen Galata Köprüsü yeniden hizmete açılmıştı 3 gün evvel.

Bu kere;

Gözlerime inanamadım, okuduklarımın yalan yanlış olduklarını düşündüm inanamadım.

Galata Köprüsünde duba bakım çalışmaları yapılacağından 14 Temmuzdan itibaren kapatılacakmış.

Şuradaki mizahı nasıl görmez bir insan? Şuradaki muazzamlığı nasıl idrak edemez bir insan?

Hayret!

Hem de ne hayret!

Yahu bu şehri 20 yıldır kim yönetiyor?

Nerelerdeydiniz?

Peki, dubaların bakım ihtiyacı vardı 3 gün önce niye açtınız?

Ve bu arkadaşlar hala iktidar koltuklarında oturuyorlar mı?

Hayret!

“Tarihselcilik” Üzerine Not



“Tarihselciliğin İslam coğrafyasındaki versiyonunun, öncelikle müstemleke muamelesi gören insanların ülkelerinde taraftar bulması, onu kabul eden Müslüman modernistlerin zihnen tükendiklerinin, sentez ve analiz kabiliyetini yitirdiklerinin ve bu yüzden de ‘kendileri olabilmeyi’ düşünemediklerinin sonucu olmalıdır.

Genel kabule göre tarihselcilik zihnen, fikren ve ilmen yenilgiyi kabul etmenin getirdiği reaksiyoner bir anlayışı ifade eder.” (1)

Sınırlandırılmış bir ayet yorumu, tefsiri şirktir. Bundan başka bir mana olamaz, ben ne dersem odur şeklinde dayatmalar gerilemeye, duraksamaya, durmaya delildir. İlim adamının ölümüdür. Düşünen beyinlerin dumura uğraması, fikirler denizinde kulaç atanların kramplara uğramasıdır. Tarihselcilikte böyle. Ayeti kerimelerin inzal olduğu tarihteki olaylarla ayetleri manalandırma ve bu mananın dışında yeni manalarının fikir etme, düşünülme, tefekkür edilmesinin, ayet açılımlarının yapılmasının karşısında durma sınırlandırmadır, Allah Muhafaza şirke varır bu inatlar…

Ülkelerin halinden de bellidir, ahlakı, sosyal hayatı, dayanışma ruhu, ekonomisi, üniversitelerinin hali hep yukarıda belirtilen sebepten dolayıdır ki, geri kalmıştır. Niye kendini sınırlıyorsun, niye kendi kendine ket vuruyorsun? Beyin çalışmak ve çalıştırmak için çabalarken, sen niye beyninin milyarlarca hücresine fren yaptırır ve çalışmamasını istersin. Bunun bir tarifi de intihardır. Zararı ise, sadece kendine değil, yaşadığın toplumun tamamına ve hatta dünya insanlığına.

Fakir ülkelerin -siz buna fakir bırakılmış da diyebilirsiniz- evlatlarının gelişmesi de fakirane olmaktadır. Bunun gibi, ilimce fakir milletlerin evlatları da önce fikirce, ilimce fakirleyecekler, daha sonra da yok olup gideceklerdir. Bu kural bilimsel ve kesindir. Nasıl ki, vücudu beslemezsen zafiyet geçirir, mikroplar tebelleş olur, tedavi edilmezse de hayatı sonlanır, böyledir beyinde, beyinin de beslenmesini tam yapamazsan, besinlerini veremezsen, antrenmanlarını yaptırmazsan durur, dumura uğrar, çalışmaz olur ve ölür. Yaşamasına gerek yok ki, belki de beyin intihar eder. Beynin intiharı! Beyin ortadan kalkınca artık aklın da bir manası kalmıyor, at çöpe. Akıl ve duygu ve düşüncelerden meydana gelir insan demiştik bir makalemizde. İki kanatlı kuş örneği vererek. Her iki kanadının da aynı istikamete vurması gerekir demiştik. Aklın beslenmesinin yanında, ruh beslenmesini de gerçekleştirmelidir insan, değilse ülkemizin (ve genellikle İslam ülkeleri dediğimiz ülkelerin) bugünkü hali içinde debelenir dururuz. Dertlerimizin başında hep bu kendini sınırlandırma illeti vardır.

Abdülkadir Sezgin Hoca ayrıntıları özetleyerek incelemiş makalesinde. Vahiy temelinden arındırarak Kur’an’ı takdim çalışmaları ancak idrakleri daraltan, tefekkür ibadetini sonlandıran bir çabadır. Nedense ülkemizde de, batılı oryantalistlerin kendi ülkelerindeki akımlardan getirdikleri “tarihselcilik” akımına balıklama atlamışlardır. Kimdir bunlar? Hoca pek veciz bir biçimde açıklar:

“Üzülerek ifade etmeliyiz ki, İslâmi ilimlere kısmen vâkıf olan modernistlerden müstemlekeyi yaşamış olanlarla, şehirleşememiş ‘köylü din adamları’ İslâm geleneğini kavrayamadıkları için bu tuzağa kolayca düşmüşlerdir.

Daha çok akademisyenlerde görülen, İslâm’a göre şekillenen bir hayat yerine, hayata göre şekillenen bir İslâm tanımı modernist görüme çabası olarak değerlendirilmelidir.” (2)

Neresinden bakarsanız, bir cehaleti tanımlar hoca. En acısı da, akademisyenlerin durumu. “Hayata göre şekillenen bir İslâm tanımı” ve “modernist” görünme çabası. Ne olacak? Niye modernist görünme telaşındasınız? Sizi baş tacı mı yapacaklar? Allah ayetlerini, düşünerek, fikr ederek, içselleştirerek, zamanı, asrı idrak ederek yorumlamak, tefsir etmek varken, neden Batı’nın gelişmemiş, kısır kalmış fikirlerini, düşüncelerini kendinize rehber yaparsınız?

Bir vicdanın haykırışına kulak verelim.

“insanlığın, özellikle Müslüman kitlelerin zaaf noktalarını anlamak için Kur’an’ı iyi okumak gerekir. Kur’an sadece insanlığın ayağının kaydığı noktalara dikkat çekmekle kalmaz, kendi mensuplarının ayak kayma noktalarına da dikkat çeker. Çeker ki, gerçek müminler kendilerini tehlikelere karşı koruma tedbirleri alsınlar.” (3)

**************************************

             (1)    Abdülkadir Sezgin, 9.07.2012 haberiniz com, kur’an’ın tarihselliğinden patrikhane ziyaretine isimli makale.
            (2)   Sezgin, Aynı Makale
           (3)    Yaşar Nuri Öztürk, 26.06.2012 Yurt gazetesi, Dinci iftiranın tarihsel tahribatı isimli makale.

11 Temmuz 2012 Çarşamba

Vazgeçmek!



Diyorlar ki, vazgeç bu mücadeleden.

Bilmiyorlar ki, bir mücadele içinde değilim.

Bendeniz;

Sadece halimi tarif etmekle meşgulüm.

‘Tabii’lik, ‘olduğu gibilik’tir benim halim.

Ne kimsenin taklidinde,

Ne de kimsenin takibindeyim.

Halim ne ise ben oyum.

Yarım Kalan Hikâye



Sert adımlarla odanın açık kapısından girip, doğruca karşı sedirdeki boş mindere oturdu.

Odada yirmi civarında insan vardı, duvar boylarınca serilmiş minderlere oturmuşlar, kimi diz çökmüş, kimi bir ayağını altına alarak diğerinin üstünde oturmuş, kimisi bir ayağını uzatmış (belli ki ayağında arızası var) rahat bir halde fısıltı tonunda sohbete koyulmuşlar, adam içeri girdiğinde toparlanma hareketi yapmışlarsa da, genç adam ellerini yana açarak rahat olmalarını, kalkmamalarını işaret ederek rahatlatmıştı. Sedirdeki boş yere oturdu. Konuklar bir sıkıntının olduğunu fark etmişler gibi, hep birden onun yüzüne baktılar, bir açıklama bekledikleri belli oluyordu. Şimdi kimsenin ağzını bıçak açmıyor, meraklı gözlerle birbirlerine bakıyorlardı.

Adam saatine baktı. Derin bir iç geçirdi.

Ayağa kalkıp geldiği gibi sert adımlarla geri gitti.

Merak iyice artmış, nelerin olduğunu tahmin etmeye başlamışlardı. Kimisi, beklenenlerin düşmanlar tarafından çevrilmiş olabileceğini, kimisi arabalarının kaza yapmış olabilme ihtimalini filan anlattılar. Kesin bilgiye ise telgraf makinesinin başında bekleyen Yalçın’ın açıklamasından sonra kavuşacaklardı. Vakit epeyce ilerlemiş, karanlık basmıştı. Hava çok sıcaktı. Odadaki üç pencere de açık olduğu halde bir esinti, küçük bir serinlik gelmiyordu. Sıkıntı had safhaya ulaşmıştı. Dua bilenler küçük dudak hareketleri ile duaya başladılar, duyabilenler “âmin” diyerek duaya iştirak ediyorlardı. Beklemekten başka da bir çare görünmüyordu.

Gecenin ilerleyen saatlerinde odada bulunanlar, gün içindeki yorgunluğun da verdiği ağırlıkla oldukları yerde kıvrılarak uykuya geçtiler. Sabah ezanına kadar…

Bu arada, Süha Bey bir kere gelip, gençlerin uykuya geçtiklerini görünce rahatsız etmeden geriye dönmüştü. Böylesi daha iyiydi. Kime ne laf anlatacaktı.

Yalçın koşar adımla Süha Bey’in yanına gelerek, haber aldığını, şimdilik bir problemin olmadığını belirttiğinde, yüzünde tebessüm belirdi Süha Bey’in. “Eyvallah” dedi. Rahatlamış, haber bekleyen arkadaşlarına bilgi vermek için gelmişse de uyumakta olduklarını görünce geri dönmüştü. Bu gece böyle geçecekti. Güneş doğduktan sonra seyahat edemeyeceklerini de düşünerek artık yarına kaldığını fikir etti. Olsun, “geç olsun, güç olmasın” dedi kendi kendine.

Tıbbiyeyi bitirdiğinde posta idaresine gidip anasına telgraf çektiği günü hatırladı. Yağmurlu bir gündü. Kısaca, “okul bitti, şimdi ne yapacağımı bilemiyorum. Stop” aynı çaresizliği içinde bulunduğu şu anlarda da yaşıyor, çıkar yol bulamıyordu. Doktor olmuştu, doktorluk yapamıyordu, kitap okumuştu, okuduklarını aktaramıyordu, vatan eşkıya ve düşmanlar tarafından paylaşılmışken…

Düşüncelerden sıyırdı kendini, gözleri de kapanmak üzereydi. Battaniyeyi üzerine çekti uykuya vardı.

***

Kasaba ahalisi çoktan dükkânlarına gelmişler, alışverişe gelen giden olmamasına rağmen sözleştikleri gibi kepenklerini açmışlardı. Her dükkânın bir de (kendi veya komşu çocuklarından) bir gözetleyicisi, haber uçuranı vardı. Esnaf tezgâhının başında, kulakları gelecek haberdeydi. Hükümet binasında birkaç jandarma, birkaç kâtip memur, ara sıra binaya uğrayan Kaymakamdan başka kimse yoktu. Kaymakam çok uzaklardan olduğundan, epeydir kasabada görev yapmasına rağmen halk ile içli dışlı olamamış, işlerin de üzerinde sallapati durmuş, yaşı da eh sonuna yaklaştığından pratikliğini kaybetmiş, birazda korkar olmuştu. Nasıl korkmasın ki, jandarma tüfeklerini süs diye taşıyordu, ancak sopa olarak kullanabilirlerdi, tüfeklerde kullanılmaya mermileri bile kalmamıştı. Karakol komutanı Üsteğmen Recep Bey’i cepheye gönderdiklerinden, karakol bir onbaşının idaresine kalmıştı. Üsteğmen zımba gibi delikanlı, o olsaydı bari Kaymakam da daha rahat edecekti, talih ah.. ah.

Doktor Süha uyandığında güneş tepedeydi. Gözlerini ovuşturarak kanepeden doğruldu, dışarıdan ayak sesleri geliyordu. Birkaç kişi olsa gerek, yavaş sesle sohbet ediyorlardı. Pencereyi açtı, şöyle bir gerindi, derin nefes aldı. “Neler oldu acaba” diye geçirdi içinden. Odadan dışarı çıktı.

Eskişehir’e kadar trenle gelmiş ve Eskişehir istasyonunda kararlaştırdıkları arkadaşları Osman ve Halil ile buluşmuşlardı. Yaptıkları plan gereğince silahları Eskişehir’de teslim alacaklar ve bir yolunu bularak kasabaya kadar taşıyacaklardı. O gün, komutanla görüştüler. İri yarı, çelik gibi yüz, sert ifadeli komutandan önce ürktü, sonra konuşmaya başlayınca içindeki insan komutan belirdi ve rahatladı. Halil, Süha’nın yiğitliğinden, gözü karalığından bahsetmişti önceden komutana. Kasabaları, dağların üzerinde olmasına rağmen, askeri olarak stratejik bir bölgeydi, kasabanın haritasını, planlarını çıkartarak komutana anlattılar. “Bizim kasabanın üzerinden geçerlerse, sessizce Beypazarı’na, oradan da Polatlı’ya kolaylıkla ulaşırlar. Eğer bizim oraları tercih ederlerse, hemen orada gerekli müdahaleyi yapmalıyız” demişti. Komutanın hoşuna gitmişti bu safiyane sözler ve ince zekâ. Hak da vermişti. Oraları yalnız bırakmaya gelmezdi. Halkın örgütlenmesi ile düşman kuvvetleri gece boyu oyalansa, asker yetişebilirdi. Düşünce güzeldi. Hem böylelikle, dağ başındaki bu kasabada büyük bir askeri birlik bulundurmaya gerek olmayacaktı.

Maruf Beyle sohbet halindeki Hasan Bey Doktoru görünce ayağa kalkmak istediler, omuzlarından tutarak oturdukları tabureden kalkmamalarını belirtti, kendisi de yanlarına oturdu. “Ne var ne yok, Yalçın’dan bir haber var mı?” sorusunun cevabını biliyordu aslında kendisi, hiç öylesine sormuştu. Başlarını sallayarak cevapladılar. Önüne bakarak, “meraklanmayın, her şey yolunda” dedi. “Tereyağından kıl çeker gibi hallolacak, yeter ki söylenilenin dışına çıkmasınlar.” “çıkmazlar” dedi, Maruf Bey. “İyi yetişmiş çocuklar, hem emir komuta eğitimini de almışlardı. Zaten belki bir-kaç haftaya kadar onları da askere alırlar.” Başını sallayarak onayladı Doktor Süha. “Kolay değil, 80 kilometrelik yol, kağnı ile gelecek ve gece yolculuğu yapacaklar. Ancak, ancak.. Telaşa yer yok.”

Yalçın nefes nefese geldi, “Eskişehir’den Komutan aradı, haber bekliyor, daha ulaşmadılar mı diye sorar”. Cebinden kâğıdı çıkarıp şu notu yazdı ve telgraf olarak göndermesini istedi. “Komutanım, gece yolculuğu yapıyorlar, gündüz yatıyorlar, tedbir olarak böyle düşündük. Meraklanmayınız, derhal bilgilendiririz. Stop.”

***

Tarihin hiçbir sayfasına girmeyen nice hadiseler vuku bulur, bilenler birbirlerine anlatırlar, belki dilden dile dolanır bir zaman, dedeler torunlarına, torunlar arkadaşlarına derken konuşulmaya başlanır. Belki bir gün tabiî ki on yıllar sonra hikâyeye vakıf olan birisi yazma ihtiyacını hisseder. Zorlanır yazmakta, çünkü dillerde dolanan hikâye her anlatımında aslından biraz daha uzaklaşmıştır. Olsun bu toprakların her metresinde benzeri olaylar yaşanmış, ortak hayatlarda aynı zevkler tadılmış ve dillerde dolaşan kahramanlık, aşk, tabiat, verimlilik, hüzün, sevinç… Hikâyelerinin hep benzer taraflarının, hep ortak yanlarının olduğu da bilinen bir hakikattir.

***

Eskişehir’de bulunan topçu birliği, süvari birliği, hafif makineli birliği Sakarya üzerinde mevzilenmek üzere gönderilmişti. Neredeyse hiç asker kalmamış şehirde, kalanlarda resmi daireleri, değerli fabrika binalarını, statülü kişileri korumaya yönelik ve cephede işe yaramayacak yaşça ilerlemiş askerlerden ibaretti. Ankara’dan birlikler hareket ettirilmişler, Eskişehir üzerinden kuzeye doğru gideceklerdi, fakat onlarında buralara ulaşması nereden baksanız iki gün alacaktı.

***

Telgrafçı Yalçın elindeki kâğıdı sıkı tutmuş olduğu halde geldi. Doktor Sühaların bulunduğu yerdeki boş kütüğe oturdu. Kâğıdı uzattı. Komutandan geliyordu, kısa bir not. “Göreve gidiyoruz, Eskişehir’den yardım umma, başınızın çaresine bakın. Stop.” İkindiye doğru ulaşan bu haber üzerine, yapılması gerekenleri gözden geçirmek üzere ihtiyar heyeti toplantıya çağrıldı. Kısa bir görüşmenin ardından, iki atlı çıkartılarak gelenler hakkında bilgi alınması ve akşamdan itibaren kasabanın gençlerinin (onlar gençler adını takmışlardı, örgüte dâhil olanlar desek yeridir) hazır kıta beklemesi kararı alınmıştı.

İki atlı yıldırım hızıyla ayrıldı kasabadan. Bağları, bahçeleri, düz ovayı geçtiler. Yayla alanında bulunan ağıllara vardılar.

Gelenlerin, kendi arkadaşları olduğunu gördüklerinde rahatlamışlardı bir mukaddes emaneti taşıyanlar. Saklandıkları yerden çıktılar. Selamlaşıp sarıldılar. İşler yolunda gitmişti, kimselere de görünmemişlerdi. Olan biten hakkında bilgi alış verişinden sonra derhal yola çıkılması kararı verildi. Arabalar, atlar, katırlar hazırdı zaten, yola hemen koyuldular, artık ne olacaksa o olacaktı, bundan sonra görünme tehlikesini de düşünmeyeceklerdi. Kasabadan gelen atlılardan birisi gençleri habersiz bırakmamak için hızla ayrıldı gruptan, diğeri kaldı. On kişilerdi. Her biri bir olay anında hemen silaha ulaşabilmek üzere kolayca alınabilecek bir yere silahlarını koymuşlardı ki, kasabadan gelen sekiz kişi de yaklaşmışlardı.

Dağdaki gözetleme (nöbet) mahallinden bir haber geldi. Kim oldukları belirlenemeyen kalabalık bir grup kasaba üstüne doğru geliyorlardı. Derhal nöbet mahalline iki kişi daha gönderdiler. Ellerinde tek kırma avcı tüfeği vardı. Bir işe yaramazdı ama olsundu. Emaneti taşıyan grupla karşılaşma ihtimallerini dikkate aldılar ve on kişiyi de oraya gönderdiler, ikisi atlı, diğerleri yayan. Atlılar dizginleri bıraktılar. Geri kalanlar üçerli gruplarla yayılarak ve birbirlerini gözetleyerek hızlı adımlara yürümeye geçtiler. Yanlarında silahlı kimse yoktu. Kasabada kalan gençlerden yirmi kadar kişi beşerli dört kola ayrılarak, tepelere çıktılar. Yalçın telgrafhanede bir başına kalmıştı. Doktor Süha, karakol onbaşısı ile sıkı işbirliği içinde idi. Durumu onlara da anlattı. Kasabadan ayrılmamalarını, durumu da Kaymakam’a söylememesini tembih etti. Sabırlı olurlarsa silah ve mermi yetiştirmeye söz verdi. Koca karakolda hepsi hepsi bir onbaşı iki er vardı.

Gençlere ait dükkânlar hariç üç-beş esnaf açıktı. Fakat dükkân sahipleri işkillenmiş, etrafta nelerin döndüğünü anlamak üzere fısıldayarak konuşuyorlardı. Bir hareketlik vardı ama neydi? Doktor Süha hükümet binasından aşağıya doğru yürüyorken, esnaf etrafını sardı, neler olduğunu sordular. Onları rahatlatıcı birkaç söz etti, inanmadılar ama yapabilecekleri de bir şey yoktu.

Emaneti taşıyan grupla karşılaştıklarında Atları kan ter içinde idi, hemen durumu anlattılar. Üç atlı iki katırla her biri beşer silah ve taşıyabilecekleri kadar mühimmat koydular ve gruptan ayrıldılar, dörtnal kasabının yolunu tutular. Katırlar epeyce geride kaldı.

Akşam oldu olacaktı. Kavurucu batı güneşinin sıcağı nefes aldırmıyordu. Yaprak kımıldamıyor desek yeridir.

Şimdi on piyade silahı ve yeteri miktarda mermileri vardı. Hemen birisini onbaşıya bir-kaç avuç mermi ile birlikte gönderdi. Kasabanın içini korumak onların göreviydi. Geri kalan silahları pay ederek mevzilerdeki arkadaşlarının yanına vardılar. Tepeden gelen haber kalabalık grubun ağaçlar altına yattıkları yönündeydi. “Bu zibidiler kendi memleketlerinde böyle rahat edemezler, bu ne cüret!” Diye düşünseler de, bu habere sevindiler. Hemen karar değiştirip, bir müddet gelecek silahları bekleyip, derhal silahların dağıtımı tamamlanarak baskın yapmaya karar verdiler. Bu arada kendi arkadaşları da iyice dinlenebilirlerdi. Düşman birliği keşif ve vur-kaç görevini yapacak olan çevik bir kuvvetti. Çok dikkatli olmalıydılar. Bir atlı çıkarıldı emanetleri taşıyan gruba. Hızlanmaları istenecek, alabildiği kadar silah alarak geri dönecekti.

Her şey yolunda gidiyordu.

Öyle yaptılar.

Bütün gençler silahlandı. Beşerli gruplarla düşman üstüne varıldı. Hilal şeklinde dağıldılar ve düşmanın kaçamayacağı, hareket edemeyeceği, şaşırıp kalacağı bir harekâtla karanlığın iyice bastığı, derin uykuya vardıkları bir sırada Ya Allah diyerek aynı anda düşman üstüne silahlarını kustular.

Sabaha kadar vuruştular.

Silah sesleri kesildiğinde Kaymakam yanında Onbaşı ve iki er, kasabanın eşrafından kişiler, sağlık teşkilatından iki hemşire tepeden vadiyi seyrederek olanlara mana vermeye çalışıyorlardı. Silah seslerinin kesildiğinden, çatışmanın sona erdiğinden iyice emin olduklarında Onbaşı ileri atılarak “Ben önden gideyim, sizler yavaş gelin, etrafı bir kolaçan edeyim” dedi.

Kan gölüne dönmüştü her yer. Dağın eteğindeki küçük dere kızıl akıyordu. Yüzden fazla düşman askeri serilmiş yatıyorlardı. Doktor Süha ve etrafındakiler muzafferiyetin zevkini yaşıyorlardı. On kadar şehit, yirmiden fazla yaralı vardı.

Güle oynaya kasabaya vardılar. Telgrafçı Yalçın Komutana şu telgrafı çekti.

“Öncü ve vur-kaç’çı düşman birliği ile karşılaşılmıştır. Görev tamamlanmıştır. Az kayıpla düşman imha edilmiştir. Stop.”

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...