İhsan Eliaçık 2011 yılında
şahsi Blog’unda yayınladığı yazısında sitemlerini şöyle bildiriyordu: “İftar, zenginlerin davet ve şatafat
gösterisi. Sahurun anlamı yok. Ramazan gelince ‘din pazarı’ açılıyor. Ekranlar
Ramazan meddahlarından, kıssacılardan, hurafecilerden geçilmez oluyor. Allah’ın
bizim sırf aç kalmamızı istediğini, ondan ‘hoşnut’ olduğunu sanıyorlar. …”
2014 yılının Ramazan Ayı’nı
geride bıraktık. Gördük ki, 2011’den bu yana değişen bir şey yok, bilakis
Eliaçık’ın eleştirdiği davranışlar kuvvetlenerek artmış. Ekranları yine sakallı
sakallı hoca kılıklı (Y.N.Öztürk, Ebu Cehil kisveli diyor) kişiler
hemen bütün kanalları doldurdu, birbirlerinin benzeri, kopya laflarla
izleyicilerin saatlerini harcadılar. Anlattıkları hurafe boyutunu, hikâye
sınıfını, lüzumsuzluk sınırını aşamadı. Örneklendirmeye gerek yok, bütün
bunları birlikte millet olarak dinledik, izledik, yaşadık.
En çok garibime giden de
şudur; akademik unvanlı koca koca adamlar, anlattıkları hikâyelerin,
hadislerin, ayetlerin ne anlama geldiklerinden habersizler. Ezbere
konuşuyorlar. Daha önce kitaplardan okuduklarını, hocalarından dinlediklerini
anlatıp duruyorlar. Yıllarını bu işlere verdiklerinden de belagatları gelişmiş,
kendilerini dinletmesini biliyorlar. Muazzam manalı ayetlere verebildikleri
anlam yalnızca okuduklarından ibaret. Haliyle bu durum da mana eksik kalıyor.
Neden mi böyle oluyor? Çünkü zahmet edip, üzerinde düşünmemişler. Hazır lop
fakat eskimiş ve araştırılıp, üzerinde düşünülerek geliştirilmesi lazım olan
bilgiyi olgulaştırmadan, eskiden kalma geri manaları ezberleyerek aktarmak
kolaylarına geliyor. Dinleyiciler olarak bizler, almaya hazır halde, üzerinde
düşünmeye gerek olmayan hazır lop bilgileri bir kulaktan alıp, diğer kulaktan
fırlatıp çıkartıyoruz. Bir kısmı da, mesela bir saatlik programda 50’ye yakın
ayeti veriyor. Bırakın 50 ayeti, o bir saatte ancak, bir ayette geçen sadece
bir kelime üzerinde konuşulsa daha anlaşılır olacaktı. Zira Kehf Suresi 109
ayeti kerimesi şöyledir: “De
ki: ‘Eğer
Rabbimin kelimeleri (açığa çıkardığı mânâlar) için deniz mürekkep olsa, Rabbimin
kelimeleri tükenmeden önce elbette deniz tükenirdi”.
Sanki dinleyiciler de kendileri gibi yıllarını İlahiyat Fakültelerinde
harcamışlar gibi. Niye mi böyle yapıyorlar? Çünkü ilimleri noksan, bir kelime
üzerinde konuşsa konuşsa sadece bir-kaç dakika konuşabilir de ondan. Sermayesi
biter, yolu tükenir. Kendisi de harap olur. Oysa sayısız ayeti Arapça ve Türkçe
manasını da vererek okursa, onun ‘-ne büyük bir hoca’
olduğu dilden dile dolaştırılır. Onlar için bu payeye yükselmek muazzamdır. Bir
kelime üzerinde konuşacak olsa bu vakitte dinleyiciler; ‘-adam
hiçbir şey anlatmadı yahu, koca bir saat bir kelime etrafında döndü durdu’ diyerek,
anlatıcının ilim adamlığına, hocalığına laf edecekler. Bu durumda şöhretine mal
olacak, belki de ekmek parasına mani olacak, elbette bunu yaşamak istemezler.
Şu, din diye hikâye anlatan, sırasında ağlamayı da ihmal etmeyenleri konuşmaya
gerek bile yok. Aslında bu da bir yoldur, lakin senaryosu yazılarak, devlet
tiyatrolarından bir aktörün daha tesirli oynayacağı bu rolü, sırf akademik
unvanı ve iktidar partisinin destekçisi olması hasebiyle, sıfır oyuncu
yetenekli bir kişiye yaptırmak, Türk televizyonculuğunun sefaletini anlatıyor.
Neyse konumuz burası değil.
Vaktiyle, ay tutulması
sırasında çalınan tenekeye, türbelere çaput bağlamaya, kırk eşikten kırk parça
koparıp çocuk kırklamaya filan hurafe derdik. Şimdilerde bizatihi dinin
kendisini hurafeleştirdiler, hem de din adamı ağızlarıyla.. Kıldıkları namaz,
tuttukları oruç hurafe oldu çıktı. Bizatihi kıldığı namaza tapıyor, bizzat
tuttuğu oruca tapıyor çünkü. Ne namazın, ne orucun, ne haccın hakikatini
araştırıyor. Sadece bildirildiği kadarıyla, ana babasından, öğretmeninden,
mahalle mektebinden öğrendiği kadarıyla yetiniyor. Yaptığı ibadetlerinin
kendisini bir (yerlere!) götürmesi lazım geldiğinden bi-haber. Allah’a yaklaştırıcı
çalışmalar olduğunu anlayıp bilmeden, sadece üzerine borç olduğuna inandığı, bazı ritüelleri yapıp, borcunu eda ediyor.
Allah’a olan borcunu ödediğini sanıyor!.
Kadir Gecesi gevezeliği var
bir de. Ortak cümleleri şu: “-Bu
gece, melekler iner. İbadet eden kişiye af müjdesi verir. Sabaha kadar ibadet
ederek, af edilmeyi dileyenleri arar melekler!”…
böylece, yıl boyu işlemiş olunan günahlar, haramlar bir anda af olunup, kişiyi
tertemiz yapmaktadır. Bu söylem, İslam milletini felakete sürüklemiştir. Buna
inandırılan insanlar, -nasılsa
Kadir Gecesini yaşayacağız, ellerimizi açar dua ederiz ve kurtuluruz.”
İnancındadırlar. Oysa bu yanlıştır. Bu yanlışı Diyanet görevlileri bile bile
mükerreren yapmaktadırlar.
Kur’an’ı Kerim’in
bildirdiği Kadir Gecesi, Hz. Muhammed’e, Kur’an’ın nazil olunmaya başladığı
gecedir. Bu mecazlı anlatımın şahikasıdır. Nasıl ki, Hz. Muhammed’e Kur’an’ı
Kerim manası açılmış ve tebliğ görevini yerine getirmiştir. Her Müslümanın
kendi kitabının, kendi Kur’anı’nın kendine açılacağı gece de, o Müslümanın
Kadir gecesi olacaktır. Muhammedî Şuurun, Kur’an manasının, kalbe dolacağı,
zihne açılacağı gün Kadir’dir. Böylece Kadri bilinmelidir. Maalesef Diyanet ve
İlahiyatlarımız bu mana üzerinde durmamaktadırlar. Onların derdi, özellikle ihtiyarlamış
dindar Müslümanları camilere tıkmak ve ibadetlerini yapmalarını istemek. Ne
kadar eksik, eksik olan da elbette yanlış.
Çalışın emri kitabımızın
birçok ayetinde verilmektedir. Yetimi korumak, zekât, sadaka vermek en büyük
emirlerdendir. Okuma, zaten nazil olan ilk ayet ve ilk emirdir. Bunlar
dururken, Müslümanlara bir takım ritüleller ayrıntılı olarak ve fakat daima
anlatılıyor. İnsanların beyinleri sadece namaza, oruca odaklanıyor. Diğer
emirlerden habersiz yaşıyorlar. Kafalarına yerleştirilen cehennem ve cennet
imajları şirke ve küfre vardıran inançlara ulaşıyor. Hocaların da bu konudaki
konuşmaları, vaazları Müslümanların yanlış kabullerini kolaylaştırıyor.
Putlaştırılan sözde inançlar insanımızı perişan ediyor. Bırakın ahiretini
dünyalarını bile kaybediyorlar.
“Sabreden ve yararlı çalışmalar yapanlar bunun dışındadır. İşte onlara
bağışlanma ve büyük mükâfat vardır.” (Hûd/11)
“Muhakkak ki şu Kur’an, en sağlam gerçeğe hidâyet eder; yararlı
çalışmalar yapan iman ehline kendileri için büyük karşılıklar verileceğini
müjdeler.” (İsra/9)
“Muhakkak ki iman edip imanın gereği olan düzgün çalışmalar yapanlar
var ya; doğrusu iyi çalışmalarının karşılığını asla boşa çıkarmayız!” (Kehf/30)
Benzer ayetler hep
çalışmayı, yararlı işler yapmayı, öğütler, fakat bizim ‘hocalar’ ritüellerin,
ezberletilerek öğretilmiş, şirke bulaşan, putlaştırılmış hurafeler yapısının
dışına çıkamaz.
Mehmet Akif Ersoy’un, Fatih
Kürsüsü’nde adlı eserindeki sözlerine kulak vererek bu sohbetimizi bitirelim:
“‘Kadermiş!’ Öyle mi? Hâşâ,
bu söz değil doğru.
Belanı istedin, Allah da
verdi… Doğrusu bu.
Taleb nasılsa, tabiî netice
öyle çıkar,
Meşiyyetin sana zulmetmek
ihtimali var.
‘Çalış’ dedikçe şeriat
çalışmadın durdun,
Onun hesabına birçok hurafe
uydurdun!
Sonunda bir de ‘tevekkül’
sokuşturup araya,
Zavallı dîni çevirdin
maskaraya!”
…
Hurafeler denizinde
boğulmuş insanımızdan doğru kararların, ilmi gelişmelerin, teknolojik
buluşların çıkmasını beklemek hayalcilik olacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder