“Yeteri kadar eğitim görmeyenin elinde oy
pusulası, yalnız yararsız değil aynı zamanda tehlikelidir de”. (H.G.
Wells’ten aktaran Metin Aydoğan)
Biz ülke olarak bu ‘tehlikelidir de’ kavramının
manasının çok acı ve derinden yaşadık. Şimdi, eğitimin kalitesinin düşürülme
çabalarının sebeplerini daha iyi anlıyoruz. Liselerin çoğunluğunun İmam Hatip
Lisesi yapılması, sokaklara varana değin Kur’an Kursları açılması, yaz tatili
yapması gereken çocukların cahil hocaların önüne oturtulmak istenmesi (ve
oturtulması) hep, eğitim seviyesinin düşürülmesi ve
yanlış ve/veya hatalı bilgilerin çocuk zihinlerine şırınga edilmesi isteğidir.
O zaman, işte ‘arka
bahçe’ ordusunun gerçekleşmesi kolaylaşacaktır.
Düşük eğitim politikasının yanına bir de, aç ve yoksul bırakılmış halk
yığınlarını ilave edersek ve onların karınlarının doyurulması için, çeşitli
devlet imkânlarını ve devletin elemanlarıyla, parti adına verirsek! Amaç yüzde
yüz gerçekleşmiş olur. Çünkü aç insana sorgu sorulmaz. Niye böyle davrandın
denilemez. Çünkü aç. Çünkü düşünebilme yetisini başkalarının emrine
bırakmıştır.
Mevcut siyasi partilerin
tamamı yönetime seçimlerle getirilerek denenmişlerdir. Anlamadığım şudur: bu
partilerin hiç birisi, Siyasi Partiler Kanunu ve Seçim kanunu üzerinde
çalışmamışlar ve değiştirilmesi yönünde faaliyete geçmemişlerdir. Neden?
Her partinin bir genel
başkanı vardır. Güya bu başkanlar farklı halk kesimlerindendir, güya farklı
eğitimler almışlardır, güya farklı farklı toplum kesimlerini partilerine
bağlamışlar ve güya onların isteklerini dikkate alarak siyaset yapmaktadırlar.
Ve hepsinin güya farklı olan sıfatları vardır. Kimisine solcu, kimisine sağcı,
kimisine İslamcı, kimisine milliyetçi, kimisine sosyalist veya komünist
denmektedir. İş seçimler ve siyasi partiler Kanunlarının değiştirilmesine
geldiğinde hiç birisi parmağını kımıldatmamaktadır. Halk ne yapsın? Güya çok
partili, çok fikirli bir partiler yapısına sahibiz, göreve geldiklerinde
görüyoruz ki, birbirlerinden farkları yok. Hepsinin uyguladıkları aynı, aynı
bedenin farklı görünen uzuvları. Öyleyse şu yargıya varabiliriz. İsimleri ve
sıfatları farklı olsa da, “Batı
çıkarlarına çalışan ve onların gizli veya açıktan verecekleri emirler” doğrultusunda
kararlar alan, kanunlar yapan, ülke varlıklarını küresel çetelere pazarlayan
tek bir siyasi parti tarafından yönetilmekteyiz.
Meclisi tek tip adamlar dolduruyor.
Kendisini oralara taşıyan Genel Başkanların emirlerine intizar eden, kör,
sağır, el pençe divan duran, düşünme sahasında hiç faaliyette bulunmayan tek
tip vekiller. Nasıl oluyor da 550 kişi hep aynı tip kişiden oluşuyor? Çünkü
onları genel başkanları seçiyor. Halkın önüne konan dayatılmış listelerden
başkasına oy verme şansı yok. Listeye girebilenlerin seçilme şansı %100. Böyle
bir sistem olabilir mi? Böyle mi olmalı? Tarihi devlet tecrübesi sıfır olan
küçücük bir muz cumhuriyetinde bile böylesine rastlamak zordur. Peki, nasıl
oluyor da, On Binlerce yıllık devlet tecrübesinden bahsettiğimiz Türklerde,
Türkiye’de böylesi bir dayatma demokrasisini yaşıyoruz?
Genel seçimlere
koşturuyoruz. Az bir zaman kaldı. Ne değişecek? Hangisi kazanırsa ne değişecek?
İşte 7 Haziran’da seçip gönderdiklerimiz ne yaptılar da, 1 Kasım’da seçilenler
ne yapacaklar? Seçimin sonucu değişmeyeceği gibi, seçilenlerinde yapacakları
değişmeyecek.
Bir umutsuzluğun ifadesi
değil anlatılan, tam aksi neler oluyor, nasıl oluyor sorularına cevap
aramaktır. Bağımsızlık inancından vazgeçen toplulukların idarecileri de bu
kavramdan uzak yaşayacaklardır. Her ne yapacaklarsa emirleri, dış
desteklerinden alacaklar ve onların çıkarlarını sonuna kadar savunacaklardır.
İster bilerek olsun ihanete varan sadakatle, ister bilmeden derin gafletin
kucaklarında. Belki onlara anlaşmaları gereği iktidar koltukları verilecek,
belki siyasetin dışında çok geniş zenginlikler sunulacak, belki medya
sayfalarında şöhrete kavuşacaklar, alkışlayanları bol olacak, övgü düzenlerin
sayısı her gün artacaktır. Bunlar yaşanmıştır, yakın tarihimizin tecrübeleri
içinde bulunuyor.
Onlara bir hatırlatma
yapmak kalemin namusudur:
“Ortaçağ papalarının kendi takipçilerine kâfir Müslümanlarla yapılan
anlaşmalarda verilen sözlerin bir şeref borcu olmadığını söyledikleri gibi”, (Türk
istiklal harbi, Prof. Stanford J. Shaw Sh.850) şimdiki
siyasetçilerimiz, aydınlarımız, sanatçılarımıza da hatırlatırız. Ne yaparsanız
yapınız, hala Ortaçağ zihniyetiyle hareket eden dostlarınız, sizlere verdikleri
sözleri yerine getirmeyeceklerdir. Çünkü hala onlar için “Kâfir Müslümana verilen sözler şeref borcu
değildir.” Ve sizi Üç Kuruşa satmakta hiç tereddüt
etmeyeceklerdir. Aklınızdan çıkartmayınız. Özellikle ABD ile yapılan ‘anlık istihbarat’
anlaşması sonucu bazı yaşananları hatırlayınız…
1 Kasım seçimlerinde
partiler için iktidar olmak elbette hedeftir. Gerçi bunu nasıl yapacaklarını
bilmiyoruz. Birleşemediler, anlaşamadılar, görüşemediler, danışamadılar… Herkes
bildiğini okuyor.
Bizler, oy kullanacak
vatandaşlar olarak birleşmeyi tabanda gerçekleştirip. Alenen ülke, vatan
bütünlüğü aleyhinde olanları, yolsuzluklara bulaşanları, adam kayıranları,
hesap vermekten kaçanları elemek üzere, düşüncelerimize, kabullerimize uygun
olduğunu düşündüğümüz siyasi partilerde birleşmeliyiz. Bu partilerle
hesaplaşmayı sonraya bırakarak…
Küresel çetelere bir tokat
daha atmak üzere…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder