“Hayy olmayan ölülerdir… ne zaman Bâ’s olunacaklarının şuurunda
değildirler.” (Nahl/21)
Ayeti yazmışsınız.
O halde; NEFSİNİN
gösterdiğini görenler ile RUHUNUN gösterdiğini görenler arasındaki ilintiyi
nasıl kurabileceğiz?..
O halde ben de Tagore’un bir
sözü ile bitireyim.
“Uzağı görebilenler için
karanlığın sınırı aydınlığı müjdeler”
Abdurrahman Biçer Hoca bir
yorumunda böylesi bir ödev yükledi omzumuza. Konunun ağırlığını, zayıf
omzumuzun kaldıramayacağını bildiğimiz halde, görevi üstlenmekten de
çekinmedik. Hayırlısı olsun, bakalım neler çıkar ortaya.
****
Soru cümlesindeki
“görenler” kelimesini; görüp yapanlar, gördüğü üzere hayatını şekillendirenler,
hayat tarzı olarak gördükleri ile dizayn olunanlar şeklinde okuyorum.
M. Günay Sıddıkoğlu
Ortadoğu Gazetesinde yayınlanan bir makalesinde şunları söylüyor: “insanoğlunun önünde zamana ve mekâna göre
değişen ve ibadet etmesini engelleyen bir takım bataklıklar vardır. Önüne
geçilmez İstek ve Arzuları, zamanın çoğunu dolduran ihtiyaçları bir de sürekli
onu saptırmak isteyen şeytan gibi bir düşmanı vardır. Hâlbuki meleklerde böyle
şeyler yoktur çünkü onlar erkeklikleri, dişilikleri ve nefisleri olmayan
varlıklardır. İnsanın başta nefsinin kötü arzularını, şeytanın tuzaklarını ve önüne
dikilen çeşitli engelleri aşarak kendini ibadete ve Allah’ın rızasını kazanmaya
vermesi gerçekten çok zordur. Sevgili peygamberimizin buyurduğu gibi; ‘Allah
katında en üstün (ve en değerli) amel, zor işlenen ameldir.’ Bu bakımdan insan
meleklerden üstündür”.Görüldüğü gibi Sıddıkoğlu İnsan’ın
nefsi ile birlikte var olduğunu anlatıyor. Yaratılış gayesi içinde nefs ile
birlikte yoğrulmuş olan insan, yola da şeytanı ile birlikte çıkacaktır. Nefsi
kişiye sıkı sıkıya bağlıdır. Nefs nedir sorusuna çoğunlukla “kişideki ‘ben’
halidir” tanımını getirir işi bilenler. O halde, ‘ben’in öne çıktığı, dünyadan
kaynaklanan istekler, arzular, sahip olma duyguları benin inşa sahalarıdır.
Aslında doğuştan itibaren nefs, kişinin geleceğinin inşasında önemli bir
öğretmenlik görevi yüklenir. Geleceği, öteki âlemlerdeki yani. Ötelere geçişin
şifresi nefsinde gizlidir. Belki de bu sebeple “Kim ki, nefsini bildi, Rabb’ini bildi”
buyurmuştur peygamber. “Men Aref” sırrı. Biliş sırrı. Bilinecek nefsi’dir yani
kendisi.
Bu itibarla, nefsinin
gösterdikleri kişinin yolunda da bir yol gösterici olmaktadır. Nefsi ile
birlikte yaşayan, nefsaniyetinin gösterdiklerini gördükçe, onlar hakkında
bilgiye sahip oldukça yoluna devam edecektir. Yollar nefis ile açılacaktır.
Burada bir zıtlık var gibi
anlaşılabilir. Doğrudur. Gölgelikler, güneşin hararetinden korunmak için de
kullanılabilir.
Görme, duyma, dokunma, tad
alma, koklama duyularıyla birlikte yaşarken, kendimizin kurduğu bir dünyada
keyif içinde yaşarken, bize ait olan bu melekeler sayesinde başımıza çorapta
örmekteyiz. Beş duyu ile sınırlandırdığımız dünyamızda, algılarımız ve
kabullerimiz de beş duyu ile sınırlanmaktadır. Sınırlandırmamızın en belirgin
örneği kendimize ait bir tanrı yaratışımızdır. Çok zevk aldığımız, en
beğendiğimiz tarafımız kendi tanrımızdır. Beş duyumuzun bize dayattığı bir
kabul ediştir bu. Hazır yiyeceklerimiz, içeceklerimiz, okuyacaklarımız,
öğreneceklerimiz hazır. Bize düşen bu dünyada bize hasredilenleri harcayıp
keyfimize bakmak. Bunu da en iyi bir şekilde yapıyoruz çok şükür! Peki ya
gerisi? Burada bizi çevreleyen beş duyumuz vasıtasıyla nefsimize müracaat
ederiz. Sorgulamadan, düşünmeden harcadığımız ömrümüzün geçmişine yanmaya
başlarız. Ne için gelmiştik şu dünyaya, biz nelerle uğraştık, nelere sevindik,
nelere güldük, nelere ağladık. Beyhude olduğunu anlamamız için müracaat
edeceğimiz yer nefsimiz olmaktadır. Onu iyice anlayıp, öğrenip, isteklerini,
arzularını, yap dediklerini, yapma dediklerini iyice öğrenip anlamalıyız ki,
geliş amacımıza doğru adım atalım.
Ki, dünya denen mekân
sınırlı bir zaman için. Zaten dünya denen yer de sınırlı. Bu sınırlar içinde
bir de kendimizi enften-püften şeylerle sınırlandırdık. Dünya ötelerinden,
başka âlemlerden bi-haber yaşadık. Bildirilen bilgilere kulak tıkadık. Varsa da
yoksa da yarattığımız ve sınırlandırdığımız dünya içinde midemiz, çocuğumuz,
akrabamız, arkadaşlarımız, mevkilerimiz, makamlarımız, şanımız, şerefimiz,
okuduklarımızdan - çevremizden öğrendiğimiz bilgilerimiz.. Bize ilerilerde
hiçbir faydası dokunmayacak meşgaleler bulduk. Oyalandık durduk. Oyalanırken de
‘ben’imizi besledik, geliştirdik. Semiren ‘ben’imiz, bize görmemiz gereken,
idrak etmemiz gereken ‘öte’leri gördürmez, algılatmaz oldu.
İşte “görmemiz gereken
nefsimiz” ve nefsimizden görünenler.
Devamı kolaydır.
Kur’an’ı Kerim ile Hz.
Peygamberin bildirdikleri, takipçileri Uluların anlattıklarının yapılması,
takip edilmesi, içselleştirilmesi ile ‘ben’e ket vurulacak ve içimizde
yaşattığımız ‘şeytan’ımıza secde ettirilecektir. Kelime-i Şahadet aşamasında
ise, elimizle yarattığımız sahte tanrılardan vazgeçip, birleyerek, Tek’liğine
iman ederek ve Hz. Muhammed’in “kulu ve resulü” olduğunu kabul ederek, tüm
tanrıların -putların- kırılmasıyla ötelere yol açılacaktır.
“Diğer taraftan imanın bir de varoluşsal boyutu vardır. İnsan, Tanrı’ya
inanabilmesi için önce kendi varlığının farkında olmalıdır. Bu bilinç, imanı
‘var olma’, ya da ‘varlık’ üzerinden okumayı mümkün kılar. O zaman, iman,
Tilich’in ifadesiyle ‘var olma cesareti’ne dönüşmüş oluyor. İman, insanın var
olduğunun Tanrı tarafından onaylanarak, insanda kendisi ile ilgili üst seviyede
bir varoluşsal bilinç oluşturmaya başlıyor”.
(Prof. Dr. Hasan Onat, 10 Ağustos 2011, Akşam)
Prof. Hasan Onat aynı
yazısında şunları da söyler: “İslâm’ın
en temel amacı, insanın hem düşünce, hem de davranış planında dosdoğru/dürüst
olmasını sağlamaktır. Aslında Allah’ın varlığına ve birliğine iman da, temel
İslamî ibadetler de, özü itibariyle bu amaca yöneliktir. Bunun için de,
öncelikle insanın kendi varlığının, insan olduğunun farkında olması ve
Allah’tan herhangi bir şeyi gizlemenin, saklamanın mümkün olmadığını bilmesi
gerekmektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ‘Gerçek şu ki, insanı
yaratan Biziz ve onun iç benliğinin/nefsinin ona ne fısıldadığını Biz biliriz;
çünkü biz ona şah damarından daha yakınız’. (50/16) Yüce Yaratıcı’nın her şeyi
bildiğini bilmek, insanın aklını, düşünce dünyasını terbiye etmek anlamına
gelir.”
Bilenler, hep aynı nutku
söyler, mahbubu Leyla’ya doğru:
Tagore de olduğu gibi:
“Uzağı görebilenler için karanlığın sınırı aydınlığı müjdeler”
NOT: ismi geçtiği ve ödev
konusunu verdiği için iş bu yazı Abdurrahman BİÇER Hoca’ya takdim edilmiştir.
Bu yazı ve konusunun okuyucular arasında tartışılmasının iyi olacağını,
tartışma açılırsa kendisinin de katkı sağlayabileceğini bildirmiştir. Fikir
bildirmek isteyenlere, yorumculara, tartışmaya katkı sağlayabileceklere
açıktır. Buyurunuz efendim.
Mehmet Kınacı :
YanıtlaSilmal mal üstüne yığma "benliğimiz" mi hastalığımız mı?Yoksa "benden" habersiz bir "tanrı" mı??Düşünüyorsun....İnsanlar mutlu olmak amacında mutluluğu süpürüyor!!!!Çözüm herhalde "KANAAT" sultanını tahta geçirmekte....Ama onun yolu bu devirde çok sarp,çok çetin....
Hey yaşayanlar ,dahmetli babam,"Sahipsizin malı olsa ölülerin malı olur!" derdi..Ölünün hiç mal derdine kardeş katlettiği olur mu???Ya siz yaşayanlar???Neleri katletmiyorsunuz???Baştan ayağa katil kesilip,masuniyet rolü kesiyorsunuz!!!Öyle ya bu dünya bir hayalhane...Gölgelerin ne zaman canı olmuş???
Nidai Seven:
YanıtlaSil"Nidai Seven İnsan oğlunu tarif etmek için Mevlana gözü ile yaklaşmak yeterlidir.İnsan yalnız bedenden ibaret değildir. Ona hayat veren Hak nuruna dost olan ruhtur. Bu gerçeği bilen ve ruhunu dosta yöneltenler gerçek insandır ve bunlar melekten üstündür.İnsanla ilgili "Sende bir hayvan bir şeytan bir Rahman sıfatı var.
Hangisinden sayılırsan sayı günü ona katılırsın." hususları yer almaktadır. Bu zaten durumu tespit için yeterlidir."
Kemal Eser :
YanıtlaSilsahın nidai sevenede bir soru ben sorayım sayın genel başkanımıza zürriyetsiz diyen birisi kendisi İnsanla ilgili "Sende bir hayvan bir şeytan bir Rahman sıfatı var.dır derken hangi sıfatı kendisine uygun görüyorsa buraya yazsın
Abdurrahman Biçer:
YanıtlaSilKendiliğinden gelen bir örnek:
Mahmut Emin beyin aktardığı bilgi Nidai beyin ruhunun gösterdiğini algılamasını...
Kemal beyin aktardığı bilgi ise Nidai beyin nefsinin gösterdiklerini algılaması...
Şeklinde anlamamız pek mümkündür. Aynı şahısta odaklanan karşıtlıklar...
Öyle değil mi?...
O halde bu iki zıtlık arasındaki ilinti nasıl kurulabilecek?...
Asıl soru budur indi anlayışıma göre...
aklıma şu mısralar geldi Pir Sultan:
YanıtlaSil"Siyaset günleri gelip çatmadan // Açılın kapılar Şah'a gidelim"
Abdurrahman Biçer:
YanıtlaSilPir Sultan ile çatışırım fakat bu dizeler için ayağa kalkar öyle alkışlarım...
Asli ifadelerimi sonuç olarak paylaşmak istiyorum...
Kemal Eser:
YanıtlaSilRuh ile nefsin aynı veya farklı şeyler olup olmadığı eskiden beri âlimler arasında çok konuşulan bir husustur.
İmam-ı Gazzali’ye göre kalp, ruh, nefis ve aklın birbirinden farklı birçok anlamı vardır. Ancak bu dört kavram Rabbânî ve ilahi latifeyi ifade etme noktasında birleşir ve bu noktada nefisle ruh aynı manaya gelir. Allah’ın Âdem’e üflediği ruh ile (4) itminana ererek Allah’a dönen nefis (5) aynı şeydir. Bu manada nefse kalp de denir. İnsanı insan yapan, onu diğer canlılardan farklı kılan temel özellik olması bakımından akıl da nefis anlamına gelir. (6)
Gazzali, nefsi; Rabbânî ve ilahi latife, manevi bir cevher, insandaki bilen ve algılayan latife, hakiki insan, insanın kendisi şeklinde tarif eder.
Ragıp el Isfahani El-Müfredat isimli lügat kitabının ruh maddesinde meseleyi anlatırken diyor ki; “revh” kökünden isim olan “ruh” kelimesi terim olarak canlılarda hayatı sağlayan unsur şeklinde tarif edilmektedir. Ruh, bir anlamda kendisinin bir cüzünü teşkil eden ve devamlılığını sağlayan nefes manasına da gelir.
Dini literatürde nefs kavramını ruh ile eş manada kullananlar bulunduğu gibi, nefs ve ruh arasında fark gözetenler de vardır. Bazı âlimlere göre ruh; hem biyolojik canlılığı hem de algılayan ve bilen insânî özü ifade ettiği halde nefis sadece ikinci anlamı ifade eder. Nefsi ateş ve toprak kaynaklı, ruhu nurani tabiatlı kabul edenler de vardır. (7)
Abdurrahman Biçer:
Silİmam-ı Gazali bu konuya; Felsefi bir yaklaşımla bakıyor ve öyle görüyor. Fakat Kuran'da mealen aktarılan bilgiye göre:
"Sana ruhu soracaklar... Sen onlara de ki; ruhun bilgisi ancak Allah'a aittir..."
İbrahim Halil Kutluay :
YanıtlaSilBaşka bir konuya yaptığım yorum kısmen burası ile ilintili olduğu için ekleme gereği duyuyorum.
******
Cenabı Allah Hz ademin sol ve sağ yanından bizim ruhlarımızı çekip aldığında hangi zümrenin cehenneme hangisinin cennete gideceği belli imiş. Ancak böyle bir durumda nefsin ve insanın "kaderim zaten belliydi" (yani benim elimde birşey yoktu Allahım, sen zaten benim cehennemlik olarak yaratmıştın) dememesi için Allah o gün nefslerimizden misak almış.
"Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da, “Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)” demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, “Biz bundan habersizdik” dememeniz içindir." ARAF 172.
O gün bütün yaratılacak olanlar bunu onaylayıp kabul etmişlerdir. Ancak bu birinci hayatımızda verilen sözler biz anne rahmine düşüp tekrar diriltiğimizde ve derken doğup akıllandıktan sonra aynen uyuluyormu ? Hayır.
Yani kader denilen şey Allah'ın alnımıza yazdığının olması ancak bir fark var.
Allah onu yazdığı için veya bildiği için biz kötü veya iyi olmuyoruz, Allah bizim irademizin bizi kötü veya iyi yola götüreceğini bildiği için kaderimiz gerçekleşiyor.
Bu şuna benzer;
Bir ray üzerinde iki tren biribirine gitsin. Tepeden bakan birine ise konumları, hızları ve aradaki mesafe bildirilse tepedeki bunların hangi saniye çarpışacağını bilmezmi ?
Peki soru şu: Adam bildiği için mi çarpıştılar, yoksa çarpışacakları içinmi adam bildi.
Burada makinistlerin tepedeki adama şunu deme şansı varmıdır: Sen çarpışacaksınız dedin bizde o yüzden çarpıştık.
Kesinlikle hayır. O yola girmek, o yolda ilerlemek veya durmak elimizdeydi. Ama bizi yaratan bizim hangi tercii yapacağımızı elbette bilendir.
Genede kader konusu çok derin mevzuudur. Kimsenin fazla dalmasını önermem. Bize düşen Allahtan korkmak ama önce rızası için çalışmaktır.
Ha ben bunu 4 4 lük yapıyormuyum, belki benim durumum hepinizden daha kötüdür.
Ama genede onun rahmeti yücedir ve kahhar sıfatından korkmayanın aklı yoktur.
Kemalettin Tulgar:
YanıtlaSilBÖYLE BİR KONUDA OKUYUCU OLMAK NE GÜZEL......EMEĞİ OLAN HERKESE TEŞEKKÜRLERİMLE...
Kemal Eser:
YanıtlaSilRuh nefsi, nefs de ruhu hakimiyeti altına alabilir. Nefsin ruha galibiyetinde negatif kuvvetlerin eline geçen nefs, azab çekerek cehennemi hak edecek; nefsin ruh gerçeğini hissederek ona sahip çıkması halinde ise pozitif kuvvetlerin kaplaması ile o kul, sonsuz kurtuluşu ve cenneti kazanacaktır. Yaratılış yasası gereği nefs; acı çekerek, yoğrularak adım adım olgunlaşır ve kemale erer. Ruh için olgunlaşma düşünülemez, o Allah'tan gelen ilâhî bir yönümüzdür.
"" BİR BAKIŞTA NE KADAR UZAĞI GÖREBİLİRSİNİZ """
YanıtlaSilbir köşeye yazın. bir gün bir çift göz le beraber böyle bir
yazı okursanız....
reyyan............
Abdurrahman Biçer :
YanıtlaSilAncak unutmamak gerekiyor:
Cennet ve Cehennemi bahis konusu ettiğimizde bilinmeli ki;
Hemen ya da daha sonra Cennete girecekler olacağı gibi Cennete asla girmesi mümkün olmayacaklar da var...
Bu anlamda Ruhun KİRLETİLME ihtimali göz önünden ıraklaştırılmamalıdır...
Bu bakımdan Cennet ve Cehennem odaklı olmadan asli mevzu olan konuyu; ruh-AKIL-nefis üçlemi içinde mütalaa etmemiz gerekiyor. Cennet ve Cehennem; sadece bu ÜÇLEM davranışlarının bir karşılığı olarak çıkmaktadır karşımıza...
Deniz Yurtlu:
YanıtlaSilNefsin kökü hem beden hem de ruhtadır.Bu yüzden hem dünyaya hemde ebediyete meyillidir.
Abdurrahman Biçer:
SilO halde RUH'un BEDEN'e olan AŞKI nın da irdelenmesi gerekir...
“Beden “ kelimesi ile tek olan varlığa işaret varsa, sorun yoktur.
SilDünya anlatılmak isteniyorsa, üzerinde konuşulur. İnsan bedeni dünyadaki ömrünü yaşaması için inşa edilmiş, dünyadaki hayata ve şartlarına intibak edebilecek nitelikte bir varlıktır. Onun içinde (üstünde), ömür sonuna kadar gidilir.
Evindeki bağlı bineğine binerek, diğer köye kadar giden ve bineğini kapının önünde bırakan kişi gibi.
Artık onunla işi bitmiştir.
Burada ‘Aşk’tan nasıl bahis olunabilir bilmiyorum.
Elbette konumuz magazinel bir bakış açısı değildir. Öyle olsaydı bu sayfalara taşınmaz, zamanlarınızı da almazdık.
“Ruh”un Allah emri olduğu bildirilmişti. Yani, kendisinden, kendine bir emir. Aslında emir alan-emir veren ikilemi anlaşılmaz kılar konuyu. Yani, aşık olan ve aşık olunan varsa ikilikten de söz edilebilir. Oysa, birlik, teklik, ‘Aşk’ olmasının önemli şartıdır.
Aşk olsun.
Diyelim.
Aşk olsun.
Fazlı Koksal:
YanıtlaSilÇok kaliteli bir tartışma. Zevk alarak takip ediyorum. Mahmut Emin beye de Abdurrahman Biçer beye de katkıda bulunan diğer arkadaşlara da teşekkürler... Ama ben de Kemalettin Tulgar Bey gibi izlemeyi tercih ediyorum. Benim bilgi düzeyim bu konuları tartışmak için yeterli değil.
Abdurrahman Biçer :
YanıtlaSilMahmut Emin bey;
Nahl/21 ayeti bir kere daha inceleyebilir misiniz?...