“Yıl 1920, Eylül,
İstanbul.”
İşinde, gücünde,
çocuklarının rızkının peşinde koşturmaktan yorgun bir halde, ayağını sürüyerek
girdi kahveden içeri. Daha ısmarladığı çayı gelmemişti ki, polis ve işgal
askerleri ordusu doldurdu kahvehaneyi. Sert emirler veren memurlar, silahlarını
halkın üstüne çevirmiş işgal askerleri herkesin ayağa kalkmasını, kimliklerini
çıkartmasını bildirdiler. “Besbelli, bir şeyler var” diye düşündü Halil. Ya
soygun yapılmıştı veya işgal askerlerinin bulunduğu bir yerleri taramışlardı.
İstanbul işgal edileli beri adi vakadandı. Her gün mutlak bir olay olur ve
yetkiyi ele geçiren düşman askerleri tüm mahalleyi arama tarama yapar, aklına
kestiklerini alır götürürlerdi.
Memurların ve askerlerin bu
kadar sert olması pek görülmüş şey değildi, mahalle içi kahvelerde mümkün
olduğunca kibar davranmaya gayret ederlerdi. Elini, haki renkli poturunun arka
cebine attı, kimlik, para gibi kıymetli evrakını daima poturun arka cebinde,
bir kese içinde taşırdı. Kimlik cüzdanı da orada dururdu. Eli boş kaldı. Bu
imkânsızdı. Her gün, pantolonunu giydikten sonra mutlaka elini arkasına atarak
kontrol ederdi. Bu sabahta kontrol ederek giyindiğini net hatırlıyordu.
Genç İngiliz kumandanının,
bozuk Türkçesi ile “Kimliğini ver”, emrine başını eğmek zorunda kaldı, “Şey..”
diyebildi. “Alın bunu” emri üzerine iki asker koşturdu geldi yanına, kollarına
girerek adeta sürükleyerek çıkarttılar dışarı. Bir kamyonun (üstü kapalı)
arkadan yapılmış kapısını sertçe açarak, koltuk altlarını, belini ve paçalarını
arayarak “gir bakalım” dediler. Emirlere uymaktan başka yapabileceği bir şey de
görünmüyordu.
Karanlık ve penceresiz
kamyonun arkasında tek başına idi. Düşünmekten çatlayacak gibi olmuştu. Ne oldu
da para kesesi (gerçi parası yoktu, bugün iş bulmuş ve çalışmıştı, ertesi gün
için de çalışacağından yevmiyesini almamıştı) kaybolmuştu? Düşürdü mü, biri mi
aşırdı? Sonuç olarak, kimliğini ibraz edemediği için gözaltına alınmıştı.
Herhalde karakolda durumu anlatır ve kurtulurdu. Tahminen bir saat kadar sonra
kamyon hareket etti. Kendisi ile birlikte şimdi üç kişiydiler, yüzlerini
göremediğinden kim oldukları hakkında fikri yoktu. Onlarla konuşmaya
korkuyordu, aslında üçü de korkuyordu. Çıt çıkarmadılar. Biraz sonra bir yerde
durdu kamyon. Gürültü ile kapısı açıldı. “inin bakalım”!..
Kader, kader bir oyunun
içinde Halil’i de figüran olarak oynatıyordu. Onun da görmesini ve yaşamasını
mı istemişti. Evde birkaç günlük yiyecek vardı. (bir-kaç günlük yiyecek
deyince; un, bulgur ve biraz yağdan ibaretti) Ya sonra ne yapardılar çocuklar?
Karısı için büyük bir teşekkür geçirdi içinden. Kadirşinas, vefalı, cefaya
göğüs geren hakiki Türk anası olan karısını sevgiyle yâd etti. Başına geleni
değil, onların halini düşünüp üzülüyordu. Belki kahveden birisi haber uçurmuştu
eve. İnşallah öyledir. Ki, mutlaka haber etmişlerdir. Bunun bir kötü tarafı
vardı, işgal askerlerinin işkence yapacağını bilmek, bir de iyi tarafı vardı
sağ olduğunu bilmek. Büyük bir ihtimalle haberi alan karısının, tevekkülle
karşılayarak, çocuklarına haber etmeden, sofrayı kurmuş olmasıdır. Kimseyi
telaşa vermeye gerek yok. İstanbul’da bugünlerde çok küçük bir azınlık sefahati
yaşarken, özellikle Türklerin kahir ekseriyeti sefalet içindeydi. Halil ve
ailesi de bu sefaletin tam ortasındaydı.
Akşam olmuştu. Evden
beklerlerdi. Bir an evvel, komiserle veya komutanla irtibat kurup, “ifade mi
alacaklar, ne alırlarsa alsınlar ve salsınlar” diye düşünüp, aklına gelen
duaları etmeye koyuldu. Aslında aklına da bir şey gelmiyordu. Sabahtan itibaren
neler yaptığını, nereye gittiğini, kimlerle konuştuğunu filan düşünmeye
çalıştı. Hatırladıkları ehemmiyetsiz şeylerdi. Bunların kendisine bir faydası
olamazdı. İstanbul, İngiliz, Fransız, İtalyan askerleri tarafından işgal
edildikten sonra, benzeri olaylar sıklıkla yaşanmış ve ne hikâyeler dinlemişti.
O anlatılanlara göre kendisi ne kadar masumdu, fakat kime nasıl anlatacaktı? En
iyisi, hiçbir şey düşünmeden olacakları sabırla beklemeliydi. İşgal
kuvvetlerinin kontrolündeki bu karakollara getirilen her Türk’ün mutlak surette
ölümü mukadderdi, en azından eli, kolu bacağı kırılır, kaburgaları ezilir,
sakat bırakılarak salınırlardı. Şimdi bunları düşünmenin sırası değil diyerek,
karanlığı yararak gözlerini açtı. Birkaç kişinin fısıltıyla konuştuğunu
duyabiliyordu, sesler tanıdık gelmiyordu. “Kim bilir, İstanbul’un nerelerinden
topladılar getirdiler” diye düşündü. Seslere doğru yaklaştı. Şimdi iyice
konuşulanları seçebiliyor, bir anlam katmaya çalışıyordu. Kendisi ile birlikte
tam beş kişiydiler ve hepsi Türk’tü.
Birisi: -“Kesin”. “Kesin
olarak söylüyorum, burası Selimiye Kışlası” dedi. “Ben üç gündür buradayım, bir
tıktılar içeri, ne gelen var, ne soran”.
-“Niye aldılar, nerden
aldılar seni”?
Sesler iyice fısıltı tonuna
geçti. “4 gece önce Maçka silah deposu boşaltıldı. O yüzden işte”. Beşiktaş
kahvehanelerinden toplayabildiklerini getirmişler. İkisi firar etmiş, ayağından
sıkıntısı olduğundan gidememiş. “Sabırla bekleyin”. Dedi. “Benim inancım var,
burayı da boşaltacaklar, o sırada bizde gideriz. Bu inancın karşısında kimse
duramaz.” Dedi. Diğerleri de cesaretlenmişlerdi. Artık iyice samimi olmuşlar ve
sırt sırta birlikte hareket etmeye söz vermişlerdi. Sıkıntılı zamanlarda
beraber olmayı becerebilenler arkasız kalmazlardı.
Gece yarısına doğru kışlanın
içinden motor gürültüleri, atların terslenmeleri, bağırışlar, emir verenler,
karşılık verenler, koşuşturmalar. Bütün askerler bir yöne doğru
koşturuyorlardı, ellerinde silahlar. Dikkatle dinlendiğinde uzaklarda patlayan
silah sesleri duyuluyordu. Ne oldu acaba?
-“Durun tahminimi
söyleyeyim. Buradan çıkmamıza az bir zaman kaldı.” Nasıl böyle bir tahmin
yapıyordu? Anlatmadı. Sadece “Bekleyin” dedi.
Askerlerin gürültüleri
kesildikten kısa bir süre sonra, yürüyen ayak sesleri duyuldu. Tahminen altı –
sekiz kişilerdi. Birisinin, mahpusların kapısını zorladığını duydular. Kapı
açıldı.
“-Heeyy.. Kimse var mı?”
Beş mahpus sevinç içinde
koşar adım çıktılar. “Beni takip edin dedi” kapıyı açan kişi. Hiç düşünmeden
peşinden gittiler. Vardıkları yerde, bunlara birer çuval verdi. “Haydi,
yüklenin bakalım.” Çuvalları yüklendiler ve karanlığın içinden, ağaçlıklı
bölgeye doğru yollandılar. Şimdi, on beş kadar kişi olmuşlardı. Hepsi kan-ter
içinde, soluk soluğa yığılıp kalmışlardı. Uzaktan silah sesleri geliyordu.
Halil meraktan sordu:
-“Neler oluyor? Kimlersiniz?”.
-“Kes sesini Halil, verilen
işi yap yeter. Birazdan arabalar gelecek, çuvalları yükleyeceğiz.”
Tam bir gün geçmeden, neler
yaşamış, neler duymuş, görmüştü Halil. Vatanseverlerle tanışmış ve yaptığı
işten gurur duymuştu. İyi ki, tutuklanmışım. Aksi halde mümkün değildi bunları
yaşamam diye geçirdi içinden.
Eve vardığında, akşam
oluyordu. Yorgunluk ve uykusuzluktan perişan bir halde idi. Kapı açıldığında
karısı; -“Çok şükür” diyebildi, gözleri parladı. Hiçbir şey olmamış gibi ve
hiçbir şey söylemeden doğru yatağa attı kendini.
***
“Etekli, gaydalı İskoç askerleri, burma sakallı Hintliler, siyah
Afrikalılar, çalımlı İtalyan Karabinerileri, gürültülü Fransız askerleri
Türklere İstanbul’u hediye edip gitmediler. Çekip gitmeye mecbur kaldılar.
Çünkü milletimiz el ele, gönül gönüle bir araya gelmiş, tokadını bizi yok
etmeye çalışan düşmanın yüzüne indirmişti.”
(Zeni Önsöz, www.zekionsoz.com)
***
O gün, Selimiye silah
deposunu soymuşlardı. Askerler, depoya uzak bir yere vatanseverlerin taciz
saldırısına cevap vermek için gitmişler ve depoyu tedbirsiz bırakmışlardı.
Halil ile birlikte hapis edilenlerden uzun boylu olanı, vatanseverlerin
liderlerinden birisiydi. Selimiye silah deposunun soyulma planını o yapmıştı…
Aslında yapılan soygun
değildi.
Kendilerine ait olan
silahları gerçek sahiplerine vermişlerdi.
Ertesi günün yarısına kadar
uyumuştu. Karısı sertçe dürtmeseydi daha uyanacağı da yoktu. “Kalk, dedi,
kapıda birisi var, seninle görüşmek ister.” Zorla kalktı, kapıya vardı. Temiz
yüzlü bir Türk çocuğu idi kapıdaki, elindeki para kesesini uzatıyordu. “Bunu,
Salih amca sana vermemi istedi” dedi. Kendisinin para kesesiydi. Salih Amca
dediği de, mahpus kaldıkları sırada, kendilerini teskin eden o karayağız
delikanlı…
Acıklı ve hüzün verici bir öykü. O günlerde neler yaşandığına dair hazin bir ayrıntı.
YanıtlaSilAma, "Şer olarak gördüklerinizde belki dehayır vardır" inancımıza uygun bir hikaye.
Harun Meral
Bu tür anıları büyüklerimden çok dinlemişimdir. Anneannem; seferberlikte sinopa kadar kardeşleri ile yürümüş, yerden at pisliklerinden, arpa tanelerini toplayıp yiyen sahipsiz kalmış çocukları anlatırdı.. Beni en çok etkileyen de oydu.Çok etkilenmiştim çocuk aklımla..o zamandan beri, yoksulluğun tarifini hep o olayı örnek göstererek tarif ederim. ve derim ki, "siz hiç at pisliğinden arpa tanesi toplayıp yedinizmi ki, yokluktan yakınıyorsunuz?" Gökten yağmur yağıyor, yerden de yeşil bitiyor, ozaman demk ki biz; "halâ çok zenginiz..."
YanıtlaSilIlim Talepedenler
Allah şerleri hayır eder inşallah.
YanıtlaSilAbdurrahman Biçer :
YanıtlaSilBurada anlatılan şey:
Son parağrafa kadar anlatılanlar aslında bir AYAĞA KALKIŞ hareketinin aşamalarını gösteriyor. Yani bıçak kemiğe dayanana kadar susan insanların güdülenme aşamalarını...
Son parağraf ise; hiç bir şeyin tesadüflerle ortaya çıkmayacağını ve her şeyin AKIL ve PLAN sonucu gerçekleşebileceğini anlatıyor...
Halil Efendinin para kesesini cebinden alan bir İRADE nin onun gücünü; Selimiye Kışlasındaki silahların gerçek sahiplerine ulaştırma işine kattığını unutmayınız...
Müstevliyi bu topraklardan söküp atan İRADE den saçılan bir avuç kıvılcımı büyük bir iştiyakla temaşa ettim...
Teşekkürler Mahmut Emin bey...
Hülya Şahin:
YanıtlaSilOkudum. Çok güzel, kaleminize sağlık.
"“Etekli, gaydalı İskoç askerleri, burma sakallı Hintliler, siyah Afrikalılar, çalımlı İtalyan Karabinerileri, gürültülü Fransız askerleri Türklere İstanbul’u hediye edip gitmediler. Çekip gitmeye mecbur kaldılar. Çünkü milletimiz el ele, gönül gönüle bir araya gelmiş, tokadını bizi yok etmeye çalışan düşmanın yüzüne indirmişti.” ....
Şu an da işgal altındayız sanki... O vatanseverler nerede ?
Çok hüzün verici ibret dolu bir öykü Öyküyü okurkan tüylerim diken diken olduKurtuluş savaşına katılan bütün kuvayı milliyeyi rahmet ve şükranla anyorum Bu kara günü hiç bir dayım unutmamak lazım.Kuveyi Milliyeyi ilk ateşliyende Cennet mekan Mehmet Akif ersoyun Camilerde ki Vaaz ve nasıhatları ön pılanda olmuş Ama bugün günümüzde yeterince layık olduğu kavuda ve Vefatına gereken şanına yakışıan her hamngi bir cenaze merasimi yapılmıyrak Devlet ekranda hiç bir kimse bu muhteşem misilsiz vatan severin cenazesine hiç bir kimse katılmamış esefle kınıyorum.Lanet olsun Bu zihnitete Bu muhteşem paylaşımnıza yürekten tşk edrim Tüm şehitleri rahmet ve şükranla anyorum:
YanıtlaSil