Durmaksızın ve ısrarla ‘Paralel Devlet’ söyleminin,
olur-olmaz yerlerde irat edilmesi, sanki 17 Aralık tarihinde hükümet erkânı ve
evlatları hakkında yürütülen ‘rüşvet ve yolsuzluk’ iddialarının üstünün
kapatılması çalışmasından başka bir şey değildir. Öylesine soyut bir ifade ki,
üstünden 80 küsur gün geçmesine rağmen bugüne kadar bir tek bile delil ortaya
konulamamıştır. Oysa bu söylem başlangıçta KCK için ifade edilmişti. Onların,
meydana getirdiği ‘öz savunma birlikleri’, ‘vergi toplama memurları’, ‘eğitim
teşkilatı’… gibi bir devlette bulunması gereken kurumları meydana getirmişler
ve tıpkı devlet teşkilatlanması olan bu durum, hükümet yetkilileri tarafından
deklare edilmişti.
Gerçekleri ters yüz etmenin
yolu, inandırmak istediğin doğrultuyu aralıksız tekrar ederek, çoğunluğun,
istediğin gibi düşünmesini sağlamaktır. Sık tekrar, gerçekleri değiştirecektir.
Üstelik bu tekrarların yayınlanacağı gazete ve televizyonlarla sayısızca tekrar
edilmesi beyinleri yıkamayı da kolaylaştıracaktır ki, bu güce tekrarcılar
sahiptir. Kaldı ki, erklerin yetkilerini tek elde toplama gayretleri de göz
ardı edilmemelidir. Sosyal medya denilen, internet iletişiminin de zapturapt
altına alınmak istenmesi bu kabil işlerdendir. Benim türkülerim söylenecek,
benim filimlerim (*) gösterilecek, benim kitaplarım okunacak… ben
konuşulacağım.
Bu durum, açıkçası
demokrasinin tehdididir. 18 Aralık’ta televizyonları izlerken, “hükümetin
istifa etmesi ve bir geçiş, milli mutabakat hükümetinin kurulması ve olabilecek
en yakın zamanda erken seçime gidilmesi”nin yerinde olacağını
bildirmiştik. Önünde sonunda olacak budur. Gecikmeler, alınan yaraların
derinleşmesine sebep olacaktır.
“Benim partim kazanırsa, demokrasi çok iyi bir yoldur”
mantığı, devletin ve demokrasinin en çok yaralandığı düşünce tarzıdır.
Seçimler, sadece yöneticinin belirlendiği demokrasi şölenleridir. Kazananı lâyüs’el
yapmaz. Deniz Baykal’ın sözüyle söylersek: “Hormonlanmış çoğunlukların üretildiği bir ülkede yolsuzlukları seçimle
yıkayıp temizleyemezsin.”
Düşüncelerimiz yanlış
olabilir, bu yanlış düşünceler bizi yanlış hareketleri ve işlemleri yapmaya
sevk etmiş olabilir. İstemeden, bilmeden yapılan bu yanlıştan kurtulmanın yolu
vardır. Adalete teslim olmak. Kaçarak kurtulmak, başka, türlü oyunlara
girilerek kurtulmak mümkün değildir. Tam da tersi, çıkılması imkansız batağa
sürüklenmekten başka bir işe yaramaz. İmam Ali’nin Mısır Valisi’ne yazdığı
öğütlerden bir cümle meramımızı anlatacaktır: “Yardımcılarına karşı ihtiyatlı bulun. Şayet içlerinden biri elini
hıyanete uzatır ve gözcülerinin vereceği haberler de onun bu hıyanetini
doğrularsa, şehadetin bu kadarını kâfi görerek, onun hak ettiği cezayı bedeni
üzerinde uygularsın. Bu hıyaneti ile topladığı malı elinden alır, kendisini de
zillet mevkiine diker; alnına hıyanet damgasını vurur, boynuna suçluluk
halkasını geçirirsin.”
Ahi’lik öğretisinin
bildirdiği Ahi ahlakı maddelerinden birisi de, “Suçluya yumuşak davranmak”tır. Garip bir tesadüf
olarak suçlu zannettiğimiz bir grup insana, etmediğimiz işlemi, yapmadığımız
hakareti bırakmadık. Üzerinden fazla zaman geçmeden, namlunun kendimize
döndüğünü gördüğümüzden itibaren, o yanlış davrandığımız insanların maruz
kaldığı hareketleri şimdi meydanlarda anlatarak, kendimize kurtuluş yolu
arıyoruz, onlara yaptıklarımızı dramatize ederek onların üstünden savunmaya
geçiyoruz. Özür dilemek, pişmanlık bildirmek aklımıza bile gelmeden.
Öteden beri eleştirilen (79
yıllık cumhuriyet gibi) toplum kesimlerinin, bertaraf ettiği (etmeye
çalıştığı) toplumu ayakta tutan ‘değer yargılarının’
tahrip edilerek, onların yerini almaya çalışmak ne acayip bir çelişkidir? Şöyle
de özetleyebiliriz: Gitti mutlu azınlık, geldi mutlu azınlık. Birey olmaktan
çıkıp, sürü olup çıkmış bir toplum içinde daha huzurlu olabileceğini düşünen
mutlu azınlık tipi, yazık! İki de bir ağzında dini kelamlar dolaştıranlar
eliyle yapılması ise iki defa yazık!.
“Politika sahnesinde, hırslı ve ikna kabiliyeti yüksek olan insanların,
halkı etkileyip, peşlerinden sürükledikleri bilinen bir şeydir. Tarih boyunca
hep bu şekilde olmuştur.” (İsmail Hakkı Altuntaş, internet yazıları
2)
Sempatizan kazanmak veya sempatizanlarını sıkı sıkıya kendine bağlamak üzere
yapılan propaganda içinde, yalanlara ve aslı olmayanları veya gerçekleri
karmaşık olarak anlatmaya yönelik söylevler dinleyicilerin ve sempatizanların
aklını karıştıracaktır. Doğrusu hiçbir şey anlamayan bu kalabalıklar
desteklerini devam ettirecekler fakat bir zaman sonra yaptıkları hatayı da
anlamaya başlayacaklardır. Bu itibarla, yapılan hatayı deklare etmek ve nasıl –
niye yapıldığını anlatmak en iyisidir. Bu halde belki bir miktar taraftar kaybı
söz konusu olabilirse de, doğruluk bu kayıpları göğüslemeyi gerektirir. “Hele içi başka, dışı başka birinin eline
bir şey geçmez. Bir de yalancılık ortaya çıkarsa, felâket o zaman başlar. Eğer
bu hallerin azı sende varsa, hemen tevbe et ve tevbeni bozma. Tevbe etmekten
ziyade, tevbeyi bozmamak esastır.” Demek ki, ‘günah
işleme özgürlüğü’ değil, insana verilen ‘Tevbe etme
özgürlüğüdür.’ Bu gibi yanlış düşünce ve eylem durumlarına, yanında
çalıştırdığın, sana yakın danışmanların sebep olmaktadır sonucuna ulaşmaktayız.
Hatta adeta gözlerini bağlamış olmalıdırlar.
“Her suçluda toplumun da suçluluk payı vardır. Bir cemiyet şu hırsızı,
bu kanuna isyan edeni dinleyelim, anlayalım demeden mahkûmiyet verirse,
sorumluluğunu unutur. Hiç şüphesiz bu tutumla verilen her mahkûmiyet, bir
diğerini davet eder.” (Agah Oktay Güner, 21.06.2012, Yeniçağ) Budur
anlatmak istediğimiz. Dinlemeden, anlamadan yüzlerce kişiye verilen ağır
mahkûmiyet cezaları döndü ve bumerang etkisiyle atanın kendisini vurdu. Adalet
tam da budur. Canlı organizmalar, kendine dönüşü mutlak sağlayacaktır.
Paralel, sonsuzda tek olur,
sonsuz denilen kavram da ancak üç adımlıktır.
(*) Filim şeklinde bilerek yazıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder