5 Ekim 2020 Pazartesi

Osman’ın Hayatından Bir Gün Geçti… (I.)

 

 

Uzun zamandır ne bir dışarı çıkabiliyor, ne de bir dost ziyaretçi kabul edebiliyordu. Öylece tembel bir şekilde, divana uzanarak, ya televizyon dizilerine takılıyor, ya da bir kitap alarak sayfalarını çeviriyordu. Ne okuduğunun farkındaydı, ne de niçin yattığını biliyordu. Sanki derin bir boşlukta baş aşağı yuvarlanıyor, ara sıra toz parçacığı şeklindeki maddelere çarparak kendine geliyordu. Buna kendine gelmek bile denemezdi. Bir anda olsa bulunduğu halden uzaklaşıp, kendini daha derinlere atma ihtiyacındaydı. Ne var ki, mide gurultuları rahatsızlık vermeye başlayınca, kıyıda köşede yiyecek ne kaldıysa birkaç lokma atıştırıp, açlığını yatıştırıyor, bazen bir bardaklık su ısıtıcısı ile su kaynatarak kutusunda birkaç adet kalan çayları kaynar suya daldırıp sıcak bir içecek hazırlıyordu. Kaldığı odanın yüz ölçümünü artık ezberlemişti. Enine Dört, boyuna Altı adım. Yatakla, karşı duvar arasında bulunan İki metre karelik halının üzerindeki desenler, ya bir kuş şekline giriyor, ya dörtnal koşturan bir kadanaya benzetiyordu. Zaman zaman da elinde meşaleyle gezinen genç kızları görüyordu halının üzerinde. Perdeyi hafifçe araladı. İnceden yağmur çiseliyordu. Yağmur damlalarının camın üzerinde bıraktığı izlerle oylandı bir süre. Damlaların, kendilerine çizdiği yollara hayret ederek, ‘nasıl bir trafiktir ki, hiçbir karmaşa yok’ diye geçirdi içinden. Pencereyi araladı, taze ve serin hava doldu içeriye. Derin derin soluk aldı. Taze oksijen beyin damarlarından içeri dolarken, telefonunda patronunun ismini okudu. Açıp-açmama tereddüdünü yaşarken kapı vuruldu birkaç kere. Telefonu açtı, ‘alo-efendim’ diyebildi. O an, başına yıkılacak gibi oldu. 

Tam Üç yıl evvel, yine böyle bir-kaç gün işten kaçamak yaptığı sırada patronu yine telefonla armış ve ağır konuşarak, ‘nerelerde’ olduğunu sormuştu. Yalnızca onun yapabileceği bir iş hakkında bilgi almak için aramıştı. Aslında yapılacak iş basit olmasına basitti, lakin o işle ilgili bilgilerin kayıtlı olduğu evrak onun masasının çekmecesinde kilitliydi ve yerini kimse bilmiyordu. Bu kadar erken lazım olacağını da düşünememişti. Zaten iş yerine yakın bir yerde bulunduğundan derhal işyerine vararak evrakı çıkartmış ve gereğini yapmıştı. Böyle bir eksiklik mi vardı acaba, hiç zannetmiyordu. Bir anda zaman karıştı. Ne yapıyordu, ne yapmalıydı: ‘Hay Allah, varsa var. Bana ne. Şurada emekli olalı İki yıl var.’ Kaldığı otelin adresini de kimseye vermemişti, nasıl olurda burada bulabilmişlerdi? Neyse, adeta yakalanmıştı işte. Düşüncelerinden sıyrılıp dikkat kesildi. 

‘Alo, nerelerdesin Osman’ 

Hitabını anlayabilmiş, cevaben; 

‘Buradayım, otelde.’ Diyebilmişti. 

‘İyi’ dedi, telefondaki ses. ‘Öyleyse kapıyı aç’. 

Eyvah’ dedi içinden. ‘Patron otele kadar gelmiş kapının önünde.’ Çaresiz ve isteksiz kapıya döndü ve yavaş adımlarla ilerledi. Ömründen bir ömür gitmişti adeta. Yalnız kalmaya o kadar ihtiyacı vardı ki, kimselerle görüşmek, konuşmak içinden gelmiyordu. Böyle zamanlarda gözlerden uzak, tabiatın seslerinden uzak, insanların haykırışlarından uzak dingin zamanlar geçirmek en çok hoşuna giden eylemlerindendi. Bu âdetini de çok seviyordu. Elektrik düğmesini kapatıp, karanlıklara dolanıp, kendi dünyasında yenidünyaları inşa etmek ve bu dünyada yabancıya yer vermemek ara sıra da olsa yapabildiği kaçamaklarındandı. 

Tam Yirmi Yıl evvel, karısı ve çocuğu yanında olduğu halde, bir-kaç parça alışveriş yaptıktan sonra eve dönmek üzere belediye otobüsleri durağına vardıklarında, bir anda oğlunun yanlarında olmadığını fark etti. Sağa-sola bakındı, oraya-buraya koşturdu yok, yok, yoktu oğlu. Her adımında ‘oğlum’‘oğlum’‘oğlum’ diye haykırıyordu. Kaybetmenin acısını ilk orada yaşamıştı. Karısı bir yana, kendisi bir yana ‘oğlum’ diye haykırarak döndü dolaştı. Dönüp dolaşıp hep aynı yere ulaştılar her ikisi de. Haykırışları etraflarında toplananların da dikkatini çekmiş olmalı ki, kara yağız bir delikanlı yanlarına yaklaşarak; 

‘Bakınız, şu ilerdeki yaya geçidinin bu tarafında Beş-Altı yaşlarında bir çocuk ağlıyordu, dikkatimi çekti, fakat ailesi yanındadır diye seslenemedim. İsterseniz bakıverin.’ 

‘Sağ ol, sağ ol arkadaşım.’  Der demez koşturdu o tarafa doğru. 

Kapının koluna elini uzatırken, ‘İnşallah kötü bir şey yoktur’ diye iç geçirdi. 

‘Osman’ dedi patron. ‘Ne yapıyorsun burada bir başına?’

 ‘Dinleniyorum patron, dinleniyorum.’

 Bir kıyıda bulunan küçük masanın etrafındaki tahta sandalyelere oturdular. Patron, bir şeyler söyleyecekmiş gibi, fakat söylemek istemiyormuş gibi bir hal içindeydi. Osman, açık perdeden sızan gün ışığına gözlerini daldırmış, kendini derinlerden kurtaramıyor, doğrusu kurtulmak da istemiyordu.

 ‘Biliyorsun Osman, otelin sahibi arkadaşım. Biraz önce karşılaştım, hoş-beş derken senden bahsetti. Burada olduğundan ve Sekiz On gündür dışarı çıkmadığından. Hayır diyelim, hayır olsun, bir sorun mu var?’

 ‘Yok patron. Bilirsin beni. Zaman aman kaçarım. Kendimden, ışıktan, zamandan…’ 

Aslında en rahat konuştuğu kişi, bu ‘Patron’ dediği arkadaşı Halil’di. Oğlu Tuğrul’u hastalığının ilk günlerinde, yığıldığı kaldırımdan bir tesadüf eseri olarak tam da oradan geçerken görmüş, arabasına alarak hastaneye yetiştirmişti.  Oğlu Tuğrul. Gitti işte, gitti. 

‘Oğlum, biraz yavaş git, bakıyorum da kilometre kadranı kırılacak gibi’. 

‘Bir şey olmaz baba, merak etme’.

 Hız yapmayı ne de çok severdi. O kadar hızlı idi ki, dünyadan göçmekte benden bile öne geçti. Hey, Tuğrul hey.. ne acelen vardı sanki.

 Askerlik yaparken, dağda üşütmüş ve bir türlü iyi olamamıştı Tuğrul. En ufak bir soğukta hemen hastalanır doğru yatağa. ‘Oğlum, kendine iyi bak’ demekten dilinde tüy bitmişti Osman’ın. Ve daima ‘oğlum’ hitabıyla konuşurdu kendisiyle. ‘Oğlum.!’

 Patron Halil, ‘haydi bir yemek yiyelim, şöylece de bir dolanırız, ayaklarımız açılsın’ diyecek oldu. Boğazına düğümlendi sözler. Hak veriyordu Osman’a. 26 yaşındaki civan gibi delikanlı göçüp gitmişti. Dayanılmaz, dayanılması zor bir felaketti. Bir teselli cümlesi bile kuramıyordu. Üzerinden iki Yıldan fazla zaman geçmesine rağmen, bir türlü kendine gelemiyor, yapması gerekenleri unutuyordu. Üstüne üstlük Altı ay önce de bir trafik kazasında eşini kaybetti. Tam da birbirlerine ihtiyaç duydukları zamanda. Ve Osman yalnız kalmıştı. Dayanılır gibi değildi bu durum. İçinden ağlamak geldi patronun. Gözleri yaşardı, lakin belli etmeden ayalarıyla sildi gözlerini.

 ‘Bir şeye ihtiyacın var mı Osman?’ dedi patron.

 ‘Canının sağlığı, teşekkür ederim’  diyerek uğurladı patronu.

 Kapıyı kapatırken, açık pencere ve kapı ikilisi sert bir cereyan yaptı. Gözleri açılıverdi adeta. ‘İyi oldu’ diyerek kendini yatağa attı. Okula uğurlarken Tuğrul’u her gün söylediği söz geldi aklına: ‘Oğlum şu yemeğini ye de öyle çık’. Ve aldığı cevap hep aynıydı. ‘Canım istemiyor baba.’  Hey güzel oğlum. Hey oğlum. Hey kadir kıymet bilen hatunum hey!.Tavana dikili gözleri ağırlaşmaya başlayınca, kapı vuruldu. ‘Kim bu ya, bu dünyada rahat yok anlaşılan.’ Gözlerini kaçırdı tavandan, duvara takıldı. Boya kırıkları Tuğrul’un resimlerini çizmişti adeta. Evet, evet hem Tuğrul hem anası işte, sarılmışlar birbirlerine yürüyorlar.. Hey gidi günler.. Yavaşça kalktı, pencereyi kapattı. Kapıyı açtı.

 ‘Yemeğiniz efendim. Umarım zamanında getirmişimdir.’ Dedi garson. İçeri girerek, elindeki tepsiyi küçük masanın üzerine bıraktı. Çorba, sulu yemek, pilav ve meyve suyu.

 Garsona, ‘ben sipariş vermemiştim, bir yanlışlık olabilir’ diyebildi.

 Siparişi, Halil Bey vermişti efendim.’ Dedi garson.

 (devam edecek)

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...