Covid-19 salgınını
yaşadığımız şu sıralarda, tababet ilminin öne çıkardığı önemli olgulardan
birisi de ‘bağışıklık’. Bağışıklığın güçlendirilmesi üzerine pek çok bilim
insanı görüşlerini bildiriyor. Çeşitli vitaminleri önerenler olduğu gibi, bu
vitaminlerin doğal yollardan alınmasını salık verenler de var. Çeşitli internet
siteleri ve televizyon yayınlarıyla, çeşitli otlardan yapılmış vitamin
takviyelerinin bağışıklığı sağladığı, güçlendirdiği reklamlarına rastlıyoruz.
Özellikle kadınların seyircisi olduğu sabah kuşaklarında da hemen her
televizyon konuyla ilgili bir uzmanı çıkartarak görüşlerine başvuruyor. Elbette
bağışıklık, hastalanıp yatağa düşme olayında en önemli bir insani vasıf. Enerji
depolayarak bağışıklığı güçlendirmek, sonradan gelme ihtimali olan tehlikelere
karşı insanı koruyan en önemli savunma mekanizması.
Çeşitli vitaminlerin
bulunduğu sebzeler, meyveler tüketmek yoluyla bu vitaminleri vücutta depolamak
önem kazandığı gibi, özellikle yaz güneşlerinden faydalanmak da ‘D’ vitaminin
depo edilmesinde önemli görevler üstleniyor. Bu bilgiler çok farklı mecralarda
yazılıp çizilmekte. Küçük bir araştırmayla kolaylıkla bulunabilir.
Yunus Emre söyler:
“Ne varlığa sevinirim / Ne yokluğa
yerinirim”
‘Sevinmek’ ve ‘yerinmek’.
Bir ‘şey!’lere sahip
olduğumuzu zannettiğimiz zamanlarda ‘sevinmek’, bir ‘şey!’lerin kaybını
zannettiğimiz zamanlarda ‘yerinmek’. İnsan bedenini zayıflatan iki büyük
tehlike. Çünkü her sevinmek veya yerinmek vücut sermayesinden harcanan cevherdir.
‘Sevinmek’ ve ‘Yerinmek’: Her
ikisi de zaaflarımızdandır.
Lakin özellikle tababet
âleminde bu iki düşmandan hiç bahsettiklerini duymadım (veya rastlamadım).
Her sevinme ve yerinme de insan beyninden birer nöron (beyin hücresi) harcanmakta.
Bu nöronların yerine konulması da öyle bir-iki meyve yiyerek, birkaç vitamin
hapı yutarak sağlanamıyor. Her nöronun yerine konulması ayları alıyor. Beyinden
harcanan her varlık da bir parça eksilmeye, bağışıklığın azalmasına neden
oluyor.
Peki, sevinmek ve yerinmek
insan için değil mi?
Sevinmeyecek, üzülmeyecek
miyiz?
Elbette. Sevdiklerinin
kaybında nasıl da üzülür insan. Ya da bir mevki elde ettiğinde, büyük bir ödül
kazandığında, ailesinden övgü duyduğunda, nasıl da sevinir.
Bilimin tespiti şudur: “Zekâ,
akıl, mantık, düşünce, algı ve sinirbilim ile ilgili her şey nöraj aktiviteden
(nöronların çalışma biçiminden) kaynaklanmaktadır.”
Doğumla birlikte, hayatın
sonuna kadar aslında yetecek kadar (80 milyon
olduğu belirtiliyor) nörona sahiptir insanoğlu. İş bu ki, verilen
nöronları yerli yerinde kullanmak gereksiz harcamalardan kaçınmaktır. Tamam,
beynin, beyin hücrelerini üretme yeteneği de vardır, lakin bırakalım beyin
ihtiyacı olan hücreleri üretsin ve fakat bizler, lüzumsuz nöron harcamalarından
uzak durmalıyız.
Beden ve içyapı olarak vardır
dünyada insan. Beden, bu dünyada yaşamaya yardımcı olacak aletlerle
donatılmıştır. Aynadan gördüğü bedenini -kendisi- sananlara sözüm yoktur. Asıl
insan, iç yapısıyla insandır, görünmez yapısıyla..
Düşünce eylemiyle varıyoruz
bu sonuca. Düşünce, beyinle yapılan bir iştir. Zihni bir çalışma. Ve bütün iş
ve eylemlerimiz, düşüncelerimiz, algılarımız zihinde oluşagelmektedir. Fakat
burada bırakabiliyor ve kendimize mal etmiyor muyuz? Sorun burada başlıyor.
Sevinçlerimiz ve hüzünlerimizi zihinde yaşamak varken ki, sonsuz enerji
birikiminin olduğu alandır bizler için. Sevinç veya hüzün anında zihinden alıp
beyin çeperlerine yapıştırıp, beyin cevherinden harcıyoruz. Felaket de burada
başlıyor. Her sevinç veya üzüntü anında beyinden -bedenden- harcıyoruz. Bu da
bize kaliteli olmayan bir hayat, ıstıraplarla dolu günler olarak geri dönüyor.
Zaten, 80’li yaşlardan
itibaren beyin hücrelerinin %30’u kadarının yaşamadığını biliyoruz. Bırakalım doğal
sürecinde ilerlesin hayat. Zaten hayat, ‘düşünce’ var
olduğu sürece vardır ve lezzetlidir. Düşünceyi yitirdiğimiz veya
zayıflattığımız zamanlar cehennem yaşamına adım attığımız zamanlar olmalıdır.
Sevinçlerimizi ve
hüzünlerimizi zihnen yaşama kudretine eriştirmesi temennisiyle…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder