28 Haziran 2010 Pazartesi

Hayatın cilveleri

I-

Yazı makinasının başına oturduğumda, ne yazılacağı hakkında bir fikrim yoktu. Yazı makinası mı? bilgisayar çıkalı nedense ben hala yazı makinası diyorum, bilgisayarı bilgisayar gibi kullanamadığımdandır herhalde. Makalelerden, haberlerden, yorumlardan… bir arşivim var. Lazım olan bir konuyu ara ki, bulasın. Oysa doküman klasöründe konularına göre ayrılmış yazılar. Konuyu, yazıyı hatırlıyorum. Bulamıyorum. O yazıyı kayıt ederken o anda bir başka konu ile ilişkilendirdiğim için başka bir klasöre girmiş oluyor. İşden anlayan bir arkadaşım,”arama programı” indirmemi ve onunla aratmamı salık verdi. Programları inceledim, birkaç tane indirdim, yine beceremedim. Programı çalıştıramıyorum. Bilgisayarın arama programı da kafi gelmiyor. Ne yapacağımı bilemez haldeyim. Huuu…

II-

Yağmur yağıyor. Akşam yaklaşıyor. Ceket üzerimde değil, yağmurluk, şemsiye yok. Dışarı çıkmak zorundayım. Ne yapmam gerekiyor. Huu…

III-

Otomobilin motoru çalışmadı. Benzini bitti galiba. Sabah kahvaltısı hazırlıkları var şu anda, evde altı misafir, peynir yok, zeytin kalmamış, hanım bisikletle git buyurdu. Peki dedim. Heey, lastik patlamış. Yürüyüş mesafesinde değiliz, bir saatlik yol, nasıl halledilir bu iş. Huu…

IV-

Zar-zor akşamı ettik. Radyoda uşşak faslı, masa kurulmuş, eh acıktıkta hani. Diş protezlerimi yıkamak için çıkarıp, şuraya bırakmıştım, hatun gördünüz mü acaba? Huuu..

V-

Ay sonu çok yaklaştı. Bulunduğumuz şehir dışında Üniversite okuyan çocuğumuz, o anda bulunması imkansız bir miktar parayı çok acilen istedi. Bankaya mı gitmeliyim. Huuu…

VI-

Kitap okumak için oturdum. Torunlar etrafımda, bağırış-çağırış oyun oynamaktalar. Ya-hu biraz durun denebilir mi? Huuu…

***

-“Hayatın renkleri bunlar, hayatın cilveleri.. unut gitsin. Nasılsa, bir gün kendiliğinden, istediğin mecraya girecek sorunlar bunlar..” dedi.

İri yeşil gözlerini, gözlerime dikti. Boğazına toplanan nesneyi temizledi. Taa ciğerlerinden geldiği anlaşılan bir sesle.

-“İyi bir dert bul kendine. Derdine gark ol. Sonra derman aramak için koyul yollara.” “kolay bir yolu da vardır bunun. Bir -dertli- bul. Kendini çıkart aradan. Onu anlamaya çalış.”

Çaylarımızın son yudumunu da aldık. Akşam olmuştu. Ayrıldık.

27 Haziran 2010 Pazar

“Hak Din”ler !..

Prof. Dr. Hayrettin KARAMAN 17.06.2010 tarihinde Yenişafak Gazetesinde yayınlanan yazısına “Hiçbir Hak dine” cümlesi ile başlıyordu.

Kendilerine 22.06.2010 tarihinde bir e-posta gönderdim; “Sayın hocam,

Yenişafak gazetesinde yayınlanan, 17.06.2010 tarihli makalenize "Hiçbir hak dine" cümlesi ile başlıyorsunuz.Yazınızın diğer cümlelerine veya konusuna diyeceğim bir şey yok.

Hiçbir hak dine, demek ki pek çok hak din var?

Lütfen, uygun bir zamanınızda, müsait olduğunuz bir durumda bize bu hak dinleri anlatırsanız, yazarsanız çok memnun olacağız

Bu konudaki cehaletimizi bağışlayınız lütfen.”

Eksik olmasınlar, lütfedip aynı gün cevap verdiler; “Bütün hak dinlere göre demektir ve Allah'ın vahyine dayanan bütün dinler haktır, bugün yeryüzünde bir tanesi kalmıştır, o da İslam'dır. Yazıdan maksat "Baştan beri gelip geçmiş bütün hak..." demektir.”

Kısa bir e-posta ile ancak bu kadar yazılabilirdi, fakat biz verilen cevaptan beklide tatmin olamadık. Fıkıh konusunda, kabul edilen en iyi profesörün yazısı üzerine laf etmek kolay değildir. Elbette hatalı cümlemiz, yanlış yorumumuz olacaktır, ümid ederiz ki, hocamız hoşgürüsü ile yumuşaklığı ile anlayışı ile yanlışlarımızı düzeltecek, fakiri bağışlayacaktır.

Hoca, “bütün hak dinler” diyerek, Hak Dinin birden fazla olduğunu bildirmektedir, hatta bu fikrini pekiştirmek üzere ikinci cümlesinde de “Allah’ın vahyine dayanan bütün dinler” yazarak, fikrini kabul ettirmeye çalışmıştır. Bu cümlelerden, dünyaya gönderilen her peygamberin “bir din” getirdiğini düşündüğünü söyleyebiliriz hocanın. Yani dünyaya pek çok -din- gönderilmiştir demeye getiriyor. Cevabi yazısının devamında hoca, “bu gün yeryüzünde bir tanesi kalmıştır”, “ o da İslam’dır” diyerek, hem önceki cümlelerini güçlendirmek yoluna gitmiş ve fakat hemde, o dinlerden sadece bir tanesinin kaldığını onun da isminin –İslam- olduğunu söylemek zorunda kalmıştır adeta. “Baştan beri gelip geçmiş bütün hak…” diyerek de yine, -dinler- demeye getirmiştir.

Bildiğimiz kadarıyla 224000 peygamber gelmiştir dünyaya. Bir sonraki gelen öncekilerin getirdiği, Hak bilgilere, yeni bir bilgi, yeni bir açıklama… getirmişlerdir. Kimi bir kelime, kimi bir satır, bir sayfa veya bir kitap getirerek, Allah’ın Vahyini insanlığa tebliğ etmişlerdir. Böylece sona gelindiğinde ki, Hz.Muhammed (SAV) Kur’anı Kerimi insanlığa hediye etmiştir. Allah Vahyi Kur’anı Kerim. Dinin ismi İslamiyet, Hz.Muhammed (SAV) ile bildirilmiştir. Daha önceki peygamberlerin hiç birisi dine isim vermemiş, bildirilmemiştir. “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” kelamı, tamamlamak, bitirilmek, bina etmek anlamlarını içermektedir. Nitekim.

“Şüphesiz Allah katında din İslam’dır” (Âl-i İmrân/19)

Eğer “bütün dinler” tabirini kullanıyorsak, o zaman bu dinlerin bir de adı olmalı, din isimlerini de söylemeliyiz, İslam, başlangıçtan beri gelen peygamberlerin getirdiği dinin tamamlanmış hali, mükemmel hali. Başka bir isim, başka bir tanımlama yapamayız. Kendilerine bir din tutup, kendi kendilerine dinleri için bir isim verenler, konumuz dışında olduğundan, yani Vahiy yoluyla bildirilen -din- haricindeki, din olarak anlatılan ve insanlar tarafından uydurulmuş bir takım kurallara da din diyemeyiz. O halde, “hiçbir Hak dine”, “bütün dinler” ve özellikle son günlerde çok sık kullanılan haliyle “üç semavi dinin” gibi söyleyişler hatalı olmalıdır. Zaten, Prof. Hayrettin Karaman Hoca da, “bu gün yer yüzünde bir tanesi kalmıştır, o da islam’dır” diyerek, kendisini düzeltmiştir.

Hz. Musa’nın, Hz. İsa’nın getirdiği kitaplarda da, dine her hangi bir isim verilmemiştir, o sebeple biz ve diğerleri onlara -Musevi-, -isevi- deriz. Fakat biz Müslümanız, Allah’ın, Kur’anı Kerimde bildirdiği ve peygamberi tarafından tebliğ edildiği vechesiyle Müslümanız. O sebeple, bize -Muhammedi- değil, İslâm, Müslüman denir.

25 Haziran 2010 Cuma

Yaradılış Mükemmeldir

Star gazetesinde köşe yazıları yazan Selahattin Yusuf 23.05.2010 tarihli yazısında; “Allah bizi kusurlu yaratmış. Günahlıyız.” Demiş. Allahın insanlara verdiği kusurları ise, “kusurlarımız, incinmişliklerimiz, yaralarımız, kanamış yerlerimiz,” olarak tasrif etmiştir. Yazısının konusu, bu değerlendirmede ilgi alanımız dışındadır.

***

Kusur gören gözdedir. “Kusurlu yarattığı” şeklindeki söyleyiş, bir eğitimin sonunda mıdır. Bir grubun, cemaatin inancı mıdır, yoksa kurguladığı konuyu anlatmak üzere girizgah mıdır bilinmez. Evet “..insan çok zayıf yaratılmıştır.”(Nisa/28). Zaafiyeti nefsindendir. “Kadınlar, oğullar, yük yük altın ve gümüş, salma atlar, davarlar ve ekinler nefsin şiddetle arzuladığı şeyler insana süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçimliğidir.” (Âl-i İmran/14). Kusuru Yaratanda arayamayız. Hakka Şer isnadında bulunamayız. Yaratılışdaki kusur değildir nefis. Bilakis, nefsin sayesindedir ki, eğitim, terbiye, antrenman, çalışmalar sonucundaki hedef, nefsin terbiyesi ile kendinin bilinmesidir. Kusurlu Yarattığı için değildir, bunca didişmeler, kavgalar, savaşlar. Kusurun bilinememesindendir. Kusuru bilen -beşeriyyetten- kurtulup insan olma erdemine ermiştir.

İnsanın, dünya hayatı içinde, kendi vücudunca üretilen veya dışarıdan alabileceği herhangi bir virüs sayesinde hastalanması, virüsün vücudunda neşv ü nema bulması ve o kişinin dünyadan ayrılmasına vesile olması insanın “aciz bir varlık”, kusurlu yaratılmış olduğunu göstermez. Dünya da yaşamanın kurallarını öğrenip, her ortamda ki duruma göre vaziyet alabilen insan da mutluluk kesintisiz olup, sonuçta huzura erilir. Hastalanmış kişiler, acizliklerinden, kusurlu yaratıldıklardan hastalanmazlar. Hastalık, evlerine gelen misafir gibidir. Hoş geldi sefa geldi. Gerekli, tedaviler elbette yapılacaktır, bilinebildiği kadar. “Allah içinizde hastaların bulunacağını..” (Müzzemmil/20) bilir. Onun ilminin içindedir, bu bilgi. Hastalanma Allah’ın hatalı yaratmasının sonucu değil, mükemmel yaratılmışın imtihanıdır. Öyleyse “Allah kusurlu yaratmaz, kendisi mükemmeldir, mükemmelden de -kusur-, -kusurlu- eser vücuda gelmez.”

22 Haziran 2010 Salı

Paylaşmak

Zaman zaman bazı kelimeler moda oluyor. Televizyonda ki tartışmalarda, köşe yazılarında, dost sohbetlerinde bu kelimeleri tekrar tekrar kullanmaktadırlar.

Keyif kelimesi bunlardan biri idi, bir zamanlar. “Çok keyif aldım”, “müthiş keyifliydi” gibi kullanıldı uzun süre. Şimdiler de, “baktığınız zaman” ve “paylaşmak” revaçta. Olur olmaz zamanlarda, konuşmasının arasına “baktığınız zaman” lafını sıkıştırmasa olmayacak sanki. “Baktığınız zaman, Anayasanın değiştirilmesi, sivilleştirilmesi zorunlu görülmektedir.” “Osmanlıya baktığınız zaman böyle bir uygulama göremezsiniz,” “çalışmalarına baktığınız zaman başarılı olamayacaktır”. Gibi pek çok durumda kullanılmaktadır.

Hele şu “paylaşmak” kelimesi. Paylaşıla paylaşıla tüketilen kelime. “ABD ile istihbarat paylaşımı” çok sık kullanılıyor, “tahmin edeceğiniz gibi bu gün sizinle paylaşmayı düşündüğümüz..” Oktay Ekşi 12.06.2010 tarihli yazısından, “şu görüşlerimi sizlerle paylaşmak isterim” Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bir üniversite mezuniyet törenindeki konuşmasından, “Temizöz davasından satırbaşlarını paylaşmak istiyorum” Y.Selim Demirağ 15.06.2010 tarihli yazısından.”Bilgi ve haberlerini bizimle paylaşırmısın” Uğur Dündar muhabirle bağlantı kurarken. Gibi örnekler artırılabilir. Pek çok yazar, konuşmacı –paylaşalım-, -paylaşır mısın-, -paylaş-, gibi formlarda kullanmaktadırlar.

TDK internet sitesinde paylaşmak; 1. Aralarında bölüşmek, pay etmek, üleşmek, 2. Mecaz benimsemek, onaylamak. Manalarını vermektedir.

Moda olan kelimeler çoğunluğun kullandığı kelimelerdir. Fakat, çoğunluğa mal olan kelimeler değildir. Ziyadesi ile aydınlarımız, TV’lerde belki de halka yaranmak için, bu kelimeleri fütursuzca kullanmaktadır. Oysa aydın, tavır, davranış, konuşmaları ve yazılarıyla halktan ayrılan kişi değil miydi?

Tuz-ekmeğini paylaşabilirsin, suyunu, paranı, giyeceğini paylaşabilirsin. Fikirlerini teati edebilirsin, görüşlerini aktarabilirsin, bilgilerini anlatabilirsin, hünerini gösterebilirsin, dersini verebilirsin, kuvvetini gösterebilirsin, zevkini tattırabilirsin, duygularını hissettirebilirsin, müziğini duyurabilirsin, şiirini okuyabilirsin… pek çok kelime sıralamak mümkündür. Fakat bütün bunların yerine –paylaşmayı- kullanırsan, paylaşa paylaşa sende bir şey kalmaz sonra.

19 Haziran 2010 Cumartesi

Fındık, Üretim, Zahmet, Fiyat ve bir Öneri

Samsun ile Trabzon arası. Ülkemizde, cennet renklerinin cirit oynadığı bölgemiz. Kaç çeşit yeşil bilirsiniz? bir fazlasını bulabileceğiniz eşsiz güzellikler denizi. Denize paralel uzanan devasa dağlar. Ve deniz, Karadeniz. Bu güzelliği son yıllarda inşa edilen oto yol bozdu. Çirkinliği görmeyelim. Oto yol lazımdı. Elzemdi. Tamam. Oto yolun Perşembe ilçesi geçidine kimsenin bir lafı var mı? Yok. Doğruya doğru. Eşsiz güzellikler denizi oto yolla parçalansa da, bakabilenlerin görebileceği muhteşem resimler hala yerli yerindedir..

Karadeniz’in sürekli olarak ürettiği nem toprakla birleşince, bereketi bol ürünlerin yetişmesine neden olmaktadır. Altın değerinde, sırasında altından kıymetli bir ürün, Karadeniz Bölgesi tarımının başında gelir. Fındık. İzmit- Gümüşhane hattı arasında bolca üretilen fındık, bölge bölge farklı kalitelerde, farklı özelliklerde yetişmektedir.

Fındığın bileşiminde bulunan yağlar ve proteinlerin insan beslenmesinde ve insanın dış tehlikelere karşı korunmasında çok önemli görevleri vardır. Benzersiz bir enerji kaynağıdır. Dünya fındık üretiminin dörtte üçünün yurdumuzda üretildiğini düşünürsek, yurdumuz insanın bolca tüketmesi gereken cennet meyvesinin, pekte öyle yaygın olarak tüketilmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Hatta, fındığı tanımayan Türk’lerin bulunduğunu söylemek abartılı olmayacaktır.

Samsun Trabzon istikametinde, Çarşamba’dan sonra yoğun olarak fındık üretimi yapılmaktadır. Dünyanın en kaliteli fındığı ise Ordu ve Giresun illerinde bolca yetişen fındıklar olduğu genel bir kabuldür..

Dağlık, Karadeniz Bölgesinde, dağlar baştan sona fındık ocakları ile kaplıdır. Bakımı, gübrelemesi, budaması, ilaçlaması…meşakkatli bu ürünün toplanması, taşınması, kurutulması da büyük emekler ister. Dağlardaki bahçelerden toplanan fındıklar, genellikle kadınların sırtında büyük sepetlerde aşağıya indirilir. Sarp kayalıklar arasından bulunan patikalardan sırtında yükle yürümek maharet ister. Fındık toplanması işinde çalıştırılacak işçiler daha çok işsizliğin yüksek oranlarda bulunduğu, Güney Doğu ve Doğu Anadolu bölgelerinden gelmektedir. Çoluk çocuk doldukları bir minibüs-kamyon gibi araçlarla gelip, fındık bahçelerinin içine kurdukları çadırlarda yaşayarak, fındık toplama işlerini yapmaktadırlar. Hatta, bu ailelerden bazıları geçirdikleri trafik kazalarında topluca kırım yaşamaktadırlar ekmek parası uğruna.

Fındığa verilen emeği, yaşanan zorlukları anlatmaya kelimeler kafi gelmez. Yıl boyu hizmet istemektedir fındık.

Emek, çaba, verilen canlar da dikkate alındığında, elde edilen nedir? Üretici ne kazanmaktadır, ülkeye bıraktığı kazanç ne kadardır? Soruları olumsuz cevaplarla geçiştirilmektedir.

2009 yılında 220 milyon kilogram ihracata karşılık 1.173 milyar dolar gelir elde edilmiştir. (*) Bu kabaca ve bugünkü kurla 8 Tl./Kg. gelmektedir. Bu para verilen emekleri asla karşılamamaktadır. Üstelik; pazara en çok fındık sunan ülke olduğumuz halde, fındık piyasasını düzenleyenlerin başka ülkeler olduğunu öğrendikten sonra da, neden Giresun dünya fındık borsasının kurulduğu yer olmasın diye düşünmeden edilemiyor.

En önemli tarım üretim ve ihracat kalemimiz olan fındığın “milli ürün” ilan edilmesi, yurt dışına satışının, bakanlar Kurulu ve/veya yetkilendirilecek bir kurulun iznine bağlanması, fındığın yurt içinde tüketiminin artırılması için, üretici ve tüketicilerin desteklenmesi, fındık tüketiminin çocuklar –okullarda- başta olmak üzere tüm yurt sathına yayılmasının sağlanması, devleti yönetenlerin en asli görevlerinden olmalıdır.

(*) Karadeniz İhracatçı Birlikleri Genel Sekterliği internet bilgileri.

15 Haziran 2010 Salı

“Et Fiyatları Neden Yüksek”

Kıbrıscık’ta bir kahvehane de…

Bir değil onlarca diyebilirim. İlçeyi baştan sona geçen 5-6 yüz metrelik caddenin kenarılarına kondurulmuş binaların her birinin altında birer kahvehane adeta…

Bolu Terminalinde Kıbrıscık’a giden -dolmuş- minibüse bindiğimizde, 80 Km. civarında olan bu yolu 2 saat lık bir sürede gidebileceğimizi söyledi şoförümüz. Bolu’dan çıkar çıkmaz muhteşem dağ, orman ve karlı kaplı ağaçlar manzarası ile karşılaşıyoruz. Ağaçlar kardan mantolarını giymişler uzun boylu insanlardan müteşekkil hücum vaziyetindeki orduyu andırıyordu. Yolun her iki tarafındaki ağaçlar yolu şemsiye gibi kapatmışlardı yer yer. Yukarıdan vuran güneş, ağaç üstündeki karları eritiyordu. Minibüs camına yukarıdan, kuvvetli yağan yağmurlar gibi karlı sular boşalıyordu. Bazen silecekler yetişmiyordu. Yollar üzerinde sık sık asfalt kalkmış, oyuklar, tepecikler oluşmuş, şoför durmadan direksiyon kırıyordu.

İki saatlık yolculuktan sonra, sanki 20 saattir yoldaymışcasına yorgunlukla vardık Kıbrıscık’a. Kısa bir işimiz vardı, görüşmeler… bittikten sonra şehir içinde şöyle bir dolaşıp (20 dakikada bitti), bir çay içmek üzere kahvehaneye oturduk. Taze demlenmiş çay iyi geldi. Nefeslenirken, etrafta okey oynayanların bakışı altında; fakir ilçede nelerin yapıldığını, hangi işlerle meşgul olduklarını anlamaya çalıştık.

Kahvehanenin önünden derisi kavlamış, kemikleri dışarı fırlamış iki inek ayaklarını sürüyerek yavaş adımlarla geçtiler.

-Allah Allah. Bu kadar orman, mera..bu hayvanlar niye bu kadar zayıf kaldı ki?..

Kenarda tek başına oturan, adının Süleyman olduğunu sonradan öğrendiğimiz ihtiyar, “selam” verip, yanımıza oturdu.

-Hoş geldiniz. Ne hizmetle buralardasınız?

Anlattık.

İlçe hakkında ufak bilgiler edindik. Sonra, biraz önce kahvenin önünden geçen inekleri sorduk. Bizi kahvehaneden dışarı çıkarttı. Kafasını kaldırdı, uzaklara doğru işaret parmağını uzatıp, karla kaplı Köroğlu Dağlarını göstererek.

-Oralar bizim yaylalarımızdır. İnanın, adam boyu ot yetişir oralarda. 8-10 yıl kadar önce, yaylalarda 1-1,5 milyon baş hayvan bulunurdu, şimdilerde 100-150 baş kadar ancak vardır…dedi. Süleyman efendinin gözleri yaşlıydı.

-Eee.dedi. koca profesör Tarım Bakanı, küçük işletmelerin verimli olmadıklarını, büyük işletmelere karşı rekabet edemediklerini söylerse, köylüde hayvandan, sütten, peynirden vazgeçer. Oysa, işletmecilik başka şey, köylünün ahırındaki bir inek, birkaç keçi, üç-beş tavuk başka şeydir oğul, köylü üretimi ile geçinebilmeli, fazlasını komşusu ile değişebilmeliydi, bu imkan elinden alınmamalıydı, şimdi yapılması gereken de budur. Her köylünün ahırında küçük-büyük baş hayvanları, kümesinde tavukları olmalıdır, ufak bir bahçede fasulye, soğan, maydonoz…üretebilmelidir..bu fırsatın bu köylüye bir daha verilmesi, ülkenin de kurtuluşu olacaktır.

Yaşlı gözleriyle ufuklara bakıyorken, bizi Bolu’ya götürecek minibüs geldi.

Vedalaştık.

8 Haziran 2010 Salı

“Korkma”

Manevi bir lafız, Kur’ani bir söylem olduğunu biliyordum. “Korkmayın çünkü sizinle beraberim..” (Ta-ha/46)

Bazı, yeni liberal düşünceli 2. Cumhuriyetçiler ve siyasi İslamcı bir kısım yazarlar, hangi milletin istiklal marşının “korkma” diye başladığını, biraz da aşağılayıcı bir tarzda yazdılar durdular. Sırasında İstiklal Marşı şairimizi yere göğe sığdıramayan bazıları, Akif’in o günkü söylemini, “korkak bir millete” yapılan hitabe şeklinde yansıttılar, böylece zehirlerini çaktırmadan şırınga etmeye çalıştılar.

Artık otobüslerde koltuk üzerlerine montajlanmış televizyonlar var. Kimseyi rahatsız etmeden sekiz-on TV kanalını seyredebiliyorsunuz. Geçenlerde yaptığımız bir seyahatta yeniden karşılaştım, Moğol Han’ı Timuçin’in daha önce de seyrettiğimiz filimiyle. Bir bölüm, şöyle keyiflice seyrettim. Kankardeşi Camuka ile girdiği savaşı kaybeder, esir düşer ve esir pazarında satılır. Efendisi, bir kafese koyarak sergiler, uzun süre… sonra, karısının da yardımıyla kurtulur. Çoluk çocuğu ile ilgilenir… ve zaman gelir. Yeniden yurttan ayrılma zamanı. Atına bindiğinde karısı bağırır –ne zaman geleceksin, iki yıl mı, üç yılmı?..

Timuçin han, ordusunu toplar, başına geçer…

O gece, dua eder tanrısına..zafer duası.

Kankardeşi Camukanın ordusu ile yeniden karşılaşırlar. Savaş başlar. Aniden hava bozar, fırtına, yağmur, şimşekler, yılıdırımlar…arasında savaş sona erer. Camuka yenilmiştir. Kardeşinin yanına getirirler. Camuka sorar:

-Moğollar, fırtınadan korkarlar. Sen niçin korkmadın.

-Gidecek başka bir yerim yoktu. Sığınacak bir yeri olmayan kişide korku olmaz. Der Timuçin Han.

Gidecek bir yerimiz, sığınılacak bir kalemiz olduğu için korkuyoruz. Gidilecek yerlerini kaybedip, sığınılacak kalelerini yıkanlar korkudan azade yaşıyorlar. Yık o kaleyi o halde. Kaybet seni korumaya alan sahte alanları. “hiçbir sığınılacak yer yoktur” (Kıyâme/11).

Akif, “korkma” kelimesiyle ayet şerhi yapmaktadır. İlahi bir söylemdir. Aşağılamaya çalışanlar ise aşağılıklarını dillendirmektedirler. “Korkma” hitabıyla “ondan başka sığınak bulamazsın” (Kehf/27), demektedir.

Allahtan başka sığınacak yeri olmayanlara ise –korku yoktur.-

2 Haziran 2010 Çarşamba

Taşeronlaşan Dış Politika

Son üç-beş gündür Akdeniz'in doğusunda meydana gelen olaylarla ilgili olarak, okuduğum yorumlar, makaleler, analizleri değerlendirdim. Şu sonuca vardım.

Türk Dış Politikasının Gazze, Filistin, İsrail ayağı İHH isimli derneğe ihale edilmiştir.

Yani dış politikamızın bir kısmı taşerona havale edilmiştir.

Dünya siyaset tarihine yeni bir yöntem armağan edilmiştir.

Ne diyebilirim ki?

Derin strateji bunu gerektiriyor herhalde. Hakkımızda Hayırlısı....

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...