26 Aralık 2012 Çarşamba

İşgal Günlerinde Bir İstanbul Hatırası


“Yıl 1920, Eylül, İstanbul.”

İşinde, gücünde, çocuklarının rızkının peşinde koşturmaktan yorgun bir halde, ayağını sürüyerek girdi kahveden içeri. Daha ısmarladığı çayı gelmemişti ki, polis ve işgal askerleri ordusu doldurdu kahvehaneyi. Sert emirler veren memurlar, silahlarını halkın üstüne çevirmiş işgal askerleri herkesin ayağa kalkmasını, kimliklerini çıkartmasını bildirdiler. “Besbelli, bir şeyler var” diye düşündü Halil. Ya soygun yapılmıştı veya işgal askerlerinin bulunduğu bir yerleri taramışlardı. İstanbul işgal edileli beri adi vakadandı. Her gün mutlak bir olay olur ve yetkiyi ele geçiren düşman askerleri tüm mahalleyi arama tarama yapar, aklına kestiklerini alır götürürlerdi.

Memurların ve askerlerin bu kadar sert olması pek görülmüş şey değildi, mahalle içi kahvelerde mümkün olduğunca kibar davranmaya gayret ederlerdi. Elini, haki renkli poturunun arka cebine attı, kimlik, para gibi kıymetli evrakını daima poturun arka cebinde, bir kese içinde taşırdı. Kimlik cüzdanı da orada dururdu. Eli boş kaldı. Bu imkânsızdı. Her gün, pantolonunu giydikten sonra mutlaka elini arkasına atarak kontrol ederdi. Bu sabahta kontrol ederek giyindiğini net hatırlıyordu.

Genç İngiliz kumandanının, bozuk Türkçesi ile “Kimliğini ver”, emrine başını eğmek zorunda kaldı, “Şey..” diyebildi. “Alın bunu” emri üzerine iki asker koşturdu geldi yanına, kollarına girerek adeta sürükleyerek çıkarttılar dışarı. Bir kamyonun (üstü kapalı) arkadan yapılmış kapısını sertçe açarak, koltuk altlarını, belini ve paçalarını arayarak “gir bakalım” dediler. Emirlere uymaktan başka yapabileceği bir şey de görünmüyordu.

Karanlık ve penceresiz kamyonun arkasında tek başına idi. Düşünmekten çatlayacak gibi olmuştu. Ne oldu da para kesesi (gerçi parası yoktu, bugün iş bulmuş ve çalışmıştı, ertesi gün için de çalışacağından yevmiyesini almamıştı) kaybolmuştu? Düşürdü mü, biri mi aşırdı? Sonuç olarak, kimliğini ibraz edemediği için gözaltına alınmıştı. Herhalde karakolda durumu anlatır ve kurtulurdu. Tahminen bir saat kadar sonra kamyon hareket etti. Kendisi ile birlikte şimdi üç kişiydiler, yüzlerini göremediğinden kim oldukları hakkında fikri yoktu. Onlarla konuşmaya korkuyordu, aslında üçü de korkuyordu. Çıt çıkarmadılar. Biraz sonra bir yerde durdu kamyon. Gürültü ile kapısı açıldı. “inin bakalım”!..

Kader, kader bir oyunun içinde Halil’i de figüran olarak oynatıyordu. Onun da görmesini ve yaşamasını mı istemişti. Evde birkaç günlük yiyecek vardı. (bir-kaç günlük yiyecek deyince; un, bulgur ve biraz yağdan ibaretti) Ya sonra ne yapardılar çocuklar? Karısı için büyük bir teşekkür geçirdi içinden. Kadirşinas, vefalı, cefaya göğüs geren hakiki Türk anası olan karısını sevgiyle yâd etti. Başına geleni değil, onların halini düşünüp üzülüyordu. Belki kahveden birisi haber uçurmuştu eve. İnşallah öyledir. Ki, mutlaka haber etmişlerdir. Bunun bir kötü tarafı vardı, işgal askerlerinin işkence yapacağını bilmek, bir de iyi tarafı vardı sağ olduğunu bilmek. Büyük bir ihtimalle haberi alan karısının, tevekkülle karşılayarak, çocuklarına haber etmeden, sofrayı kurmuş olmasıdır. Kimseyi telaşa vermeye gerek yok. İstanbul’da bugünlerde çok küçük bir azınlık sefahati yaşarken, özellikle Türklerin kahir ekseriyeti sefalet içindeydi. Halil ve ailesi de bu sefaletin tam ortasındaydı.

Akşam olmuştu. Evden beklerlerdi. Bir an evvel, komiserle veya komutanla irtibat kurup, “ifade mi alacaklar, ne alırlarsa alsınlar ve salsınlar” diye düşünüp, aklına gelen duaları etmeye koyuldu. Aslında aklına da bir şey gelmiyordu. Sabahtan itibaren neler yaptığını, nereye gittiğini, kimlerle konuştuğunu filan düşünmeye çalıştı. Hatırladıkları ehemmiyetsiz şeylerdi. Bunların kendisine bir faydası olamazdı. İstanbul, İngiliz, Fransız, İtalyan askerleri tarafından işgal edildikten sonra, benzeri olaylar sıklıkla yaşanmış ve ne hikâyeler dinlemişti. O anlatılanlara göre kendisi ne kadar masumdu, fakat kime nasıl anlatacaktı? En iyisi, hiçbir şey düşünmeden olacakları sabırla beklemeliydi. İşgal kuvvetlerinin kontrolündeki bu karakollara getirilen her Türk’ün mutlak surette ölümü mukadderdi, en azından eli, kolu bacağı kırılır, kaburgaları ezilir, sakat bırakılarak salınırlardı. Şimdi bunları düşünmenin sırası değil diyerek, karanlığı yararak gözlerini açtı. Birkaç kişinin fısıltıyla konuştuğunu duyabiliyordu, sesler tanıdık gelmiyordu. “Kim bilir, İstanbul’un nerelerinden topladılar getirdiler” diye düşündü. Seslere doğru yaklaştı. Şimdi iyice konuşulanları seçebiliyor, bir anlam katmaya çalışıyordu. Kendisi ile birlikte tam beş kişiydiler ve hepsi Türk’tü.

Birisi: -“Kesin”. “Kesin olarak söylüyorum, burası Selimiye Kışlası” dedi. “Ben üç gündür buradayım, bir tıktılar içeri, ne gelen var, ne soran”.

-“Niye aldılar, nerden aldılar seni”?

Sesler iyice fısıltı tonuna geçti. “4 gece önce Maçka silah deposu boşaltıldı. O yüzden işte”. Beşiktaş kahvehanelerinden toplayabildiklerini getirmişler. İkisi firar etmiş, ayağından sıkıntısı olduğundan gidememiş. “Sabırla bekleyin”. Dedi. “Benim inancım var, burayı da boşaltacaklar, o sırada bizde gideriz. Bu inancın karşısında kimse duramaz.” Dedi. Diğerleri de cesaretlenmişlerdi. Artık iyice samimi olmuşlar ve sırt sırta birlikte hareket etmeye söz vermişlerdi. Sıkıntılı zamanlarda beraber olmayı becerebilenler arkasız kalmazlardı.

Gece yarısına doğru kışlanın içinden motor gürültüleri, atların terslenmeleri, bağırışlar, emir verenler, karşılık verenler, koşuşturmalar. Bütün askerler bir yöne doğru koşturuyorlardı, ellerinde silahlar. Dikkatle dinlendiğinde uzaklarda patlayan silah sesleri duyuluyordu. Ne oldu acaba?

-“Durun tahminimi söyleyeyim. Buradan çıkmamıza az bir zaman kaldı.” Nasıl böyle bir tahmin yapıyordu? Anlatmadı. Sadece “Bekleyin” dedi.

Askerlerin gürültüleri kesildikten kısa bir süre sonra, yürüyen ayak sesleri duyuldu. Tahminen altı – sekiz kişilerdi. Birisinin, mahpusların kapısını zorladığını duydular. Kapı açıldı.

 “-Heeyy.. Kimse var mı?”

Beş mahpus sevinç içinde koşar adım çıktılar. “Beni takip edin dedi” kapıyı açan kişi. Hiç düşünmeden peşinden gittiler. Vardıkları yerde, bunlara birer çuval verdi. “Haydi, yüklenin bakalım.” Çuvalları yüklendiler ve karanlığın içinden, ağaçlıklı bölgeye doğru yollandılar. Şimdi, on beş kadar kişi olmuşlardı. Hepsi kan-ter içinde, soluk soluğa yığılıp kalmışlardı. Uzaktan silah sesleri geliyordu.

Halil meraktan sordu: -“Neler oluyor? Kimlersiniz?”.

-“Kes sesini Halil, verilen işi yap yeter. Birazdan arabalar gelecek, çuvalları yükleyeceğiz.”

Tam bir gün geçmeden, neler yaşamış, neler duymuş, görmüştü Halil. Vatanseverlerle tanışmış ve yaptığı işten gurur duymuştu. İyi ki, tutuklanmışım. Aksi halde mümkün değildi bunları yaşamam diye geçirdi içinden.

Eve vardığında, akşam oluyordu. Yorgunluk ve uykusuzluktan perişan bir halde idi. Kapı açıldığında karısı; -“Çok şükür” diyebildi, gözleri parladı. Hiçbir şey olmamış gibi ve hiçbir şey söylemeden doğru yatağa attı kendini.

***

“Etekli, gaydalı İskoç askerleri, burma sakallı Hintliler, siyah Afrikalılar, çalımlı İtalyan Karabinerileri, gürültülü Fransız askerleri Türklere İstanbul’u hediye edip gitmediler. Çekip gitmeye mecbur kaldılar. Çünkü milletimiz el ele, gönül gönüle bir araya gelmiş, tokadını bizi yok etmeye çalışan düşmanın yüzüne indirmişti.” (Zeni Önsöz, www.zekionsoz.com)

***

O gün, Selimiye silah deposunu soymuşlardı. Askerler, depoya uzak bir yere vatanseverlerin taciz saldırısına cevap vermek için gitmişler ve depoyu tedbirsiz bırakmışlardı. Halil ile birlikte hapis edilenlerden uzun boylu olanı, vatanseverlerin liderlerinden birisiydi. Selimiye silah deposunun soyulma planını o yapmıştı…

Aslında yapılan soygun değildi.

Kendilerine ait olan silahları gerçek sahiplerine vermişlerdi.

Ertesi günün yarısına kadar uyumuştu. Karısı sertçe dürtmeseydi daha uyanacağı da yoktu. “Kalk, dedi, kapıda birisi var, seninle görüşmek ister.” Zorla kalktı, kapıya vardı. Temiz yüzlü bir Türk çocuğu idi kapıdaki, elindeki para kesesini uzatıyordu. “Bunu, Salih amca sana vermemi istedi” dedi. Kendisinin para kesesiydi. Salih Amca dediği de, mahpus kaldıkları sırada, kendilerini teskin eden o karayağız delikanlı…

6 yorum:

  1. Acıklı ve hüzün verici bir öykü. O günlerde neler yaşandığına dair hazin bir ayrıntı.
    Ama, "Şer olarak gördüklerinizde belki dehayır vardır" inancımıza uygun bir hikaye.

    Harun Meral

    YanıtlaSil
  2. Bu tür anıları büyüklerimden çok dinlemişimdir. Anneannem; seferberlikte sinopa kadar kardeşleri ile yürümüş, yerden at pisliklerinden, arpa tanelerini toplayıp yiyen sahipsiz kalmış çocukları anlatırdı.. Beni en çok etkileyen de oydu.Çok etkilenmiştim çocuk aklımla..o zamandan beri, yoksulluğun tarifini hep o olayı örnek göstererek tarif ederim. ve derim ki, "siz hiç at pisliğinden arpa tanesi toplayıp yedinizmi ki, yokluktan yakınıyorsunuz?" Gökten yağmur yağıyor, yerden de yeşil bitiyor, ozaman demk ki biz; "halâ çok zenginiz..."

    Ilim Talepedenler

    YanıtlaSil
  3. Allah şerleri hayır eder inşallah.

    YanıtlaSil
  4. Abdurrahman Biçer :

    Burada anlatılan şey:

    Son parağrafa kadar anlatılanlar aslında bir AYAĞA KALKIŞ hareketinin aşamalarını gösteriyor. Yani bıçak kemiğe dayanana kadar susan insanların güdülenme aşamalarını...

    Son parağraf ise; hiç bir şeyin tesadüflerle ortaya çıkmayacağını ve her şeyin AKIL ve PLAN sonucu gerçekleşebileceğini anlatıyor...

    Halil Efendinin para kesesini cebinden alan bir İRADE nin onun gücünü; Selimiye Kışlasındaki silahların gerçek sahiplerine ulaştırma işine kattığını unutmayınız...

    Müstevliyi bu topraklardan söküp atan İRADE den saçılan bir avuç kıvılcımı büyük bir iştiyakla temaşa ettim...

    Teşekkürler Mahmut Emin bey...

    YanıtlaSil
  5. Hülya Şahin:

    Okudum. Çok güzel, kaleminize sağlık.

    "“Etekli, gaydalı İskoç askerleri, burma sakallı Hintliler, siyah Afrikalılar, çalımlı İtalyan Karabinerileri, gürültülü Fransız askerleri Türklere İstanbul’u hediye edip gitmediler. Çekip gitmeye mecbur kaldılar. Çünkü milletimiz el ele, gönül gönüle bir araya gelmiş, tokadını bizi yok etmeye çalışan düşmanın yüzüne indirmişti.” ....

    Şu an da işgal altındayız sanki... O vatanseverler nerede ?

    YanıtlaSil
  6. Çok hüzün verici ibret dolu bir öykü Öyküyü okurkan tüylerim diken diken olduKurtuluş savaşına katılan bütün kuvayı milliyeyi rahmet ve şükranla anyorum Bu kara günü hiç bir dayım unutmamak lazım.Kuveyi Milliyeyi ilk ateşliyende Cennet mekan Mehmet Akif ersoyun Camilerde ki Vaaz ve nasıhatları ön pılanda olmuş Ama bugün günümüzde yeterince layık olduğu kavuda ve Vefatına gereken şanına yakışıan her hamngi bir cenaze merasimi yapılmıyrak Devlet ekranda hiç bir kimse bu muhteşem misilsiz vatan severin cenazesine hiç bir kimse katılmamış esefle kınıyorum.Lanet olsun Bu zihnitete Bu muhteşem paylaşımnıza yürekten tşk edrim Tüm şehitleri rahmet ve şükranla anyorum:

    YanıtlaSil

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...