28 Eylül 2011 Çarşamba

Bir Yol Hikayesi

Evimiz küçücüktür. Zaman geçtikçe kendiliğinden çoğalan eşyalara yer bulmak zordur. Ya ihtiyacı olanlara verilir ya da taşınabilecek bir yer aranır. Atıldığı bile olur. Üç halı, iki kilim, ayakkabılar ve kullanamayacağımız giysiler, battaniye, çeşitli çul parçaları… Arabaya yükleyip, Konya’ya götürmek gerekti. Epeyce ağırlık bindi arabaya. Tek başınaydım, yavaş bir seyirle ikindi civarlarında seyahat ediyorum. Bazen bir türkü dolanır dilime, ne sonu vardı, nede yeni bir mısraı… tekrarlar dururum. Bazen şiir mısraları takılır dilime, bazen de geçmişten bir takım hatıralar.. tek başına gidiyorsun ya, lazımdır böyle hülyalar. Yolun çabucak bitmesi için. Fakirlikte var bir yandan, araba eski, radyosu çalışmıyor,  arka tampon sallanıyor, bazen sinyalleri çalışmıyor, motor yağ da yakmaya başladı, değiştirilmesi gerek emektarın, işte iki yaka bir araya gelmez denir ya, öyle. Beklemek gerekiyor. Sırada yapılacak başka işler var.

Yol gidiş geliş o zamanlar. Önüne bir kamyon takıldı mı, geride konvoy yüz metrelere bir anda çıkıveriyor. Hava da sıcak mı sıcak. Pencereden gelen rüzgâr rahatlatıyor. Yolda denk gelen çay salonlarından yolcu çayını içmekte fena değil, hele yeni demlenmişine rastlarsanız ohhh.. Dedirtiyor insana. Yorgunluk belirtisi hemen kayboluyor. Sıcak çay, boğazdan inerken teinin vücuda bıraktığı ferahlığı duyumsamakta önemli bir yolculuk keyfi.

İhtiyaçları giderdikten sonra molayı da uzatmamalı, varacağın yere vaktinde varmalıdır. Hemen yola koyuldum. On kilometre sonra Kulu ilçesinden geçeceğim. Bu fakir ilçeyi çok severim. Zaman zaman yol kenarında durarak, elle çekilen bir arabanın içinde köfte yapan bir ihtiyar vardır. Hem köftesinden yer hemde ayaküstü hoş beş ederiz. Orayı hedefledim, biraz zaman ayıracağım. İşte uzaktan da göründü. Fakat oda ne? Bir adam yolun ortasına kadar çıkmış elinde kasketi, aşağıya yukarıya doğru durmadan sallıyor. Durdurmak istiyor beni. Korna filan çaldım ama çekilmedi kenara. Mecburen durdum yanında. “Allah senden razı olsun beyim, çocuğu unuttuk, çocuğu unuttuk.” Dedi. “Ne olur beni, Cihanbeyli’ye kadar götür, şimdilerde araba filan geldiği yok!”

Köfteden olduk ama telaşlı, sıkıntılı bir vatandaşa yardım fırsatı yakaladık. Ön koltukta zorda olsa bir kişilik bir yer ayarladık. Adam zar zor oturdu. Eşya dolu arabanın içi. Adama bir şey diyemedim. Kendiliğinden başladı anlatmaya.

“Kız istemeye gittik Cihanbeyli’ye. On - onbeş kişi varız. Hayırlı işimizi bitirdikten, karnımızı da doyurduktan sonra izin istedik. Çocuk yanımızdaydı, iyi hatırlıyorum. Yolda otobüsü durdurduk. Hep birden hücum ettik kapılara. Bir yandan da muavin bağırıyor. Acele edin diye. Ne yapalım. Hele ki otobüs boştu, herkese yer vardı. Oturduk. Ben önlerde bir yerde, hanım da arkalarda bir koltuğa oturdu. Gördüm. Ben çocuğu onun yanında sanarken, o da benim yanımda sanırmış. Taa geldik Kulu’ya, vardık eve. Hanım bana sordu, kız yanında mı? ben ona dedim. Senin yanında değil mi? Diğerleri zaten genç insanlar, oralı bile değiller. Hemen dışarı çıktım. Yarım saattir bekliyorum. Allah senden razı olsun. Beni aldın götürüyorsun.”

“Üzülme, telaş etme, yabancı yerler değil orası. Ya birileri alıp götürmüştür, ya da en son bulunduğunuz yerde bekliyordur. Korkma .” diyerek yatıştırmaya çalıştım. Adam dövünüyordu. “Kız istemeye giderken, bir de kızdan olmayalım..”

Cihanbeyli ileriden göründü. “amca bey dedim. Sizin tam otobüse bindiğiniz yerde duralım. Oralara sor. Olmazsa, sizi yolcu edenlerin evlerine gidersin. Mutlaka oradadır çocuk. Telaşlanma. Korkma. Sakin olursan sonuca rahat ulaşırsın.” Adam dövünmeye devam ediyordu…

“Aha şurası”. Dedi adam. Durdum. Adam hemen kapıyı açtı, kaçar gibi gitti.

Nereye gitti, ne yaptı, çocuğu buldu mu, ya bulamadıysa? Yok canım olur mu öyle şey. Polis var, jandarma var, ağlayan yabancı bir çocuğu birileri görse ilgilenir, polise haber verir. Dağ başı mı burası?

Böylece ben geri kalan doksan kilometreyi bitirdim. Bitirdim ama gel birde bana sor. Aklım hep adamdaydı.

26 Eylül 2011 Pazartesi

Küresel Çeteler, Bir İki Örnek

 Acımak diye bir duygu yok hayatlarında. Hiç umurlarında değil birilerinin açlıktan ölmesi, çocuğuna bir yudum su veremeyenler…

Bir ülke düşünün, halkının % 70’ten fazlasının günlük geliri 1 (bir) Dolar’ın altında. Bu ülkenin kralı birkaç gün önce doğum günü partisi için 1 Milyon Dolar harcamıştı. 12 karısı var ve bunlardan da 27 çocuk sahibi. Ülke nakit sıkıntısı çekmeye, nakit rezervlerinin bitmeye yakın olmasından dolayı borç arar, Afrika Kalkınma Bankası ve IMF’den borçlanamaz, çünkü borç verilmeye layık bir ülke değildir. Borç verilmeye layık değiller, fakat kral ve üst yöneticiler sefahat içinde hayatlarını sürdürürler. Halkın kemerleri sıkmaktan başka bir işleri olmadığı halde, büyük kral halktan yeniden fedakârlık yapmalarını ister, yeniden kemer sıkma politikaları devreye girer. Komşuları Güney Afrika, bu ülkeye 330 Milyon Dolar krediyi 5 yıl vadeli olmak üzere vermeyi kabul eder. Yapılan kabine toplantısında Kral “Güney Afrika’yı bize yardım yapmaya ben ikna ettim” diyerek, verilecek paranın 57 Milyon Dolarının kendisine verilmesini ister. Bu ülke, Güney Afrika’da küçük bir devlettir. Swaziland.

Bu haberi 29 Ağustos tarihli Milliyet Gazetesinden aldım. Aslında yorumsuz vermek en iyisi idi. Birkaç cümle ile şunları söyleyebiliriz.

Biz bu haberlere aşinayızdır. Komisyonsuz iş yapmazlar bu küresel şeytanlar. Bakmayın haberde küçük bir ülkenin kralına yüklenen kabahate. Bu suçun ortakları vardır mutlak. Bunlarda kesin kez küresel çetelerden başkaları değildir. Aslında, para ihtiyacını yaratan da, parayı bulan da, komisyonu isteyen de bu küresel çetelerden başkası olamaz. Anlayamadığım Gazete kulağına gelen haberi araştırmadan, sadece kabine toplantısına katılan falanca bakanların doğruladığı şeklindeki açıklamayla haber vermeleri, çetelerin aklanmasına çabalamaktan başka bir şey değildir. Kim onların bilgisi olmadan bu dünya üzerinde 330 Milyon Dolar’lık bir krediyi verecek, kim bu krediden onların haberi olmadan komisyon aparacak. İmkânsız bir şey.

Tam da küresel çetelerin oyunlarına örnek bir olaydır.

***

İsterseniz aynı gazetede, aynı sayfadaki şu habere eğilelim.

Hindistan’da Anna Hazare isimli bir aktivist. Bu zatı muhterem, Hindistan’daki yolsuzluklarla mücadele edilmesi, yolsuzlukların sonlandırılması için açlık grevine gider. Bu eylemi  onbinlerce Hint’li destekler. Parlamento 13 gün sağır kulak kesilir. 13 gün bekler… Sonunda 13. Gününde Anna Hazere’ye Parlamento’dan “kabul” cevabı gelir ve Hazere açlık grevini sonlandırır. Parlamentoda yapılan 9 saatlik bir toplantıdan sonra maliye Bakanı Hazere’nin önerilerini kabul ettiklerini, hayata geçirme konusunda prensipte anlaştıklarını açıkladı.

Yolsuzlukla mücadele için, “Yeni Gandi” lakabıyla anılan 74 yaşındaki Hazere’nin açlık grevine gitmesini mi bekliyorsunuz sayın parlamenterler?

Tabii ki, hayır. Onlar kendilerine emir veren küresel güçlerin istekleri dışına çıkamazlar. Onları bulundukları makamlara bu çeteler getirmişlerdir. Bu çeteler, paralarına para katmak için her yolu mubah sayarlar. Bu yüzden bir ülkenin yolsuzlukla mücadeleye girişmesini asla istemezler. Onlar, bütün kazançlarını ya yolsuz yollardan, ya çalmak çırpmaktan, ya halkı kandırmaktan kazanırlar. Onlar için tek düşünce, tek amaç halkın ve devletin elindeki paraları kendi ceplerine aktarmaktır. Halk fakirmiş, devlet zayıfmış hiç umurlarında değildir. Acıma duygularını kaybetmişlerdir.

***

Tesadüfünde böylesi, aynı gazete, aynı sayfada bir haber daha;

“Playboy” sıfatı ile maruf Kaddafi’nin oğlu Mutassım’ın, Hollanda’lı manken kız arkadaşı anlatıyor: “Onunla dünyanın en lüks yerlerine gittik, en pahalı otellerinde kaldık, çok pahalı hediyeler alıyordu, ona bir gün ne kadar harcadığını sordum. 2 milyon dolar dedi. Yılda mı dedim, hayır ayda diye cevapladı”.

Buyurun. Küresel çetelerin tuzağına düşmüş bir garip Müselman. Halkı açlıktan kırılırken, belki akrabaları bir yudum su bulamazken aylık 2 milyon doları Hollanda’lı kız arkadaşı için harca. Anlaşılıyor ki bu onun daimi alışkanlığı.

Hep böyledir. Küresel çetelerin ikna yönetimi ile saflarına çektikleri zavallılar, bir gün gelir onlar gibi olur giderler.

Haberler böyle; Çeteyi uzaklarda aramaya gerek yok.

Mide bulandıran haberler. Kusacağım geliyor. İğreniyorum.

***

Birkaç gün evvel, Güler Sabancı’ya ‘Küresel Vatandaşlık’ ödülünün Muhtar KENT tarafından verildiği haberini okumam üzerine bunları düşündüm.

23 Eylül 2011 Cuma

“Kahrolası İstikrar”


Yazının başlığı Mustafa Aslan’ın blog’unda yayınladığı “bıçak kemiğe, bomba boş dağlara” isimli yazısından aparılmıştır, müsadesi ile…

 “Tayyip Erdoğan laik değildir, Tayyip Erdoğan bir Müslüman’dır. Ama Tayyip Erdoğan laik bir devletin başbakanıdır. Kişi laik olmaz, devlet laik olur.” Tayyip Bey böyle söylüyor. 15.9.11 haber bülteni, Star TV”

Sakatlıklara bakar mısınız?

Bu sözlerde suç unsuru arayacak olanlar çıkabilir. Aramalarına gerek yok, Tayyip Bey haklı olarak ve Hakkı olarak kendini anlatıyor. Bundan daha tabii bir şey olamaz.  Şimdiden söyleyeyim ki, lafları söylediği yer Türkiye dışıdır ama Tayyip bey tamamen Türk Halkına seslenmiştir. Yakın gelecekte yapılması beklenen Anayasa’nın ipuçlarını bulabiliriz bu cümlelerde. Anayasa yapacak olanlar kendi duygu ve düşüncelerini, inançlarını, belleklerine yerleştirdikleri statüleri, aldıkları yalan yanlış eğitim sonuçlarında bulanık zihinlerinde bulunan karanlık fikirleri… Dayatacaklardır.

Sanıyorlar ki, İslamiyet sadece kendileri tarafından anlaşıldığı gibi anlatılır ve yorumlanırsa en doğrusudur. Bir başkasının yorumunu da, söylemini de asla kabul etmiyorlar. Kendi öğrendikleri ki, bize göre yanlış ve/veya eksik olan hatalı olan bilgilerinden kurtulabilseler her şey kendiliğinden mecrasına girecek. Yazık ki öyle bir niyetleri olmayacak. Çünkü kendi bilgilerinin en doğru olduğuna inanmışlar. Biz biliriz ki, bu tür düşünceler ve inanışların sonucu ‘Şirk’e ulaşır.

Türkiye de İslamcı, Mısır da Laik. Kafaya bak! İlginçtir aynı gün AKP Milletvekili Mehmet Metiner bir TV kanalında sorgucunun, birkaç gün evvel internete düşen konuşmaları üzerine, sorusuna: “O gün başka bir kulvarda” olduğunu söyledi. Demek ki bu insanlar kulvar değiştirdikçe, gömlek değiştirdikçe söyleyecekleri ve inançları da değişiyor!. Bu zihinden doğru kararlar çıkabilmesi zor. Bu yüzden işte, başkalarının fikirleri, onların görüşleri ile politika oluşturuyorlar. Düşünme yetilerini kaybetmişler.

 Ne olur kendin ol! Ne olur kendiniz oturun başkalarının etkisi olmadan, düşünün ve karar alın, velev ki yanlış olsun, uygulamaya koyulun, destekleyeceğime söz veriyorum. Kendimizin aldığı yanlış kararlar bir gün gelir düzeltilir. Zararı o ana kadardır. Önemli değildir bu. Başkalarının emellerine hizmet eden fikirler, kararların sonucunda oluşan zararlar öyle değildir. Telafisi zordur. Düzeltilmesi belki de imkânsızdır.

Statükocu suçlamasına maruz kalıyoruz. İstikrarın devamını isteyenler de reformcu! Galiba kullandıkları kelimelerin manasını bilmiyorlar. Ya da işlerine öyle geliyor. İstikrar statükoyu devam kararı değil mi? istikrar isteyenler mevcut statüyü korumaya devam kararı verenler değil mi? öyleyse “istikrar” ve “statüko” kelimelerinin manalarını bilmiyorlar diyebilir miyiz? bu soruya cevap vermek; “kahrolası istikrar” sorusuna, yakarışına, söyleşine de cevap verecektir.

Şimdi kendi başımıza şöylece bir dağın tepesinde, ağaca sırtımızı vermiş, derinlere dalmış ve hayal (arzulanan boyutta) dünyasında kendimize bir tefekkür derinliği açmış olalım.

Ya statükocu olarak aşağılanacak, ya da tüm aşağılamalara aldırmadan statülerini muhafaza etmek isteyen “kahrolası istikrar”cılara gerekli dersleri vermek, gerekli mücadeleyi vermek adına kılıçlarını bileyleyeceksin.

Yine saçmaladım. Mustafa Aslan’dan özür dileyerek…

21 Eylül 2011 Çarşamba

Bir Nefes Dünya

Kavgasız bir hır gürün içinden çıkılmışçasına, özür mahiyetinde;

“İri laflar etmeyi bilmeyiz elbet
Bir ilmin varsa eğer fakiri de celbet
Anlamayız bildiğin ahval-i dünyadan
Varsa kusurumuz büyük sensin affet”


Evet, kesinlikle bir kavga anıydı. Kansız, yumruksuz ama acımasız.

Sohbete ara vermeden devam ettiler.

Birisi; “Hiçbir şeye cesaret etmeyen, hiçbir şeye sahip olamayacaktır” dedi.

Diğeri cevap verip vermemek arası tereddüt etti. Şöyle bir cümle yuvarlandı ağzından…

“Cesaret naif bir vergidir, asıl olan sahip olamadıklarının farkına varmaktır.”

Bu kavga, benzeri bugüne kadar görülmemiş, sadece fikirlerin kelimelere döküldüğü dinleyenin de konuşan kadar zevk aldığı bir kavgaya benziyordu. Başka bir kelime bulamadığımdan kavga diyorum aslında. Bu tam bir zevk paylaşımıydı. En güzeli hiç ses çıkarmadan şurada dinlemek. O’nlar gibi zevk almaya gayret etmek.

“Sahip olunmayanlar bizi sımsıkı sarıp sarmalamış bu dünyada. Ne onlardan vazgeçerek kendimize yönelebiliyoruz, ne de onlarsız yapabiliyoruz.”

“O halde asıl olan, sahip olunamayanlara değer vermemek, onların bir hiç olduklarını kabul etmek. Bir bankada çalışan güvenlik elemanı gibi. Özellikle geceleri bir başına kaldığında kasanın paralarla dolu olduğunu bildiği halde hiçte oralı değildir. Sanki o paralar yok hükmündedir.”

“Doğru. Dünyaya bu gözle bakıp, kendimize yönelmeliyiz. Tepeleme biriktirmekten, bıkıp usanmadan biriktirmeden vazgeçerek, onların birer emanet olduğunu emanetin de yerinde harcanması ve sahibine teslim edilmesi gerektiğini bilmeliyiz .”

“O halde yukarıdaki -sahip olmak- tanımını nasıl anlamalıyız?”

“İlm’in dehlizlerine cesaretle girilir. Bu cesarete sahip olamayanlar da İlme sahip olamazlar. İlim sahipleri, gecesini gündüzüne katıp, dur durak bilmeden, uyku, yemek, dinlenmek bilmeden habire çalışanlardır. Kolaylıkla mı o makamlara gelirler, hele bir düşün.”

“Yalnız dehliz dediniz de, dehlizde ben karanlıklar, fırtınalar var biliyorum.”

“Karanlıklar, fırtınalar. Doğrudur. Aydınlığa kadardır bu, cesarette bu karanlık ve fırtınalar içindir. Aydınlık bulunduğu vakit ızdıraplar da sona erecektir.”

Ilık bir meltem yalıyordu yeryüzünü, serinlik kaskatı kesilen ‘Ben’de bir rahatlama, bir huzur bırakıyordu. Kendimi alamadım bir türlü, konuların açılmasını sabırsızlıkla bekledim. Suskunlukları uzun sürdü. Bakışları ile konuşuyor gibiydiler.

“Ne varsa cihanda, bir adedi de İnsan’dadır. Rab’in bilinmesi ‘nefsin’ bilinmesidir. Nefsini bilen ‘kendi’ni bilendir, kendini bilen ‘Rab’ini bilendir. Ne ararsan kendinde ara kelamı bilinmek manasındadır. ‘Âdem’e isimleri öğretti’ kelamı mucibince… Bilen kendisidir.”

“İnsan, insan. Dünyaya gelişin büyük sırrı, İnsan.”

“Bir mekteptir dünya diyebilir miyiz?”

“Çok odalı, çok dershaneli, çok talebeli, çok hocalı bir mektep.”

“Hangi yöne bakarsan görünenden, hangi sesi duysan bildirdiğinden, neyi-kimi görüyorsan alabildiklerinden her birisi derstir. Her birinden alınacak, çıkarılacak dersler vardır. Rüzgâr nasıl kokuyu taşıyorsa, hava nasıl sesi getiriyorsa, manevi dalgalar vasıtasıyla bize ulaşan binlerce, milyonlarca bilgi çözümlenmeyi bekler, idrak edilmeyi bekler. Bu, Rahmaniyet’inin, Vericiliğinin, Büyüklüğünün bir sırrıdır. Adaleti böylece tecelli eder. Bu noktada hürriyet önemlidir. Hür olmak önemlidir. Özgürlüğünü sınırlandırıcı, hürriyetini bağlayıcı zincirler varsa ayaklarında manevi dalgalar ulaşsa da sana, ‘çözümleyici’ olmadığı sürece bir işe yaramayacaktır. Ayrıca anteni de doğru yöne ayarlamak gerekiyor. Hâsılı bilgi akışı biteviyedir, ilânihayedir.”

Yaslandıkları ağaçtan doğrularak ayağa kalktılar. Hemen yakınlarında akan küçük dereye doğru yürüdüler yavaş adımlarla. Ayakkabılarını çıkardılar, ayaklarını dereye uzattılar, sessizce akan serin sulara daldırdılar ayaklarını, serinlik rahatlama sağladı nurlu yüzlerde. Meltem hafiften esmeye devam ediyordu.

19 Eylül 2011 Pazartesi

Van Miynıt

Çözülmesi zor bir problemdir van miynıt.

Dünyayı yönetmeye azmeden güçler, yöneticilerini yıllar öncesinden özenle seçip, bezenle yetiştiriyorlar. Öylesine yıkayıp beyinlerini, istedikleri kıvama getiriyorlar ki, ustalık ister tabii, öğrenci de yetişme kabiliyetinde olmalıdır. Konumuz van miynıt demiştik ya… İsrail Devlet Başkanı haddini de aşarak bağır çağır konuşunca Davos toplantılarında, pası iyi değerlendirir. Sonuçta istediği hem kendi vatandaşlarına hem de Arap Ülkelerinde yaşayanlara aynı anda hitap etmektir. Biz öyle sanmıştık. Tam da öyle değilmiş. İsrail de iş başında bulunan ılımlı denebilecek bir düzeyde politikalar uygulayan, dünyanın liberal görüşlerine uyumlu bir hükümettir iş başındaki. Besbelli, Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika politikalarını yürütebilmek ve hedefe varabilmek için İsrail Hükümetinin sert ve ırkçı politikalara dönmesi gerekmektedir ki, Arap Ülkeleri radikal güçlerini ortaya çıkarabilsinler. Bunu yapmanın yöntemi de van miynıt’la bulundu. Bu laf söylenildikten birkaç ay sonra İsrail’de seçimler vardır. Hem Türkiye’de hem de tüm dünyada van miynıt iyice işlenildi. ABD Orta Doğu politikasını uygulamaya sokabilmek için sert bir İsrail istiyordu. Mevcut İsrail hükümetine bu yönde uygulamalar yaptıramıyordu. Tüm dünyadaki Yahudileri bu yönde örgütledi. İsrail içindeki muhalefet bu yönde propagandaya yöneltildi. Halk, güya zayıf ve pasif durumdaki hükümeti değiştirmenin en iyisi olduğu yönde eğitildi. Reklam ve propagandanın karşısında ne durabilir ki?

İsrail seçimlerinin gecesi. Sonuçlar hemen hemen belli oluyor. Türk Televizyonlarıdan İsrail seçimlerinin muhalefet tarafından kazanılmak üzere olduğu haberleri büyük bir vaveyla ile veriliyor. Böyle bir zamanda Türkiye Başbakanı gece yarısı TV’lere çıkıyor. Kısa bir konuşma yapıyor. “Van Miynıt amacına ulaşmıştır.” Diyor.

Amaç ne? Ilımlı İsrail hükümetini devirmek ve sertlik ve ırkçılık yanlısı (önceden tecrübe edilen) kişiler hükümeti kuracak çoğunluğu elde ediyorlar.

Ve…

Gerginlik başlar. Gazze devreye girer. Mısır devreye girer. Mısır’dan Gazze’ye geçiş kapıları devreye girer. Suriye ve Lübnan ile gerginlikler devreye girer. Bitmek tükenmek bilmeyen Filistin savaşı şiddetlenerek devreye girer. Filistin Kurtuluş örgütü liderleri öldürülür. İsrail’in kurdurttuğu Hamas devreye girer, hatta seçim bile kazandırılır.

Ve…

Türkiye Başbakan’ı Arap Ülkelerinde kahraman ilan edilir. Kahramanlığı da İsrail karşıtlığını korkusuzca dillendirmesidir. Bugünlerde bazı TV’lerin ve gazetecilerin ‘kayıkçı kavgası’ dediği vuranın da vurulanın da sözleşmeli, anlaşmalı, belirlenmiş sözlerle… Derken araya Mavi Marmara gemisi devreye girer. İsrail gemiye müdahale edeceğini açıklar. Bunu bile bile Türk Dışişleri gemiyi İsrail üzerine gönderir. İsrail askerleri hoyratça gemiye saldırır. Amacı Gazze’ye yardım malzemeleri götürmek olan, suçsuz ve günahsız gemi yolcularından dokuz TÜRK’ü katlederler. Yeni bir fırsat doğar İsrail aleyhine konuşmak için. “Özür ve tazminat” talepleri İsrail tarafından reddedilir. Aleyhte konuşmak ve Türkiye içinde ve Arap ülkelerinde puan kazandıracak fırsatlar derhal değerlendirilir.

Türkiye Başbakanı Mecliste yapılan bir grup toplantısında “Türkiye cumhuriyeti Başbakanı Büyük Orta Doğu Projesinin eşbaşkanıdır” açıklamasını yapar. Eş başkanlığın da sadece Ortadoğu ile sınırlı olmayıp, Kuzey Afrika’yı da kapsadığını bu konuşmasında açıklar.
Aylar geçer aradan. Hem İsrail, hem Türkiye de istenen kişilerin! Demokratik usullerle seçilmeleri ve göreve getirilmeleri tereyağından kıl çeker gibi başarılır. Bu arada tüm Arap ülkelerinde BOP eş başkanı her şeyiyle kabul ettirilmiş, ne söylerse iman mesabesinde inandırılmıştır.

Kuzey Afrika’da, Tunus’ta düğmeye basılır. Öyle bir propaganda devreye sokulur ki, Mısır, Sudan, Libya, Suriye de sonucu benzer olaylar, farklı farklı sahneye konur. Başarırlar.

Sonucu hepimiz biliyoruz. BOP başarılı olmuştur. Bu siyasette İsrail başroldedir. Türkiye Başbakanı başroldedir.

Hâsılı, Çözülmesi zor bir problemdir van miynıt.


15 Eylül 2011 Perşembe

Sedat’ın Halleri


Benzer tarihlerde başlamışız şirkete, farklı servislerde görevlendirilmişiz. Bu bilgiyi yıllar sonra öğreniyorum. Birçok yerde çalıştım. Şirketin hizmet verdiği her alanda emeğim vardır. 18 yılın sonunda atandığım şirket bölge alanı hizmetinde de iki yıl dolu dolu çalıştım. Emeğimi, hizmetimi, bilgimi, esirgemedim. Sedat’la son görev yerimde tanıştım. Hem inşaat Mühendisi, hemde muhasebe okumuş sonraları. Şirketin inşaat onarım işleri ile ilgili çalışıyor. Birimlerin ihtiyacı malzemeyi tedarik ediyor… Sohbet sırasında, gayet hafif sesle konuşur, çoğu zaman ne dediğini anlayamam, tekrarlatmak için “Hıı..” derim. Tekrarlasa da anlamadığım zamanlar çok olmuştur. Sonraları karar verdim. “Açık değil, sarih değil, ya gizli gizli bir şeyler yapıyor, yada bizden gizlediği bir halleri var. Ne yapalım o’da öyle işte, kabul edersin veya konuşmazsın olur biter.” Konuşmazsan olur mu? Mesai arkadaşın, her gün yüzüne bakıyorsun, günaydın diyorsun, bir gazete haberini tartışıyorsun, olmaz. Konuşmazsan olmaz. Öyle bir noktaya kadar gelindi ki, mecburiyetler dışında selamlaşma bile yapılmaz oldu.

Sevdiğim bir arkadaşım vardı. Onun yanında işe başlamıştım. Onun sayesinde çok şeyler öğrenmiş, şirketin varını yoğunu, işini, müşterisini, satıcılarını, alıcılarını hep ondan öğrenmiştim. Sonra ailecekte görüşmeye başladık. Aramızda hiç bir sorun çıkmadı, bizden büyük, çok büyük olduğu içinde saygıda bile kusurum olmamıştır. En son çalışma yeri de şirketin Ankara şubesi idi. Ankara şubesi en kıdemli, en tecrübeli elemanların çalıştırıldığı yerdi. Eh şirketin de en kalifiye elamanı sayılırdı kendisi.

Şirket elemanlarının kendi aralarında kurduğu bir vakfımız vardı. Son yönetimi oluşturmak için Türkiye’nin her tarafındaki çalışanlar temsilci seçiyorlar ve bu temsilciler de Merkezde yönetimi seçiyorlardı. Aynı yerde çalıştığımız arkadaşlardan hiç birisi aday olmamışlardı. Yahu yapmayın etmeyin, sizler hem bu konuda tecrübelisiniz de, yeniden aday olun, diye ısrar etmeme rağmen hiç birisi kabul etmedi. Öyleyse ben adayım diyerek çıktım ortaya. Fakat herhangi bir iddiam yoktu. Hiç kimseyi aramadım. Nasılsa çarşaf listeye adımız yazılacağından, hiç olmazsa tanışlarımız oy verirlerdi diye düşündük. Yüzlerce oy alabileceğimizi hesapladık.

Neyse, seçim sonuçları açıklandığında büyük bir hayal kırıklığı yaşadık. Bir-kaç oy almıştık. Hepsi hepsi, kendi oyum, aynı yerdeki bir iki arkadaşın oyları o kadar.

Bir meraktır sardı beni. Boşa koyuyorum sığmıyor, doluya koyuyorum almıyor hesabı. Aile dostumuz, sevdiğimiz, saydığımız meslek büyüğümüzü aradım. Selamlaşma, hal hatır faslından sonra: “Üstadım, sizi kırdım mı, üzdüm mü? Özür dilerim…” gibi bir şeyler söyledim. “Hayırdır, ne oldu” dedi. “Üstadım biliyorsunuz geçenlerde vakıf temsilciler heyeti seçildi, sizden oy alamadığım için bir sorayım demiştim.” Ömrüm sonuna kadar unutamayacağım şu cevabı verdi: “Sedat Bey beni aradı, senin öylesine, çarşafı doldurmak için aday olduğunu söyledi, bu nedenle biz de onun bize önerdiği listeye oy verdik”. Dedi. Küçük dilimi yutacaktım nerdeyse. Ama ben en doğrusunu yaptım. Büyüüük bir kahkaha attım. Neler olduğunu soranlara hiç deyip geçtim.

Bir gün şirketin satılacağı tuttu. Yeni patronlar, yeni idareciler geldi başımıza. Doğal olarak yeni idareciler kim kimdir, ne yaparlar, kabiliyetleri nedir gibi konuları araştırdılar. Kimlerle çalışabileceklerini, kimlerin işlerine yarayabileceğini seçeceklerdi. O günlerdi işte.

Ankara Müdürü ağabeyim telefonumu arayarak havadan sudan konuştuktan sonra konuya geldi: “Bu gün yeni yönetimle bir toplantım vardı. Sonra Sedat Bey içeri girdi, elinde bir liste vardı. Listeyi yönetime sundu. O listede işe yaramaz insanların adları yazılıydı. Senin de adın vardı. Haberin olsun”. Dedi. Bir büyük kahkaha daha patlattım. Öyle zevk aldım ki, anlatamam. Sonra benim de içinde bulunduğum çok sayıda çalışanın işine son verdiler.

On yıl sonra.

Evden çıkmış sabahın erinde sağa sola bakarken birisi selam verdi. Badem bıyıklarını özenle kesmiş, gül suyu dökünmüş, ellerini uzattı, boynuma sarıldı. Öptü. Kısaca neler yaptığımı, nasıl olduğumu filan sordu sırnaşarak. Kısa cevaplarla geçiştirdim. “Şu şubenin müdürüyüm, beklerim”. Dedi Sedat Bey.

Bir kahkaha patlatacak gücü bulamadım kendimde. Acı acı güldüm. Hüzün doldu içime. Onun için üzülmüştüm. Bir koltuk uğruna bu hallere düştüğü için.
Eminim ki basit bir konudur, zevk almamışsınızdır. Bu kişilerden etrafınızda onlarca tanıdığınız bulunduğu için.

Oturup düşünmeliyiz. Bize ne oldu, niye bu haldeyiz?

12 Eylül 2011 Pazartesi

Libya’da Ne Oldu?


“Bugün olup biten şeyleri, bugünkü aktörlerin bugün yapmakta olduklarıyla anlamak imkânsız. Tarih mühim bir şey. Hasat yorgunluğu bugüne ait ama bugünkü tarlalarda biçilenler, toprağa bir vakitler –şöyle veya böyle- düşmüş olanlardan başkası değil. Toprağa düşmüş olanlarda, genellikle zannedilenin aksine, planlanıp da ekilmiş filan değildi.” Cemalettin Taşçı 6 Eylül 2011 tarihli Akşam Gazetesindeki köşesinde bu tespiti yapıyor. Arap Ülkelerindeki (kendisi Arap Baharı diyor ben bu tanıma katılmıyorum) yönetimlerin devrildiği olaylara getirir yazısını. “Bir dünya savaşının ortasındayız diyen Deniz Ülke Arıboğan’a Hak verir. ‘Postmodern ekonomik krizin çözümü elzem olan postmodern dünya savaşı da böyle oluyor besbelli’ tanımlamasıyla adeta her kriz döneminden sonra girilen savaş yıllarına atıfta bulunuyor. Hem krizin hem de savaşın postmodern oldukları hakkında fikir ediniyoruz.

Rastgele sepelenen tohumlardan bahsetti ya Hoca, aynı gazetenin iki yazarı  bu rastgele! Tohumlamanın üzerinde dururlar. Libya’lı Abdülhakim Bilhac’ın.

Hüsnü Mahalli yazısında özetle; ”Abdülhalim Bilhac, komünist Sovyetlerin işgali altında bulunan Afanistan’a 1988 yılında savaşmaya gider. (ABD’nin Sovyetler’e karşı savaşması için örgütlediği Bin Laded’in Taliban örgütü M.E.) Kaide’ye katılarak 5 yıl kalır. 1993 yılında Libya’ya döner ve CIA ile İngiliz istihbarat Örgütü MI6’dan aldığı yardım ve destekle yandaşlarını örgütlemeye başlar. Örgütün adı İslamcı Silahlı Mücadele Cemaati’dir. Kısa sürede Bingazi bölgesinde güçlenir. 1995 de Kaddafi örgüte darbe indirir. Bilhac ve adamları kaçar. Londra ve Paris’te karargâh kurarlar. Bilhac içinde Türkiye’de bulunan pek çok ülkede gezdikten sonra sonunda Malezya’ya yerleşir. Kaddafi’ye karşı mücadelesine oradan devam eder. Tabii ki, CIA ve MI6’nın bilgisi ve desteği ile.

2003 yılında Irka işgali üzerine, Kaddafi ABD ve Batı ile ilişkilerini düzeltme yoluna gider. Tüm sorunlar kısa sürede çözülür. Kaddafi maddi ve manevi destek verdiği IRA, ETA, Kızıl Tugaylar ve benzeri tüm örgütlerle ilgili her şeyi Batılı’lara açıklar. Ülkesinde reform sözü verir. Bunun üzerine CIA ve MI6 Libya muhaliflerini tek tek yakalayarak Kaddafi’ye teslim eder. 2004 yılı sonunda Malezya’da yakalanan! Bilhac CIA tarafından işkence gördükten sonra Libya’ya teslim edilir. Zindana atılır ve işkence devam eder. Libya 2010 yılında Batılıların da desteği ile reform adımları atar ve samimiyetini göstermek üzere muhalifleri serbest bırakır. Bilhac’ta serbest bırakılanlar içindedir. Serbest kalır kalmaz hemen CIA ile ilişkiye geçer ve yeniden yardım ve destek sağlar.

Libya’da ayaklanma başladığında Bilhac önemli görevler üstlenir. Başkent Trablus’taki askeri direnişi örgütleyerek Kaddafi’nin karargahı El-Aziziye’ye giren ilk kişiydi. Bilhac şimdi binlerce silahlı yandaşı ile birlikte kendisini serbest bırakan Seyfelislam ve babası Muammer Kaddafi’nin peşinde hemde CIA ve MI6 ajanlarının yardımı ile.” Uzun bir özetleme oldu ama gerekliydi.

Nihal Kemâloğlu benzer konuda şunları söylüyor aynı gün;

“Libya’daki ‘halk’ zaferinin ‘devrimci kadroları’ CIA, MI6, El Kaide, İngiliz SAS, Fransız özel Kuvvetlerinin devşirdiği ortaya çıkarken yeni rejimin Ulusal Geçiş Konseyi Başkanı ‘NATO’nun ülkede kalmasını istedi’. Ayrıca Katar, Brleşik Arap Emirlikleri ve Ürdün’e de Libya’da sivil hastane vuran ‘NATO gücüne olan takdir’ kadar minnet iletildi.

Zaten Afganistan’da Taliban kamplarında eğitilmiş El Kaide bağlantılı “uluslar arası terörist” ilan edilen Abdülhakim Belhac, NATO desteğiyle Trablus’a “devrim komutanı” diye giriyorsa yeni dünyanın “devrim modeli de” ortadaydı…

Kesin olan ise, Libya’da “devrilen” ve “değişen” her ne ise küresel sermayeye “yüklü kaynak aktarımı” için yapıldığıydı…

İşte böyle.

Bizim özellikle yandaş ismiyle anılan basın tarafından DEVRİM kelimesi ile tanımlanan Libya ve diğer Arap Ülkeleri olayları gerçekte bir devrim midir, gerçekte bir bağımsızlık hareketi midir, özgürleşme ayaklanması mıdır? Yukarıdaki hikâyenin neresinde bağımsızlık, özgürlük mücadelesini görebiliyorsunuz. Yok, göremezsiniz. Bağımsızlık ve özgürleşme mücadelesi görmek ve öğrenmek isteyenlere, Türk Kurtuluş Destanı gerekli ve yeterli bilgiyi verir.

Bu sözlerin üzerine fazla bir şey söylemeye gerek yok. Her şey söylenmiş. Küresel güçler nasıl da işlerine yarayan kişiyi yarayacağı şekilde yetiştiriyorlar, sırasında nasıl da kullanıyorlar, sırasında da nasıl satıyorlar, yalnızlaştırıyorlar.. her şey görülüyor. Bize düşen; Ülkemizde cirit atan bütün ajanları sınır dışı etmek, yurtdışı devlet, dernek ve vakıflardan para yardımı alan dernek ve vakıfların önünü kesmek, yabancı ajanlarla ilişkisi olan yerli işbirlikçilerin yargılanmalarını sağlamak, yabancı kaynak kullanan vakıf ve dernekleri kapatmak ve malvarlığına el koymak…

Yol yakınken gerekli dersleri çıkarmak, kısaca aklımızı başımıza almak.

9 Eylül 2011 Cuma

Kadr Gecesi “Doğuş”

Sure-i Kadr de “bin aydan daha hayırlıdır” ayeti vardır.

Kelimeler: “Bin”, “Ay”, “Daha”, “Hayırlı”.

Bizim İlahiyatçılar bin ayı “insan ömrü” olarak tefsir ederler. Yaklaşık manası doğru gibi duruyor. 1000’i 12’ye bölersek 83.33 yaklaşık 83 yıllık bir ömür bulunuyor. Zamanımızda ortalamayı aşsa da bir insan ömrüdür, doğrudur. Yüzyıllar evvel 35-40 yaşlarında ömürleri sonlananları düşünürsek, ya da yüzyıllar sonra tababetteki gelişmeler, insan yaşamındaki olumlu hayat tarzı ilerlemeleri ömürdeki uzamalara neden olabilecek, bu da belki 100 yıllık ve daha fazla uzun yıllık ömürlere tekabül edecektir. Peki, o zamanlarda bu ayet nasıl tefsir edilecektir?

Cebrail “Oku!” der ve “Okur!”.

Bin = Çokluk, öyle bir çokluk ki, içinde Bir’lik barındırır, mutlak değeri “Bir” olan çokluk. Çokluk içerisinde Bir’lik.

 Ay = Zaman, ismi Allah olan Yaratıcı Güc’ün dünya ölçümündeki nispeti, çokluğun insana nispeten anlatımı.

 Bin Ay = Her ne var ise, bildiğiniz, bilemedikleriniz her ne var ise.

 Daha = pekiştirir, olanlar ve olacaklar kabulü içinde, ister bil ister bilememe durumunda ol, ilahi Bilgi kapıları açılmıştır artık.

Hayırlı = Varlığın sahibine terk’i; terk etmek, susmak, unutmak en iyisi, Yaratıcı Güc’ün varlığı ile varlığının doldurulmuş, hayat verilmiş olduğunun idraki.

Bir İnsan’ın yetişme seyri serüveni, o ana kadarki taat, zikir, ibadet.. sonuç olarak insana, İnsan olarak sunulan Kur’an’ı Okumak eylemi. Kur’an’ı Natık olan İnsan’ın kendi kitabını okumaya başlaması, İlahi İlmin tahsil ve terbiyesinin sonu. Padişah hazinelerinin Kul’una açıldığı dem. “Dem bu Dem”dir kelam-ı ilahisinin hayatiyet kazandığı, ilmin apaçık ilan edildiği dem.

Yukarıdaki satırları bir cahilin deli-dolu sayıklamaları olarak okuyabilirsiniz.




5 Eylül 2011 Pazartesi

Mavi Marmara, 9 Şehit ve Davutoğlu


Gazze’ye gönderilen yabancı bandıralı İHH gemisi ile yapılması düşünülen yardımlar için, gemi uluslar arası sularda iken İsrail askerleri, yukarıdan indirme yaparak gemiye el koyar. Çıkan anlaşmazlık üzerine gemideki 9 Türk’ü öldürürler. Türk Hükümeti İsrail’in özür dilemesi ve tazminat ödemesi kaydıyla ilişkilerimizin normalleşeceğini, aksi halde Dış Politika gerekleri ne ise yapılacağını açıkça söylerler.

12 Temmuz 2010 tarihinde yazdığımız bir hikâye de, Gazze’ye (Garizya’ya) yardımın güçlü bir devlet tarafından nasıl yapılması gerektiği anlatılmıştı.

İHH gemisinin Gazze’ye yardım malzemeleri göndermesi muhtemelen Türk Dış İşleri’nin müsaadesi ile olmuştur. O günlerde yine Ahmet Davutoğlu bakandı. Hatta hatırlıyoruz, AKP Milletvekilleri de gemiye binecekti, nasıl olduysa bir anda vazgeçtiler, binmediler. Hiç bir milletvekili yoktu gemide. Bir gece içinde milletvekilleri vazgeçmişlerdi binmekten. İsrail gemiye müdahale edeceklerini açıkça ve ilan ederek duyurduğu halde, Türk Dış İşleri yeterli ve gerekli önlemleri almadan gemileri bir başına salmıştı İsrail üstüne. İsrail askerleri uluslar arası karasularında da olsa gemilere el koymuşlardı. Türk Gemisi olmasına rağmen yabancı bandıra taşıyan Mavi Marmara gemisinde bulanan insanlardan Dokuz adet Türk öldürülmüştü. Bizim dış işleri işte bu nedenle, özür bekledi İsrail’den ve tazminat ödemesini istedi. O gün bugündür İsrail oralı olmadı. Türkiye’nin isteklerini kulak ardı etti.

Ben Dış Politika uzmanı değilim. Anlamam bu işlerden. Elbette binlerce uzman çalıştıran Dış İşleri, TV’lerin gedikli Dış Politika yorumcuları ve Türk Üniversitelerinin çok kıymetli hocaları Profesörler en iyi yorumu yapacaklar ve en doğru kararı verecektir. Ama öyle olmuyor. Bizim de elbette bir iki lafımız olacaktır.

Mavi Marmara Gemisini oralara gönderme kararını kim verdi? Ben buradayım. Kuşatma altındaki Gazze’ye yardım böyle mi yapılır? Ben buradayım. Dünyada sadece İsrail-Türkiye mi var? ben buradayım. Hani İsrail’in hamisi bizim de stratejik ortağımız ABD ile neden diyalog kurulmaz? Ben buradayım. Büyük dış politika üstadı Dış işleri Bakanımız sıfırlı sorunlarla uğraşırken, nasıl olur da Akdeniz üzerinde sorunlar doğurur? Ben buradayım. Güney Kıbrıs bile kendisine ait olmayan bölgelerde petrol-doğal gaz araması yapmaya nasıl kalkışır? Ben buradayım. Haydi diğer eleştirilecek dış politika konularına değinmeyelim. Gazze ve İsrail ile sınırlı olsun.

İsrail ve Gazze politikasının içine İHH isimli yardım kuruluşu nasıl oldu da yerleştirildi ve İsrail Politikasını onlar üzerinden yürütmeye koyuldular? Böyle bir şey mümkün mü? Büyük üstat Davutoğlu nasıl oldu da bu işe girişti? Olacak şey değil. Sen binlerce en üst düzeyde eğitilmiş uzmanını bırak, tek özelliği sakallı olan birisini mücahit edasıyla İsrail üstüne sür! Geminin dönüşünü müteakip ise bu sakallı, kahraman edasıyla TV lerde arzı endam etsin günlerce! Böyle şey olur mu Sayın Davutoğlu?

Birleşmiş Milletlerin raporu İsrail yanlısı new York Times gazetesine sızdırılmasından sonra, Davutoğlu ve Bayan Clinton arasında varılan mutabakatta suya düşmüş oldu. Bence Clinton’un tongasına düştü Türk Dışişleri. Mavi Marmara Gemisinde katledilen Dokuz Türk’ün hakkını hukukunu kimden soracağımızdır benim derdim. Bir sorumlu olmalı, hata yapan kimse sorgulanmalıdır derim.

Gemide canlarını veren dokuz Türk’ün sorumluluğu ilk başta Davutoğlu’na aittir. Savaş tamtamları bile çalmaya başladığına göre, Davutoğlu utancını yeni yollar deneyerek kapatamaz. Hükümetin, İHH yönetiminin ve Dış işleri Bakanı ve diğer yetkililerinin sorumlulukları irdelenerek Muhalefet Partileri tarafından hatırlatılmalı, ayrıntılı bir dosya hazırlanarak Cumhuriyet Savcılığına haklarında suç duyurusunda bulunulmalı ve yargılanmaları sağlanmalıdır. Aksi halde “bir Türk öldür rahat et” diyenlere yol açılacaktır. Hesap derhal sorulmalıdır. Yoksa hata yapanın yanına kar olarak kalması hiçte doğru değildir. Vicdanların rahat bulması buna bağlıdır. Dış İşleri Bakanlığı masa başında yazılan tezlere uygulama laboratuarı olarak kullanılamaz.

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...