Evimizin en güzel odasını
ona tahsis etmişti babam. Güneşi en iyi alan oda, mutfağa da yakındı, her gün
file file taşıdığımız meyveler, sebzeler, kuru yemişler geceleyin ne oluyorsa
bitiveriyordu. Şöyle üç beş gün kadar kalacak, hastaneye yatan bir yakınını
ziyaret edecek, gerekirse hastanın yanında refakatçi kalacaktı. Eh ne de olsa
insanlıktı bu, açtık evi, yerleşti odaya.
Hastanın tedavi süresi
şöyle böyle 3 ay kadar sürdü. Taburcu olduktan ve hastayı memleketine
gönderdikten sonra üç gün daha kaldı. Biz gideceği günü iple çekiyorduk ki, bir
baş ağrısı tuttu. Midesi bulanmaya başladı filan. Derken bir hafta sonraya
doktordan randevu aldı. Neyse dişimizi sıkalım dedik, bu da geçer dedik.
Babamla birlikte gittiler
doktora. Tabi yürüyerek falan değil, taksi tutuldu hasta ya! E hem de misafir,
ücretini de babam ödemiş. Muayeneden sonra babamı da almışlar içeri. Doktor, “seyahat etmesi imkânsız. En az on, on beş
gün yatması lazım” demez mi! Beş, altı satırlık da bir
reçeteyi tutuşturmuş babamın eline. Bir güzel de tarif etmiş ilaçları nasıl
kullanacağını. Kiraladıkları taksiyi eczanenin önünde durdurup, ilaçlarını
yaptırmışlar. Sigortası yok, parası sona gelmiş zavallı akrabamızın ilaç
paralarını da babam ödemiş.
Neyse eve geldiklerinde,
sabunla yıkanmış çarşafları değiştirilmiş, pencereler açılarak havası
temizlenmiş odasına girdiğinde, “aman
hemen yatayım, karnıma da bir ağrı girdi ki sormayın” gibi
bir şeyler söyledi. Annem hazırladığı, ekşili tavuk suyuna şehriye çorbasını
getirdi. Odasındaki sehpaya bırakarak çıktı gitti. “ah, hiçte iştahım yok, boğazımdan bir lokma geçmiyor” dediyse
de, kalktı ve sehpaya yanaştı. Çorbayı kaşıkladı. Çocuklarına haber verelim
dedi babam. Asla, asla dedi. Onlara haber vermeyin. Zaten oğlan sabah erkenden
işine gidiyor, gece yarılarına kadar çalışıyor. Kızın kocası da ters bir adam.
Karı desen yaşlandı yürüyecek hali yok. Yani demek istiyor ki, siz daha iyi
bakıyorsunuz. İyi de, bunca zaman geçti, borç batağına saplandık. Durumunuz
nedir diye sorduğu yok. Geldi geleli daha eli cebine attırılmadı. Biz böyle
gördük, böyle biliriz diyor babam. İstirahat süresinin bitmesini sabırsızlıkla
bekliyorduk ki;
On gün sonra çalan kapıyı
kardeşim açtı. Evimize yeni misafirler gelmişti. Kadim misafirimizin karısı,
kızı, oğlu, gelini babalarını merak etmişler ve hep birden gelmişlerdi. “Gelmişken şöyle bir de etrafı gezeriz” dediler,
tabi bunlar hep masraf, hep masraf ve zavallı babamın boynuna... Yattığımız
odayı boşaltıp salona geçtik kardeşimle. Bizim odaya kurum kurum kuruldular.
Bir hafta kadar da böyle geçti.
Ailecek evimize
yerleştiler. Tüm ailemiz fertleri onların rahat etmesi için elimizden geleni
yaptık. Zavallı annem, yemek, temizlik, çamaşır, çay, pasta, meyve soymak,
limonata yapmak gibi işlerle buhrana girdi ve… Neredeyse ailemiz parçalanmak
üzereydi ki… Derken bir gün annem patladı. Of ama ne patlamaydı! Babamın
kızarıp, bozardığını, nefesini çatlayıncaya kadar tuttuğunu gördüm.
Misafirlerimiz anlamış
olmalıydılar. Artık gitmenin vakti gelmişti.
Biletlerini babam aldı.
Garaja gitmeleri için bir
taksi kiraladı. Onlarla birlikte garaja kadar gitti ve otobüse bindiklerinden
emin olarak eve döndü.
O akşam kimse konuşmadı.
Evde ölümün sessizliği
vardı.
Zavallı babam, borçlarını
nasıl ödeyeceğinin planlarını yapmakla meşguldü.
Misafirliğinin değerini
bilmeyen misafir güle güle…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder