11 Temmuz 2012 Çarşamba

Yarım Kalan Hikâye



Sert adımlarla odanın açık kapısından girip, doğruca karşı sedirdeki boş mindere oturdu.

Odada yirmi civarında insan vardı, duvar boylarınca serilmiş minderlere oturmuşlar, kimi diz çökmüş, kimi bir ayağını altına alarak diğerinin üstünde oturmuş, kimisi bir ayağını uzatmış (belli ki ayağında arızası var) rahat bir halde fısıltı tonunda sohbete koyulmuşlar, adam içeri girdiğinde toparlanma hareketi yapmışlarsa da, genç adam ellerini yana açarak rahat olmalarını, kalkmamalarını işaret ederek rahatlatmıştı. Sedirdeki boş yere oturdu. Konuklar bir sıkıntının olduğunu fark etmişler gibi, hep birden onun yüzüne baktılar, bir açıklama bekledikleri belli oluyordu. Şimdi kimsenin ağzını bıçak açmıyor, meraklı gözlerle birbirlerine bakıyorlardı.

Adam saatine baktı. Derin bir iç geçirdi.

Ayağa kalkıp geldiği gibi sert adımlarla geri gitti.

Merak iyice artmış, nelerin olduğunu tahmin etmeye başlamışlardı. Kimisi, beklenenlerin düşmanlar tarafından çevrilmiş olabileceğini, kimisi arabalarının kaza yapmış olabilme ihtimalini filan anlattılar. Kesin bilgiye ise telgraf makinesinin başında bekleyen Yalçın’ın açıklamasından sonra kavuşacaklardı. Vakit epeyce ilerlemiş, karanlık basmıştı. Hava çok sıcaktı. Odadaki üç pencere de açık olduğu halde bir esinti, küçük bir serinlik gelmiyordu. Sıkıntı had safhaya ulaşmıştı. Dua bilenler küçük dudak hareketleri ile duaya başladılar, duyabilenler “âmin” diyerek duaya iştirak ediyorlardı. Beklemekten başka da bir çare görünmüyordu.

Gecenin ilerleyen saatlerinde odada bulunanlar, gün içindeki yorgunluğun da verdiği ağırlıkla oldukları yerde kıvrılarak uykuya geçtiler. Sabah ezanına kadar…

Bu arada, Süha Bey bir kere gelip, gençlerin uykuya geçtiklerini görünce rahatsız etmeden geriye dönmüştü. Böylesi daha iyiydi. Kime ne laf anlatacaktı.

Yalçın koşar adımla Süha Bey’in yanına gelerek, haber aldığını, şimdilik bir problemin olmadığını belirttiğinde, yüzünde tebessüm belirdi Süha Bey’in. “Eyvallah” dedi. Rahatlamış, haber bekleyen arkadaşlarına bilgi vermek için gelmişse de uyumakta olduklarını görünce geri dönmüştü. Bu gece böyle geçecekti. Güneş doğduktan sonra seyahat edemeyeceklerini de düşünerek artık yarına kaldığını fikir etti. Olsun, “geç olsun, güç olmasın” dedi kendi kendine.

Tıbbiyeyi bitirdiğinde posta idaresine gidip anasına telgraf çektiği günü hatırladı. Yağmurlu bir gündü. Kısaca, “okul bitti, şimdi ne yapacağımı bilemiyorum. Stop” aynı çaresizliği içinde bulunduğu şu anlarda da yaşıyor, çıkar yol bulamıyordu. Doktor olmuştu, doktorluk yapamıyordu, kitap okumuştu, okuduklarını aktaramıyordu, vatan eşkıya ve düşmanlar tarafından paylaşılmışken…

Düşüncelerden sıyırdı kendini, gözleri de kapanmak üzereydi. Battaniyeyi üzerine çekti uykuya vardı.

***

Kasaba ahalisi çoktan dükkânlarına gelmişler, alışverişe gelen giden olmamasına rağmen sözleştikleri gibi kepenklerini açmışlardı. Her dükkânın bir de (kendi veya komşu çocuklarından) bir gözetleyicisi, haber uçuranı vardı. Esnaf tezgâhının başında, kulakları gelecek haberdeydi. Hükümet binasında birkaç jandarma, birkaç kâtip memur, ara sıra binaya uğrayan Kaymakamdan başka kimse yoktu. Kaymakam çok uzaklardan olduğundan, epeydir kasabada görev yapmasına rağmen halk ile içli dışlı olamamış, işlerin de üzerinde sallapati durmuş, yaşı da eh sonuna yaklaştığından pratikliğini kaybetmiş, birazda korkar olmuştu. Nasıl korkmasın ki, jandarma tüfeklerini süs diye taşıyordu, ancak sopa olarak kullanabilirlerdi, tüfeklerde kullanılmaya mermileri bile kalmamıştı. Karakol komutanı Üsteğmen Recep Bey’i cepheye gönderdiklerinden, karakol bir onbaşının idaresine kalmıştı. Üsteğmen zımba gibi delikanlı, o olsaydı bari Kaymakam da daha rahat edecekti, talih ah.. ah.

Doktor Süha uyandığında güneş tepedeydi. Gözlerini ovuşturarak kanepeden doğruldu, dışarıdan ayak sesleri geliyordu. Birkaç kişi olsa gerek, yavaş sesle sohbet ediyorlardı. Pencereyi açtı, şöyle bir gerindi, derin nefes aldı. “Neler oldu acaba” diye geçirdi içinden. Odadan dışarı çıktı.

Eskişehir’e kadar trenle gelmiş ve Eskişehir istasyonunda kararlaştırdıkları arkadaşları Osman ve Halil ile buluşmuşlardı. Yaptıkları plan gereğince silahları Eskişehir’de teslim alacaklar ve bir yolunu bularak kasabaya kadar taşıyacaklardı. O gün, komutanla görüştüler. İri yarı, çelik gibi yüz, sert ifadeli komutandan önce ürktü, sonra konuşmaya başlayınca içindeki insan komutan belirdi ve rahatladı. Halil, Süha’nın yiğitliğinden, gözü karalığından bahsetmişti önceden komutana. Kasabaları, dağların üzerinde olmasına rağmen, askeri olarak stratejik bir bölgeydi, kasabanın haritasını, planlarını çıkartarak komutana anlattılar. “Bizim kasabanın üzerinden geçerlerse, sessizce Beypazarı’na, oradan da Polatlı’ya kolaylıkla ulaşırlar. Eğer bizim oraları tercih ederlerse, hemen orada gerekli müdahaleyi yapmalıyız” demişti. Komutanın hoşuna gitmişti bu safiyane sözler ve ince zekâ. Hak da vermişti. Oraları yalnız bırakmaya gelmezdi. Halkın örgütlenmesi ile düşman kuvvetleri gece boyu oyalansa, asker yetişebilirdi. Düşünce güzeldi. Hem böylelikle, dağ başındaki bu kasabada büyük bir askeri birlik bulundurmaya gerek olmayacaktı.

Maruf Beyle sohbet halindeki Hasan Bey Doktoru görünce ayağa kalkmak istediler, omuzlarından tutarak oturdukları tabureden kalkmamalarını belirtti, kendisi de yanlarına oturdu. “Ne var ne yok, Yalçın’dan bir haber var mı?” sorusunun cevabını biliyordu aslında kendisi, hiç öylesine sormuştu. Başlarını sallayarak cevapladılar. Önüne bakarak, “meraklanmayın, her şey yolunda” dedi. “Tereyağından kıl çeker gibi hallolacak, yeter ki söylenilenin dışına çıkmasınlar.” “çıkmazlar” dedi, Maruf Bey. “İyi yetişmiş çocuklar, hem emir komuta eğitimini de almışlardı. Zaten belki bir-kaç haftaya kadar onları da askere alırlar.” Başını sallayarak onayladı Doktor Süha. “Kolay değil, 80 kilometrelik yol, kağnı ile gelecek ve gece yolculuğu yapacaklar. Ancak, ancak.. Telaşa yer yok.”

Yalçın nefes nefese geldi, “Eskişehir’den Komutan aradı, haber bekliyor, daha ulaşmadılar mı diye sorar”. Cebinden kâğıdı çıkarıp şu notu yazdı ve telgraf olarak göndermesini istedi. “Komutanım, gece yolculuğu yapıyorlar, gündüz yatıyorlar, tedbir olarak böyle düşündük. Meraklanmayınız, derhal bilgilendiririz. Stop.”

***

Tarihin hiçbir sayfasına girmeyen nice hadiseler vuku bulur, bilenler birbirlerine anlatırlar, belki dilden dile dolanır bir zaman, dedeler torunlarına, torunlar arkadaşlarına derken konuşulmaya başlanır. Belki bir gün tabiî ki on yıllar sonra hikâyeye vakıf olan birisi yazma ihtiyacını hisseder. Zorlanır yazmakta, çünkü dillerde dolanan hikâye her anlatımında aslından biraz daha uzaklaşmıştır. Olsun bu toprakların her metresinde benzeri olaylar yaşanmış, ortak hayatlarda aynı zevkler tadılmış ve dillerde dolaşan kahramanlık, aşk, tabiat, verimlilik, hüzün, sevinç… Hikâyelerinin hep benzer taraflarının, hep ortak yanlarının olduğu da bilinen bir hakikattir.

***

Eskişehir’de bulunan topçu birliği, süvari birliği, hafif makineli birliği Sakarya üzerinde mevzilenmek üzere gönderilmişti. Neredeyse hiç asker kalmamış şehirde, kalanlarda resmi daireleri, değerli fabrika binalarını, statülü kişileri korumaya yönelik ve cephede işe yaramayacak yaşça ilerlemiş askerlerden ibaretti. Ankara’dan birlikler hareket ettirilmişler, Eskişehir üzerinden kuzeye doğru gideceklerdi, fakat onlarında buralara ulaşması nereden baksanız iki gün alacaktı.

***

Telgrafçı Yalçın elindeki kâğıdı sıkı tutmuş olduğu halde geldi. Doktor Sühaların bulunduğu yerdeki boş kütüğe oturdu. Kâğıdı uzattı. Komutandan geliyordu, kısa bir not. “Göreve gidiyoruz, Eskişehir’den yardım umma, başınızın çaresine bakın. Stop.” İkindiye doğru ulaşan bu haber üzerine, yapılması gerekenleri gözden geçirmek üzere ihtiyar heyeti toplantıya çağrıldı. Kısa bir görüşmenin ardından, iki atlı çıkartılarak gelenler hakkında bilgi alınması ve akşamdan itibaren kasabanın gençlerinin (onlar gençler adını takmışlardı, örgüte dâhil olanlar desek yeridir) hazır kıta beklemesi kararı alınmıştı.

İki atlı yıldırım hızıyla ayrıldı kasabadan. Bağları, bahçeleri, düz ovayı geçtiler. Yayla alanında bulunan ağıllara vardılar.

Gelenlerin, kendi arkadaşları olduğunu gördüklerinde rahatlamışlardı bir mukaddes emaneti taşıyanlar. Saklandıkları yerden çıktılar. Selamlaşıp sarıldılar. İşler yolunda gitmişti, kimselere de görünmemişlerdi. Olan biten hakkında bilgi alış verişinden sonra derhal yola çıkılması kararı verildi. Arabalar, atlar, katırlar hazırdı zaten, yola hemen koyuldular, artık ne olacaksa o olacaktı, bundan sonra görünme tehlikesini de düşünmeyeceklerdi. Kasabadan gelen atlılardan birisi gençleri habersiz bırakmamak için hızla ayrıldı gruptan, diğeri kaldı. On kişilerdi. Her biri bir olay anında hemen silaha ulaşabilmek üzere kolayca alınabilecek bir yere silahlarını koymuşlardı ki, kasabadan gelen sekiz kişi de yaklaşmışlardı.

Dağdaki gözetleme (nöbet) mahallinden bir haber geldi. Kim oldukları belirlenemeyen kalabalık bir grup kasaba üstüne doğru geliyorlardı. Derhal nöbet mahalline iki kişi daha gönderdiler. Ellerinde tek kırma avcı tüfeği vardı. Bir işe yaramazdı ama olsundu. Emaneti taşıyan grupla karşılaşma ihtimallerini dikkate aldılar ve on kişiyi de oraya gönderdiler, ikisi atlı, diğerleri yayan. Atlılar dizginleri bıraktılar. Geri kalanlar üçerli gruplarla yayılarak ve birbirlerini gözetleyerek hızlı adımlara yürümeye geçtiler. Yanlarında silahlı kimse yoktu. Kasabada kalan gençlerden yirmi kadar kişi beşerli dört kola ayrılarak, tepelere çıktılar. Yalçın telgrafhanede bir başına kalmıştı. Doktor Süha, karakol onbaşısı ile sıkı işbirliği içinde idi. Durumu onlara da anlattı. Kasabadan ayrılmamalarını, durumu da Kaymakam’a söylememesini tembih etti. Sabırlı olurlarsa silah ve mermi yetiştirmeye söz verdi. Koca karakolda hepsi hepsi bir onbaşı iki er vardı.

Gençlere ait dükkânlar hariç üç-beş esnaf açıktı. Fakat dükkân sahipleri işkillenmiş, etrafta nelerin döndüğünü anlamak üzere fısıldayarak konuşuyorlardı. Bir hareketlik vardı ama neydi? Doktor Süha hükümet binasından aşağıya doğru yürüyorken, esnaf etrafını sardı, neler olduğunu sordular. Onları rahatlatıcı birkaç söz etti, inanmadılar ama yapabilecekleri de bir şey yoktu.

Emaneti taşıyan grupla karşılaştıklarında Atları kan ter içinde idi, hemen durumu anlattılar. Üç atlı iki katırla her biri beşer silah ve taşıyabilecekleri kadar mühimmat koydular ve gruptan ayrıldılar, dörtnal kasabının yolunu tutular. Katırlar epeyce geride kaldı.

Akşam oldu olacaktı. Kavurucu batı güneşinin sıcağı nefes aldırmıyordu. Yaprak kımıldamıyor desek yeridir.

Şimdi on piyade silahı ve yeteri miktarda mermileri vardı. Hemen birisini onbaşıya bir-kaç avuç mermi ile birlikte gönderdi. Kasabanın içini korumak onların göreviydi. Geri kalan silahları pay ederek mevzilerdeki arkadaşlarının yanına vardılar. Tepeden gelen haber kalabalık grubun ağaçlar altına yattıkları yönündeydi. “Bu zibidiler kendi memleketlerinde böyle rahat edemezler, bu ne cüret!” Diye düşünseler de, bu habere sevindiler. Hemen karar değiştirip, bir müddet gelecek silahları bekleyip, derhal silahların dağıtımı tamamlanarak baskın yapmaya karar verdiler. Bu arada kendi arkadaşları da iyice dinlenebilirlerdi. Düşman birliği keşif ve vur-kaç görevini yapacak olan çevik bir kuvvetti. Çok dikkatli olmalıydılar. Bir atlı çıkarıldı emanetleri taşıyan gruba. Hızlanmaları istenecek, alabildiği kadar silah alarak geri dönecekti.

Her şey yolunda gidiyordu.

Öyle yaptılar.

Bütün gençler silahlandı. Beşerli gruplarla düşman üstüne varıldı. Hilal şeklinde dağıldılar ve düşmanın kaçamayacağı, hareket edemeyeceği, şaşırıp kalacağı bir harekâtla karanlığın iyice bastığı, derin uykuya vardıkları bir sırada Ya Allah diyerek aynı anda düşman üstüne silahlarını kustular.

Sabaha kadar vuruştular.

Silah sesleri kesildiğinde Kaymakam yanında Onbaşı ve iki er, kasabanın eşrafından kişiler, sağlık teşkilatından iki hemşire tepeden vadiyi seyrederek olanlara mana vermeye çalışıyorlardı. Silah seslerinin kesildiğinden, çatışmanın sona erdiğinden iyice emin olduklarında Onbaşı ileri atılarak “Ben önden gideyim, sizler yavaş gelin, etrafı bir kolaçan edeyim” dedi.

Kan gölüne dönmüştü her yer. Dağın eteğindeki küçük dere kızıl akıyordu. Yüzden fazla düşman askeri serilmiş yatıyorlardı. Doktor Süha ve etrafındakiler muzafferiyetin zevkini yaşıyorlardı. On kadar şehit, yirmiden fazla yaralı vardı.

Güle oynaya kasabaya vardılar. Telgrafçı Yalçın Komutana şu telgrafı çekti.

“Öncü ve vur-kaç’çı düşman birliği ile karşılaşılmıştır. Görev tamamlanmıştır. Az kayıpla düşman imha edilmiştir. Stop.”

4 yorum:

  1. Ali Yüceveli ‎:

    "Görevin ifası, her türlü olumsuzluğa rağmen yılmamak ve verilen görevi yerine getirmek bilinci"
    Çok güzel ama biraz uzun bir yazı. 10 Dk. da okudum. Kaleminize sağlık

    YanıtlaSil
  2. Harun Meral :

    Ağabey, yorum yapamıyorum.

    Yine bir ara kesit psikolojisini yazıya dökmüşsün.

    Hürmetler ederim.

    YanıtlaSil
  3. Deniz Yurtlu :

    Yüreğinize saglık

    YanıtlaSil
  4. Hüseyin Eryetli :

    Şimdi artık Ankara’dalar.

    YanıtlaSil

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...