Zevk almanın imkânsız
olduğu bir zulmet sabahına uyanıp, bulutlar arasından sızan ışıklar hürmetine
günaydın diyebilmek cihana. Özlem pınarları sel olsa da yüreklerde, sevgi
pınarlarına uğrayan her dost’a selam olsun.
Mecnun’a Leyla’yı sordular
mı hiç, ne cevap verdi biliyor musunuz?
“Leyla’yı görmek mi istersin behey sersem. Bana bak!
Ben Leyla’yım, Leyla da ben.”
Sararmış kart üzerinde
gördüğün resim bana aittir. Ne kadar geçti aradan kim bilir? Zamana dair
sitemlerimiz yerli yerinde. Kızdığımız zaman, aslında kendimiz.
Başarısızlıklarımız, ziyanlarımız bir başkasının üzerine atmada üstümüze yoktur
vesselam. Niçin böyledir?
Niçin kendimize suç, hata
atfetmeyiz? Zor soruya kolay cevap: Çünkü kendimizi seviyoruz.
Kendimizden kasıt ise, şu
gördüğün beden, vücut. Kendimiz sanıyoruz. Derunundan haberimiz yok. Bedeni,
kendine perde olmuş. Beden gözü ile görülen ‘dünya’sının dışına çıkamıyor.
Günde bilmem şu kadar tevhit kelimesini okuyor, manasından bî-haber. Dünyası ve
kendisi hepsi bu kadar. Dünyasından çıksa, bir füze bulsa kendine, fırlatsalar
çıksa dünyasından, âlemlerden bir âlemde seyahat etse… Bu nasıl olacak? İşte
günde bilmem kaç defa okuduğu “kelime-i tevhit” ile. Yeni âlemler, yeni manalar
açılsa! Olmuyorsa, okumuyor demektir. Kendini kandırıyor demektir.
Ancak, ‘yok’luk ile ifade
edilebilen mana, kelime-i tevhitte kendini bulur. Beden ayrılır. Dünya
nizamında, bilinen beden ile varlığını sürdürür. Bedeni gören derinliğine
düşünemediğinden, kendinden uzaktır, habersizdir. Zanlar (put) tevhit kelimesi
ile kırılır bir bir. Ayrılık, aykırılık ile berhava edilebilir. Muhammed Nuru
cihanı kaplayınca, artık görünür olur. Var olur. Göründüğü andan itibaren şaşı
olmayan bir göz ‘Tek’likte (Zatından), ‘Bir’liğini (Sıfatını) müşahade eder.
Umumiyetle ‘Bir’ denen varlık âlemi ‘sıfatın’ birlenmesi olarak zuhur eder. Bu
itibarla, Mecnun; ‘Leyla Benim’ der ‘ben de Leyla’. Ayrılık, gayrılık yoktur.
Dünyadaki bütün hizmetleri
bir insan eli ile görür. Her hizmet eden bir ‘İsmin’ sıfatlanmış hali iledir.
İsimleri birleyen ve tamamını hayatında bir eden ise kendisidir. Nur-u
Muhammedi’den ışığını alıp, kendi halinde, ‘hal’i ile yaşayıp gidendir.
Şifa nedir?
Öncelikle bir hastalığın
vücuda tebelleş olması gerekir. Dünyadaki bazı bakterilerin vücuda yerleşmesi
ve vücutta neşvü nema bulması ile bağışıklık sistemini alt etmesi üzerine
vücudun insanı taşıyamaması halidir. Bu halden kurtulmanın şartı bellidir. Bir
hekime müracaat etmek. Bir şartı daha var, doğru hekime gidilecek. Mesela, böbreklerinden
şikâyeti olan bir hastanın göz hastalıkları uzmanına gitmesi halinde şifa
sağlanmayacaktır, belki de yanlış tedavi sonucu hastalık daha da
ilerleyecektir. Bir başka tür belirtebileceğimiz hastalık türü de, iç âlemi ile
ilgilidir insanın. İçerilerdeki ters giden bazı hususların, beyinde (hayatın
zehir olması hali) meydana getireceği arızalardan kurtulmak mutlak surette bir
hekime müracaatı gerektirir ki, burada da doğru bir kapıya varmak şartı vardır.
Esma-ül Hüsna’nın, insan
bütününde içselleştirilerek yaşatılması halinde, o ‘İsmin’ sıfatlanarak insanı
fethetmesi üzerine, o isimle hizmet faslı başlar ki, bu durum bazı insanlarda
bilerek, bazılarında da bilmeden icrasını devam ettirir. Bunun bir önemi
yoktur. Elbette bilerek görevini yerine getirmek daha evladır, ama fark etmez
her halükarda hizmet yapılacaktır. Yapılan hizmet Hakk’tır.
Bir arkadaşımızın ‘şaka’
yollu sorduğu bir soruya, belki cevap olabilmiştir umarız.
En doğrusunu bilen daima
Allah’tır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder