Yoo yoo... Gurubu en güzel Ankara da seyredersiniz.
***
Kameriyenin altında,
hafiften yağmur yağarken, piknik masasına oturmuş, Hattat’ın doyulmaz eserinin
karşısında… Kanaviçe işlemeli bulutlar,
oya oya dokunmuş orman, dere şırıltısı ve yağmur damlalarının kameriyenin
damında oynaştığı saatlerdeyiz.
Üç gündür selamlaşıyoruz
Alim Bey’le. Ağır adam. Sorulmadan söze karışmıyor. Burayı beğenmiş hemen her
yıl bir haftalığına uğrarmış, dinlenmek için. Doğrusu kafa dinlemek için iyi
bir seçim.
-“Demek, gurup en güzel
Ankara’dadır diyorsunuz. Hatırlıyorum bende. Gerçekten güzel olur Ankara da
guruplar. Geniş ovalıktan sonra başlayan dağların arkasına düşerken güneş, hele
yağmurlu ve bulutlu bir güne denk gelindi mi, of seyrine doyum olmaz”.
-“Gurup, gurup. Ölümü
çağrıştırır ayrıca. Ölüm bir anlamda en güzel Ankara da yaşanır diyebiliriz.”
Burada duraksadı.
Ah, yıllar önce Filiz
Bey’in yüzüne baktığımda, bir sararmışlık, bir hal görmüştüm de “Filiz Baba
yüzünüz sararmış” demiştim. O unutulmaz cümleyi nasıl da söylemişti. “Evlat,
güneş batarken kızarır.” İçime bir acı uçuşmuştu. Altı ay geçti, geçmedi
Rahmete yürüdü Filiz Bey. Haberi duyduğumda zaten hiç aklımdan çıkmayan söz
dökülüverdi dudaklarımdan. “Güneş Batarken Kızarır.” Hikayeyi naklettiğimde
Alim Bey’in gözünden bir iki damla yaşın geldiğini fark ettim. Hiç silmeye
çalışmadı, gizlemedi. Dudakları belli belirsiz kımıldadı. Bir Fatiha yolladı.
Elma, yenidünya ve erikten
oluşan meyve sepetini ve Sarı leblebiden müteşekkil kuru yemiş tabağını masaya
sürdü yardımcımız. Yanımızda bulunan bilgisayardan (dizüstü) türküler
dinliyoruz. Yalçın kadehleri yenilerken bir türkü başladı Pir Sultan Abdal
Hazretlerinden.
Yağmur iyice süratlenmiş,
dağların tepesinden çakan şimşeklerin ışığı ile masal âlemlerinde gibiyiz. Gök
gürültüleri arasında Pir Sultan sesleniyor.
“Yürü bre Hızır Paşa/Seninde
çarkın kırılır/Güvendiğin padişahın/Gün gelir o da devrilir”
Sanatçı ne de güzel okuyor.
İçlimi içli, dertlimi dertli. Bir de kelimelerin manalarını yaşayarak, duyarak
okuyor ki, dinleyenlerin taa gönüllerine ulaşıyor ilahi Mana.
“Şahı sevmek suç mu bana/Kem
bildirdin beni Han’a/Can için yalvarmam sana/Şehinşah bana darılır”
Üç yavru bir ana köpeğimiz,
bir de onların arkadaşları kedi var. Gece yarısına kadar yanımızdan
ayrılmazlar. Oynaşırlar, havlaşırlar, koşuştururlar.
Alim Bey uyardı “son kıtayı
can kulağı ile dinleyin.”
“Ben Musa’yım sen
Firavun/ikrarsız şeytan-ı lain/Üçüncü ölmem bu hain/Pir Sultan ölür, dirilir.”
-“Bu Türküyü kaç sefer
dinledimse de ‘üçüncü ölmek’ hep beynimi kurcaladı. Ne demek, manası
nedir”.Diye sordu Yalçın. Yağmur dinmiş, uzaklardan iğde çiçeklerinin kokusunu
sürükleyen hafif bir rüzgâr, etrafımızı saran nemli köy akşamına ayrı bir
lezzet katıyordu.
-“Üçüncü ölmek!” dedi Alim
Bey. Derin iç çekişi sonrası başını göğsüne doğru indirdi. Sanki kalbi ile
konuşurmuş gibi bir hali vardı. “ölüm” dedi. “Aslında doğumla birlikte
düşünülmesi gerekir. Her doğum ölüm sonrası gerçekleşir.” Mana denizinden yeni
damlalar hücum ediyordu. Bize düşen sadece lezzet almak idi. “Üç çeşit doğum
vardır. Her birinden diğerine geçerken de ölüm gerçekleşir.”
-“Nasıl yani Alim Bey. Üç
çeşit doğum nasıl oluyor?” Yalçın meraktan açılmış gözlerini Alim Bey’in
dudaklarından çıkacak sözlere dikmiş, meraktan nefes bile almıyordu.
-“Anadan doğmak, Babadan
doğmak, Vücuttan doğmak.” Gözleri ile etrafı dolaştı. Bir yudum su içti.
Nefesini köyün en temiz bölgesinden çekerek, ciğerlerini doldurdu. “anadan
doğmak, herkesin bildiği doğum şekli. Ancak doğarak, ‘beden kabrine’ girilir.
Buda ölmektir aynı zamanda. Yani doğum ile ölüm iç içedir. Üçüncü doğum şekli
vücuttan doğum dedik. Bu da dünyadaki ölümdür. Fakat, başka âlemlere doğumdur.
Asıl olan da Hadisi Şerifte buyrulduğu gibi, Yunus’un, Mevlana’nın tüm Uluların
bildirdiği gibi ölmeden evvel ölmektir. ‘Men Aref’ sırrına ulaşmaktır. Buna da
Babadan Doğum denir. İnsanın sahip olduğu tüm varlıkların sahibine teslim
edilmesidir. Bu bir nevi tedris sistemi, alıştırma dönemi, çalışma gerektirir
ki, tüm bu antrenmanlar (diyelim) bir bilgenin gözetiminde yapılır. Bu bilge
Mürşidi Kamil olarak vasıflandırılır. Tüm varlığın devredilmesi, egodan,
nefisten… Vazgeçilmesi ölüm olarak adlandırılır. Fakat, dünyada iken yepyeni
bir âleme doğuşu işaret eder. Söyleyeceklerim bundan ibarettir.”
Bulutlar dağılmış, rüzgar
kesilmiş, yağmur dinmiş, gökler gürüldemeden vazgeçmiş, kurbağalar sessizliğe
bürünmüş, şimşekler utancından dağların arkasına çekilmiş, köpeklerimiz
oynaşmayı keserek yüzü koyun uzanmış, kedi köpek yavrularının üzerinde kendine
yer bulmuş, Alim Beyi dinleyen bizler kas katı kesilmiş…
Söyleyecek sözü olana er
derlermiş.
Sosyal medyada bir dostumuzun yaptığı yorumu buraya alıyorum efendim:
YanıtlaSilGazi Çevik : Türk tasavvufunun düşünce iklimindeki bilgeliğe ışık tutan gönül dilinden bir yazı... Teşekkürler... Yüreğinize, kaleminize sağlık Mahmut Emin bey.
Emrah BEKCİ:
YanıtlaSil‘’Varlıklar tecelli edince üç cevher meydana geldi. ‘’Vücudu mutlak,’’Hüsnü mutlak’’,’’Hayrı Mahz’’ yani ‘’Varlık, güzellik, iyilik’’ dir. Bunun zıdlarıda doğdu. Bunlar da ‘’Adem, kubüh, lahayır’’. Yani ‘’yokluk, çirkinlik, kötülük’’ dür. Fakat yokluk, kötülük, çirkinlik bunlar bir hayaldir. Hakiki varlık hüsnü mutlaktır. O ‘’Tanrı’’ dır. İnsanlar, diğer mahlukatlarda onun birer zerreleri ve tecellileridir. Bu ana varlığa ‘’Aşk’’ ile vasıl oluna biliri. Bu vuslata ‘’Fene-fillah’’ denilmektedir. Bu gayeye erişe mani olan ‘’Nefis’’ dir. O halde nefse galebe çalmak için ‘’Aşk’’lazımdır. Yokluğun karanlığını giderecek, bizi hüznü mutlaka menbaı lahutimize götürecek ancak o dur. Bu sebeple yokluktan, çirkinlikten, şerden kurtulmak lazımdır. Bu zamanda her şeyde hüsnü mutlak görünür, kendi iç alemine dönünce orada vücudu mutlakı görür. O zaman ‘’Hak ile Hak’’ olunur. Bu mertebeye ‘’İlahi Aşk’’ ile varılır. Bu sebeple tasavvufun sihirli alemine dalmak lazımdır.’’ (Enver Behnan ŞAPOLYO
-1965)