17 Haziran 2011 Cuma

Bu da Anne!


Komşumuzun çocuğu bir tiyatro oyununda rol kapmıştı. Uzun süre sahnede kaldı oyun. Babasıyla her karşılaşmamızda “gittin mi, seyrettin mi” diye sorar, gidemediğimi belirttiğimde de eseflerini bildirirdi. Bir Pazar akşamına bilet buldum ve gittim. İki saatlik bir oyundu. Seyir sonunda kulise giderek tebriklerimi bildirdim. Çocuk sevindi. Tabii sanatçıların soyunmalarını beklemek gerektiği için vakit epey ilerlemişti. Sadece tebrik etmekle de kalmıyor. Oyun hakkında biraz sohbet, yazarı, yönetmeni, oyuncular hakkında konuşmalar da geçtiği için vakit ilerledi haliyle. Sonra ayrıldık. Onlar arkadaşlarıyla bir yerlere gittiler, ben de eve gitmek için otobüs durağına doğru gidecektim. Tiyatro salonunun bulunduğu iş hanının loş koridorunda ilerlerken yaşı 12 civarında olan bir erkek çocuğu ile karşılaştım. Selam verdi. Merhaba dedim. Ne yaptığını sordum. “Hiiiç.” Dedi. “Evden kaçtım, daha doğrusu annem dışarı bıraktı.”

Hava soğuk, gecenin karanlığı, on iki yaşlarında bir çocuk, yapayalnız. Kim bilir belki açtır, suya ihtiyacı vardır, uykusu gelmiştir, korkuyordur. Bir evi vardı bu çocuğun, bir annesi, babası, belki kardeşleri, hısım akrabası.. ne bileyim işte vardı da vardı. Ha.. bir de, devleti vardı. Onu kucağına alacak, sarıp sarmalayacak,  yoksulların babası devlet.

Duraksadım. Aklıma hiç bir şey gelmedi. Ne yapmam gerektiğini bulamadım. Nasıl bir boşluğa düşmüştüm. Tekrar tekrar çocuk, karanlık, soğuk, açlık… kelimeleri hudutsuzca üşüştü durdu beynime. Çömeldim, elini tuttum. Titrediğini hissettim.  “Gel gidelim” dedim. Çocuğun kirli yüzü loş ışıkta seçiliyordu, bu on iki yaşındaki ‘Can’’ın yüzüne derin çizikler şimdiden çizilmiş, Feleğin imzası derin derin atılmıştı yüzüne.

“Gidelim” dedim ama nereye gidecektik? Elimi tuttu yavaşça kalktı yerinden. Altındaki mukavva parçasını özenle katlayarak, yandaki dükkânın kepenginin yırtığından soktu. “Bu yarın lazım olur” dedi. Hiç bu kadar çaresiz olmuş muydum?

İş hanından dışarı çıktık. Hemen köşe başındaki çorbacıdan birer işkembe çorbası yedik. Bu arada da ne yapmam gerektiğini düşündüm. Eve mi götürmeli, karakola mı teslim etmeli.. ne yapmalıyım? “Eviniz nerede” sorusunu sorduğum da hemence bıraktı yemeyi. Titredi. Bir sıkıntı bastı yavrucağı. “Garın orada” dedi, sessizce. En makul çözüm evine, anasına teslim etmekti. Böyle buldum çareyi.

Yarım saat kadar sonra Maltepe semtinin arasından gara çıkan küçük sokağı geçerek, çamurlu bahçelere doğru yürüdük. Karanlık öylesi zifirdi ki, bastığımız yeri görmüyorduk, üç beş evi geçtik. Ev dedimse barakalar. Birisinin önünde durduk. Eli ile işaret ederek “burası” dedi. Doğru yapıp yapmadığımdan emin değildim. Derin bir nefes alarak “Haydi, çal kapıyı” dedim. Korktu çocuk. Arkama gizlendi. “Olmaz” dedi. Cesaretin neye benzediğini orada öğrendim azizim. Tüm cesaretimi toplayarak kapıyı vurdum. Birkaç dakika sonra kapının üstünden kör bir ışık süzüldü bize doğru. Kapı gıcırdayarak açıldı. Bir kadın bir taraftan kapıyı tutuyor, bir taraftan da bizi tanımaya çalışıyordu. “Ne var, kimsin” dedi. Boğazdan değil de borudan gelen bir sesi vardı kadının. Aman Allah’ım, çirkin mi çirkin, kalın mı kalın, hayvani mi hayvani.  Arkamda duran çocuğu gördü. “Gel lan gel” dedi. Çocuk korkarak, titreyerek bir iki adım attı anasına doğru, elinden tuttuğu gibi içeri çekti, kapıdan geçerken de ensesine bir tokat patlattı. “Hadi sende git, defol, bir daha da gelme buralara.” Dedi. Kapıyı kuvvetlice yüzüme çarptı.

Dondum kaldım.

Karanlığı yaran köpek havlaması olmasaydı belki de sabahlayacaktım oracıkta. Çocuk Haklı idi. O evde yaşanmazdı, hatta o ananın ayağının altındaki cennete bile girilmezdi. Çocuğun kendi kurduğu sıcacık mukavvadan sarayından alıp bu cehenneme getirdiğime, sonraları çokça pişmanlık duydum.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...