29 Mart 2016 Salı

Kurtuluş Reçetesi


Nasıl da yaklaşıyorlar hedeflerine adım adım.

Ne gibi kabul edilemez bir hadiseyle karşılaşıyorsanız, bilin ki, hedef için bir kurşun atımıdır bu. Terör bu anlamdadır, yolsuzluklar bunun içindir, hırsızlıkların gündem edilmesi bu hedefe kilitlenildiğindendir, terör örgütlerinin isimlerinin karıştırılması tam da istenileni dillendirmektir, benzerlerin ayrıştırılması, benzemeyenlerin bir torbaya doldurulması hep ama hep gayeye varmak için sürdürülen algı operasyonlarının devamıdır.

Her kötülüğün ardından yapılan tespit nedir? ‘Paralel’!. Bir-kaç yıl evvel bu söylemin yerinde hangi kavram vardı? ‘Ergenekon’!.

Birisi, günde en az Üç yerde uzun uzun, sinirli, gülerek, şiirler okuyarak, yumuşatarak, sertleştirerek her türlü renge girerek yaptığı konuşmalarla beyinlerin iflas etmesini ve istedikleri seviyeye gelmesini teminen konuşmalar yapıyor (bunun da adına siyaset diyorlar!). Yandaşlaşan televizyonlar (hemen hemen hepsi)bu konuşmaların tamamını canlı olarak verdiği gibi, her haber saatinde konuşmalardan alıntılar yapılarak, verilmek istenen mesajların taze kalmasını sağlıyorlar. Yetmiyor, hemen tüm hafta boyunca televizyon stüdyolarında kurulan sözde tartışma masalarında konu taze tutularak, beyinlerin düşünebilme yeteneği alınıyor. Yetmiyor bu tabii, diğeri de, başka başka alanlarda diskurlar çekerek ikinci bir canlı yayın hücumuna maruz kalıyoruz. Üzerine haber bültenlerinde tekrarlar, tartışma topluluklarında yeniden yeniden gündeme getirilmeler… Derken, ne konuşacağımız başka bir mesele, ne de düşünebileceğimiz diğer bir konu kalıyor. Sabah kalk konu bunlar, akşam yat konu bunlar.

Mecbursun, çünkü düşürülen zafiyet çukurundan çıkış o kadar da kolay değil. Onların istedikleri konular üzerinde konuşmak ve düşünmek ve bu konuların dışına çıkamamak, üzerine giydirilmiş acayip bir mecburiyettir. Çıkamazsın!.


***

Peki, çıkış yolu yok mu?

Onların kurdukları kumpas taarruzlarının menzilinde kaldığın sürece çıkış yolu arama. Yorgunluktan başka bir şey kalmaz elinde. Kuru kuruya karşı durmakla da bir sonuca varamazsın. İlmi verilerde, “
olumsuzluklara karşı durmanın, kişiyi olumsuzlukların içine ittiğine dair çok önemli tespitler vardır.
 
Doğrusu, televizyonları kapatmak, radyoların ayarını masal kanalına çevirmek, gazetelerine bakmamak, sohbetlerinden uzak kalmaktır. Yok hükmüne indirgeyip, onları görmeyerek, anlattıklarına kulak tıkayarak savunma surlarını tahkim edebiliriz. Ancak böyle olunca onlar seni dinlemeye, senin yanına varmaya mecbur kalacaklardır.


***

Çok boyutlu savaş her anında dünyanın mevcuttur, çünkü şeytan vardır. Bize düşen, şeytandan ve ortaklarından uzaklaşarak, Hakk ile birlik olmaktır.

Nasıl diyordu Süleyman Çelebi:


“Bir kez Allah dese aşk ile lisan,
Dökülür cümle günah misl-ü hazan.”


21 Mart 2016 Pazartesi

“Söze nereden başlasam?”


Karşılaşılan büyük felaketin nasıl anlatılacağını bilemeyen veya gelişen olayların müsebbibi olmaktan kendini korumaya çalışan bir korku sahibinin lafa girişi genellikle böyledir. Evet, evet, kendimi bu sınıfa dâhil ediyorum. Ne gibi olumsuz, ne gibi kabul edilemez hadiseler gelişmişse tamamından kendimi (de) sorumlu tutuyorum.

En mühim çözülmez problemler, kişinin kendi fikirlerini ‘en doğru fikir’ bulmasıyla ve inatla savunmasıyla başlar desek yeridir. Bu dünyada başkalarının da yaşadığını hiç hesaba katmadan, ‘el elden üstündür’ atasözünün manasını unutarak, kerameti daima kendinde aramak bahtsızlığına düşmek asıl büyük felaket değil de nedir? Bir bakalım, düşünelim birazcık böyle mi, değil mi? Evvela mihenk taşına kendimizi vuralım, ayarımızı anlayalım diğerleri sonra, ‘kurtarma’ faaliyetleri daha da sonra!

Cümle dikkatle okunursa, kişinin kendi kendine ‘en doğru fikirlere sahip olduğu’ şeklinde bir inancı, kendine dayatması vardır. Bu dayatmanın kaynağına inilirse karşımıza ‘NEFS’ çıkar. Hayal âlemi, yaşayan kişinin en mutlu olduğu âlemdir. Çünkü sorumluluk yoktur bu dünyada. Kur kurabildiğin kadar hayal, ne bir soru sorarlar, ne de bir ceza verirler kanuna aykırı diye. Hayal kurmak iyi de, hayal’in kaynağı neresi; nereden, kimden geliyor? Ve bu özgürlük nereye kadar tanınmıştır?

‘Nefs’in at koşturduğu ve sürüklemek istediği kişiyi en kolay avuttuğu alan ‘Hayal Âlemi’dir. Bütün kötülüklerin başlangıç yeri o âlemden, kişi beynine uçuşan hayallerdir.

Sıradan herhangi bir kişiye sorunuz, kimsin, ne yapıyorsun, neler yapmak istersin? Alacağınız cevaplar, tamamen hayallerinin esiri olan bir kişiyi anlatacaktır. Elle tutulur, akla mantığa uygun hiçbir cümle duyamazsınız. Hep o (kendisi) vardır, başkaları yok hükmünde olarak. Oysa bu dünyada yapılacak her hangi bir eylemde, kurulacak herhangi bir projede bir başına değilsin ki, birlikte yaşıyor, olayları hep beraber oluşturuyorsunuz. Bir kişinin hareketi, düşüncesi, nasıl yanındakini ilgilendirip, onun hayatına değiniyorsa, o kişinin de değişen şartlara uyum sağlayarak bir yanındakini o da diğer yanındakini etkilemek üzere zincirleme olarak ve böylece tüm toplumu etkileyeceği nasıl olur da hatırdan çıkartılır? Nasıl, iyi (olumlu) düşünceler bir enerji kümesi oluşturarak tüm toplum üzerinde etkili oluyorsa, kötü ve olumsuz düşünceler de bir araya gelerek, toplumu istedikleri yöne kanalize edebilmektedir. (Topluca Dua bunun için önemlidir ve gereklidir!)

Alınan eğitimler ve çevrenin etkisi olarak ‘nefs’i, yalnızca, içki içmek, kumar oynamak, zina etmek.. gibi basit dereceleri ile tanıdık. “Boş iddia ve arzuları” ilgilisine dayatmasını ve ‘varlık’ olarak kendine bir paye vermesini ve dayatmasını bir kenara bıraktık veya hiç bellemedik. Muhalefet etmeyi, karşının fikirlerine ve hareketlerine karşı çıkmak olarak algıladık. Fikir beyan etmeyi, ille de uygulanacak zorbalığı olarak kabul ettik. Komşumuzun makam sahibi olması, paraca zenginleşmesi bizi üzdü, onu kıskandık, haset ettik. Arkadaşımızın maddi-manevi olarak bir başarı elde etmesini içimize sindiremedik. İnsanların bize anlattığı masallara gülümsedik, onlara gelen belalara üzüldük. Karşıdan gelen bir yardıma sevindik, onların verdiği zarar bizi üzdü.

Kısaca, Allah’ı unuttuk!.

Hâlbuki yapan-eden Allah’tı. Allah’ın verdiği güç-kuvvetle yapılmıştı. Bir an olsun bile hatırlamadık. Şükür vazifesini yerine getiremedik.

İster iyi bilelim, ister kötü; içeriden ilk dayatılan nefstendir. Bunu anlayamadık. Kadim öğreti bize, “nefsine daima muhalefet et” der. Okuduk, anladığımızı zannettik, heyhat ki, anlayamamışız!.

***

Kabul edelim ki, büyük ve karmaşık bir girdaptan geçiyoruz. Ülkemizin komşuları bir bir düşman kesildi. İçeride aralıksız terör saldırıları. Bir bölgemiz adeta düşman ordusu tarafından işgal edilmiş vaziyette. Şehit haberi almadığımız gün yok. Patlayan bombalar, yıkılan viran edilen şehirler, toplumun idrakine salınan korku. Yaşamak zorlaştı, kardeşlik türküleri unutuldu. Beraberlik, bir olma nutukları arda bırakıldı. Şimdi savaş zamanı, şimdi ölüm zamanı adeta. İdarecilerimiz tarafından ‘terörle yaşamaya alışmalıyız’ emirleri beyinlerimizi kemiriyor.

Bunlar yetmezmiş gibi, bir birine düşürülen kardeşler. Ne uğruna? Bendeniz bir sebep bulamıyorum. Yalnızca hiç uğruna diyebiliyorum.

Kötülük, çığ gibi büyüyor. İyilik ve güzellik hatıralarda kaldı. Makam mevki kavgaları gözleri kararttı. “En iyi ben bilirim” dayatması kâbus gibi çöktü üzerimize. Çıkış yolu arıyoruz. Yolu ararken de, sarp yollara, çıkılmaz vadilere dalıyoruz, doğru yol zehabı ile.

Bilelim ki, ağır bir sınavdan geçiyoruz.

Başarı yalnızca Allah’tandır.

Yanlışı bilip, doğruya yönelinmeden ise, başarı hayaldir.



14 Mart 2016 Pazartesi

Gönüllü Esaretten, Aydınlığa!


Akıllı telefonlar devrine geçeli, her ne ararsak ayağımızda artık. Müzik o anda, film şıppadak karşında, özlediğin bir dostun mu var, durma çevir canlı olarak muhabbete başla, oyunlar, yarışmalar, iddialaşmalar, mesajlar, konuşmalar, ne ararsan, ne istersen hemen emre amade.

Sen düşünme, arama motorlarından birinde cevap anında, hafızana almana gerek yok, binlerce baytlık alan bedava sana hizmette, kitap almana, okumana lüzum yok her şey elinin altında.

Bu hayatta bize düşen şey, pahalı da olsa akıllı bir telefona sahip olmak. Belli bir gideri aylık olarak ödemeye de razı olunca, artık kendini (beynini) devreden çıkartabilirsin.

Doğru ya, hep böyle olmuş, oluyor. Elindeki telefondan bir an bile ayrılamayanlar, caddelerde, kaldırımlarda, parklarda, sinemada, kahvede, stadyumda, televizyon seyrederken, radyo dinlerken, iş yerinde verilen işleri yaparken bir yandan da akıllı telefonumuzla işleri kolaylaştırmaya çabalıyoruz. Kolaylaştırıyor muyuz acaba?

Evet, makineler yardımcılarımız, işlerimizi havale ettiğimiz sadık dostlarımız. Programlarının dışına asla çıkmazlar, çıkamazlar. Bir hal hariç: sahibini kendine bağımlı kılar. Kılmaya çalışır. Her tür bağımlılık felakettir cümlesi dillerde pelesenktir. Lakin derinlik kaybedildikten sonradır ki, bağlanmaya amade yüzbinler makineleriyle nikâhlanmakta, bir anlarını bile ondan ayrı geçirmemekteler. Tapınma gibi, meczupluk gibi, kara sevda gibi…

Bu hal içinde, makinesi ve kendisinden meydana gelen dünyasında güya mutlu bir hayat sürer gider. Onun için mutluluk, dünyadan sıyrılmaktır, uzaklaşmaktır. Bir nevi, haberlerden, terör olaylarından, siyasi gelişmelerden, edebi yayınlardan, teknolojik ilerlemelerden, eş-dost, hısım-akraba hastalıklarından, kayıplarından bîhaber, mütecerrit yaşamaktır. Hiçbir endişeleri yoktur, zira ellerine tutuşturulmuş makineleri onları her türlü felaketten korur, her taleplerini yerine getirir. Tanrı gibi. Bu cümledeki, dünyadan sıyrılma kavramını biraz derinleştirmeliyiz. Esasen ‘dünyadan sıyrılmak’ istenen, arzulanan bir sonuç. Eldeki makinenin esiri olup, kendi küçücük dünyasına hapis olarak sürdürülen bir hayat ise, dünyanın aldatıcılığına yüz çevirmek değil, bilakis kendi yarattığı dünyasında bir başına mahkûm olarak ömür tüketmesi demektir. Ki, bu hiç de arzulanan bir durum değil. Beynin faaliyetlerinde kısıtlamaya gitmek, daraltmak gönüllü olarak mahkûmiyete evet demek olmaktadır. Zaten bu halde, dünyayı görmek değil, dünyayı ve sonsuz geleceği bir küçük makineye değiştirmek, bir küçük makineyi dünyası yapmak demektir. Bu ise felaketlerin en büyüğü olmalıdır.

“Her şeyi o kadar ezberden, hızlı ve yüzeysel yaşıyoruz ki, görmüyoruz, hissetmiyoruz. Derinlik dediğimiz şey kalmadı, çünkü artık her şey yüzeysel.” (Yaşar Kiraz, 7 Temmuz 2015, haberiniz.com.tr)

Bağımlılığın sonucunu ne güzel özetlemiş yazar. ‘ezber’ ve ‘yüzeysel yaşama’. Artık, aşılmaz duvarlarla çevrelenmiş mahpushaneler yapmaya gerek kalmadı. Esaretin altına almak istediğin milletin evlatlarına bağlanacakları küçük bir alet ver, istediğin bilgileri çarpıtarak beyinlerine yükle. Sonra yan gel yat!. Yapılan bu değil mi günümüzde? Elindeki makinenin aklını kendi aklı zanneden zavallı insanlar. Ya da kendi aklını, makinenin aklıyla değiştirerek, dünyayı fethe hazırlanan hayalci gençlik!. Küçücük ekrana sıkıştırılmış, dünyasındaki hayalleriyle yaşamaktan mutluluk doruklarında at koşturduğunu sanan, izandan, insaftan, vicdandan daha daha imandan uzaklaşmış yığınların oluşturduğu geleceği anlamsız, düşünceleri sığ, ufukları dar evlad-ı vatan.

Hakikatten uzaklaşarak, hayaller ile yaşamak, şimdinin ve geleceğin esaretine rıza göstermek değilse nedir?

Farkında mısınız, artık, konuşamıyoruz da. Konuşsak da anlaşamıyoruz. Anlaşmış gibi yapsak bile, bir sıkıntıyı yaşatıyoruz daima içimizde. Kulaktan dolma aşırılmış bilgilerle haddimiz olmayan alanlarda küfürlerle mukabele ediyoruz. Bir alime, bir büyüğe, bir devlet ricaline, bir abiye, bir ablaya tahammül gösteremiyor, bir cümlede alaşağı ediyoruz. Karşıdaki insan kalp taşıyor mu, onun da bir düşüncesi, onun da bir ruhu var mı? Hiç aldırış etmeden, küçük ekranlardan dimağımıza zerk edilmiş kirli bilgilerle yıkıp geçiyoruz. Bunun sonu nereye varır? Sarı trafik ışığı yanmak üzereyken, arkadan çalan kornaların pervasızlığı ne ise, Hakk’a karşı saygısızlık örneği hayatımızın da vazgeçilmezi oldu.

Bir yandan da unutkanlık peydahladı toplumu, hususa gençliği.

Ha, sahi hani sizin akıllı telefonlarınız vardı. Bari zahmete girin de arayın, üç-beş gün evvel neler söylenmişti. Can pahasına savunageldiğin değerleri nasıl ayaklar altına alıyorlardı. Ne oldu da şimdi onların peşlerinden gider oldun? Kaldır kafanı o küçücük ekrandan, çevrene bak, ormana dal, dağlara çık, ufkunu genişlet. O ekrana gömülü bulunduğun sürece, kendi dünyanda boğulmaya mahkûm, düşüncelerin dumura uğramaya mecburdur.

Kurtuluş mu?

Kolay:

İnsan olduğunu fark et. Kâfidir.

Not: Üç gün evvel yazılmıştır bu yazı. Ankara’nın kalbi, Türkiye’nin kalbidir. Devleti yönetenler hala mı kendilerinde bir sorumluluk görmeyecekler? Peki, devleti yönetenleri destekleyenler, hala mı desteğini sürdürecek? Böyle gitmez…

Milletimizin başı sağ olsun. Uyuyan gözler uyansın.


7 Mart 2016 Pazartesi

Mezhep Kışkırtıcılığı Nereye Kadar?


Bakmayın Başbakan’ın Sünni – Şii arasını yumuşatmak üzere gittiği İran ziyaretine. Muhafazakâr yandaş yorumcular ve yazarlarda derin bir İran (Şii) düşmanlığı gözle görülür boyutlarda. İki laflarının arasına bir Şii – Sünni karşıtlığını sıkıştırıyorlar. Sünni, olmayanların Müslüman dünyanın şeytanı olduğunu söyleyebilenler bile var. İran, ABD ve Rusya arasında gelişen (elbette milli menfaatlerine dayanan) dostluktan bile, düşmanlık üretenler, nasıl olacak da Ortadoğu Coğrafyasına barış sunabilecekler?

Şimdi, ziyaret haber ve yorumlarını İran, Rusya ve ABD basınından izlemeli. Bizimkilerin ne yazacakları günler evvelinden belli. Büyük başarı, dış politikada stratejik derin gelişme filan. Hafızalar arızalanınca, diğer insanların hafızalarında da arızalar var kabul edilerek yorumlar yapılacak, hep olduğu gibi. Bir kendileri her şeyi bilen ve yorumlayan sınıfında kabul edilerek yapılacak yorumlar. Bizler bilgisiz, düşünemeyen cahiller olarak kabul edileceğiz (bu düşünceler söylenilmiştir!).

Kışkırtılan mezhep kavgalarının sebebi ne ola? Kim kışkırtıyor? Ne diye barış istemek varken, Şii düşmanlığı pik yaptırılır? Durup dururken, İran düşmanlığı bize ne kazandıracak? Kaldı ki, aramızdaki dostluk, ufak-tefek arızalara rağmen yüzyıllar boyu sürmüş. İki ülke menfaatleri çatıştığı vakitlerde ortaya çıkan anlaşmazlıklar, kısa bir süre içinde halledilmiş.

Biz, en kolay İran ile anlaşırız.

80 öncesinin, ‘Yeşil Kuşak’ projesinde İran, Pakistan ve Türkiye hedef ülke idi. Her üçünde de ABD güdümlü askeri darbelerle inşa edilen, muhafazakârlaştırılan toplum yapılarını görüyoruz. Ne gariptir ki, aynı merkezden idare edilen muhafazakârlaşma süreci, her üç ülkede de ayrı ayrı sonuçlara vardırıldı. Türkiye’de, araya sıkıştırılan bir post modern darbe teşebbüsü ile istenilen raydan çıkan ülke yeniden ABD hedeflerine kilitlendirildi. Nihayetinde 2002 yılında erken yaptırılan genel seçimlerle, istedikleri nizamı rahatlıkla kurabilecekleri bir iktidarı tesis ettiler. Üstelik Ortadoğu’da (İslam ülkelerinde) yapmak istedikleri projenin başına birisi Türkiye’den olmak üzere iki Müslüman ülkenin başkanlarını tayin ettiler. Adına da BOP dediler. Açık açık şöyle söylemişlerdi: “22 İslam ülkesinin sınırları değişecek!.” İşte bizim Başbakanımız böyle bir projede eş başkanlık üstlendi(rildi).

Şimdi, diyorlar ki, “BOP diye bir şey yoktur. Varsa da sona ermiştir. (Hükümete) muhalif olan kanatlar, olagelen hadiseleri gereği gibi okuyamadıklarından, BOP kavramına takılıp kaldılar ve daima oradan dem vuruyorlar”. Niye bitmiş (gibi) gözükmektedir? Çünkü “Ortadoğu politikasında artık ben de varım” dedi, Rusya ve İran. Dolayısıyla, eskisi gibi rahatlıkla at oynatamadılar BOP’çular. Bula bula, BOP yoktur iddiasını buldular. Şimdi karşımıza BOP diye bir şey yoktur diyerek savunuyorlar. Oysa, problemin tespiti karmaşanın başlangıcından itibaren yapılmaz ise, varılacak çözüm güdük kalır. Olayların başlangıcı ve yıllarca yapılan, Alevi, Şii düşmanlığının vardığı sonuç, parçalanmış Irak, parçalanacak Suriye, yok edilmiş bir Libya’dır. Sormayacak mıyız bunları? Nasıl başladı, nasıl başarıldı diye? ‘Kandırıldık’ savunmasıyla geçiştirilebilecek cinsten hatalar değil bunlar!.

İçinde yaşadığımız günlerdeki dış politikamızdaki savrulmaların esas sebebini, vaktiyle uygulanan BOP politikalarında arayalım. Darbeciler başarısız olurlarsa cezalandırılırlar genel prensibi içinde olan da budur. Kayaya toslayan başarısız BOP politikaları, içeride uygulanan politikaları da alt üst ettiğinden, özellikle dış politik çevrede daralmalar meydana gelmiştir. Azalan desteklerin telafisi için ise, düşmanlık gösterilerini pek sık yaptıkları İsrail kurtarıcı olarak seçilmişse de, Büyük İsrail Projesinin önemli bir parçası olan ‘Bağımsız Kürdistan’ talebini açıkça yetkili ağızlardan yaptıklarından, bizimkiler açık bir beraberlik kuramamaktadırlar. Ancak, dostluğun ilerlemesi için elden gelen ne ise yapılmaktadır. Güney Amerika ve Batı Afrika ziyaretleri de bunlara eklenebilir.

Dönelim İran’a;

Yıllardır politik hiçbir ilişkimizin olmadığı bu ülkeye Başbakan gönderildi. Yapılan görüşmelerin içeriği incelendiğinde ıvır-zıvır tanımlaması dışında dişe dokunur bir şeyin olmadığı görülür.

Bizimkiler Osmanlı’ya atıf yaptıkça, Ortadoğu’da gelişeceklerini sanıyorlar. Oysa, İran ayaklarını, ilme, fenne ve teknolojiye basmış, sağlam adımlarla yürüyor. Alt yapısını ise Binlerce yıllık Pers tarihi oluşturuyor. Bizimkilere bakacak olursak, Türk Tarihinin başlangıcı 2002!.

90 yıl mı, orası zaten enkazdı sayılmaz. 1071 öncesi mi? Orası zaten dinsizlik sayılmaz. Selçuklu mu? Onların da yarısı sayılmaz. Kala kala 2002 sonrası kalıyor. Buyurun size tarih. Yaslanın neresine, nasıl yaslanacaksanız!.

Kışkırtılan mezhep savaşları, sanmayın ki, bizimkilerin uyguladığı derin bir politikadır. Amatör oyuncuların, profesyonel kadrolar içinde kaptığı figüranları oynuyor o kadar. Yalnız, yangına benzin taşımakta üstlerine yok.

Şii düşmanlığı bize bir şey kazandırmayacağı gibi, içyapıda parçalanmaya sebep olacağından bu politikalardan derhal vaz geçilmelidir. Onlarcası kurulu bulunan (dinci) televizyonlarda her gün yapılan Sünni propagandalara ve Alevi-Şii karşıtlığına son verilmelidir.

Nihayetinde;

Türkiye, İran, Irak ve Suriye arasında kurulacak antlaşmayla, saldırmazlık ve kültürel, ticari, sınai işbirliği bütünleşmesi adımları atılmalıdır.

Tarih bir kere daha Hakk’ın doğrulandığı zamanları yaşamaktadır.

Dönüş zor olsa da, ilk virajda kesin olarak dönülerek, Hakk’a doğru koşturulmalıdır.

Vesselam!...


Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...