Osmanlı, yıkılış fermanını
taa kuruluşunda takmıştı boynuna. Asırlar boyu taşıdı ve fakat bir türlü
çıkaramadı. Gözler böyle bağlanır, kulaklar böyle sağır edilirdi. Dünyaya diz
çöktüren bir milletin, boynundaki yıkılış levhasından haberi olmadı. İlimden
uzaklaşma, filozofik değerlendirmelerden soyutlanma, dünyanın idaresinde akılı
uzaklaştırma nasılsa bir türlü anlaşılıp, çözüme kavuşturulamadı.
Osmanlı imparatorluğu,
Selçuklu’nun ilmi büyüklüğünün (olgunluğunun) üzerine oturdu. Devlet idaresi,
okullar, kışla yönetimi tamamen Selçuklu’dan intikal ilimle bulunan yöntemler
ve usullerle uygulana geldi. Miras alınan ilmin üzerine çalışkan ilim
adamlarının iteklemesi ile ne konulduysa, orada kalındı. Medrese geleneği ve
ona verilen önem, akli ilimlerin, pozitif ilimlerin gelişmesini önledi. Köstek
oldu. Bu garabeti bir türlü idrak edemediler. Fakat 400 yıl atadan kalan miras
ile idare ettiler. Yıkılışa geçtiği zamanlarda bile, nelerin olduğunu fark
edemediler. Dank ettiği tarih ise ancak 1908’dir. Bir-kaç yıllık dayanma gücünü
kullanırken bile, birbirlerine düşmüşlerdi. Dank ettiği tarihlerde okullarda,
yapılmak istenen reformlarda da başarılı olamadılar. 600 yıl boynunda taşıdığı
yıkılış yaftası, sonunda uygulamaya geçti. Yabancı ellerde kendim ettim, kendim
buldum türküsü söyleyerek geçirdiler son yıllarını.
Sonları acı olmuştu, ama
bir Türk’e yakışır biçimde, hiç şikâyetçi olmadılar. Asalet soydandır hükmü
uyarınca kaderlerine razı oldular.
“İslam tarihinde iki bilim ve eğitim geleneği belirleyici oldu: Biri
deneysel bilimlerle ve felsefeyle ilgili ‘beyt’ül hikme’ (felsefe evi) ve
‘dar’ül ulûm’ (ilimler evi) geleneğidir. 12. Yüzyılın sonuna kadar bilimin
evrensel meşalesi oldular. Öbürü, toplumda inanç birliği sağlamak ve devletlere
hukukçu yetiştirmek için kurulan ‘medrese’ geleneği… Osmanlı kurulduğunda
‘dar’ul ulûm’ geleneği sönmüş medrese geleneği çoktan hâkim olmuştu. Medrese
hiçbir zaman felsefe ve bilimleri benimsemedi. Osmanlı’daki büyük
matematikçiler, mimar, hekim ve denizciler medreseden değil ‘enderun’dan ve bir
de usta-çırak ilişkileriyle yetişti, bir Ebul Vefa, bir İbni Sina çıkmadı.
Siyasi yapı da önemlidir, Roma medeniyeti de bir Aristo, bir Öklides
çıkaramamıştı! Var olan bilgiler devletin ve toplumun o sıralardaki pratik
ihtiyaçlarını karşıladığı için fazlasına pek ihtiyaç da duyulmadı, Avrupa’da
yeni bir bilimin geliştiğini, mağlup düştüğümüz savaşlarda fark ettik.”
(Taha Akyol, hürriyet, 28.05.2012)
Selçuklu’dan intikal eden
ilim, sanat ve edebiyat hiç mi ilerlemedi? Olur mu öyle şey. Elbette muazzam
ilerlemeler kaydetti. İlk dönem Osmanlı Medreseleri Fahrettin Razî anlayışı
üzerine oturduğundan gerekli ilerlemeler kaydolunmuştur. Ancak bu anlayış
zamanla yerini akli ve felsefi ilimlerin yerine, ‘skolastik ve tepkici’ bir
zihniyete bıraktığından, hâkim olan kabul tamamen geriye giden, ilerleyemeyen
medreseler olup çıkmıştı. Medreselerde ise fıkıh ve dini ilimler (!) tedris
ediliyordu. Medreselerden mezun olanlar bilahare sair (yönetim, matematik,
hukuk…) ilimlerini tahsil ediyorlardı.
On yedinci yüz yıl da
ilimden bunca uzaklaşılmasının yanında, ‘hoşgörüsüzlük ve bağnazlık’,
Kadızadeler ve Fakılar tarafından sosyal hayata dayatılmıştı. Kullanılan
argüman ise ‘şeriatı kurtarma’ idi.
Sanayide, mimaride, sanatta,
edebiyatta, musikide ilerlemeler ise tüm hayatı kapsayıcı şekle bir türlü
evrilememiş olup, sınırlı bir sosyal grup içinde kalan bir alışveriştir.
Mesela, Fatih Sultan Mehmet
Han’ın yaptırdığı Fatih Külliyesi gibi bir mantıkla ilim tedrisi ve geliştirilmesi
devam ettirilmemiştir. Devasa İmparatorluğun yöneticileri mütekebbir bir
anlayış hali ile Devlet-i Aliye’nin en büyük olduğunu, yıkılamayacağını filan
düşünüyorlardı. Aslında dünyanın diğer devletleri de böyle biliyor ve
düşünüyorlardı. Bu itibarla, 20. Yüz yılın başlarına kadar hayatiyetini devam
ettirebildi Osmanlı. Tehlikeyi görenler de oldu, fakat çırpınışları kâfi
gelmedi. En zayıf olduğu zamanlarda bile dünya biliyordu ki, Osmanlı ilime,
sanata değer verirdi, evet verirdi lakin içerideki taassubu bir türlü gereği
gibi kıramadılar. Yapılmak istenen refomlara karşı, ‘istemezük’cüler, ‘şeriat
isteriz’ çığırışları ile halkı galeyana getiriyorlardı. ‘Din elden gidiyor’
lafı sığındıkları gerekçeydi. Fakat taraftar toplayabiliyorlardı.
Bütün bu olumsuzluklara
rağmen Osmanlı, kütüphanelerini kitaplarla (el yazması) doldurmuş, fakat
okuyucusundan yoksun kitaplar tozlu raflara mahkûm edilmişti.
Külliyeler sonraları
eklentilerinden ayrılır olmuştu. Medreseler, aşevleri, hanlar, hamamlar, birer
birer zamanla külliyeden ayrıldılar sonunda kala kala bir tek cami kaldı. Pek
çoğunda bir şadırvan, bir abdesthanenin bile bulunmadığı.
Yusuf Dülger, haberiniz com
tr’de, 16 Ocak tarihinde yayınladığı “Osmanlı’yı medreseler yıkmıştı Türkiye’yi
diyanet yıkıyor” başlıklı yazısının başlığı bile ne büyük felaket anlatıyor. Bu
yazıdan sonuç bölümünden birkaç satır alalım buraya: “Türkiye’de akıl ve emeği tüketen,
ayrıştıran, inancı sömüren, dedi-kodu üreten bir Diyanet İlahiyat kesimi var.
Bu kesim din, devlet ve toplumumuza zarar veriyor. Biz bu kesimden
kurtulmadıkça kaybederiz. Görevlerimizden birisi de bu kesimin etkisinden
kurtulmaktır. Bu düşüncem Diyanet’e/dine saldırı değil, öze dönüş isteğidir”.
Osmanlı’yı yıkıma götüren
ne ise, bugünkü berbat halimizin temelinde de aynı problemlerin olduğunu
belirtmeliyiz.
Hak, hukuk, adalet hak
getire…
Makam, mevki, şan, şöhret,
para getire…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder