Çok şey değişti kısa zaman
içinde Türkiye’de. Hukukun yeniden anlamsız bir şekilde, gereksiz bir şekilde
katledildiğini gördük, Koca Başbakan bir bakışla gitti, giderken “Ak-Kadroların
bütün insanlığın hukukunu koruduğunu” söyledi, hâlbuki kendi
hukukunu bile koruyamamıştı.
17/25’in ve havuz
teşkilatının en etkili şahsı Başbakan yapıldı. Tren yeniden al-götür rayına
sokuldu. Eski bir devlet çalışanı olarak trilyonlarca liralık gemi filolarına
nasıl sahip olduğunu bir türlü anlatamadı, anlatamayacak da!..
Ülkemizde düşünen adamı
sevmezler vurgusu üzerinde epeyce durmuştuk. Davutoğlu örneği pekiştirdi
lafımızı. Yanlış, hatalı, lüzumsuz düşünse bile sevmezler. Kendi
alışkanlıklarını vurgulasa bile sevmezler. Düşünen adam, gün gelir dert olur
başa. O halde tez vakitte gönderilmelidir. Yapılan da buydu esasen.
Sanki ülkeyi CHP
yönetiyormuş gibi, sanki ondan sebep terör azmış gibi, şehit cenazesinde
Kılıçdaroğlu’nun üzerine trollerini salıyorlar. Bakınız, bu anda düşünebilme
yetisi sıfırlanmış bulunuyor. Bir yandan C. Başkanı’nın, diğer yandan Başbakan
ve Bakanların ve hatta televizyonlara çıkan yandaş ağızların tamamı bir anda
CHP üzerine çullandılar. Böyle olunca, başıboş dolaşan bir trolde yumurta atar
tabi. Kimse mani olamaz. Tetikleyenler rahat ve yumuşak yataklarında uykunun
zevkini çıkarmaya devam edebilirler. Bu arada iktidar, MHP muhalefetinden
kurtulmuş gözüküyor. Ne olduysa bizim bilemediğimiz, C. Başkanı milliyetçi
söylemlerini kuvvetlendirdi, Ülkücülerin gönüllerini okşayıcı laflar etmeye
başladı. HDP’lilerin dokunulmazlıkları kaldırıldı. Yargıtay’da bulunan ‘MHP
Kurultayı’ dosyasının, anayasa Mahkemesine gönderildiği
söyleniliyor. Oh… ne ala, kazan bir-kaç ay daha. Ne olacaksa?
Amacımız bu olumsuzlukları
hatırlatmak değildi.
***
Zamanında dersini iyice
çalışıp, verilen ödevini yapmazsan, tepene imtihan çöktüğünde, ter basar
vücudunu, ellerin titrer, ayakların çapraz adımlamaya başlar. Sırf ders
çalışmak için oturulmaz dersin başına. Öğrenilen her kelime, her cümle hayata
yeni bir bakış, yeni bir yorumlayış da sağlaması lazımdır. Asıl olan, ‘ne
için gelmiştiniz buralara’ sorusunu asla hatırdan çıkarmamaktır.
Çünkü yapılan dersler, alınan ödevler, verilen emekler hep bu sorunun cevabı
içindir.
Siyasetin her sahası
kirlidir. Kirlenmek ve kirletmek bir istektir ki, sari hastalık gibi.
Yanındakini de bu kire müptela eder. Bu sebeple uzak durulması, bulaşılmaması
gereken bir alandır siyaset. Hepten bırakmak, uzaklaşmak değil, siyaset
oyunundan uzaklaşmak doğru olanıdır. Elbette, herkesin memleketinde
olan-bitenden haberdar olma, meseleler üzerinde kafa patlatma, doğruları
ayıklayıp, yanlışları reddetme hakkı vardır. Ama sonuç olarak hep lafta kalan
fuzuli uğraşlardır. Kahvehane lakırdısında kalan lüzumsuz yorgunluklar. Zira
erbab-ı siyaset her şeyi senden de benden de en iyi bir şekilde bilmektedir.
Öyle inanırlar ki, onların yanlış yapma, eğri yola sapma, kirli ilişkiler içine
girme ihtimalleri yoktur. En sağından, en soluna, en liberalinden, en dikta yapılısına,
iktidarı paylaşanlarından, muhalefetin küçüğünden-büyüğünden tamamı böyledir.
Eee, böyle olanda onların eleştirilmesi gibi bir şey söz konusu olamaz. Öyleyse
otur oturduğun yerde, al eline bir kitap, gazete bir-kaç kelime öğrenmeye bak…
***
Şöyle bir hafızayı
zorlayıp, 80’lerden bugüne ne gibi bir değişim olmuş hayatımızda, zihnimizde,
neler olmuş, hangilerinin içinde, nelerin dışında kalmışız. Düşünmek istedim.
Sonuca varamadım. Daha doğrusu, hala 80’lerin karanlık dehlizlerinde
yürüdüğümüzü fark ettim. Bunları söylemek kolay değildir. Zira, yenilgilerimizi
asla hatırlamamak fakat, 30 yıl evvelinden kalma bir-kaç dövüş sahnesini
ısıtıp, ısıtıp ortaya getirmek, işte bütün kültürümüzün dayandığı temel. Uzak
kuytularda çok değerli ilim adamlarımız, mütefekkirlerimiz kendi hallerinde ve
imkansızlıklar içinde düşünce üretip, yine imkansızlıklar içinde kamuya bu
düşüncelerini salarken, hep unutulmuşlar içinde kıvrandıklarını gördüm. Bunlar
bizim yenilgi sahalarımızdır. Şairlerimiz söylemez olmuşsa, kültür adamlarımız
yazamaz olmuşsa, konferanslarımız son bulmuş, gazetelerimiz kapatılmışsa, kitap
okuma ve üzerinde tartışma alışkanlıklarımız rafa kaldırılmış ve kıyıda köşede
herhangi bir konu üzerinde kafa patlanlara, ‘bunlar kafayı yemişler’ gibi
avamî suçlamaları hoyratça aparabilmişsek, daha ne söyleyeyim?..
Beğenmediğimiz fikir
karşısında söyleyebileceğimiz tek şey ‘hain’
suçlaması olunca, susar karşı, susar deniz, susar rüzgar..
Hain’in bir yükü olmalıdır,
yükün taşındığı bir adres olmalıdır, o adreste yükün teslim edileceği bir şahıs
olmalıdır. Hani, nerde, kim onlar, nasıl bir alış-veriş var aralarında?
Cevapsız sorulardır bunlar.
Suçlamak kolay olsa da,
ispatı zordur.
Bunun için dava adamı
olmaya filan gerek yok. Bizler, dava adamı değil, öncelikle sıradan bir Türk,
sıradan bir adam olmaya gayret edelim yeter.
İhanet, sallantı
zamanlarında dostunu yalnız bırakmaktır. Dostuna hain suçlamasını yöneltmektir.
Doğrusu budur. Akıllı olup, yapılması gerekenleri kimsenin talebini beklemeden
kendiliğimizden yapabilmeliyiz. Geciken adalet, adalet değildir. Her eleştiren
de hain değildir.
Belki, gerçek dost,
eleştirenler arasından çıkar, kim bilir…