Hakikate koşturan nesiller
yetiştirmekle görevlidir devletler ve milletler. Şöyle de ifade edilebilir.
Hakikatin anlaşılabilmesi, yaşanabilmesi için lazım olan ortamı hazırlamakla
görevlidir.
Durağan, ilim gelişmeleri
olmayan, teknoloji üretemeyen milletler köleleşmeye razıdırlar. Köleleşen
toplumlarda asla ilerlemeler olmaz, olamaz. Karnını doyurmak için kendisine
verilecek ekmeklerin gelmesini bekler, ekmeği başkalarından beklerler. Üretmek
akıllarına gelmez. Başkalarının ekmek vermesi ise, onlara (ekmeği verenlere) ne
kazandırdığına bağlıdır. Mesela on kazandıracak ve karşılığında bir – iki
alacak. Bunun için, efendilerini razı etmeye çalışacaktır var gücüyle. Köleler,
mutludur. Çünkü istenildiği kadar doymasa da ölmeyecek kadar bir şeyler
indirmiştir midesine ve hayatın manası da, dünyaya gelişin anlamı da budur
onlar için. Yeni şeyler öğrenmek, ilmen gelişmek gibi bir dertleri yoktur. Yeni
ufukların keşfi bulunmaz hayatlarında. Erkenden kalkacak, verilen emirleri
yerine getirecek, akşam olacak, verilecek ekmeği yiyecek, kendine ayrılmış
hanesinde çiftleşme eylemine girişecek ve böylece devam edip gidecek.
Niye bütün bunlar? Niye
sorularını sormamak için efendileri tarafından bütün tedbirler alınmıştır.
Yalnız kaldıklarında (ki, asla yalnız olamazlar) düşünme eylemine uğramamaları
için, ilave işler yapmaları öngörülmüştür. Mesela, televizyon seyretmek
bunlardan birisidir. Renkli diziler, gürültülü müzikler, zengin kızın fakir
nişanlısıyla yaptıklarının anlatıldığı filimler, acımasızca öldürülen
insanların gösterildiği sahneler, sıradan bir kölenin asla ulaşamayacağı pahalı
arabalar, atlar, yatlarla süslü hayallerin kurulması, kendisini o süslü hayat
içinde güçlü olarak telakki etmesi sağlanır ki, yarınki işinde aksamalar
olmasın. Mutluluğu artsın. Köleler mutludur hâsılı.
Ve mutlu bir insandan bir
fikir doğmasını beklemek beyhudedir. Filozoflar, fikir sahipleri, devrimciler, ülkücüler,
yüksek ruhlu komutanlar, erenler, veliler tamamı, ama tamamı mutsuz, rahatsız
olan insanlardır. Arayışları vardır, bulmak için yola koyulmuşlardır, yol
çakıllıdır, yarlarla çevrilidir, dağlar aşılacaktır, dereler geçilecektir,
denizlere ulaşılacaktır. Üstelik yapayalnızlardır. Bırakın destekçilerini,
etrafları köstekçilerle doludur.
Kölenin mutluluğu onu
borçlandırarak artar. Kolayca ulaşabileceği tüketim maddelerinin, kolayca sahip
olunabilmesi için kefil, ipotek gibi teminatlar bile talep edilmeden, kendi statüsünün
yükseltildiğini anlatarak onun gururunun okşanılması ve yalnızca kendisinin
imzası ile borçlandırılması kâfidir. Arzuladığı emtiaya sahip olduktan sonra,
borçlarını ödemek için geceli gündüzlü çalışacağından, ondan bir tehlike
gelmeyeceğini de garanti edebiliriz. Çünkü borcunu ödedikçe yeniden ve yeniden
mal alarak borçlanacağından; Artık, tek derdi, bir türlü sonu gelmeyen
borçlarını ödemektir. Ayrıca, borç içinde yüzen ve adeta köle hayatı yaşayan
kişilerin isyan duygularına erişebilmesi mümkün olmayacaktır. Böylece, isyan
bilmeyen, düşünmeyen, herhangi bir talebi olmayan, ne verilirse kabul eden
mutlu bir toplum Yaratıldıktan sonra, efendilerin mutluluk katsayıları küpünün
karesi şeklinde milyarlarca kez daha artacaktır.
Şu soruyu cevaplamalıyız:
Niçin, devleti yönetenler geniş halk kesimlerinin yukarıda anlatıldığı biçimde
mutlu! İnsanlar (köleler) olmasını
istemektedirler?
Sorunun cevabını biraz
uzunca bir alıntıyla vereceğiz: (Prof. Dr. İlhami Güler’in Türk
Muhafazakârlarının Amerika Muhibliğinin Kültürel - Ahlâki Soykütüğü) başlığı
ile yazdığı makalesinden bir paragraf alıntılayacağız: “Benzer bir ahlaksızlığı Sabri Ülgener,
Osmanlı’nın çöküş döneminde iktisat ahlâk(sızlığ)ı olarak tesbit eder: ‘İnkâr
edilemez ki, konak ve malikâne hayatında yüksek payeli devlet memurlarının elinde
biriken servet, sabırlı ve devamlı bir tasarruf sonunda üretilmiş, yoktan var
edilmiş değil; bilakis mevcut bir servet yığınının başkası sırtından alınması,
yani sadece el değiştirmesi suretiyle meydana çıkmıştır. Mal ve servet ile
içtimaî paye ve mevki öyle görünüyor ki, yan yana yürüyen, biri diğerini
tamamlayan iki faktör vaziyetindedir. Refah seviyesi, emek ve istihsal ölçüsü
ile değil, belki muhtelif sınıf ve zümrelerin üst üste tabakalandıkları içtimaî
ehramın (piramit) kaide (taban) veya zirvesine
yakın bir noktada yer almak suretiyle tayin edilir. Muazzam servet yığınlarının
uzun zaman tüccar ve müteşebbisten ziyade, siyasi nüfuz ve iktidar sahiplerinin
elinde toplanmış olması, bunun en açık delilidir. Kudret (ve de devlet İ.G)
tabirinin lugatça (sözlükte) hem zenginlik, hem de zor ve kuvvet
manasına geldiğini hatırlayalım… özetle, servet, her şeyden evvel politik bir
kategori olduğuna göre, gelir dağılımında gündelik maişette (geçim) haddini aşan bir pay sahibi olabilmenin en
emin ve kestirme yolu, üst kademelerinden birine çıkmak; yahut, daha kolayı
oradakilere intisap etmektir” Çöküş döneminde darb-ı mesel haline gelmiş şu söz
gerçeği desteklemektedir: ‘Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’de terfi-i temayüz ilim
ve emek ile olmaz; ya olacak maden-i has (para, altın), ya olacak kuvvetli
iltimas, ya da olacak dalik ile temas (damatlık).”
Basit ihtiyaçların
bastırılması yöntemiyle tatmin edilerek köleleştirilen ahali (çoğunluk)
yukarılardakilerin mal birikiminin nasıl yapıldığını bilmeyecekler ve anlayamayacaklardır.
Bütünüyle, alın teriyle kazanılan, üretilen birikimler olduğunu sanacaklardır,
çünkü düşünemeyen çoğunluk tam da istenilen türden insan tipidir. Tarih boyunca
böyle olduğu gibi zamanımızda da farklı değildir. Yazı muhteviatını oluşturan
mutluluk, Hasan Sabbah’ın müritlerine yaşattığı mutluluktan farklı değildir.
Bütün mesele, dünya
tuzağından kurtulmak, hakikat ufuklarında dalgalanmaktır. Bu yolda yapılması
ilk gereken ise, beyinlerin, ellerin, kolların bağlandığı milyonlarca
prangalardan kurtulmaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder