Yüksek oy oranının
sağladığı güven ve yenilmezlik duygusu, tırnağın ete doğru büyümesi sonucunu
doğurmuştur. Büyümenin verdiği ince ince acılar zevk olarak algılanmıştır.
Büyüme devam ettikçe ve bir noktadan itibaren gerçek acılar hissedilmeye
başlamıştır ki, zevk direncinin aşılması durumunda yapılacak tek şey ameliyatla
o tırnağın kesilip atılmasıdır. Başlangıçta buna da cesaret zordur. Ne de olsa
eski dostları düşman olarak ortaya sürmek hiçte kolay olmayacaktır. Hâlbuki
eski yoldaşın verdiği azap dayanılmaz boyutlara ulaşmıştır. Ve tırnak, bir gün
parmağı yırtar ve çıkar ortaya dayanılması zor acılarla.
Şimdi suçluyu alelade bir
şekilde ortaya dökme vaktidir. Ne kadar çok bağırırsa, ne kadar çok etrafını
tahkim edebilirse acıların bıraktığı kir görünmeyecek ve ahali masumiyetini,
mağduriyetini, dürüstlüğünü düşünecektir. Geçmişi, unutturabildiğin kadar
başarılısın. Parmağa verilen zararı en aza indirgeyebildiğin kadar baştasın.
“Dünyayı değiştirmekle uğraşacaklarına önce kendilerini değiştirmeleri”
gerekse de, bir türlü kavrayamazlar bunu. Çünkü kendilerinin asla hata
yapmayacaklarına, asla yalan söylemeyeceklerine, asla yanlışlarının
olamayacağına filan inanırlar. Paragraf başındaki cümle, hemen her yerde
karşılaşılabilen bir cümledir. Okumayan kalmamıştır. Boşuna söylenmiş bir laf
gibi duruyor. Sözlerin kimseye bir etkisi yoksa, niçin sarf edilir? Oysa her
sözün, her kelamın bir sahibi vardır, bir gün çıkar gelir sahibi ve alır
söyleneni. Ne var ki, dünyayı değiştirmeye soyunanların da, ayna karşısına geçip
kendilerini sigaya çekmeleri, geçmişleri ile durumlarını ve gelecek için ne
yapmaları gerektiği hakkında fikir terazisinden geçirmeleri de lazımdır. Ki,
doğal değişime kendilerini ne kadar uydurduklarını her gün izleyebilsinler.
Yoksa, değişimden bahsetmek, değiştiğini söylemek, değişmeyenleri hedefe
oturtmak beyhude çabalardır, yalandan ibarettir. Bir de şöyle bir garabetten
söz edebiliriz. Örneğimizdeki kişi(ler) kendini dış dünyaya kapatmıştır.
Dışarıdaki gelişmelerden bihaber yaşar. Fakat bunu bilmez. Bildiğini sanır.
Dünyayı izlediğini, izleyenlerin aktardığını filan düşünür. Bilmez ki,
izleyenler dedikleri de kendilerini sıkı sıkıya kapatmışlardır dış dünyaya.
Yaşadıkları, kendilerinin kurdukları bir küçük dünyadır. Bütün olanlar, kendi
dünyalarında cereyan etmektedir. Tırnağın, parmak kaslarına yaptığı tazyikin
zevk olarak beyinlerine düşmesi gibi…
Elde kala kala,
kandırılmaya hazır ve kendilerini tam olarak konuşmacının kucağına bırakmış
geniş halk yığınları kalmıştır. Öteden beri, konuşmacının üslubuna hayran bu
kesim, kutsiyet atfettiği uzun tiradları duymaktan aldığı hazzın uçuruculuğuyla
kanatlanmıştır adeta. Hiçbir itirazın yükselmediği kitlenin duymak istediği,
sorunlarına çözüm aradığı konular yerine, onları yeniden kandıracak konuları
ustaca gündeme getirip ve uzun süre gündemde taşıyarak dinleyicinin akıllarını
istediği gibi eğip büker, ahlaki bir davranışa gerek görmeden, kendi
bildiğince. Konuşmaları arasına sıkıştırılan bir ayet, birkaç hadis, ululardan
bir kelam koca kitleyi kendine bağlamak için yeterlidir. Ne de olsa
anlattıkları hep kendi doğrularıdır. Her ne kadar kendi doğrularını
dillendirirse de, objektiflikten uzak, işine geldiği gibi bilgiyi eğip bükerek.
Gidişat, ayağın kesilmesi
sonucuna varabilir. Hâlâ, gelen acıların zevk olduğunu düşünerek, kendi sonunu
getirebilir.
Sonuç, büyük büyük
hastanelerin kurulacağı ve içini derin ruhsal krizler yaşayan hastaların
dolduracağı büyük bir ülke tasviridir anlatılan. Korkarım ki, tedavi edecek
doktorların bile bulunmasının zor olacağı günler yaşanır.. Çünkü büyüklük
hastalığı, en tepeden başlayarak, üçgenin tabanında yer alanlara sirayet eder.
Aradakiler ise, ne yapacağını bilemeden, bir yukarıya, bir aşağıya
koşuşturmaktan yorgun düşerler ki, ikinci felaketin habercisidir bu durum.
Başa dönüp, yeniden
başlamak, yıkılanları tamir edip, geçmişe sünger çekmek yapılacak en akıllı
işlerdendir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder