Sert adımlarla odanın açık
kapısından girip, doğruca karşı sedirdeki boş mindere oturdu.
Odada yirmi civarında insan
vardı, duvar boylarınca serilmiş minderlere oturmuşlar, kimi diz çökmüş, kimi
bir ayağını altına alarak diğerinin üstünde oturmuş, kimisi bir ayağını uzatmış
(belli ki ayağında arızası var) rahat bir halde fısıltı tonunda sohbete
koyulmuşlar, adam içeri girdiğinde toparlanma hareketi yapmışlarsa da, genç adam
ellerini yana açarak rahat olmalarını, kalkmamalarını işaret ederek
rahatlatmıştı. Sedirdeki boş yere oturdu. Konuklar bir sıkıntının olduğunu fark
etmişler gibi, hep birden onun yüzüne baktılar, bir açıklama bekledikleri belli
oluyordu. Şimdi kimsenin ağzını bıçak açmıyor, meraklı gözlerle birbirlerine
bakıyorlardı.
Adam saatine baktı. Derin
bir iç geçirdi.
Ayağa kalkıp geldiği gibi
sert adımlarla geri gitti.
Merak iyice artmış, nelerin
olduğunu tahmin etmeye başlamışlardı. Kimisi, beklenenlerin düşmanlar
tarafından çevrilmiş olabileceğini, kimisi arabalarının kaza yapmış olabilme
ihtimalini filan anlattılar. Kesin bilgiye ise telgraf makinesinin başında
bekleyen Yalçın’ın açıklamasından sonra kavuşacaklardı. Vakit epeyce ilerlemiş,
karanlık basmıştı. Hava çok sıcaktı. Odadaki üç pencere de açık olduğu halde
bir esinti, küçük bir serinlik gelmiyordu. Sıkıntı had safhaya ulaşmıştı. Dua
bilenler küçük dudak hareketleri ile duaya başladılar, duyabilenler “âmin”
diyerek duaya iştirak ediyorlardı. Beklemekten başka da bir çare görünmüyordu.
Gecenin ilerleyen
saatlerinde odada bulunanlar, gün içindeki yorgunluğun da verdiği ağırlıkla
oldukları yerde kıvrılarak uykuya geçtiler. Sabah ezanına kadar…
Bu arada, Süha Bey bir kere
gelip, gençlerin uykuya geçtiklerini görünce rahatsız etmeden geriye dönmüştü.
Böylesi daha iyiydi. Kime ne laf anlatacaktı.
Yalçın koşar adımla Süha
Bey’in yanına gelerek, haber aldığını, şimdilik bir problemin olmadığını
belirttiğinde, yüzünde tebessüm belirdi Süha Bey’in. “Eyvallah” dedi.
Rahatlamış, haber bekleyen arkadaşlarına bilgi vermek için gelmişse de uyumakta
olduklarını görünce geri dönmüştü. Bu gece böyle geçecekti. Güneş doğduktan
sonra seyahat edemeyeceklerini de düşünerek artık yarına kaldığını fikir etti.
Olsun, “geç olsun, güç olmasın” dedi kendi kendine.
Tıbbiyeyi bitirdiğinde posta
idaresine gidip anasına telgraf çektiği günü hatırladı. Yağmurlu bir gündü.
Kısaca, “okul bitti, şimdi ne yapacağımı bilemiyorum. Stop” aynı çaresizliği
içinde bulunduğu şu anlarda da yaşıyor, çıkar yol bulamıyordu. Doktor olmuştu,
doktorluk yapamıyordu, kitap okumuştu, okuduklarını aktaramıyordu, vatan eşkıya
ve düşmanlar tarafından paylaşılmışken…
Düşüncelerden sıyırdı
kendini, gözleri de kapanmak üzereydi. Battaniyeyi üzerine çekti uykuya vardı.
***
Kasaba ahalisi çoktan
dükkânlarına gelmişler, alışverişe gelen giden olmamasına rağmen sözleştikleri
gibi kepenklerini açmışlardı. Her dükkânın bir de (kendi veya komşu
çocuklarından) bir gözetleyicisi, haber uçuranı vardı. Esnaf tezgâhının
başında, kulakları gelecek haberdeydi. Hükümet binasında birkaç jandarma,
birkaç kâtip memur, ara sıra binaya uğrayan Kaymakamdan başka kimse yoktu.
Kaymakam çok uzaklardan olduğundan, epeydir kasabada görev yapmasına rağmen
halk ile içli dışlı olamamış, işlerin de üzerinde sallapati durmuş, yaşı da eh
sonuna yaklaştığından pratikliğini kaybetmiş, birazda korkar olmuştu. Nasıl
korkmasın ki, jandarma tüfeklerini süs diye taşıyordu, ancak sopa olarak
kullanabilirlerdi, tüfeklerde kullanılmaya mermileri bile kalmamıştı. Karakol komutanı
Üsteğmen Recep Bey’i cepheye gönderdiklerinden, karakol bir onbaşının idaresine
kalmıştı. Üsteğmen zımba gibi delikanlı, o olsaydı bari Kaymakam da daha rahat
edecekti, talih ah.. ah.
Doktor Süha uyandığında
güneş tepedeydi. Gözlerini ovuşturarak kanepeden doğruldu, dışarıdan ayak
sesleri geliyordu. Birkaç kişi olsa gerek, yavaş sesle sohbet ediyorlardı.
Pencereyi açtı, şöyle bir gerindi, derin nefes aldı. “Neler oldu acaba” diye
geçirdi içinden. Odadan dışarı çıktı.
Eskişehir’e kadar trenle
gelmiş ve Eskişehir istasyonunda kararlaştırdıkları arkadaşları Osman ve Halil
ile buluşmuşlardı. Yaptıkları plan gereğince silahları Eskişehir’de teslim
alacaklar ve bir yolunu bularak kasabaya kadar taşıyacaklardı. O gün, komutanla
görüştüler. İri yarı, çelik gibi yüz, sert ifadeli komutandan önce ürktü, sonra
konuşmaya başlayınca içindeki insan komutan belirdi ve rahatladı. Halil,
Süha’nın yiğitliğinden, gözü karalığından bahsetmişti önceden komutana.
Kasabaları, dağların üzerinde olmasına rağmen, askeri olarak stratejik bir
bölgeydi, kasabanın haritasını, planlarını çıkartarak komutana anlattılar.
“Bizim kasabanın üzerinden geçerlerse, sessizce Beypazarı’na, oradan da
Polatlı’ya kolaylıkla ulaşırlar. Eğer bizim oraları tercih ederlerse, hemen
orada gerekli müdahaleyi yapmalıyız” demişti. Komutanın hoşuna gitmişti bu
safiyane sözler ve ince zekâ. Hak da vermişti. Oraları yalnız bırakmaya
gelmezdi. Halkın örgütlenmesi ile düşman kuvvetleri gece boyu oyalansa, asker
yetişebilirdi. Düşünce güzeldi. Hem böylelikle, dağ başındaki bu kasabada büyük
bir askeri birlik bulundurmaya gerek olmayacaktı.
Maruf Beyle sohbet
halindeki Hasan Bey Doktoru görünce ayağa kalkmak istediler, omuzlarından
tutarak oturdukları tabureden kalkmamalarını belirtti, kendisi de yanlarına
oturdu. “Ne var ne yok, Yalçın’dan bir haber var mı?” sorusunun cevabını
biliyordu aslında kendisi, hiç öylesine sormuştu. Başlarını sallayarak
cevapladılar. Önüne bakarak, “meraklanmayın, her şey yolunda” dedi.
“Tereyağından kıl çeker gibi hallolacak, yeter ki söylenilenin dışına
çıkmasınlar.” “çıkmazlar” dedi, Maruf Bey. “İyi yetişmiş çocuklar, hem emir
komuta eğitimini de almışlardı. Zaten belki bir-kaç haftaya kadar onları da
askere alırlar.” Başını sallayarak onayladı Doktor Süha. “Kolay değil, 80
kilometrelik yol, kağnı ile gelecek ve gece yolculuğu yapacaklar. Ancak,
ancak.. Telaşa yer yok.”
Yalçın nefes nefese geldi,
“Eskişehir’den Komutan aradı, haber bekliyor, daha ulaşmadılar mı diye sorar”.
Cebinden kâğıdı çıkarıp şu notu yazdı ve telgraf olarak göndermesini istedi.
“Komutanım, gece yolculuğu yapıyorlar, gündüz yatıyorlar, tedbir olarak böyle
düşündük. Meraklanmayınız, derhal bilgilendiririz. Stop.”
***
Tarihin hiçbir sayfasına
girmeyen nice hadiseler vuku bulur, bilenler birbirlerine anlatırlar, belki
dilden dile dolanır bir zaman, dedeler torunlarına, torunlar arkadaşlarına
derken konuşulmaya başlanır. Belki bir gün tabiî ki on yıllar sonra hikâyeye
vakıf olan birisi yazma ihtiyacını hisseder. Zorlanır yazmakta, çünkü dillerde
dolanan hikâye her anlatımında aslından biraz daha uzaklaşmıştır. Olsun bu
toprakların her metresinde benzeri olaylar yaşanmış, ortak hayatlarda aynı
zevkler tadılmış ve dillerde dolaşan kahramanlık, aşk, tabiat, verimlilik,
hüzün, sevinç… Hikâyelerinin hep benzer taraflarının, hep ortak yanlarının
olduğu da bilinen bir hakikattir.
***
Eskişehir’de bulunan topçu
birliği, süvari birliği, hafif makineli birliği Sakarya üzerinde mevzilenmek
üzere gönderilmişti. Neredeyse hiç asker kalmamış şehirde, kalanlarda resmi
daireleri, değerli fabrika binalarını, statülü kişileri korumaya yönelik ve
cephede işe yaramayacak yaşça ilerlemiş askerlerden ibaretti. Ankara’dan
birlikler hareket ettirilmişler, Eskişehir üzerinden kuzeye doğru gideceklerdi,
fakat onlarında buralara ulaşması nereden baksanız iki gün alacaktı.
***
Telgrafçı Yalçın elindeki kâğıdı
sıkı tutmuş olduğu halde geldi. Doktor Sühaların bulunduğu yerdeki boş kütüğe
oturdu. Kâğıdı uzattı. Komutandan geliyordu, kısa bir not. “Göreve gidiyoruz,
Eskişehir’den yardım umma, başınızın çaresine bakın. Stop.” İkindiye doğru
ulaşan bu haber üzerine, yapılması gerekenleri gözden geçirmek üzere ihtiyar
heyeti toplantıya çağrıldı. Kısa bir görüşmenin ardından, iki atlı çıkartılarak
gelenler hakkında bilgi alınması ve akşamdan itibaren kasabanın gençlerinin
(onlar gençler adını takmışlardı, örgüte dâhil olanlar desek yeridir) hazır
kıta beklemesi kararı alınmıştı.
İki atlı yıldırım hızıyla
ayrıldı kasabadan. Bağları, bahçeleri, düz ovayı geçtiler. Yayla alanında
bulunan ağıllara vardılar.
Gelenlerin, kendi
arkadaşları olduğunu gördüklerinde rahatlamışlardı bir mukaddes emaneti
taşıyanlar. Saklandıkları yerden çıktılar. Selamlaşıp sarıldılar. İşler yolunda
gitmişti, kimselere de görünmemişlerdi. Olan biten hakkında bilgi alış
verişinden sonra derhal yola çıkılması kararı verildi. Arabalar, atlar,
katırlar hazırdı zaten, yola hemen koyuldular, artık ne olacaksa o olacaktı,
bundan sonra görünme tehlikesini de düşünmeyeceklerdi. Kasabadan gelen
atlılardan birisi gençleri habersiz bırakmamak için hızla ayrıldı gruptan,
diğeri kaldı. On kişilerdi. Her biri bir olay anında hemen silaha ulaşabilmek
üzere kolayca alınabilecek bir yere silahlarını koymuşlardı ki, kasabadan gelen
sekiz kişi de yaklaşmışlardı.
Dağdaki gözetleme (nöbet)
mahallinden bir haber geldi. Kim oldukları belirlenemeyen kalabalık bir grup
kasaba üstüne doğru geliyorlardı. Derhal nöbet mahalline iki kişi daha
gönderdiler. Ellerinde tek kırma avcı tüfeği vardı. Bir işe yaramazdı ama
olsundu. Emaneti taşıyan grupla karşılaşma ihtimallerini dikkate aldılar ve on
kişiyi de oraya gönderdiler, ikisi atlı, diğerleri yayan. Atlılar dizginleri
bıraktılar. Geri kalanlar üçerli gruplarla yayılarak ve birbirlerini
gözetleyerek hızlı adımlara yürümeye geçtiler. Yanlarında silahlı kimse yoktu.
Kasabada kalan gençlerden yirmi kadar kişi beşerli dört kola ayrılarak,
tepelere çıktılar. Yalçın telgrafhanede bir başına kalmıştı. Doktor Süha,
karakol onbaşısı ile sıkı işbirliği içinde idi. Durumu onlara da anlattı.
Kasabadan ayrılmamalarını, durumu da Kaymakam’a söylememesini tembih etti.
Sabırlı olurlarsa silah ve mermi yetiştirmeye söz verdi. Koca karakolda hepsi
hepsi bir onbaşı iki er vardı.
Gençlere ait dükkânlar
hariç üç-beş esnaf açıktı. Fakat dükkân sahipleri işkillenmiş, etrafta nelerin
döndüğünü anlamak üzere fısıldayarak konuşuyorlardı. Bir hareketlik vardı ama
neydi? Doktor Süha hükümet binasından aşağıya doğru yürüyorken, esnaf etrafını
sardı, neler olduğunu sordular. Onları rahatlatıcı birkaç söz etti, inanmadılar
ama yapabilecekleri de bir şey yoktu.
Emaneti taşıyan grupla
karşılaştıklarında Atları kan ter içinde idi, hemen durumu anlattılar. Üç atlı
iki katırla her biri beşer silah ve taşıyabilecekleri kadar mühimmat koydular
ve gruptan ayrıldılar, dörtnal kasabının yolunu tutular. Katırlar epeyce geride
kaldı.
Akşam oldu olacaktı.
Kavurucu batı güneşinin sıcağı nefes aldırmıyordu. Yaprak kımıldamıyor desek
yeridir.
Şimdi on piyade silahı ve
yeteri miktarda mermileri vardı. Hemen birisini onbaşıya bir-kaç avuç mermi ile
birlikte gönderdi. Kasabanın içini korumak onların göreviydi. Geri kalan
silahları pay ederek mevzilerdeki arkadaşlarının yanına vardılar. Tepeden gelen
haber kalabalık grubun ağaçlar altına yattıkları yönündeydi. “Bu zibidiler
kendi memleketlerinde böyle rahat edemezler, bu ne cüret!” Diye düşünseler de,
bu habere sevindiler. Hemen karar değiştirip, bir müddet gelecek silahları
bekleyip, derhal silahların dağıtımı tamamlanarak baskın yapmaya karar
verdiler. Bu arada kendi arkadaşları da iyice dinlenebilirlerdi. Düşman birliği
keşif ve vur-kaç görevini yapacak olan çevik bir kuvvetti. Çok dikkatli
olmalıydılar. Bir atlı çıkarıldı emanetleri taşıyan gruba. Hızlanmaları istenecek,
alabildiği kadar silah alarak geri dönecekti.
Her şey yolunda gidiyordu.
Öyle yaptılar.
Bütün gençler silahlandı.
Beşerli gruplarla düşman üstüne varıldı. Hilal şeklinde dağıldılar ve düşmanın
kaçamayacağı, hareket edemeyeceği, şaşırıp kalacağı bir harekâtla karanlığın
iyice bastığı, derin uykuya vardıkları bir sırada Ya Allah diyerek aynı anda
düşman üstüne silahlarını kustular.
Sabaha kadar vuruştular.
Silah sesleri kesildiğinde
Kaymakam yanında Onbaşı ve iki er, kasabanın eşrafından kişiler, sağlık
teşkilatından iki hemşire tepeden vadiyi seyrederek olanlara mana vermeye
çalışıyorlardı. Silah seslerinin kesildiğinden, çatışmanın sona erdiğinden
iyice emin olduklarında Onbaşı ileri atılarak “Ben önden gideyim, sizler yavaş
gelin, etrafı bir kolaçan edeyim” dedi.
Kan gölüne dönmüştü her
yer. Dağın eteğindeki küçük dere kızıl akıyordu. Yüzden fazla düşman askeri
serilmiş yatıyorlardı. Doktor Süha ve etrafındakiler muzafferiyetin zevkini
yaşıyorlardı. On kadar şehit, yirmiden fazla yaralı vardı.
Güle oynaya kasabaya
vardılar. Telgrafçı Yalçın Komutana şu telgrafı çekti.
“Öncü ve vur-kaç’çı düşman
birliği ile karşılaşılmıştır. Görev tamamlanmıştır. Az kayıpla düşman imha
edilmiştir. Stop.”
Ali Yüceveli :
YanıtlaSil"Görevin ifası, her türlü olumsuzluğa rağmen yılmamak ve verilen görevi yerine getirmek bilinci"
Çok güzel ama biraz uzun bir yazı. 10 Dk. da okudum. Kaleminize sağlık
Harun Meral :
YanıtlaSilAğabey, yorum yapamıyorum.
Yine bir ara kesit psikolojisini yazıya dökmüşsün.
Hürmetler ederim.
Deniz Yurtlu :
YanıtlaSilYüreğinize saglık
Hüseyin Eryetli :
YanıtlaSilŞimdi artık Ankara’dalar.