Farklı dillerden
konuşuyoruz. Aramızda senkronizasyon yok. Akortsuz orkestra aletleri gibiyiz.
Biz ‘Lâ’ sesinde karar kılmışız. Siz, ‘Fî’ sesinde. Anlaşamıyoruz. Anlaşamayız.
Okuduklarımız farklı, okuduklarımızdan anladıklarımız farklı. Aslında biz ‘ayrı
dünyaların’ insanlarıyız. Biliyorum, arabesk bir söyleyiş oldu, ne yapalım ki,
böyle. Ayrı dünyalar.
Dünyalar ayrı olunca,
haberleşme ve anlaşmak üzere icat edilmiş lisanlarda da ayrılıklar oluyor.
Anlaşabilmek için, ya ben senin dünyana geleceğim, ya da sen benim dünyama,
başka bir yol yok.
Görüyorum ki, herkes kendi
dünyasında mutlu bir hayat sürüyor. Bu mutlu hayatta hüküm kendisine ait. Başka
birisinin, başka bir kabul sisteminin, başka bir fikir söyleminin tesiri altına
girmek istemeksizin, kendi dünyasında, kendi hayalleriyle baş başa bir hayat
sürmek isteği, doğrusu bilmem ki bu mudur?
Dorusu bu olsaydı,
Peygamberler gelmezdi, dünyayı değiştiren yüce ruhlu erler gelmezdi. Dünyanın
daima değişime ihtiyacı var. Çünkü “her
an bir şanda olanın lütfu ile” ilim her an ilerlemekte,
gelişmekte. İlme ayak uydurmak için, zorla da olsa bir başka fikrin, bir başka
düşüncenin tesiri gerekiyor.
Dünya hayatında
öğrendikleri insanın sınırlı. Sınırlı bilgiyle kavraması da sınırlı oluyor.
Öyleyse, aklı sevginin emrine vererek, yenidünyalara açılmak, yeni yorumlara
ulaşmak, bilinmeyenlere uzanmak bir vazifedir insan için.
Bilinmeyen değil aslında.
Bilinen ve fakat bizim anlayamadığımız, algılayamadığımız.
İnsanlığın gereği;
düşünmek, araştırmak ve soruşturmak yollarıyla, hedefi bularak kabuğunu terk
edip, uçmak kelebeklerce özgür ve sonsuz. Bu aşamada binlerce cevaplanmamış zor
sorular, hem kendi içinden kendine yüklediğin sorular, hem çevrenden sana doğru
yöneltilen ve cevaplanmasını istedikleri çetin sorular. Kur’an’ı Kerim’den,
Resullah’tan, ululardan, ilim adamlarından, sanatkârlardan, her ne öğrendinse
derinine nüfuz edip, hakikatine ulaşmak. Öğrenmek; herkesten. Rab, öğreticilik
eylemini tüm yaratıklarından, tüm insanlardan yapar. Her biri bir şeyler
söyler, söyleyenin Hakk’ olduğunu idrak ederek, istenilen kıvama girmek. İçine
dönmek. Görünür ki, sonunda…
“Süleyman kuşdilin bilir dediler / Süleyman var Süleyman’dan içerü”
(Yunus)
Bir başkaymış dilleri şu
bizim konuştuğumuzdan, anlaştığımızdan. Her bir kelimeyi şifrelemişler, her bir
kelimeye derin manaları gizlemişler. Karacaoğlan da anlamaya çalışanlardan
değil miydi? “Dilleri var bizim dile
benzemez”. Mecazi anlatımlar ayrı bir oyun olmuş, bu
oyun içinde bana da anlamak görevi düşmüş. “İman edenler ise ondan korku ile ürperirler ve bilirler ki o
kesinlikle Hakk’tır.” (Şûrâ/18). Süleyman, Süleyman’dan
dolayı kuşdilini bilir. Süleyman olup Süleyman’ı tanımak, Süleyman’la kuşdili
anlaşmak…
Nitekim;
Ahmet Haşim de benzer bir
anlatımla söylememiş miydi?
“Bu bir lisân-ı hafidir ki ruha dolmakta / Kızıl havâları seyret ki
akşam olmakta”
İnsanlığın peşinde olduğu
hep bu ‘lisan-ı hafi’ olsa gerektir ki, anlayıp, bilip, tanıyabilsinler. İnsan
olsunlar. O gizli ‘Lisan’ı öğrenmeden, anlamadan, manaya nasıl ulaşılır?
“O kendilerine hakikat bilgisi verdiklerimiz var ya, O’nu (Hz.
Rasûlullâh’ı) kendi oğullarını
tanıdıkları gibi tanırlar… Nefslerini hüsrana uğratanlar, işte onlar, iman
etmezler.” (En’am/20)
Kuşdili Mektebi, duvarlar
arasına sıkıştırılmış şu bildiğimiz mekteplerden değil. Duvarlarla, sınırlarla
bağlı değil. Her mekânda, her an o mektepte tahsil edilir. Konuşulan dil
lisan-ı hafidir, kuşdilidir.
Hayırlısıyla mektep
arıyorum.
Mehmet Kınacı :
YanıtlaSilSüleyman'a "Kuş dilini bilir" dediler...Bilmiyoruz.
Bildiğine "iman" ediyoruz!!!
Merhaba!
YanıtlaSilşu link'e bir bakar mısınız? :-)
http://www.frmtr.com/garip-olaylar/2221597-hayvanlarin-lisanini-bilen-adam.html
Selamlar!
Selam Maksut,
SilTeşekkürler,
Ara sıra da olsa görünün,
Seviniriz.
Selamlar.