Tabiatta da öyledir:
Nerede, renkleriyle,
yapısıyla, giyinişiyle göz alıcı, albenisi kuvvetli bitki varsa zehirlidir
yenilmez. Zararlıdır.
Nerede, mat renkli,
albenisi düşük, çağırması eksik, dikenli bitki varsa tatlıdır ve yenilir.
Zararsızdır.
Gözlemlerken dünyayı,
yaradılışı ve insanları dikkat edilmesi, göz ardı edilmemesi gereken bir
husustur.
Acı ile tatlıyı, kötü ile
iyiyi, güzel ile çirkini, zararlı ile faydalıyı ayırmanın temel nasihatidir.
Harcanan emek ile ulaşılacak
ödül orantılı olmadır.
Edebi sanatlarla süslenmiş
cümleler içine gizlenerek, çaktırmadan zerk edilir zararlı fikirler hafızaya.
Okuyucu zaten pasiftir bu anlarda. Düşünme yetisini, fikirleri işleme
becerisini terk etmiş ve her şeyiyle okuduğu yazarın karanlık kucağına
bırakmıştır kendisini.
Korumasız ve korunmasız
çocuklarımız var bir de. Şu haberi okuyalım, Hürriyet 19 Nisan 2013: “Öğretmen, 5. Sınıf öğrencilerine 20 bin
salavat getirip bunu belgelemelerini istedi. Bazı veliler zikirmatik satın
alırken, bazı öğrenciler deftere 50 bin çubuk destesi çizmeye başladı.”
Aynı öğretmen geçen yıl da öğrencilere; “Gül alıp yakınlarınızın haftasını kutlayın, ne kadar çok gül alıp, ne
kadar çok kişiye verirseniz, o kadar sevaba girersiniz.”
Öğretmen olduğu haberde belirtilen,
sözü dinlenmesi gereken bu zat ne yapmak istiyor dersiniz? zikir verme
yetkisini kimden almış, ne yaptığının farkında mı, yaptığı hatanın ileride o
çocukların hayatı boyunca zincirlere vuracağının farkında mı?
Hüsnü Mahalli’nin 5
Ağustos’ta yazdığı bir yazısına, 9 Ağustos’ta eleştiri yapan Prof. Hayrettin
Karaman, Mahalli’nin “Her
iki koşulda iktidara gelmeyi amaçlayan bu İslamcıların sonuçta devleti ve
toplumu İslamlaştırmayı hedeflemektedir” cümlelerini alıp,
şunları söylüyor: “Hangi
Müslüman ‘toplumu İslamlaştırmayı hedeflemez’?” bu
arada bir de hakaret cümleciği var. Sonra, İslam’ın tebliğ vazifesini
yüklediği, Müslüman olmayanların da insan haklarından istifade ederek yaşama
haklarının olduğu, silaha sarılmamak, şiddete başvurmamak kaydıyla hükümetleri
denetleme yetkilerinin bulunduğundan filan bahsediyor. Ancak, Mahalli’nin, “Tıpkı bazı Müslüman Kardeşler’in ya da
demokrasi uğruna geçici olsa ılımlılaşan Müslümanların İslam dininin farklı
başlıklarla ABD ve dolayısıyla İsrail hizmetine sokmak istediği..”
hususunda ise bir tek bile cümle etmeyişini nasıl anlamamız gerekir? Hem de
Hüsnü Mahalli’nin eleştirisi, ılımlılaştırılmış İhvan-ı Müslimin düşüncesine
yönelmişken. Prof. ve Türkiye’nin en büyük Fıkıh Hocası sıfatı ile kustukları,
süslü ve İslami terimlerin içine sıkıştırılmış zehir değil de nedir? Yazık ki,
alıcısı pek fazla!..
Zaman Gazetesi’nde dini
muhtevalı yazılar kaleme alan Ahmed Şahin 28 Mayıs tarihli yazısında Hud Suresi
114. Ayet mealini alır yazısına, aynen şöyledir: “Bakınız
Hud Sûresi’nin 114. Ayetinin uyarılarına. Rabb’imiz nasıl buyuruyor; ‘Namazlarınızı kılınız, sevaplarınızı
çoğaltınız. Çünkü çoğalan sevaplar azınlıkta kalan günahları silip yok
eder!...”
Şimdi bir başka bir meal
çalışmasından aynı ayete bakalım:
“Gündüzün iki tarafında ve geceden zülfelerde (gündüze
yakın saatlerde) salâtı ikame et…
Muhakkak ki hasenat (Hakikatını yaşamak – kişiden açığa çıkan güzel
yaşantı) seyyiatı (hakikati örtme ve
nefsaniyetten kaynaklanan suçların getirisini) giderir… Bu, idrak sahiplerine bir öğüttür.”
(Ahmed Hulusi)
Allayıp, pullamak ve
reklamasyon kokulu cümlelerle arz etmek böyledir. Birinci mealde “namaz kılmak”
ikincisinde ise “salâtı
ikame etmek” tanımlamaları yapılmış.
“Kılmak” dediğiniz, doğruluğunu bilip bilmeden şu
hep kullanageldiğimiz tanım. Sıkıştırılmış zaman içinde yapılan vazifenin
savuşturulması. “İkame
etmek” ise, Kur’an söyleyişi ile “salât”, Allah’a yöneliş ve daimi olarak istenen. “İkame etmek”
bugüne kadarki hayat tarzımızın içine (yerine)
salâtı bindirmek ve salât olmak. Birincisi, zamanı gelince yapılır ve
bitirilir. Sonraki vakit gelene kadar da unutulur! İkincisinin ise zamanı,
içinde bulunulan andır, bir ömür aralıksız sürer. Yanlış kullanımda niye
ısrarcıdırlar? Anlamak zor. Galiba işlerine böyle geliyor, namaz’ın
sürekliliğini anlatmak işlerine gelmez, anlatamazlar çünkü ilimleri yetmez. Anlatmayı
denemeye kalktıkları vakitte kendilerini dinleyen, okuyan bulunmaz. Kârları
düşer, kazançları sıfırlanır. Böylece, yanlışları (eksiklikleri)
tekrarlayıp dururlar, biz de din anlatıyor kanaatiyle onları hayranlıkla okur
dururuz.
Süslü cümlelerle
giydirilmiş zehirli manalardan uzak kalınması dileklerimle.
Serbest okuma parçası:
“Nice tatlılar vardır ki şeker gibidir, fakat o şeker içinde zehir
gizlidir. Aklı en üstün, anlayışı en keskin olan, kokudan anlar. Öbürüyse ancak
dudağına, dişine değince fark eder. Şeytan yiyin diye bağırır ama o adamın
dudağı zehri, boğazına varmadan reddeder. Başka biri boğazına varınca anlar,
bir başkası yer, bedenini berbad edince anlar. Zehir; diğer birisinde abdest
bozarken yanış yapar; zaman, zaman ciğerini delen bir acı peyda eder.
“Bir başkasında zehrin eseri; günler, aylar geçtikten sonra görünür.
Diğer birisinde ise ölümden ve sur üfürüldükten sonra meydana çıkar. Eğer o
kişiye mezarda mühlet verilirse mutlaka mahşer günü azap ederler.
“Her otun, her şekerin zamanede bir oluş müddeti vardır. lalin, güneşin
tesiriyle renk, parlaklık ve letafet elde etmesi için yılların geçmesi
gerektir. Alelade otlar, iki ay içinde yetişir. Fakat kırmızı gül, ancak bir
yılda yetişir gül verir. Yüce Ulu Tanrı, bunun için eceli, yani her şeyin
müddetini En’am suresinde anlatmıştır. Bunu duydun ya; her kılın kulak
kesilsin…”
Hz. Mevlâna, Mesnevi’den.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder