28 Mayıs 2016 Cumartesi

‘Kripto Paralelciymiş’(im) Meğer!..


Rica etmiştik, ‘hain kelimesini lügatten çıkaralım’ . Arzumuz dikkate alınmadığı gibi, yeni yeni hain tanımlarıyla karşılaştık. Ufak tefek eleştirilerimiz de olduğu için, biz de kripto paralelcilerin içinde yerimizi almış bulunuyoruz. Doğru olmayan tanımlamalar iftiraya çıkar. İftiralar da, geriye dönen ve sahibini vuran bumerang gibidir. Artık kendinizi, kendi iftiranızdan korumaya çalışın. Bekleyin ve görün.

Ve bir medeniyetin seslendiricisi olarak misyon adamaları sınıfında yer alan ve kendini bu hedefe adamış, herhangi bir şey talep etmeme, yalnızca hizmet etmek iştiyakıyla hareket eden ve sayıları bir elin parmakları sayısını geçmeyecek kadar azınlık olan, gönüllülerin ‘kripto paralel’ gibi ne anlama geldiğini söyleyenin bile bilmediği suçlamaları, nasıl olsa bertaraf edildiği gün ve sonunda kendisi de idrak edecek ki, bunlar iftiradır. Kimden, kimlerden alıyorsunuz bu şeytan bulaşığı akılları? Hangi dillerle ve hangi bilgilerle seslendiriyorsunuz, belgeleri nelerdir ve kimler için söylüyorsunuz. Askıda kalan ve kime söylenildiği belli olmayan laflarınızı, nasıl temizleyeceksiniz? Kırılan gönülleri nasıl tamir edeceksiniz? Ve yıllar yıllar boyu, sizlere hizmet eden ve adını bile bilmediğiniz, gönüllü destekçilerinizi nasıl kırdığınızın farkında mısınız?

Hâlbuki yazımızda, ‘gerçek dostlar eleştirenler arasından çıkar, kim bilir’ demiştik. Ufacık bir eleştiriye bile tahammül gösteremeyenler, nasıl olacak da 80 Milyonluk Türkiye, 500 Milyonluk Türk dünyası, 1,5 Milyarlık İslam dünyasını yönetecek? Bunun imkânsızlığı aşikârdır. Bu kafayla değil insan yönetimi, Üç-Beş birimlik bir sürüyü bile yönetemeyeceklerini anlamış oldukları için midir bu pervasızlık?

Şimdi bir göreviniz var: kimdir bu kriptolar, belgeleri nelerdir, hangi çalışmaları yaptılar da bu sınıfa girdiler, her eleştiren kripto mudur… sorularına cevap vermek.

Yoksa iftiralarınızla baş başa kalıp, içinizde kurtçuk oluşacak ve kurtçuklar büyüdükçe, içinizden kemirdikçe yok oluşunuzu, bitişinizi acılar, ıstıraplar içinde bizatihi yaşayacaksınız.

Ha,

Şu Üç günlük dünya saadeti için değer mi?




26 Mayıs 2016 Perşembe

Yeni Bir Hayata Merhaba…


Böyle demek geldi içimden. Yeni bir hayat.

Hayat aslında ‘eski’ değildir. Her an, her dem tazelenen ve asla birbirini tekrar etmeyen mükemmel, muazzam bir sistemin işleyişidir. ‘Hayat’ın zıddı ‘Ölüm’. Her nefes alış bir ölüm çağırır, her nefes veriş yeni hayatın müjdesi. Her var, her olgu, her olan ve her olagelen zıddı ile mevcuttur ve anlaşılması zıtların idraki ile mümkündür. Kısaca, şeytan da bunun için vardır. ‘Hakk’ın anlaşılması, bilinebilmesi, idrak edilmesi için… Belki de bu sebeple ‘hoca’lık sıfatı yakıştırılır şeytana.

Eminlik gömleğini giyememenin zoru, şüphe dünyasına daldırır.

Şüphe, güvenilememe sorunu.

Şüphe duyan mı, duyulan mı, bozguncudur?

Anlamak ister gönül. Şüphelenen mi, şüphelinen mi? Mizanı bozar.

Bozamaz aslında,

Bozduğunu sanır. İftira, nice canları yakar, nice yurtları söndürür.

‘Emin’ sıfatı ne yücedir!

Emaneti taşır, sonra emanetini sahibine iade eder.

Etrafı güllerle donanır. Sevenlerle örülür. Ve sever, sever..

Hayat, ancak eminlik gömleği giyende tatlanır.

Zıtlar belirir, Hakk zuhur eder. Hak gelince, batıl zail olur.

***

Bundan böyle hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Olamayacak.

Yeni bir hayata merhaba demek, eski denen alışkanlıkların kenara bırakılması, yeni ile yeni yeni hayatın tadına varmak demek.

Artık,

Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!...


Ne mutlu Türküm diyene…

23 Mayıs 2016 Pazartesi

‘Hain’ Kelimesini Sözlükten Çıkarmayı Öneriyorum


Çok şey değişti kısa zaman içinde Türkiye’de. Hukukun yeniden anlamsız bir şekilde, gereksiz bir şekilde katledildiğini gördük, Koca Başbakan bir bakışla gitti, giderken “Ak-Kadroların bütün insanlığın hukukunu koruduğunu” söyledi, hâlbuki kendi hukukunu bile koruyamamıştı.

17/25’in ve havuz teşkilatının en etkili şahsı Başbakan yapıldı. Tren yeniden al-götür rayına sokuldu. Eski bir devlet çalışanı olarak trilyonlarca liralık gemi filolarına nasıl sahip olduğunu bir türlü anlatamadı, anlatamayacak da!..

Ülkemizde düşünen adamı sevmezler vurgusu üzerinde epeyce durmuştuk. Davutoğlu örneği pekiştirdi lafımızı. Yanlış, hatalı, lüzumsuz düşünse bile sevmezler. Kendi alışkanlıklarını vurgulasa bile sevmezler. Düşünen adam, gün gelir dert olur başa. O halde tez vakitte gönderilmelidir. Yapılan da buydu esasen.

Sanki ülkeyi CHP yönetiyormuş gibi, sanki ondan sebep terör azmış gibi, şehit cenazesinde Kılıçdaroğlu’nun üzerine trollerini salıyorlar. Bakınız, bu anda düşünebilme yetisi sıfırlanmış bulunuyor. Bir yandan C. Başkanı’nın, diğer yandan Başbakan ve Bakanların ve hatta televizyonlara çıkan yandaş ağızların tamamı bir anda CHP üzerine çullandılar. Böyle olunca, başıboş dolaşan bir trolde yumurta atar tabi. Kimse mani olamaz. Tetikleyenler rahat ve yumuşak yataklarında uykunun zevkini çıkarmaya devam edebilirler. Bu arada iktidar, MHP muhalefetinden kurtulmuş gözüküyor. Ne olduysa bizim bilemediğimiz, C. Başkanı milliyetçi söylemlerini kuvvetlendirdi, Ülkücülerin gönüllerini okşayıcı laflar etmeye başladı. HDP’lilerin dokunulmazlıkları kaldırıldı. Yargıtay’da bulunan ‘MHP Kurultayı’ dosyasının, anayasa Mahkemesine gönderildiği söyleniliyor. Oh… ne ala, kazan bir-kaç ay daha. Ne olacaksa?

Amacımız bu olumsuzlukları hatırlatmak değildi.

***

Zamanında dersini iyice çalışıp, verilen ödevini yapmazsan, tepene imtihan çöktüğünde, ter basar vücudunu, ellerin titrer, ayakların çapraz adımlamaya başlar. Sırf ders çalışmak için oturulmaz dersin başına. Öğrenilen her kelime, her cümle hayata yeni bir bakış, yeni bir yorumlayış da sağlaması lazımdır. Asıl olan, ‘ne için gelmiştiniz buralara’ sorusunu asla hatırdan çıkarmamaktır. Çünkü yapılan dersler, alınan ödevler, verilen emekler hep bu sorunun cevabı içindir.

Siyasetin her sahası kirlidir. Kirlenmek ve kirletmek bir istektir ki, sari hastalık gibi. Yanındakini de bu kire müptela eder. Bu sebeple uzak durulması, bulaşılmaması gereken bir alandır siyaset. Hepten bırakmak, uzaklaşmak değil, siyaset oyunundan uzaklaşmak doğru olanıdır. Elbette, herkesin memleketinde olan-bitenden haberdar olma, meseleler üzerinde kafa patlatma, doğruları ayıklayıp, yanlışları reddetme hakkı vardır. Ama sonuç olarak hep lafta kalan fuzuli uğraşlardır. Kahvehane lakırdısında kalan lüzumsuz yorgunluklar. Zira erbab-ı siyaset her şeyi senden de benden de en iyi bir şekilde bilmektedir. Öyle inanırlar ki, onların yanlış yapma, eğri yola sapma, kirli ilişkiler içine girme ihtimalleri yoktur. En sağından, en soluna, en liberalinden, en dikta yapılısına, iktidarı paylaşanlarından, muhalefetin küçüğünden-büyüğünden tamamı böyledir. Eee, böyle olanda onların eleştirilmesi gibi bir şey söz konusu olamaz. Öyleyse otur oturduğun yerde, al eline bir kitap, gazete bir-kaç kelime öğrenmeye bak…

***

Şöyle bir hafızayı zorlayıp, 80’lerden bugüne ne gibi bir değişim olmuş hayatımızda, zihnimizde, neler olmuş, hangilerinin içinde, nelerin dışında kalmışız. Düşünmek istedim. Sonuca varamadım. Daha doğrusu, hala 80’lerin karanlık dehlizlerinde yürüdüğümüzü fark ettim. Bunları söylemek kolay değildir. Zira, yenilgilerimizi asla hatırlamamak fakat, 30 yıl evvelinden kalma bir-kaç dövüş sahnesini ısıtıp, ısıtıp ortaya getirmek, işte bütün kültürümüzün dayandığı temel. Uzak kuytularda çok değerli ilim adamlarımız, mütefekkirlerimiz kendi hallerinde ve imkansızlıklar içinde düşünce üretip, yine imkansızlıklar içinde kamuya bu düşüncelerini salarken, hep unutulmuşlar içinde kıvrandıklarını gördüm. Bunlar bizim yenilgi sahalarımızdır. Şairlerimiz söylemez olmuşsa, kültür adamlarımız yazamaz olmuşsa, konferanslarımız son bulmuş, gazetelerimiz kapatılmışsa, kitap okuma ve üzerinde tartışma alışkanlıklarımız rafa kaldırılmış ve kıyıda köşede herhangi bir konu üzerinde kafa patlanlara, ‘bunlar kafayı yemişler’ gibi avamî suçlamaları hoyratça aparabilmişsek, daha ne söyleyeyim?..

Beğenmediğimiz fikir karşısında söyleyebileceğimiz tek şey ‘hain’ suçlaması olunca, susar karşı, susar deniz, susar rüzgar..

Hain’in bir yükü olmalıdır, yükün taşındığı bir adres olmalıdır, o adreste yükün teslim edileceği bir şahıs olmalıdır. Hani, nerde, kim onlar, nasıl bir alış-veriş var aralarında?

Cevapsız sorulardır bunlar.

Suçlamak kolay olsa da, ispatı zordur.

Bunun için dava adamı olmaya filan gerek yok. Bizler, dava adamı değil, öncelikle sıradan bir Türk, sıradan bir adam olmaya gayret edelim yeter.

İhanet, sallantı zamanlarında dostunu yalnız bırakmaktır. Dostuna hain suçlamasını yöneltmektir. Doğrusu budur. Akıllı olup, yapılması gerekenleri kimsenin talebini beklemeden kendiliğimizden yapabilmeliyiz. Geciken adalet, adalet değildir. Her eleştiren de hain değildir.

Belki, gerçek dost, eleştirenler arasından çıkar, kim bilir…


10 Mayıs 2016 Salı

Niye Uzaklardayım?


Yazmak, bir anlamda enerji yüklemesi gibi bir sonuç da doğuruyor. Uzak kalındığı zamanlar yazmaktan, bir rahatlama duygusu sarıyorsa da benliği, (benliği dedik!) Tembelliğe de yol açıyor aynı zamanda. Bu itibarla, hangi şart altında olursa olsun yazmak ve anlatmak borcudur insanın, duygusuna ulaşıyorum. Görevini yapmamak, ya da gereği gibi yapmamak nasıl bir suçluluk yüklerse üzerine, yazmamak da aynı günahın işlenildiği sonucuna vardırıyor.

Niye uzak kalır insan, tam Yedi yıldır haftada Üç yazı yazmak kararından? Elbette çevresel etkilerin, yakın ve uzak tesirlerin beyin üzerinde bıraktığı, tembelleşme arzusundan. Nedir, ne demektir? Söylemek çok zor. Hele kendi dünyasından, dışarı atılan bir adımla, faş olunacağını bile bile! Olamaz, söylenemez. Ama önceki yazılarımızda sık sık temas edilmiştir. Karşılığı alınmayan emek, sahibini nasıl yeise sürüklerse, beklenen takdir gecikince, tembelliğin daha iyi olduğu duygusuna kapılıyor ve bu cendereden kurtulamıyor bir türlü.

Aslında, hep kendine ediyor insan. Hani, “tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış hesabı”. Hem okumalara ara vermek, hem anlaşılanı yazarak karşıya aktarmak eyleminden nasıl vaz geçilir? Bu kendine ihanetin göstergesi değilse, ihanet nedir o zaman? Tabii olarak, tefekkür faaliyetine de son veriliyor. Düşünce mektebinde öğrenileceklere bir ay kadar da olsa ara vermek, önceki birikimleri de eritiyor. Bu sözlerim, sakın ola ki, kimseyi üzmesin, kırmasın. Lafımız kimseye değil, hesaplaştığımız yalnızca kendimizdir. Sorularımız kendimize, cevaplarımız kendimizden.

Zaten, başkaca da yol yok. Kişinin, seyahati kendinden kendine, varacağı menzili de yine kendidir. Menzil, daima başlangıç noktasıdır. İster yavaş yavaş, ister koşar adımlarla Üç Yüz Altmış derece dönerseniz, varacağınız nokta, başladığınız yerdir.

Çok yakın geçmişimizi bir daha gözden geçirelim. Neler oldu da, hain… ve benzeri Suçlamalar havada dolaştı durdu. Yazık! Biz daha hangi kelimenin, nerede, nasıl konuşulacağını bile öğrenememişiz. Bu ortam içinde neleri düşünecek, hangi cümleleri kurmak için beyin patlatacaktım? En doğrusunun susmak, gelişmeleri bile merak etmemek, kirli yüzlerin, salyalı çemkirmelerinden uzak durmaktı. Bu sebeple geri kalmayı tercih ettim. Biz böyle değildik! Esfunlanmış gibiyiz. Ne doğruyu düşünebiliyor, ne de yanlışı fark edebiliyoruz. Tıkıldığımız; anlayamama, düşünememe, idrak edememe, yorumlayamama, fikir geliştirememe… Badiresinde, mutlu insanlar rolünü yapmacık da olsa, başaramasak da, acemice oynamaya devam ediyoruz. Kavga içinde miyiz? Hayır. Düşmanla mı karşılaştık? Hayır. Peki, neler oluyor o zaman? Ben bilmiyorum. Bilenin olduğunu da sanmıyorum.

Dostumdur diyerek, yanlışlarını savunmak, arkadaşımdır diyerek hatasını ört-bas etmek, bizdendir diyerek örfe aykırı hareketini duyumsamamak… Nasıl oldu da bu yanlış haletin içine sürüklendik?

Söylemek de beis yok;

‘Din’ diye inandığımız, Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği din değil,

‘Örf’ diye bellediğimiz, tarihin bıraktığı miras değil,

‘Ötüken’ diye övündüğümüz, Türk’ün yasalar mirası değil,

‘Ahlak’ diye tutunduğumuz, Allah ahlakı değil,

Aman dileyene kılıç vurulmaz, komşusu açken uyuyan bizden değildir, misafirperverlik, küçüğe koruyucu davranmak, kadını baş tacı etmek, yardımseverlik, diğerkâmlık, kin gütmemek, kıskanmamak, haset etmemek, inatlaşmamak, paylaşmak, istememek fakat daima verici olmak… İşte size bir-kaç Türk hasleti. Birlikte test edelim, birlikte anlamaya çalışalım. Bu hasletlerden hangisine sahibiz, hangisi hayatımızın nirengi noktasıdır?

Sonra da oturup, niye bu haldeyiz sorusuna cevap arayalım. Doğru sonuca ulaşıldığında, sorunsuz bir hayata merhaba diyeceğiz.

Yardımcımız daima Allah’tır.


Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...