“Biber Gazı, Diyanet ve
Yeniçağ”
Aslında benim için biraz
daha erkendi, yazmayacaktım. Diyanet’in ‘biber gazı’ ile ilgili verdiği
fetvanın üzerine yazmaya karar verdim. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 24.06.2013
tarihinde yaptığı ‘Basın açıklaması’ başlıklı, ne söyledikleri anlaşılamayan
açıklamaları ve ‘böyle bir fetvamız yok’ diyeceklerine, gazetecinin
gazeteciliğinin eleştirisinin yapılması ise tuz-biber oldu ve biber gazı
üzerine yazmak gerekti.
Yeniçağ Gazetesi 23.06.2013
tarihinde “Diyanet’ten acı fetva: Biber gazı caizdir”
başlığı ile verdiği haberde, ‘alo fetva’ hattından, sorulan sorular üzerine
verilen cevaplardan, biber gazı ile ilgili sorulan soruya: “Her ülkede, bu tarz gösterileri yapanlara,
şiddete başvuranlara karşı savunma biçimi geliştiriliyor. Devletimiz de bunu
yapıyor. Daha önce de duyuru yapıyorlar zaten. ‘astım hastaları varsa alandan
ayrılsın, biraz sonra müdahale edeceğiz’ diye. Yani biber gazı kullanılmasında
bir sıkıntı yok. En zararsızı biber gazıysa en doğrusudur.”
Şeklinde cevap verildiği haberde yer alıyor.
Burada kişisel bir durum
yok. Verilen cevap halka açık alanlarda yayınlandıktan sonra kamuya mal olur ve
herkesindir, herkes içindir.
Yapılan açıklamada da,
‘böyle bir açıklamanın taraflarından yapılmadığı’ konusunda söylenen bir şey
yok.
Yapılan iş, sarıklı
insanların, devletin (hükümetin) yaptığı ve uyguladığı bir takım işlere fetva
yoluyla destek vermekten başka bir şey değildir. Verilen destek, ‘dini tabanlı
bilgilere dayandığı, algısıyla hareket eden insanlara, bunun bir din emri imiş
gibi anlaşılacağını da bile bile… Ancak, dinin (Kur’an’ı Kerim’in, hadislerin,
müçtehitlerin) hangi ayet, cümle, fikirlerine dayandırıldığını anlayamadık.
Demek ki, görüş tamamen Diyanet işleri Başkanlığı’na ve orada bu görüşleri
dillendiren kişilere aittir.
Prof. Dr. E. Murat Tuzcu, 3
Haziran 2013 tarihinde Milliyet Gazetesinde biber gazının yapılışından,
kullanılmasından, insan üzerindeki etkilerinden bahsediyor. “Acı biber usaresinin sıvıyla basınç
altında karıştırılmasıyla yapılır. Tahriş edici özelliği, en acı biberlerden
bin kat yüksektir. Wilbur Scoville adlı ilaç bilimcisi tarafından bulunan ve
kendi adı ile anılan birim ile ölçülendirilir. Dolmalık biberin Scoville değeri
sıfırdır, ülkemizde çok acı olan cin biberine benzeyen, jalapeno biberinin
değeri ise 5 bin civarındadır. Polisin kullandığı biber gazının Scoville değeri
ise muhtemelen 5 milyon civarındadır.” Demektedir.
Ölçülerle ifade edilince önemli bir anlam kazanıyor biber gazı. Sanırım Diyanet
fetvasını verirken ilim adamanın bu makalesini de okumuştur. Sonra Hoca, gazın
tesirleri hakkında bilgiler verir:
“-Gaza maruz kalanlarda çok
ciddi sağlık sorunlarının çıkması mümkündür.
-Ölüme yol açabileceğini
düşündürten olgular var.
-Tekrar tekrar gaz alanlarda
ciddi sorunların görülme riski fazla.
-Özellikle, solunum ve kalp
damar hastalığı olanlarda, biber gazının sağlık dengesinin bozulmasının
tetiğini çekiyor.
-Sıkılan gazda üreticisine
göre değişen miktarlarda alkol, organik çözücüler, parçacıkları taşıyan özel
sıvı maddeler, nitrojen, karbondioksit, hidrokarbonlar var. Bu maddelerin
yüksek dozda ciğerlere veya sindirim sistemine girmesi sinir sisteminde,
kalpte, damarlarda ve akciğerlerde ciddi sorunlara yol açabilir.
-Gözlerde şiddetli yanma,
batma, yangıya bağlı kızarma ve şişme, yaşarma ve istemsiz olarak gözleri yumma
sık rastlanan belirtiler. Korneanın hücrelerinde bozulmalar meydana geliyor.
-Deride yanma ve
kızarıklıklar.
-Solunmayla, akciğerlerin en
uç noktalarına kadar solunum sisteminin her santimini tahriş eder.
-Gırtlak çevresindeki
kasların sinirlerini uyararak şiddetli bir büzüşmeye neden olabilir. Ender de
olsa ölüme götürebilir.
-Akciğer ödemi olma ihtimali
var.
-Gazın etkisiyle, solunum
durmasıyla beraber kısa süreli kalp durmaları olduğu biliniyor.”
Diyanet işleri
Başkanlığı’nın verdiği fetvada “Yani
biber gazı kullanılmasında bir sıkıntı yok” dedikleri
biber gazını biraz tanıyalım dedik ve bu bilgilerle karşılaştık.
14 Haziran 2013 tarihinde,
haberiniz.com.tr de Yusuf Dülger benzer konulara değinir. “Korku, makamını koruma, dünyalığını
artırma, yabancılarla işbirliği yapma, vatan topraklarını satma, milli
egemenliği devretme gibi tedavisi imkânsız hastalıklar vardır. Bazı padişahlar
‘hürriyet’ diye bağıranları zindanlara atmıştı, T.C.’nin padişah huyluları da
aynını yapıyor. Osmanlı’nın padişahları arasında İngiliz muhipleri vardı;
T.C.’nin dindar öncüleri arasında da Amerikan muhipleri var. T.C.’nin Selimleri
Suriye ve İran’ın halk ve yöneticileri ‘Şii, Dürzü’ diye ‘Ilımlı İslam ve diyalogcu’
münafık mollaların fetva ve irşatlarıyla (?) Tahran ve Şam seferine
hazırlanıyorlar. Osmanlı’nın padişahları müskirata, halkın esvabına kafa
takmışlardı; T.C.’nin bazı dindar öncüleri de aynısı yapıyorlar. Yani
Cumhuriyet’imizin Sultanları sosyal, kültürel, siyasal, dini vs hayatımızı
kanatıyor, devletimizi felç ediyor. Dinde böylelerine ne denir?”
Hz. Osman (ra) devrinde
fetihler genişlemiş, her fethedilen yerler ile oraların adetleri de İslam’a
girmiştir. Böylece, yöneticilerce saraylar, köşkler, konaklar yapılmaya,
hizmetçiler tutularak işler onlara yaptırılmaya başlanılmıştır. Hz.
Peygamber’in, Hz. Ebu Bekir’in ve Hz. Ömer’in devirlerindeki sadelikten
uzaklaşılmıştır. Sade yaşamayı unutmayan birisi vardır. Ebu Zerr.
Debdebeli hayatın kötülük
getireceğini söyleyerek, sıklıkla: “Altın
ve gümüş depolayıp gizleyen ve onları Allâh yolunda infak etmeyenlere gelince,
onları acı bir azap ile müjdele” (Tevbe/34) Ayeti Kerimeyi
okumuştur. Yazık ki, bu ayeti okuması onu fesat çıkarmakla suçlamalarına sebep
olmuştur. Hz. Osman ve Muaviye’ye muhalif olmakla tanınan bu yüksek ruhlu
insana sunulan hediyeleri güler yüzle reddetmişti. Ne para-pul, ne şan-şöhret
asla yolundan çevirmemişti. Oysa geçim sıkıntısı içinde olduğu bilinmektedir.
“ ‘Ey Muhammed! Bir iş yapacağın zaman işinde onlara danış’ (Âlu
İmran/159) veya ‘önemli olayla karşılaştığın zaman dostlarınla meşveret et’
diye emrediyordu. Halbuki Muhammed (s.a.) meşveret etmekten sakınmıyordu. Hiç
kimse de ‘Benim kimse ile müşavereye ihtiyacım yok’ diyemez. Neticede,
padişahın önemli bir olay karşısında ihtiyarlar, bilginler ve dostları ile
meşveret etmesi vacip oluyor. Herkesin ve bilhassa ihtisas sahiplerinin o
konuda bildiklerini söyleyerek görüşlerini açıklamaları, her alimin zıt da olsa
fikrini ortaya koyması, doğrunun ortaya çıkması için gereklidir. Meşveret
yapmadan icraatta bulunan liderler bencil ve zayıf görüşlüdür.”
(Siyasetname, Nizamülmülk, 112. Fasıl)
Yine, Siyasetname’de
Nizamülmülk şunları da söyler: “Padişahların
dört grubun suçlarını bağışlamamaları gerekir. Birincisi memleketin yıkılmasına
çalışan, ikincisi haram işleyen, üçüncüsü devlet sırrını korumayan, dördüncüsü
dili ile padişaha dalkavukluk ederken kalbi ile onun muhalifleri ile anlaşma
yapanlar. Bunlar muhakkak cezalandırılmalıdırlar. Padişah ülkede cereyan eden
olaylar hakkında uyanık olursa, kendisinden hiçbir şey gizlenemez.”
(Dördüncü fasıl)
“Hizmetkârlardan veya memurlardan kendilerine yakışmayan bir iş veya
bir zulüm görülürse, onu, sopa ve hapis ile terbiye eder, gafletten uyanırsa
onu işine iade eder, uyanmadığını anlarsa hiç yerinde tutmayıp, onun yerine
ehil bir kişi tayin eder.” (Siyasetname, Birinci
fasıl)
***
İlahiyat eğitimi görenler,
İlahiyat(çı)lar dökülüyor. Bu okullarda ders verenlerde de büyük eksikliklerin
olduğu sonucuna varıyoruz. Meyvesi ne ise ağaç da odur. Talebesine bak hocası
hakkında karar ver. Çoğunluğu dalkavukluk yapan bir nesil yetiştirilmiş. Oysa,
Hoca, ilahiyat, Vaaz, Fetva kelimeleri kullanıldığında milletimizin kahir
ekseriyetinin saygıyla eğildiği ilahiyat eğitimi almış ve oralarda akademik
unvan kazanmış kişilerin hali hal midir? 20 yıldan fazla tartışılmış bir
‘başörtüsü’ sorununa karşılık hemfikir oldukları ve deklare ettikleri hangi
görüşleri vardır? Memleketin içinde kıvrandığı onlarca problem karşısında hangi
ilahiyatçı hangi çözümü ortaya koymuştur? Münferit çözüm önerileri sunanlar
istisnadır, onlara saygımız daima mevcuttur. Burada amacımız bir tespit yapmak
ve öneri sunmaktır.
Televizyonlarda hemen her
gün karşımıza bir ilahiyatçı çıkar, nerden öğrendiklerini anlayamadığımız çok
eski tarihli hikâyeleri din bilgisi tadında aktarırlar, kimisi ağlayarak,
kimisi düşünerek edaları ile. Dinleyiciler olarak bizler de onun din anlattığını,
maneviyat anlattığını düşünerek saygıyla dinleriz, bir şeyler öğrenmeye
çalışırız. Hâlbuki anlattığı, sıradan kitapların yazdığı basit hikâyelerden
ibarettir.
İlahiyat(çı)larımız
sefaletin içindedir. Dökülüyorlar. İşe yaramaz durumdalar. Onların kurtuluşu
ile ülke kurtuluşu at başı gidecektir.
Hükümetin istediği veya
onun hoşuna gidecek yönde fetvalar verilmesi dökülmenin en önemli
göstergesidir. (bu aşamada verilecek pek çok örnek vardır,
burada kesiyoruz)
Ne yapılmalı?
Hiç kusura bakmasınlar. Fen
bilimleri, matematik, sosyal bilimler, uzay bilimleri, tababet… Bilmeyen
ilahiyatçıların Kur’an’ı Kerim mealleri, tefsirleri nazarımızda yok
hükmündedir. Gerek yok, boşuna çabalardır. Yormasınlar kendilerini. Yüzlerce
yıllık bilgileri önümüze tazeymiş gibi sunmaları artık insanlarımızı tatmin
etmemektedir. Yeni bilgilere, ilmi açılımlara ve birlikte ayetlerin
yorumlanmasına ihtiyaç vardır. Yazık ki, böyle umulmasına rağmen, ilme ve asra
uygun yeni şeyler söyleyenler maalesef yine ilahiyatçılar tarafından tekfir
edilmektedir. Bunlar yanlıştır. Bu yanlıştan kurtulmak ve ilahiyatçıların da
kurtulması gerekmektedir.
İlahiyat Fakültelerinde
okunan dersler kimsenin tekelinde olmamalıdır, zaten olamaz. Kimse kimseyi
sınırlayamaz. Her isteyen istediği vakit o dersleri rahatlıkla alabilmeli ve
tedris edebilmelidir. Belki de ilahiyat fakültelerinin lisans sınıflarının
kapatılması ve her fakültenin bütün bölümlerinde her isteyen talebenin,
istediği dersi ve konuyu rahatlıkla alabilmesi gerekecektir.
İlahiyat fakültelerinde ise
yalnızca, lisansüstü ve doktora programlarının bulanması ile matematik, fen,
sosyal, tıp bilimleri tahsil etmiş kişilerin lisansüstü ilahiyat eğitimi
alması, yeni fikirleri, yeni yorumları beraberinde getirecektir.
Bu vakit, padişahın her
isteğine uygun fetvaların da çıkmayacağını garanti edebiliriz.
“Oy Nesimi can Nesimi ol gani
mihman iken
Yarın şefaatlarım Ahmed-i
Muhtar iken
Cümlenin rızkını veren ol
gani Settar iken
Yeryüzünün halifesi hünkâra
minnet eylemem”
İlahiyat Hocaları düşünsünler
bakalım. Yetiştirdikleri ve fetva veren talebeleri ile Nesimi’nin “minnet eylemem”
dediği noktayı karşılaştırsınlar.
Sefaletlerini kendileri
müşahede etsinler. Yazımıza eleştiri getireceklerse de ondan sonra getirsinler.
Başüstüne.
NOT: Devlet Bahçeli’nin;
“Samimi din âlimlerimiz, kâmil ve Allah dostu velilerimiz,
üniversitelerin ilahiyat fakültelerinde görev yapan muhterem öğretim
üyelerimiz, Başbakan’ın İslam’la aldatmasına ahkâm kesmesine, fetvalar
vermesine, nereye kadar suskun kalacaklardır?”
Sorusu da yazımızla
birlikte değerlendirilmelidir.
Hayati Bice :
YanıtlaSilÇok değerli bir analiz... Bir de "sahte maneviyat" tacirlerinin milleti ifsadı karşısında sus-pus olmalarına da değinilse idi...
Şaban Çağlar:
YanıtlaSilYazınızı okudum Mahmut Emin bey, müslümanın müslümanı üzmesi caizmidirki polise taş atmak yada biber gazı caiz olsun. Diyanet her konuda yorum yaparsa kendini yıpratır.
Abdurrahman Biçer .
YanıtlaSilSize katılıyorum lakin tehlikeli rabıtalar da var yazıda...
Mesela: Ayetlerin yeniden yorumu. Bu yaklaşım yanlıştır...
Doğrusu: Ayetler aslına uygun olarak ve bilimsel izahlarla yeniden tefsirinin yapılması...
Kuran açısından Meal, Tefsir ve Yorum üç ayrı kavramdır...
Diğer konulardan:
İnsan ünvanı ile siyasallaşmak doğru kabul edilebilir lakin Din Adamı kisvesi altında siyasallaşmak DİNE ihanettir...
Murat Alparslan Tekoğlu :
YanıtlaSilDiyanet kurumu, Kuran ve sünnet merkezli hareket eden din bilginlerinin oluşturduğu dini bir otorite olmak yerine padişahın şeyhülislamı gibi çalışmış ve iktidarın pisliklerini kitaba uydurarak siyasileşmiştir. Benim nazarımda Diyanet, bu haliyle ve mevcut yönetimi ile itibar edilmeyecek dejenere bir kurum haline gelmiştir.
Kuran'da geçen "Ulul Emre itaat" yanlış yorumlanarak iktidar sahiplerine kayıtsız şartsız tabi olmak olarak anlaşılamaz. Ayetin devamında Ulul Emr ile olabilecek bir ihtilafta Allah ve peygamberinin hakem seçilmesi istenmektedir. İslam tarihinde özellikle Emeviler döneminde bu itaat meselesi suiistimal edilip yöneticilerin zulümleri Kuran vasitası ile meşrulaştırılmıştır. Biber gazı konusunda Diyanete düşen cevap bu değil, bu gazın haksız, gereksiz ve orantısız kullanılmasının, hele ki masum ve savunmasızlara karşı asla kullanılmaması gerektiğiydi.
Dini ilimler, dünyevi ilimler ayırımına karşı olan birisi olarak yazıda bahsedildiği üzere bir din aliminin aynı zamanda fizik, kimya, kozmoloji, astronomi, tıp gibi ilmi konularda da en azından genel kültür düzeyinde bilgi sahibi olmasını düşünüyorum. Fıkıh, hadis, tefsir ne kadar ilim ise yukarıda saydıklarımda o kadar ilimdir.
• Bir kişinin hepsini bilmesi (veya fikir sahibi olması değil de), ilim tahsili olan birden fazla kişinin bir araya gelerek ayet tefsiri yapmaları daha uygun olacaktır. Kimisi matematik bilsin, kimisi astronomi, fizik, coğrafya... bilsin. Böylece birbirlerini tamamlayacaklar ve fikir açılımı, ilim gelişimi genişleyecektir.
YanıtlaSilBu noktada en önemli husus; Hırs ve hasedi bırakmaktır.
Murat Alparslan Tekoğlu
YanıtlaSilBir ilahiyatçı aktüel meselelere, siyasi olaylara kayıtsız kalmamalı ve kendi İslam anlayışı çerçevesinde fikirler ve çözümler üretmelidir. İçtihat kapısının kapandığını söyleyenler aslında bilmeyerek İslam'a zarar verirler. bana diş dolgusu abdesti bozar mı bozmazmıyı anlatma kardeşim, aktüel olaylara İslam'ın temel prensipleri nasıl bakıyor onu anlat...
Murat Alparslan Tekoğlu :
YanıtlaSilMahmut bey, genel kültür düzeyinde fikir sahibi olmalıdır. Kuran tefsiri gibi zor ve ağır bir yük yüklenecek kişi buna mecburdur. Aksi halde yapacağı tefsir noksan olur. Kuran'da geçen evrenin genişlemesine dair ayetleri ancak Big Bang teorisinden haberi olan birisi anlayıp doğru tefsir edebilir. Dediğiniz şey bir heyetin tefsir çalışmasına matuf ise itirazım yok.
Tabii ki, Murat bey, heyetin tefsiri en doğrusudur.
YanıtlaSil