3 Aralık 2012 Pazartesi

Bu Nasıl Hayat?



“Hayy olmayan ölülerdir… ne zaman Bâ’s olunacaklarının şuurunda değildirler.” (Nahl/21)

Ayeti yazmışsınız.

O halde; NEFSİNİN gösterdiğini görenler ile RUHUNUN gösterdiğini görenler arasındaki ilintiyi nasıl kurabileceğiz?..

O halde ben de Tagore’un bir sözü ile bitireyim.

“Uzağı görebilenler için karanlığın sınırı aydınlığı müjdeler”

Abdurrahman Biçer Hoca bir yorumunda böylesi bir ödev yükledi omzumuza. Konunun ağırlığını, zayıf omzumuzun kaldıramayacağını bildiğimiz halde, görevi üstlenmekten de çekinmedik. Hayırlısı olsun, bakalım neler çıkar ortaya.

****

Soru cümlesindeki “görenler” kelimesini; görüp yapanlar, gördüğü üzere hayatını şekillendirenler, hayat tarzı olarak gördükleri ile dizayn olunanlar şeklinde okuyorum.

M. Günay Sıddıkoğlu Ortadoğu Gazetesinde yayınlanan bir makalesinde şunları söylüyor: “insanoğlunun önünde zamana ve mekâna göre değişen ve ibadet etmesini engelleyen bir takım bataklıklar vardır. Önüne geçilmez İstek ve Arzuları, zamanın çoğunu dolduran ihtiyaçları bir de sürekli onu saptırmak isteyen şeytan gibi bir düşmanı vardır. Hâlbuki meleklerde böyle şeyler yoktur çünkü onlar erkeklikleri, dişilikleri ve nefisleri olmayan varlıklardır. İnsanın başta nefsinin kötü arzularını, şeytanın tuzaklarını ve önüne dikilen çeşitli engelleri aşarak kendini ibadete ve Allah’ın rızasını kazanmaya vermesi gerçekten çok zordur. Sevgili peygamberimizin buyurduğu gibi; ‘Allah katında en üstün (ve en değerli) amel, zor işlenen ameldir.’ Bu bakımdan insan meleklerden üstündür”.Görüldüğü gibi Sıddıkoğlu İnsan’ın nefsi ile birlikte var olduğunu anlatıyor. Yaratılış gayesi içinde nefs ile birlikte yoğrulmuş olan insan, yola da şeytanı ile birlikte çıkacaktır. Nefsi kişiye sıkı sıkıya bağlıdır. Nefs nedir sorusuna çoğunlukla “kişideki ‘ben’ halidir” tanımını getirir işi bilenler. O halde, ‘ben’in öne çıktığı, dünyadan kaynaklanan istekler, arzular, sahip olma duyguları benin inşa sahalarıdır. Aslında doğuştan itibaren nefs, kişinin geleceğinin inşasında önemli bir öğretmenlik görevi yüklenir. Geleceği, öteki âlemlerdeki yani. Ötelere geçişin şifresi nefsinde gizlidir. Belki de bu sebeple “Kim ki, nefsini bildi, Rabb’ini bildi” buyurmuştur peygamber. “Men Aref” sırrı. Biliş sırrı. Bilinecek nefsi’dir yani kendisi.

Bu itibarla, nefsinin gösterdikleri kişinin yolunda da bir yol gösterici olmaktadır. Nefsi ile birlikte yaşayan, nefsaniyetinin gösterdiklerini gördükçe, onlar hakkında bilgiye sahip oldukça yoluna devam edecektir. Yollar nefis ile açılacaktır.

Burada bir zıtlık var gibi anlaşılabilir. Doğrudur. Gölgelikler, güneşin hararetinden korunmak için de kullanılabilir.

Görme, duyma, dokunma, tad alma, koklama duyularıyla birlikte yaşarken, kendimizin kurduğu bir dünyada keyif içinde yaşarken, bize ait olan bu melekeler sayesinde başımıza çorapta örmekteyiz. Beş duyu ile sınırlandırdığımız dünyamızda, algılarımız ve kabullerimiz de beş duyu ile sınırlanmaktadır. Sınırlandırmamızın en belirgin örneği kendimize ait bir tanrı yaratışımızdır. Çok zevk aldığımız, en beğendiğimiz tarafımız kendi tanrımızdır. Beş duyumuzun bize dayattığı bir kabul ediştir bu. Hazır yiyeceklerimiz, içeceklerimiz, okuyacaklarımız, öğreneceklerimiz hazır. Bize düşen bu dünyada bize hasredilenleri harcayıp keyfimize bakmak. Bunu da en iyi bir şekilde yapıyoruz çok şükür! Peki ya gerisi? Burada bizi çevreleyen beş duyumuz vasıtasıyla nefsimize müracaat ederiz. Sorgulamadan, düşünmeden harcadığımız ömrümüzün geçmişine yanmaya başlarız. Ne için gelmiştik şu dünyaya, biz nelerle uğraştık, nelere sevindik, nelere güldük, nelere ağladık. Beyhude olduğunu anlamamız için müracaat edeceğimiz yer nefsimiz olmaktadır. Onu iyice anlayıp, öğrenip, isteklerini, arzularını, yap dediklerini, yapma dediklerini iyice öğrenip anlamalıyız ki, geliş amacımıza doğru adım atalım.

Ki, dünya denen mekân sınırlı bir zaman için. Zaten dünya denen yer de sınırlı. Bu sınırlar içinde bir de kendimizi enften-püften şeylerle sınırlandırdık. Dünya ötelerinden, başka âlemlerden bi-haber yaşadık. Bildirilen bilgilere kulak tıkadık. Varsa da yoksa da yarattığımız ve sınırlandırdığımız dünya içinde midemiz, çocuğumuz, akrabamız, arkadaşlarımız, mevkilerimiz, makamlarımız, şanımız, şerefimiz, okuduklarımızdan - çevremizden öğrendiğimiz bilgilerimiz.. Bize ilerilerde hiçbir faydası dokunmayacak meşgaleler bulduk. Oyalandık durduk. Oyalanırken de ‘ben’imizi besledik, geliştirdik. Semiren ‘ben’imiz, bize görmemiz gereken, idrak etmemiz gereken ‘öte’leri gördürmez, algılatmaz oldu.

İşte “görmemiz gereken nefsimiz” ve nefsimizden görünenler.

Devamı kolaydır.

Kur’an’ı Kerim ile Hz. Peygamberin bildirdikleri, takipçileri Uluların anlattıklarının yapılması, takip edilmesi, içselleştirilmesi ile ‘ben’e ket vurulacak ve içimizde yaşattığımız ‘şeytan’ımıza secde ettirilecektir. Kelime-i Şahadet aşamasında ise, elimizle yarattığımız sahte tanrılardan vazgeçip, birleyerek, Tek’liğine iman ederek ve Hz. Muhammed’in “kulu ve resulü” olduğunu kabul ederek, tüm tanrıların -putların- kırılmasıyla ötelere yol açılacaktır.

“Diğer taraftan imanın bir de varoluşsal boyutu vardır. İnsan, Tanrı’ya inanabilmesi için önce kendi varlığının farkında olmalıdır. Bu bilinç, imanı ‘var olma’, ya da ‘varlık’ üzerinden okumayı mümkün kılar. O zaman, iman, Tilich’in ifadesiyle ‘var olma cesareti’ne dönüşmüş oluyor. İman, insanın var olduğunun Tanrı tarafından onaylanarak, insanda kendisi ile ilgili üst seviyede bir varoluşsal bilinç oluşturmaya başlıyor”. (Prof. Dr. Hasan Onat, 10 Ağustos 2011, Akşam)

Prof. Hasan Onat aynı yazısında şunları da söyler: “İslâm’ın en temel amacı, insanın hem düşünce, hem de davranış planında dosdoğru/dürüst olmasını sağlamaktır. Aslında Allah’ın varlığına ve birliğine iman da, temel İslamî ibadetler de, özü itibariyle bu amaca yöneliktir. Bunun için de, öncelikle insanın kendi varlığının, insan olduğunun farkında olması ve Allah’tan herhangi bir şeyi gizlemenin, saklamanın mümkün olmadığını bilmesi gerekmektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ‘Gerçek şu ki, insanı yaratan Biziz ve onun iç benliğinin/nefsinin ona ne fısıldadığını Biz biliriz; çünkü biz ona şah damarından daha yakınız’. (50/16) Yüce Yaratıcı’nın her şeyi bildiğini bilmek, insanın aklını, düşünce dünyasını terbiye etmek anlamına gelir.”

Bilenler, hep aynı nutku söyler, mahbubu Leyla’ya doğru:

Tagore de olduğu gibi:

“Uzağı görebilenler için karanlığın sınırı aydınlığı müjdeler”

NOT:  ismi geçtiği ve ödev konusunu verdiği için iş bu yazı Abdurrahman BİÇER Hoca’ya takdim edilmiştir. Bu yazı ve konusunun okuyucular arasında tartışılmasının iyi olacağını, tartışma açılırsa kendisinin de katkı sağlayabileceğini bildirmiştir. Fikir bildirmek isteyenlere, yorumculara, tartışmaya katkı sağlayabileceklere açıktır. Buyurunuz efendim.

18 yorum:

  1. Mehmet Kınacı :

    mal mal üstüne yığma "benliğimiz" mi hastalığımız mı?Yoksa "benden" habersiz bir "tanrı" mı??Düşünüyorsun....İnsanlar mutlu olmak amacında mutluluğu süpürüyor!!!!Çözüm herhalde "KANAAT" sultanını tahta geçirmekte....Ama onun yolu bu devirde çok sarp,çok çetin....

    Hey yaşayanlar ,dahmetli babam,"Sahipsizin malı olsa ölülerin malı olur!" derdi..Ölünün hiç mal derdine kardeş katlettiği olur mu???Ya siz yaşayanlar???Neleri katletmiyorsunuz???Baştan ayağa katil kesilip,masuniyet rolü kesiyorsunuz!!!Öyle ya bu dünya bir hayalhane...Gölgelerin ne zaman canı olmuş???

    YanıtlaSil
  2. Nidai Seven:

    "Nidai Seven İnsan oğlunu tarif etmek için Mevlana gözü ile yaklaşmak yeterlidir.İnsan yalnız bedenden ibaret değildir. Ona hayat veren Hak nuruna dost olan ruhtur. Bu gerçeği bilen ve ruhunu dosta yöneltenler gerçek insandır ve bunlar melekten üstündür.İnsanla ilgili "Sende bir hayvan bir şeytan bir Rahman sıfatı var.
    Hangisinden sayılırsan sayı günü ona katılırsın." hususları yer almaktadır. Bu zaten durumu tespit için yeterlidir."

    YanıtlaSil
  3. Kemal Eser :

    sahın nidai sevenede bir soru ben sorayım sayın genel başkanımıza zürriyetsiz diyen birisi kendisi İnsanla ilgili "Sende bir hayvan bir şeytan bir Rahman sıfatı var.dır derken hangi sıfatı kendisine uygun görüyorsa buraya yazsın

    YanıtlaSil
  4. Abdurrahman Biçer:

    Kendiliğinden gelen bir örnek:

    Mahmut Emin beyin aktardığı bilgi Nidai beyin ruhunun gösterdiğini algılamasını...

    Kemal beyin aktardığı bilgi ise Nidai beyin nefsinin gösterdiklerini algılaması...

    Şeklinde anlamamız pek mümkündür. Aynı şahısta odaklanan karşıtlıklar...

    Öyle değil mi?...

    O halde bu iki zıtlık arasındaki ilinti nasıl kurulabilecek?...

    Asıl soru budur indi anlayışıma göre...

    YanıtlaSil
  5. aklıma şu mısralar geldi Pir Sultan:

    "Siyaset günleri gelip çatmadan // Açılın kapılar Şah'a gidelim"

    YanıtlaSil
  6. Abdurrahman Biçer:

    Pir Sultan ile çatışırım fakat bu dizeler için ayağa kalkar öyle alkışlarım...

    Asli ifadelerimi sonuç olarak paylaşmak istiyorum...

    YanıtlaSil
  7. Kemal Eser:

    Ruh ile nefsin aynı veya farklı şeyler olup olmadığı eskiden beri âlimler arasında çok konuşulan bir husustur.

    İmam-ı Gazzali’ye göre kalp, ruh, nefis ve aklın birbirinden farklı birçok anlamı vardır. Ancak bu dört kavram Rabbânî ve ilahi latifeyi ifade etme noktasında birleşir ve bu noktada nefisle ruh aynı manaya gelir. Allah’ın Âdem’e üflediği ruh ile (4) itminana ererek Allah’a dönen nefis (5) aynı şeydir. Bu manada nefse kalp de denir. İnsanı insan yapan, onu diğer canlılardan farklı kılan temel özellik olması bakımından akıl da nefis anlamına gelir. (6)

    Gazzali, nefsi; Rabbânî ve ilahi latife, manevi bir cevher, insandaki bilen ve algılayan latife, hakiki insan, insanın kendisi şeklinde tarif eder.
    Ragıp el Isfahani El-Müfredat isimli lügat kitabının ruh maddesinde meseleyi anlatırken diyor ki; “revh” kökünden isim olan “ruh” kelimesi terim olarak canlılarda hayatı sağlayan unsur şeklinde tarif edilmektedir. Ruh, bir anlamda kendisinin bir cüzünü teşkil eden ve devamlılığını sağlayan nefes manasına da gelir.

    Dini literatürde nefs kavramını ruh ile eş manada kullananlar bulunduğu gibi, nefs ve ruh arasında fark gözetenler de vardır. Bazı âlimlere göre ruh; hem biyolojik canlılığı hem de algılayan ve bilen insânî özü ifade ettiği halde nefis sadece ikinci anlamı ifade eder. Nefsi ateş ve toprak kaynaklı, ruhu nurani tabiatlı kabul edenler de vardır. (7)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Abdurrahman Biçer:

      İmam-ı Gazali bu konuya; Felsefi bir yaklaşımla bakıyor ve öyle görüyor. Fakat Kuran'da mealen aktarılan bilgiye göre:

      "Sana ruhu soracaklar... Sen onlara de ki; ruhun bilgisi ancak Allah'a aittir..."

      Sil
  8. İbrahim Halil Kutluay :

    Başka bir konuya yaptığım yorum kısmen burası ile ilintili olduğu için ekleme gereği duyuyorum.

    ******
    Cenabı Allah Hz ademin sol ve sağ yanından bizim ruhlarımızı çekip aldığında hangi zümrenin cehenneme hangisinin cennete gideceği belli imiş. Ancak böyle bir durumda nefsin ve insanın "kaderim zaten belliydi" (yani benim elimde birşey yoktu Allahım, sen zaten benim cehennemlik olarak yaratmıştın) dememesi için Allah o gün nefslerimizden misak almış.

    "Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da, “Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)” demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, “Biz bundan habersizdik” dememeniz içindir." ARAF 172.

    O gün bütün yaratılacak olanlar bunu onaylayıp kabul etmişlerdir. Ancak bu birinci hayatımızda verilen sözler biz anne rahmine düşüp tekrar diriltiğimizde ve derken doğup akıllandıktan sonra aynen uyuluyormu ? Hayır.

    Yani kader denilen şey Allah'ın alnımıza yazdığının olması ancak bir fark var.

    Allah onu yazdığı için veya bildiği için biz kötü veya iyi olmuyoruz, Allah bizim irademizin bizi kötü veya iyi yola götüreceğini bildiği için kaderimiz gerçekleşiyor.

    Bu şuna benzer;

    Bir ray üzerinde iki tren biribirine gitsin. Tepeden bakan birine ise konumları, hızları ve aradaki mesafe bildirilse tepedeki bunların hangi saniye çarpışacağını bilmezmi ?

    Peki soru şu: Adam bildiği için mi çarpıştılar, yoksa çarpışacakları içinmi adam bildi.

    Burada makinistlerin tepedeki adama şunu deme şansı varmıdır: Sen çarpışacaksınız dedin bizde o yüzden çarpıştık.

    Kesinlikle hayır. O yola girmek, o yolda ilerlemek veya durmak elimizdeydi. Ama bizi yaratan bizim hangi tercii yapacağımızı elbette bilendir.

    Genede kader konusu çok derin mevzuudur. Kimsenin fazla dalmasını önermem. Bize düşen Allahtan korkmak ama önce rızası için çalışmaktır.

    Ha ben bunu 4 4 lük yapıyormuyum, belki benim durumum hepinizden daha kötüdür.

    Ama genede onun rahmeti yücedir ve kahhar sıfatından korkmayanın aklı yoktur.

    YanıtlaSil
  9. Kemalettin Tulgar:

    BÖYLE BİR KONUDA OKUYUCU OLMAK NE GÜZEL......EMEĞİ OLAN HERKESE TEŞEKKÜRLERİMLE...

    YanıtlaSil
  10. Kemal Eser:

    Ruh nefsi, nefs de ruhu hakimiyeti altına alabilir. Nefsin ruha galibiyetinde negatif kuvvetlerin eline geçen nefs, azab çekerek cehennemi hak edecek; nefsin ruh gerçeğini hissederek ona sahip çıkması halinde ise pozitif kuvvetlerin kaplaması ile o kul, sonsuz kurtuluşu ve cenneti kazanacaktır. Yaratılış yasası gereği nefs; acı çekerek, yoğrularak adım adım olgunlaşır ve kemale erer. Ruh için olgunlaşma düşünülemez, o Allah'tan gelen ilâhî bir yönümüzdür.

    YanıtlaSil
  11. "" BİR BAKIŞTA NE KADAR UZAĞI GÖREBİLİRSİNİZ """

    bir köşeye yazın. bir gün bir çift göz le beraber böyle bir

    yazı okursanız....

    reyyan............

    YanıtlaSil
  12. Abdurrahman Biçer :

    Ancak unutmamak gerekiyor:

    Cennet ve Cehennemi bahis konusu ettiğimizde bilinmeli ki;

    Hemen ya da daha sonra Cennete girecekler olacağı gibi Cennete asla girmesi mümkün olmayacaklar da var...

    Bu anlamda Ruhun KİRLETİLME ihtimali göz önünden ıraklaştırılmamalıdır...

    Bu bakımdan Cennet ve Cehennem odaklı olmadan asli mevzu olan konuyu; ruh-AKIL-nefis üçlemi içinde mütalaa etmemiz gerekiyor. Cennet ve Cehennem; sadece bu ÜÇLEM davranışlarının bir karşılığı olarak çıkmaktadır karşımıza...

    YanıtlaSil
  13. Deniz Yurtlu:

    Nefsin kökü hem beden hem de ruhtadır.Bu yüzden hem dünyaya hemde ebediyete meyillidir.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Abdurrahman Biçer:

      O halde RUH'un BEDEN'e olan AŞKI nın da irdelenmesi gerekir...

      Sil
    2. “Beden “ kelimesi ile tek olan varlığa işaret varsa, sorun yoktur.
      Dünya anlatılmak isteniyorsa, üzerinde konuşulur. İnsan bedeni dünyadaki ömrünü yaşaması için inşa edilmiş, dünyadaki hayata ve şartlarına intibak edebilecek nitelikte bir varlıktır. Onun içinde (üstünde), ömür sonuna kadar gidilir.
      Evindeki bağlı bineğine binerek, diğer köye kadar giden ve bineğini kapının önünde bırakan kişi gibi.
      Artık onunla işi bitmiştir.
      Burada ‘Aşk’tan nasıl bahis olunabilir bilmiyorum.
      Elbette konumuz magazinel bir bakış açısı değildir. Öyle olsaydı bu sayfalara taşınmaz, zamanlarınızı da almazdık.
      “Ruh”un Allah emri olduğu bildirilmişti. Yani, kendisinden, kendine bir emir. Aslında emir alan-emir veren ikilemi anlaşılmaz kılar konuyu. Yani, aşık olan ve aşık olunan varsa ikilikten de söz edilebilir. Oysa, birlik, teklik, ‘Aşk’ olmasının önemli şartıdır.
      Aşk olsun.
      Diyelim.
      Aşk olsun.

      Sil
  14. Fazlı Koksal:

    Çok kaliteli bir tartışma. Zevk alarak takip ediyorum. Mahmut Emin beye de Abdurrahman Biçer beye de katkıda bulunan diğer arkadaşlara da teşekkürler... Ama ben de Kemalettin Tulgar Bey gibi izlemeyi tercih ediyorum. Benim bilgi düzeyim bu konuları tartışmak için yeterli değil.

    YanıtlaSil
  15. Abdurrahman Biçer :

    Mahmut Emin bey;

    Nahl/21 ayeti bir kere daha inceleyebilir misiniz?...

    YanıtlaSil

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...