Köyün gençleri, ilkbaharın
tam ortasındayken zaman, çayır-çimen, yaban çiçekleri serpilmiş, kuzular
koşuştururken görürler birbirlerini. Evveliyatında da aralarında bir bakış, bir
gülüş, el ediş, mendil bırakış, kaş çatış.. gibi gönül kayma, fikri olma
belirtilerine şahit olunmuştur. Ama ilk baharın kanları kaynaştırdığı o ortamda
her şey ayan-beyan olur ve bir iz takılma aşamasına geçilirdi.
Gençlerin büyükleri taa 94
yılında kararını vermişlerdi sanki. Bir ‘Suzluk’a, bir ‘Yol’a giderek
düşüncelerini açıklıyorlar, sanki istemeseler de iz takıyorlarmış gibi
yapıyorlardı. Sonraki yıllarda, birbirlerini beğendirme çalışmaları aralıksız
devam etmiş ve gençlerin birbirlerine gönüllerinin kayması sağlanmıştı. Mesela,
97’de köyün bekçisinin eline verdikleri çakaralmaz silahlarla, meydanda gösteri
yaptırmışlardı. Her ikisi de, bir Bekçiye, bir köy meydanına bakmışlar, bazen
korkarak, bazen isteyerek bekçiyle birlikte olmuşlardı. Zaman ve ortadaki oyun
daima onların birlikte hareket etmesine dönük oluyordu.
Hele hele, milenyumun
başında öyle bir oyun sahnelendi ki, sormayın. Muhtarın kasasını soydular,
soymakla kalmayıp Muhtar’ı köyden kovaladılar, köyde yaşayan herkes kendisini
suçlu bulmaya, kendinden şüphelenmeye başladı. Ahali birbirine düştü. Köylünün
malına, öküzüne, tarlasına-tapanına el konuldu. Savaş kızışmıştı. Öyle bir
duruma gelindi ki, ‘Suzluk’ ve ‘Yol’ birlikte hareket etmeye ve hatta aynı evde
yaşamaya -mecburen- karar verdiler.
Anlaşıldığı gibi,
tanışıklıkları uzun yıllar önceye varır. Birbirlerine ellerini uzattıklarında,
utanma duygusu içinde, zorla ellerini almışlardı. Aslında evveliyatında araları
pek de iyi sayılmazdı. ‘Suzluk’, misafir bulunduğu hanenin Beyi tarafından
tembihlenmeseydi, o eller birbirlerini asla tutmayacaktı. ‘Yol’da isteyerek
uzatmamıştı elini zaten. Lanet olası emir demiri kesmişti.
Aslında, ‘Suzluk’ ve ‘Yol’
farklı eğitimlerden geçmiş olduklarından, tarih algıları, geleceğe dair
çözümleri, edebi zevkleri ap-ayrıydı. Birbirlerinin dilinden, esprilerinden
anlamıyorlar, anlatmak istediklerinden çoğunlukla farklı manalar
üretildiğinden, sıklıkla Ya Sabır çekerler ve dillerini bile ısırırlardı. Bu
durumda geçim zordu ama verilen talimata göre yapılacak işlerin de bitirilmesi
gerekiyordu. Bu sebeple –hele biraz daha zaman geçsin, sözü her ikisinin de
ağzındaydı.
Arkadaşlıkları,
beraberlikleri çok uzun sürmese de, birlikte oldukları zaman içinde
yapmadıklarını bırakmadılar. Kendilerince başarılı da oldular hani!
‘Ulus Devlet’; bir
milletin, tarihi, kültürü, inançları üzerine oturmuştu. Öteden beri yapılagelen
siyasi savaşlarda, iç ve dış ortaklarıyla birlik olup öncelikle bu düşünceyi
silmeye muvaffak oldular. Devletin hâkimiyetinin, adının Türk olmasının bir
öneminin olmadığını yıllar içinde işleyip zihinlere nakşettiler, ha Türk
Devleti ha Türk-Kürt devleti ne fark ederdi. Nasılsa, bir evimiz vardı ve biz
evimizden mesuldük.
Sonra, ‘Suzluk’ ve ‘Yol’
arkadaşlıklarını, özellikle resim verirken güler yüzle gösteriyorlardı.
Toplantılarda, konferanslarda, Bakanlıklarda alınacak kararlarda, tutuklamalar
yapılırken, vatan malları satılırken, soruşturmalar açılırken, devletin
hazinesi har vurulup harman savrulurken hep ama hep birlikte karar verdiler.
Her yapılan işin bir
noktasında sorun çıkıyordu. Paylaşmak.
Her ikisinin de
geleneğinde, örfünde âdetinde paylaşmak diye bir şey yoktu. Neye sahip
olmuşlarsa hepsinin kendisine ait olması gerektiğini her ikisi de düşünüyor ve
böylece kabul ediyorlardı. Tabii ki, bu durum aralarında bir kavgayı da
beraberinde getirdi. En önemli anlaşmazlık da devlet denen (onlar için maldan
ibaret) aygıtta, senin adamın – benim adamım iş başına getirilecek kavgasıydı.
Kimin adamı getirilirse getirilsin, kendilerinden olmayanlara karşı acımasız,
vicdansız davranıyordu. Kimilerine görev verilmiyor, kimileri terfi
ettirilmiyor, kimileri istemediği alanlarda istihdam ediliyordu. Şikâyetlerin
ardı arkası kesilmez olmuştu.
Her iki tarafta bu oyuna
bir son verilmesi gerektiğini düşünmeye başlamışlardı.
Her iki tarafında yetki
aldığı Bey araya girerek, -madem anlaşamıyorsunuz, birliktelik nasıl hukuki bir
sonuçsa, ayrılık da hukukidir, ayrılın. Emrini verdi.
Ayrılıklar acılı olur
bilirsiniz. Hatıralar, hatıra düştükçe acıtır.
Kaldı ki, ‘Suzluk’ ve ‘Yol’
birlikteliğinden, Zübükzadelerden Zübük efendinin verasetinin de yardımıyla,
kapkara bir veledi zina dünyaya gelmişti.
Adını da “yolsuzluk”
koymuşlardı.
***
Hikâyenin sonu ve alınacak
ders:
“Rüşvet ve yolsuzluk, bir ekonomik modelden diğerine geçerken oluşan
belirsizlik ortamında, ‘yasal boşluklarda’ aniden çoğalır. Bir siyasi rejimden
diğerine geçmeye zorlanan toplumlardaysa rüşvet, yolsuzluk adeta salgın
hastalık düzeyinde bir patlama sergiler. Bu yüzden bu konuyu bireylerin ahlak
bozukluklarının ötesine geçerek anlamaya çalışmak gerekiyor.”
(Ergin Yıldızoğlu, 10.2.2014)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder