Güneş yükseliyorken çıktı
otelden. İlk iş olarak, berbere gitti. Saçını, sakalını kestirdi. Doğruca eve
giderek, giysilerini değiştirdi. Gömlek, pantolon daha yeni ütülenmiş
hissiyatını veriyordu. Sıcacıktı.
Apartman görevlisine anahtarı
bırakarak, temizletilmesini rica etti. Attı kendini dışarıya.
Düşüncelerden kurtulacak ve
yeni hayatına başlayacaktı. Elbette, eskisi olamayacak, elbette sevgisi noksan,
saygısı eksik olacaktı. Ne karısı, ne oğlu artık ona hitap edemeyeceklerdi ve
elbette onların yerini dolduracak başkaları da yoktu bu dünyada.
Sokakta karşılaştığı, dükkânlarına
uğradığı arkadaşları hep aynı soruyu soruyorlar, kafa sallayarak, eee boş ver
diye geçiştiriyordu Osman.
Tek çaresi vardı. Çıkmalıydı
bu hayattan.
Sıcak çayını içerken, masa
üzerinde duran bir gazeteyi aldı eline. Sayalarını çevirdi. Uzun süredir memleket
haberlerinden, olaylarından, siyasetteki gelişmelerden, çevredeki ne olup
bittiğinden haberi yoktu. Gazete sayfaları pek bir şey ifade etmedi ona.
‘Aşırı
olan, aşırıya kaçan her şey tehlikelidir.’ Cümlesini duyalı On
yıla yakın olmuştu. Ve hatta ‘bir insanın
başka bir insanı gerçek kişiliği ve içyüzüyle tanıması neredeyse imkânsız’
cümlesini okuyalı da epey olmuştu. Yanlış yaptığı ve hayatına hataların
bulaştığı bir şeyler vardı, vardı ama ne? Kafası çatlayacak gibiydi.
Düşüncelerden kurtulamıyordu. Geçmişi unutmaya yüz tutmuş olmasına rağmen,
sebepler üzerinde kafa yormaya devam ediyordu. İçinde bulunduğu halden çıkmak
neredeyse imkânsız gibi geliyordu. Ama biliyordu ki, ‘dermansız dert yoktur’. Belki de, derman derdin içinde gizlidir.
Baştan başlamalı…
1.
Oğlunu çok seviyordu. Daima oğlum diye hitap
ederdi.
2.
Tuğrul’un vefatından sonra, aynı sevgi ve
saygıyı karısına da duymuştu.
3.
Hiç kimsenin iyisinde ve kötüsünde değildi.
O halde, problem ilk iki
madde de gizliydi.
Aşırı gitme ve aşırı sevme.
‘Sevmek
azaba gebe miydi?’
‘Yoksa
sevgi belanın kendisi miydi?’
Zor sorulardı bunlar.
Çözümünü de geleceğe bırakmalıydı. Ilık rüzgârın koynuna bıraktı kendini. Ağır
adımlarla cadde de yürümeye koyuldu. Evvelce sık sık çay içtiği Nuri ustanın
çayhanesinin önünden geçerken, ağaçların altında oturan arkadaşlarını gördü.
Nerdeyse hepsi birden ‘Osman’ diye bağırarak, el salladılar ve gelmesini işaret
ettiler. O tarafa doğru yürüdü. Bir iskemle verdiler. Kimse bir şey
soramıyordu. Çayı geldi. Bir yudum içti. Arkadaşlarının konuşmaları kesilmişti.
Belli ki kendisinden kaynaklanıyordu. Bir an evvel çayını bitirip izin
almalıydı. Öyle yaptı. ‘Sonra görüşürüz’
diyerek kalktı. Yürümeye devam etti.
Ev temizlenmiş,
havalandırılmış, yaşamaya hazır hale getirilmişti. Teşekkür ederek ücretini
ödedi görevliye.
Şöylece bir evin içinde
dolaştı. Her yanı hatıralarla doluydu. Silmeye çalıştı. Sevgi üzerine yazılmış
bir kitabı alarak sayfalarını çevirdi. Bir yere gelince durakladı. Kur’an’ı
Kerîm’den bir ayet alınmıştı:
‘“İnsanlardan
kimi de Allâh dûnunda tapındıkları varlıklar edinip, onları Allâh sevgisiyle
(Allâh’mışçasına) severler!” Bakara/165’
İşte hata, işte yanılgı, işte
‘gazaba’ giden yol…
Düşünceleri karıştı. Karışsa
da, çözüme yaklaştığını fark etti. İki yıldan fazladır çektiği azap, yandığı
cehennem ateşleri değilse neydi?
Kur’an’ı açtı, ayetin yazılı
olduğu sayfaya kadar geldi.
“BAKARA/ 165-) İnsanlardan
kimi de Allâh dûnunda tapındıkları varlıklar edinip, onları Allâh sevgisiyle (Allâh’mışçasına) severler! İman edenler
ise sevdiklerinin yalnızca Allâh olduğunun şuurundadırlar (gayrına varlık vermezler). O (hakikati
inkâr ederek nefslerine) zulmedenler, bu yüzden azaba düşeceklerini
gördüklerinde, âlemlerden açığa çıkan kuvvetin yalnızca Allâh’a ait olduğunu
fark ederler, ama iş işten geçmiştir; keşke bunu önceden görebilselerdi...
Allâh “Şediyd’ül Azâb”dır (yapılan yanlışta ısrar edenlere sonucunu
şiddetle yaşatandır)!”
‘İşte
bu.’
Dedi Osman.
‘Sanki
benim hayatım, bu ayetin tefsiri.’
‘Yaşatan’a
ve Fikir Ettiren’e şükürler olsun.’
Hata insan için ise de, insan
hatayı fark edip dönmekle görevli.
Ve hatayı fark ettireni
bilmekle…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder